Şampiy10
Magazin
Gündem

Kadir Çöpdemir’in aradığı asistanı buldum

Kadir Çöpdemir'in verdiği iş ilânını herhalde duymayan kalmamıştır. Hani şu; 38-40 beden arası asistan aradığı ilândan söz ediyorum. Hem en az ileri derecede İngilizce bilecek, hem kolit, hipoglisemi, şeker hastalıkları olmayacak, 24 saat çalışmaya uygun, araba kullanan, falan-filân... 2 bin lira da maaş... Efendim ben bu ilânı görünce, hemen çevremdeki iş arayan genç kızlara haber saldım. İş ilânının detaylarını tam okumadan sadece "asistan aranıyor" kısmını dikkate alarak, aklıma gelen herkese mail attım ilânı. Ve pek çok kişiden aldığım olumsuz cevaptan sonra, sonunda tam Kadir Çöpdemir'in aradığı özellikte ve bu işi yapmak isteyecek bir kişi buldum. Ama bu arada, iş bulamamaktan şikâyetçi olan ve ilânı yolladığımda olumsuz cevap verenlere de "neden" diye sordum. İşte o ilân ve aldığım yanıtlar:

BAKLAVA NEREDE YENİR İYİ BİLİRİM

Ayşe: Vallahi ben zaten medya sektöründe asistanlık yapmak istiyorum. Acemi olduğum için ücrete de takılmıyorum. Ama maalesef beden ölçüm bu ilâna uymuyor. Bir 20 kilo verirsem, belki! Oysa, Kadir Abi'nin dilinden en çok ben anlardım. Ne de olsa ikimiz de aynı yolun yolcusuyuz. Dönerin hası nerde bulunur, baklava nerde yenir, benden iyi kim bilir? Asla şekeri düşmez ben yanındayken meselâ. Her ân çantasından en az 5 kişiyi doyuracak erzakla dolaşan asistanı zor bulur o. Benimle çalışsa, dünyanın en mutlu patronu olabilirdi oysa. Üstelik, birbirimizin yanında kendimizi rahat hisseder, göbeğimizi içeri çekmek uğruna, tık nefes kalmazdık. Bir daha düşünsün Kadir Abi şu beden meselesini. Karşıdan bakıldığında bir ortalama tuttururuz beraber. Göz mukayesesinden kurtulur hiç değilse.

KIVANÇ TATLITUĞ’U BEKLERDİM

Melek: Ah be Berna Abla, bende bir ünlüye asistanlık deyince şöyle bir yükselmiştim. Hani iş çok içimi açmadı ama hani serde gençlik var tabii, o yüzden ünlülerle olmak filân bir cazip geldi. Ama yani bir Kenân İmirzalıoğlu ya da Kıvanç Tatlıtuğ filan beklerdim, yani. Hani mâdem sabahlara kadar çalışıcaz, bari baktıkça sevaba gireyim. Bilmem anlatabildim mi! Ben onun kriterlerine uyuyor muyum bilmem ama Kadir Abi benim kriterlere uymuyor ya! Ha bu arada Monica yengeye selâmlar.

KARİYER YAPMA ŞANSIM YOK

Aylin: Berna Abla, ben evde oturacağıma bir tecrübe olur diye kabul etmek istedim. Ama babam "saçmalama evlâdım" diyor. Bir hesap yapmış, zaten ben ileri derecede İngilizce ve yanında biraz da Fransızca öğreneyim diye beni 5 yaşından beri özel okullarda okuttuğu için bir servet harcamış. Eh,Kadir Çöpdemir'in yanında kariyer yapıp ilerleyecek bir şansım da olmadığına göre, babama asistanlık yapsam daha iyiymiş.

"Onun yerine benim şeker haplarımı tâkip et, ben sana ayda 2 bin lira veririm merak etme" dedi.

HASTALIĞI OLAN PATRON ÇEKEMEM

Aslı: Şekerim, aslında bir değişiklik olurdu bana, biliyorsun kocamdan da boşandım. Çocuğum da üniversitede olduğu için için çalışma saatlerinde de esnek olabilirim. Yaştan bahsetmemiş, gerçi Monica Belluci gibi birini arıyorum diye açıkladığına göre 45 yaşında olmamda mahsur yoktur. Madem o kadar sinir problemi varmış şekere bağlı, ben de hastalığı olan patron çekemem. Her karnı acıktığında bağıran birini 24 saat hayatımda istesem bir çocuk daha doğururdum!

CİDDİYE ALMA BERNA!

Hatice: Ben bu özelliklerle zaten Genel Müdür sekreteri oldum. Üstelik öyle 24 saat filan da çalışmıyorum. Her tür resmi tatilim ve haklarım var. Üstelik kazancım bu ilândakinden bir hayli fazla. Şaka yapmış Kadir Çöpdemir, çok da ciddiye alma!

Ve sonunda beklenmedik bir mail alıyorum. İlândaki iş tanımına uyan ve tâlip olan!

Emekli İngilizce öğretmeni Mehmet Hoca: Berna kızım; torunum Melek'e attığın mailden haberim oldu. Açıkçası, bu ilâna tepki gösterenleri art niyetli buldum. Ve bu işe ben tâlibim. Emekli İngilizce öğretmeniyim, lisanım iyi. Yaş da belirtilmemiş, ha bu arada benimki 67... Seyahate de uygunum, hatta evde yengenle kavga edeceğime gezmeyi tercih ederim. Eh emekli için 2000 lira güzel para. Bu iş için biçilmiş kaftanım. Kadir oğlumun gözlerinden öper, iyi haberlerini beklerim. Kestane kebap, acele cevap.

Yazının devamı...

Kıyıköy Monet tabloları gibi

Baharı buram buram yaşamak mı istiyorsunuz? Her yer beton, nerrde o eski baharlar mı diyorsunuz? Tıpkı masal kitaplarındaki gibi papatyaların üzerine yatıp, ciğeriniz yakacak kadar oksijen dolu temiz havayı içinize çekmek mi istiyorsunuz? Ahhh bütün bu saydıklarım olsa, bir de deniz kenarında olsa mı diyorsunuz? O halde, Monet tablosunu andıran, Beethoven'in 'Pastoral Senfonisi'ni çağrıştıran Kıyıköy sizi bekliyor.

İstanbul ve civarında yaşıyorsanız, Kırklareli'nin Vize ilçesine bağlı bu sahil kasabasına günübirlik bir gezi, sanki bir hafta tatil yapmışçasına dinlendirecek ruhunuzu. Eğer daha uzaktan geliyorsanız ve bir ya da daha fazla gece konaklama imkânınız varsa, Trakya'da keşfetmekle bitirilmeyecek kadar çok güzellik olduğunu unutmayın. Sadece Kırklareli sahili için bile en az iki gün gerekli. Dünyanın üç longozundan birine de ev sahipliği yapan İğneada, Kıyıköy'e 1 saat uzaklıkta nefis bir başka sahil kasabası mesela. İğneada'yı anlatmayı önümüzdeki haftaya bırakıyor ve Kıyıköy'e dönüyorum. İstanbul'un seçim mitingleriyle iyice kaosa dönen havasından günübirlik de olsa kaçmak isteyenler için hemen 2,5 saat uzaklıkta bu cennet kasaba. Çiçeği, yeşili, dereleri, denizi... Kıyıköy, rûya gibi.

Birçok medeniyetin ev sahibi

Pabuçdere ve Kazandere'nin Karadeniz'e döküldüğü sahilde yer alan Kıyıköy, eski bir Rum yerleşkesi. Tarihteki adı ise; Midye. Hani, lise tarih dersinden aşinâ olduğumuz "Midye-Enez hattı" olarak hatırladığımız "Midye". Tarihi ise çok eskiye dayanıyor. Bilinen en eski adı Salmydessos ise "pırıltılı, kutsal, güzel yer" anlamına geliyor. Lidyalılar, Traklar, Persler, İskitler, Medler, Ceneviz kolonileri gibi birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, Kıyıköy. Roma ve Osmanlı imparatorlukları döneminde, sayfiye olarak çok önemli bir yere sahip olmuş. Denilen o ki; Neron da burada dinlenmeye bayılırmış... Kıyıköy'e, yol boyu sizi yalnız bırakmayacak sapsarı kanola bitkileri eşliğinde varın. Jüstinyen döneminden kalan surlardan, dere-deniz-lagün ve yemyeşil kırların oluşturduğu doğal resme bakın. Acıktıysanız, bir yandan falezlerde parçalanan hırçın dalgalarla, derenin sükûnetindeki tezata hayran kalarak, tapteze balığınızı ısmarlayın. Köşk Lokantası'nı ve mevsim itibariyle kalkan balığını tavsiye ederim. Karidesi de "sakın es geçmeyin" derim. Sonra, yokuş aşağı inerek kıyıya gidin ve dere boyu, doğanın yarattığı bu sanat eserinin içinde yürüyün. Karaçam ormanlarında, papatyalarla uyuyun. Falezlerden deniz kokusunu içinize çekin. Yürüme mesafesindeki Selvez, Poliçe, Panayır İskelesi koylarını keşfedin ve hava da sıcaksa denize girin. Tarih severseniz, Aya Nikola Manastırı’nı ziyaret edin. Bol bol yürüyün, bu nâdir bulunacak doğal güzellik içinde eriyip, onun bir parçası olun. Büyük şehrin stresinden kopun ve bu yeryüzü cennetinde yeniden doğun.

Yazının devamı...

Bir başka bahara

Kimi yazın sıcağını sever kimi kışın karını ama hiç kimse baharın kararından vazgeçemez. Hafif bir meltem, limon çiçeklerinin kokusunu havada dolaştırır, mor salkımlar, sümbüller, erguvanlar, papatyalar yeşile karışır. Ama hayır! Bu yıl bize bahar yok! Bu bahar, kuş sesleriyle deniz kenarında ya da bir parkın kuytusunda tatlı rüyalara dalmak yok! Güneşe yüzünü dönüp, o ânlık bahar uykularının sarhoşluğunda esrimek yok! Dedim ya, bu sene bize bahar yok!

Elbette, baharla ilgili karamsarlığımda, bir türlü ısınmayan havaların etkisi de çok. Ama, biliyorum ki çok değil sadece bu yazı baskıdan çıkana kadar havalar ısınmış, siz bu satırları okurken bahar usul usul kap altından girmiş olacak. Ama ne yazık ki, ülkemizdeki seçim havası, bahar havasını aynı hızla kovacak. Megafonlardan yayılan ne dediği anlaşılmayan çirkin sesler kuşların nâmelerini ağaçlardan söküp atacak. Üst üste asıldığında birbiriine üstünlük tasladığı sanılan o korkunç seçim afişleri güzelim bahar dallarını kıracak. Çevreyi ayrı, beynimizi ayrı kirleten kampanya çöpleri, çiçeklerin üzerini hunharca kapatacak. Toz dumana katılacak. Mitinglerden trafik felç olacak. Yani kısaca bu bahar bize zehir olacak!

Hayatım boyunca insanların seçim kirliliğinden şikâyetine tanık oldum ama yine de farklı bir yol izleyen, değişik bir seçim stratejisi yürüten partiye rastlamadım. Üstelik, bu bağırış-çığırışın, bu parayı çöp yapıp parti bayrağı diye sokaklara atışın, seçim sonuçları üzerinde bir etkisi var mı diye de merak etmekteyim. Meselâ; mahallesine asılan parti afişlerinin çokluğuna göre oy veren vatandaş var mıdır? Ya da seçim otobüslerinde, ismini en çok duyduğu kişe göre kararını veren... Bunca çevre kirliliği yerine, halk için, meselâ, bir park yapan parti olsa, sonuç nasıl olurdu acaba?

Yurttaşlık bilinciyle hareket etmek lazım

Peki ya seçim vaadleri... Sosyal medyada yaptığım küçük bir anketten anladım ki kimsenin verilen sözlerin gerçekleşeceğine dair inancı kalmamış! İki anahtar vaadinden birkaç sene sonra en büyük ekonomik krizi görmüş, tarihi boyunca vaadedilen hiçbir sözün gerçekleştiğini görmemiş bir ülkenin evlatlarına hak vermek gerek. Ama, siyasi planlarını bilmeden oy vermek de, bir yanlışı başka bir yanlışla düzeltmeye çalışmaktan öte gitmeyecek. Bu süreç içinde, partilerin seçim beyannamelerini incelemek ve akılda kalan soruların cevaplarını liderlerden talep etmek bir vatandaşlık görevi olarak görülmeli. Ne yazık ki ülkemizde, demokrat ülkelerde yapılan ve iktidar parti lideri de dahil tüm siyasilerin katıldığı televizyon programları yapılamıyor. Seçime katılanlar, aynı platformda bir araya gelmiyor. Dolayısıyla da eşit bir ortamda yapılan münazaraya göre karar vermek de mümkün olmuyor. O zaman iş vatandaşa düşüyor, “böyle gelmiş böyle gider” dememek gerekiyor. Soru sormak, cevap istemek, cevap vermeyenlere şüphe ile yaklaşmak ve seçimden sonra vaadlerini yerine getirmeyen iktidardan hesap sormak vatandaşlık hakkımız hatta görevimiz hâline geliyor. Uzun lâfın kısası, oyumuzu verirken, yurttaşlık bilinciyle hareket etmeli ve takım tutar gibi değil, ülke geleceği için kararımızı vermemiz gerektiğini unutmamalıyız.

Hangi parti ne vaad ediyor?

Seçim bildirgelerine baktığımızda CHP, daha çok iddialı ve çok detaylandırılarak açıklanan ekonomik reformlarıyla, HDP ise askerlik, eğitim, iş ve işçi güvenliği gibi konularla ama en çok “Eş Başkanlık” gibi radikal bir öneriyle seçime giriyor. AKP, sayısal ifadelerden çok “yeni Türkiye 2023” ve “her şey güzel olacak” söylemlerini tekrar ediyor ve geçen seçimlerden devreden ve halihazırda yerine getirilmemiş vaadlerinde de sürekliliğini koruyor. MHP, yolsuzluk, güvenlik ve terörle mücadeleyi ana ekseninde tutuyor ama yine de partiden gelecek daha detaylı bir bildirgeyi de merakla bekleniyor. Şu aralar; halkın en çok dillendirdiği ve cevabını beklediği sorular ise şöyle sıralanıyor:

-Olası bir çok partili iktidar durumunda, koalisyon yapabilecekleri ya da asla yapmayacakları diğer partiler (en çok merak edilen soru)

-Nükleer santrallerle ilgili düşünceler

-Çevre, SİT alanları ve tarihi eserleri koruma ile ilgili görüşler

-Ekonomik stratejiler

-Eğitim reformları

-İşçi sağlığı ve iş güvenliği

-Tarım reformları

-Azınlıklara bakış

-Dış politika

Yazının devamı...

40 yaşındakiler genç 60’lar artık orta yaşlı

Güzelliğin, genel bir kavram olduğu konusunda hemfikiriz ama yine de güzellik ve gençliği birbirinden ayıramıyoruz pek. Moda dünyası ve Hollywood tarafından, tüketimi pompalamak için yürütülen kampanyaların etkisi de büyük bu algıda. Gençliğin, başlı başına bir güzelliği var kuşkusuz. Bu yüzden, kadınsı olmaya çalışan, aşırı makyaj yapan kısaca doğallıktan gelen güzelliği har vurup harman savuran genç kızların, kendilerine ihanet ettiği duygusuna kapılırım. Ama güzelliği, gençlikle sınırlamayı da, gerçek güzelliğe bir ihanet olarak sayarım. Hele ülkemizde; adeta bir çeşit hastalık halinde “gençlik” kavramı. Diğer toplumlarda insanlar olgunlaştıkça değer kazanırken, bizde bir bilimadamı dahi çoğunluğun işine gelmeyen bir söz söylediğinde “yaşlanmış o ne dediğini bilmiyor” diye hakarete uğrayabiliyor. Yaş almayı, tecrübe kazanmak olarak tarif eden ve saygı gösteren atalarımızın yerine, kıdemli insanlara “dinazor”, “bunak” yakıştırmalarını uygun bulan bir nesil geçiyor. Hele ki konu kadın ve hatta “güzel kadın” ise, beğeni yanında sinsice biriken kıskançlık pusuda bekliyor ve çok değil 30’lardan itibaren “yaşlandı“, “yaşlı“ yaftası yapıştırılmaya çalışılıyor. Kadınlar da günden güne buna inanıp, bir nebze daha gençlik uğruna, güzelliklerini heba edebiliyor. Ama artık dünyada devir değişiyor. Gençlikte herkesin sahip olduğu, tazelikten gelen güzellik bir yana; az kişinin başarabildiği, olgunlaştıkça havası artan ve her daim insanlarda güzel hisler uyandıran kadınlar kıymete biniyor. Gençlik fetişisti moda dünyası, çoğu 60 yaş üzeri kadınları baş tacı ediyor ve bir servet akıtarak marka yüzü olarak onları seçiyor! Dikkat; artık güzelliğin, çok boyutlu hali öne çıkıyor.

Darısı, Türkiye’mizin başına demek isterim ama biraz zor görünüyor. Bırakın kadınları, bir erkeğe bile kızıldığında ve söylenecek başka söz bulunamadığında “ihtiyar o” diye saldırıldığını hatırlatmak istiyorum. İşte gündemden bir örnek; Survivor yarışmacısı Bozok... Hollywood erkekleri için bile ideal yaş sayılan 40 yaşındaki bu adama, her kızan “yaşlı“ diyor. “Eh bir de kadın olsaydı“ diye de insan düşünmeden edemiyor. Gerçi uzağa gitmeye gerek yok; ben 28 yaşıma geldiğimde “tamam artık 30 oldun mu yaşlanırsın” diyenler vardı. Artık, iki sene içinde ne değişir diye düşünüyorlarsa! Şimdi de, “vay be 40’lar ha, hiç yaşlanmıyorsunuz!” diye iltifât edenler, beğenilerini belirtmek için iyi niyetle, ama aslında yine aynı zihniyetle bu cümleyi kuruyorlar.

Güzellik; bir kişide beğeni, hoşlanma hissi bırakan, haz belirtileri uyandıran... diye tariflenmiştir felsefeciler tarafından ve hep tarışma konusu olmuştur. Aristo’ya göre; “güzel olan, salt kendisi için arzulanabilir” olan iken, Pisagor için, matematiksel oran-orantı gerektirir. Darwin’e göre ise doğal olan güzeldir. İnsanoğlu varoldukça bu tartışmalar sürecek, yeni tarifler eklenecektir mutlaka. Ama güzel olanı; moda olan tarifler ve kıstaslar, dönemsel zevklerle de karıştırmamak gerekir. Peki bu yıl yeniden gündeme gelen; her daim karizmatik ve cazibeli olan ya da duruşuyla kitlelerin beğenisini toplayan dünya starları kimler. Açıkçası; Jennifer Lopez, Penolope Cruz, Julia Roberts, Nicole Kidman gibi bizde “yaşlı“ diye çamur atılacak ama dünya standartında genç sayılan “40”lı yaştaki, kozmetik, parfüm ve moda yüzü olan yıldızları saymakla bitiremem. Benim vereceğim örnekler çok daha çarpıcı ve moda dünyası için bir devrim niteliğinde. En gençleri; 60 yaşında!

Charlotte Rampling

Makyaj ürünlerini tanıtacak

İşte, gençlerin çok tercih ettiği bir başka kozmetik markası olan Nars ve önümüzdeki yıl 70. doğum gününü kutlayacak olan muhteşem oyuncu Charlotte Rampling iş birliği. Bundan böyle firma, makyaj ürünlerini, Rampling ile tanıtacak.

Christie Brinkley

Olgunlaştıkça güzelleşen kadınlardan

61 yaşındaki model, Barney’s’in yüzü oldu. Aslında buna şaşırmadım çünkü bu marka 30 yıla yakın bir süredir hep olgunlaştıkça güzelleşen kadınlarla iş birliği yapıyor.

Joan Didion

80 yaşında Celine’in reklam yüzü

Yazar Didion tam 80 yaşında. Pek çok genç mankenin hayallerini süsleyen Celine markasının yüzü oldu.

Jessica Lange

66 yaşında Marc Jacobs’un yüzü

Tam 66 yaşında. Lange, ülkemizde olsa büyük anne rolünü bile zor alırdı. Marc Jacobs, Sephora işbirliği ile ürettiği makyaj koleksiyonu “Marc Jacobs Beauty”nin yüzü olması için Jesica Lange’la anlaştı. Ülkemizde bunun için seçilecek isim 30’larında olurdu sanırım!

Yazının devamı...

Gelmiş geçmiş en sıradışı Hollywood yıldızı

Ne zaman; çok hasta, çok yorgun ya da stresli olsam eski Hollywood filmlerinin en yaldızlı, en janjanlı olanlarını seyrederim. Bir çeşit ilaç, bir çeşit terapi gibi gelir bana. Çocukluğumun güvenli uykularını çağırır, annemin kucağını hatırlatır bu filmler adeta... Ateşler içinde yattığım bu hafta, ne kitap okuyabilecek ne de film izleyecek hâlimin olmadığı saatlerde, beynim beni kendi salonlarında dolaştırdı. Rita Hayworth en sevdiğim sahnelerde yalnızca benim için dans etti. Sabah gözümü açamazken, Audrey Hepburn, Tiffany'de kahvaltımı hazırladı ve saatler rüzgâr gibi geçti. İşte bu esrik alemdeyken siyah-beyaz yıldızlar; rolleri ve kendi yaşamları ile iç içe geçmiş olarak zihnimdeydi. Ve yatakta geçirdiğim uzun günlerin sonunda kararımı verdim: Hollywood'un en sıradışı yıldızı, en şaşırtıcı güzeli, gelmiş geçmiş en inanılmaz kadını kesinlikle; Hedy Lamarr.

Belki anlatacaklarımı pek çoğunuz biliyor, belki de bir kısmınız Hedy Lamarr'ı hiç hatırlamıyor... Ama ne olursa olsun, bugünkü hayatımızı değiştiren bu kadının hikâyesi anlatılmaya değer: Hedy Lamar, sinema tarihinin ilk çıplak güzeli. Eski Hollywood filmi sevenlerin ise hafızlarında ünlü "Samson ve Dalila" filmindeki güzeller güzeli "Dalila" rolüyle yer etmiştir eminim. Dünyanın en güzel kadınlarından olan Lamarr'ı, bugünü değiştiren kadın olarak anma sebebim, ne filmleri ne güzelliği elbette... Sinemanın ilk çıplak sahnesini çekerek adını duyuran bu güzel kadın, aynı zamanda elimizdeki cep telefonlarından tutun her türlü bilgisayar ve iletişim aracında kullandığımız GSM, GPS ve wi-fi teknolojlerinin büyükannesi...

HEDY LAMARR VE BULUŞUNUN İLGİNÇ HİKÂYESİ

1914, Avusturya doğumlu Hedy, Yahudi asıllıdır. Berlin'de tiyatro eğitimi alır, çocuk yaşta oyunculuğa başlar ve 1933 yılında Çek yapımı Extacy filmindeki sahnesiyle, sinema tarihindeki ilk çıplak kadın olarak ünlenir. Bir askeri uçak firmasının genel müdürlüğünü yapan silah tüccarı, kendi gibi Yahudi olan Friedrich Mand ile evlenir ve kocasının kıskançlığı sebebiyle sinemayı bırakır. Evli kaldığı süre boyunca silahlar üzerine eşinden çok şey öğrenir. Ama kocasının Yahudi olduğu halde, Hitler'in adamı olduğunu anlayınca, oynadığı filmlerdekini aratmayacak bir kurguyla evden kaçar ve hep hayalini kurduğu Hollywood'a gider. Clark Gable'dan Spencer Tracy'e kadar pek çok önemli oyuncuyla yaklaşık 20 film çeker. "Dünyanın en güzel kadını" ilân edilir. Lamarr çok da zeki bir kadındır. Samson ve Dâlila'yı çekmeden birkaç sene evvel setler dışında kalan zamanlarında teknoloji ile ilgili çalışmalar yapar. Amacı; Hitler'i durdurmaktır. Naziler tarafından hedefi değiştirilemeyecek torpidolar üretmeyi kafasına koyar. Ve bunu başarır da. Bu konudaki çalışma ortağı da bir piyanisttir. Bir partide, herkes eğlenirken tanışıp sohbete dalan ikili, bugünün iletişim teknolojisinin temellerini atarlar. 1942 yılında, otomatik piyanolardan yola çıkarak “frekans atlamalı yaylı spektrum" teknolojini bulur. Böylece, sürekli frekans değişimi sağlanmıştır. Torpidoların hedefi değiştirilemeyecek, hatta telefon hatları da düşman tarafından dinlenemez hâle gelecektir. Amerika nedendir bilinmez, kendilerine sunulan bu teknolojiyi kullanmaz. Lamarr, "Gizli Haberleşme Sistemi" adını verdiği buluşunun patentini alır. 1962 Küba krizi patlak verince, Amerikan donanması bu buluşu kullanır ama patentin süresi dolmuştur. Lamarr, buluşu için para alamaz ama frekans değişimi esasına dayanarak geliştirilen tüm teknolojilerin temelini atan kişi olarak tarihteki yerini alır.

Yazının devamı...

Sarayların sarayı: El Hamra

Bir sarayda olması gerekenden daha fazlası mevcut Endülüs'ün incisi El Hamra'da. Sırları, gizemleriyle de büyüleyici. Saray deyip geçmeyin; sanat, tarih, felsefe ve inanılmaz mistik enerjisiyle insanın ruhunu saran bu saraya, hakkını verin...

Dünya’daki bütün sarayları gezmedim kuşkusuz ama hatırı sayılacak kadarını gördüğümü söyleyebilirim. Ama en olağanüstü olanı hangisi diye sorarsanız, cevabı bana göre El Hamra Sarayı‘dır. Sanki büyülü gibi, bu dünyaya değil de bilinmeyen bir evrene ait gibi, hatta “Binbir Gece Masalları“ndan bir sayfa gibi duran bu benzersiz yapı, kuşkusuz, İslâm Sanatı‘nın doruk noktası. Bayram tatillerinin yaklaşmasıyla birlikte, en çok seyahat planlanan noktalardan biri de Endülüs oldu son yıllarda. Özellikle bahar aylarında gidilmesi, yazın sıcağında çok tercih edilmemesi gerektiğinin özellikle altına çizmeli. Endülüs, çok kültürlü ve büyük dinleri birleştiren benzersiz tarihi yapısıyla gerçekten “görülmesi gereken yerler” listenizde üst sıralarda yerini almalı. Gitmeyi planlayan herkese tavsiyem ise, El Hamra Sarayı‘na uzun vakit ayırmaları... Sakın, bugüne kadar Avrupa’da gördükleriniz gibi “birkaç saat gezip görmelik” bir saray olduğunu sanmayın. Ben oldukça uzun bir Endülüs gezisi yaptığım ve bir tam günümü El Hamra’ya ayırdığım hâlde yine de çok pişmanım. Şimdi ise, sırf bu düşler sarayını yeniden ve daha çok gezmek için Endülüs’e gitmek istiyorum. Saray deyip geçmeyin; sanat, tarih, felsefe ve inanılmaz mistik enerjisiyle insanın ruhunu saran bu saraya, hakkını verin. Granada öyle çat kapı uğranacak bir şehir olmadığı için, onca kilometre yolu katetmişken, El Hamra’yı sakın alelacele gezmeyin!

3-4 saatte gezebilirsiniz

Belki de boşa uyarıyorum sizi, çünkü bir kez içine girip büyüsüne kapıldıktan sonra zaten saatlerin nasıl geçtiğini anlayamayacaksınız. Sadece, bir uçtan bir uca, duvarlarındaki olağan üstü işlere hiç bakmadan yürüseniz, her yanı inanılmaz güzellikteki havuzlarla bezeli dünya üzerindeki en güzel saray bahçesini şöyle bir baştan başa geçeyim deseniz, en az 3-4 saati geride bırakacaksınız demektir. Sarayın yüzde 30’u ziyaretçilere açık ve sadece bu alan bile 600 futbol sahası büyüklüğünde. Tamamının 3 milyon 455 bin metrekare olduğunu söylemem sanırım bu saraya uzun vakit ayırmanız konusunda iknâ edici olacaktır.

Dışarıdan bakınca kale ve surlar karşılayacak sizi. Kilden yapıldığı için kırmızıya bakan dış cepheden alıyor adını; “Hamra” Arapça “kırmızı“ anlamına geliyor çünkü. Ahşap kemerleri, kubbeleri, pervazları, saçakları, aklınıza gelebilecek her noktası incecik bir zerafetle işlenmiş yapıda, Türk-İslâm kültüründe çokça kullanılan sekiz köşeli yıldız motiflerine rastlanıyor çokça ve her oda bu motiflerin orta yerinde bulunan “Allah’tan başka gâlip yoktur” yazısıyla çevrili. Rivayete göre; El Ahmer bir zaferden döndüğünde, halk onu “el gâlip, el gâlip” diye karşılamış. O da “ben değil, Allah gâliptir” demiş ve bu yüzden saray hep bu sözle işlenmiş.

Uçsuz bucaksız yeşillikler

Saray, dört ana bölümden oluşuyor; kale, ribat (korunma duvarlarıyla çevrili odalar, ahırlar, gözetleme kulleleri gibi binalardan oluşan kompleks), yazlık saray ve Cennet-ül Arif Bahçeleri. Her yanda sayısız avlu, göz alabildiğine yeşil alan, fıskiyeler ve havuzlar. Ne böyle ince bir işçilikle bezeli iç mekân ne de böyle bahçeleri olan başka bir yapı olduğunu sanmam.

Her milimi inanç ve felsefeyle örülü

El Hamra’daki hiçbir motif, hiçbir süs ya da işçilik “öylesine” değil. Her milimi felsefe ve inançla örülü. Evreni anlatan bir mekân yaratılmış âdeta. Duvarlarına, şairlerin şiirleri nakşedilmiş. Örneğin; Mersinli Avlu, yaratılışı anlatıyor ve tavanına samanyolu nakşedilmiş gibi duruyor. Gerçek İslâm’ın hoşgörüsü, sabrı ve inceliği canlı bir organizma gibi nefes alıp veriyor sanki duvarlarda. Belki de içinde sakladığı sırlar, ziyaretçilerine böyle hissettiriyor.

Sarayın inşaatında yedi ve yedinin katları kullanılmış meselâ. Yedi hükümdar inşaa ettirmiş. Avluda yedi revak, yedi kemer, duvarların ölçüsü yedinin katsayısı, Aslanlar Avlusu’ndaki sütunlar yine yedinin katı. İslâm’da göğün yedi kat, cehennem’in yedi kat aşağıda olması gibi, El Hamra’da da her taş yedi ile alâkalı. Ayrıca, sarayın içinde üç enerji koridoru olduğu ve bu yüzden meditatif etki yaratarak insanları rahatlattığı söyleniyor. Su, bu sarayın en önemli öğesi. Bu sebeple de ayrıca huzur verici. Bir mühendislik harikası olarak, dağlardan getirilen su, motorsuz su sarnıçlarıyla su kanallarına dağıtılmış.

Aslanlar Avlusu’ndaki suyun sesi, ruhunuzu bu dünyadan çok ötelere taşıyacan bir etkiye sahip.

Yazının devamı...

Ülkemizin en hızlısı seçiliyor

Yurt genelinde çocuklar için düzenlenen çok büyük bir organizasyondan bahsetmek istiyorum: Yaklaşık 5 milyon çocuğun katılımıyla gerçekleşecek, ülkenin en kalabalık yarışı en büyük koşusu olacak ve "Türkiye'nin en hızlısı" hatta farklı kategorilerde hızlıları, kazanacak. Atletizm Fedarasyonu, bir yandan geleceğin sporcularını, yıldızlarını keşfedecek, öte yandan sponsor marka Cheetos eğitim bursları verecek ve en keyiflisi, farklı kategorilerde kazanan 10 sporcu, İsveç'de yapılacak olan Avrupa Gençler Atletizm Şampiyonası'nı izlemeye gidecek. Çocuklardaki spor yeteneğinin farkedilmesi ve geleceğin Olimpiyat Şampiyonları'nın keşfedilmesi için büyük bir fırsat elbette bu yarışma. Ama en önemlisi, çocukları küçük yaşta spora teşvik eden bir organizasyon bu. Türkiye genelinde 9-14 yaş arasındaki tüm çocukların katılımına açık olan yarışlar 11 ilde gerçekleşecek. Kimi geleceğin sporcusu olmak için, kimi ise sadece spor yapıp eğlenmek için koşacak ve eminim o kadar çocuk bir araya gelince çok eğlenceli olacak.

İtiraf ediyorum; sporla hiçbir zaman düzenli bir ilişkim olmadı. "Ağaç yaşken eğilir" demiş ya atalarımız, işte insanın sporla ilişkisi de kesinlikle küçük yaşlarda başlamalı. Filmlerde insanlar sabah kalkar koşar ve sonra duş yapıp işe gider ya, bana uzaya gitmek bile daha yapılabilir gelmiştir hep. Dönem dönem çabalarım ve girişimlerim oldu elbette ama açıkçası spor salonlarının kapalı ortamlarında bir takım aletlerle mücadeleye girmenin de ruh yapımın kaldırabileceği şeyler olmadığını anlamam uzun sürmedi. Bisiklet binmeyi sevdim, ne yazık ki ülkemdeki yollar müsaade etmedi. Yazları yüzmeyi, kışları da yürümeyi severim. Çünkü çocukluktan beri hayatımın bir parçası olanlar bunlar. Hele günümüz şartlarında sokak oyunlarından uzak kalıp evlerine kapanan, enerjilerini atamadıkça gergin ve içe kapanık olmaya başlayan çocuklarımız için artık spor temel bir ihtiyaç. En kolay yapılabilir olanı ise hiçbir alete, mekâna ya da birine ihtiyaç duymaksızın, nereye gidersen git yanında götürebileceğin bir spor dalı olduğu için, tabii ki koşmak. Bu gibi spor etkinlikleri için çocukları teşvik etmek gerek. Hem yeteneklerini keşfetmek, hem de hayatları boyu sürdürebilecekleri sağlıklı bir alışkanlığı erken yaşta edindirmek için.

Çocuklarımızı spora yönlendirmeyi amaçlayan ve ülkemizin gelecekte sportif alanda büyük başarılar yakalamasına imkan sağlayan bu yarışı destekliyorum. Gaziantep, Antalya ve Edirne'deki yarışları da gidip yerinde izlemek istiyorum. Önümüzdeki yıl, engelli çocuklarımızın da bu yarışlara dahil edileceği haberini verdikten sonra, "küçük yaşta sporu çocuklarımızın hayatına sokalım ki bizim -benim- gibi spora söylenerek giden bir nesil olmasın" diyorum.

Peki yarışlara çocuklar nasıl katılacak: Çocuğun, okulunun beden eğitimi öğretmenine, "Cheetos Türkiye'nin en hızlısı" yarışmasına katılmak istediğini söylemesi yeterli. Seçilen herhangi bir etkinlik yerinde yarışmaya katılmak mümkün. İnternet üzerinden www.cheetosturkiyeninenhızlısı.com adresinden kayıt yaptırmak da bir başka seçenek. Hatta son anda karar verenler, yarışma günü, etkinlik alanındaki kayıt masalarında da kayıt yaptırabilir. İstanbul için 3 Nisan'da ön eleme yarışları başladı bile. Bölge finalleri, 4 Mayıs-4 Haziran arası...

Yarışma tüm yurda yayıldı

Aslında 10 yıldır yapılan bir yarışmanın bu yıl Türkiye çapında organize edilmiş ve en geniş katılımlı hâli. Enka Spor Kulübü'nün 2004 yılında başlattığı "İstanbul'un en hızlısı" yarışı, İstanbul Atletizm il temsilciğinin çabalarıyla büyüyüp önce İstanbul geneline ve ardından Cheetos markasının sponsorluğu ile daha da büyüyerek Türkiye geneline yayılmış. Atletizm Federasyonu'nun öncülüğündeki yarışlar, İstanbul'da 35 ilçede ve Türkiye genelinde 11 ilde yapılacak. Yarışmaların yapılacağı diğer iller şöyle: Edirne, Samsun, İzmit, İzmir, Konya, Ankara, Antalya, Erzurum, Gaziantep ve Bursa. Son olarak, İstanbul'da ise büyük final yapılacak.

Yazının devamı...

Bir muammanın peşrevinde muallaktayız

Murathan Mungan'ın bu ölümsüz sözünde can şekişiyoruz birlikte. 31 Mart'ta en karanlık ve en uzun günü yaşadık, şimdi ise geceler bitmek bilmiyor gibi. Verilmeyen cevaplar, açıklanmayan olaylar, sonuçsuz kalan acı sonlar içinde savruluyoruz. Belirsizlik, alın yazımız sanki. Tekinsiz günlerin arafında, tedirgin bekleyiş bizimki. Sanki sırat köprüsünün üzerinde donup kalmışız gibi... Her yeni günde ölenlerle acıları ölümsüzleştiriyor gibi... Yazarın dediği gibi... Sonsuz bir muammanın peşrevinde, muallakta gibi...

Karanlığa girdiğimiz gün

Koskoca Çağlayan Adliyesi'nde, şakağına dayalı silahla saatler geçiren, koskoca Cumhuriyet'in koskoca savcısı Mehmet Selim Kiraz, ne olup bittiğini hiç anlamadığımız ve muhtemel odur ki hiç anlayamayacağımız bir operasyon sonucu göz göre göre öldü, öldürüldü. Olabilecek en kötü sonla biten operasyon, başarılı ilân edildi. Yeni şüphelerimiz, yıllardır katranlaşarak bekleyen diğerlerinin yanına gömüldü, gitti! Terörle çözüm gelmez, terör kabul edilemez, buna herkesin inancı sonsuz. Halkın elinde silah yok, sadece vicdanların sesi naifçe sormaya devam ediyor şimdi: Sahi, Berkin'in katili kimdi?

Elektrik alamıyorum

Aynı saatlerde, ülkenin hemen hemen tamamını kapsayan elektrik kesintisi vardı. Milyonda kaç ihtimalle bir il, bölge değil de bütün bir ülkede elektrikler aynı anda kesilir? Nedenini bilmiyoruz. Yine muhtemel odur ki bilmemiz hiç mümkün olmayacak. "Araştırıyoruz" dendi, "belki siber saldırıdır" dendi, "Arizona'da da oldu" dendi. Yani kısaca, bir ülkede olup olabilecek en acayip şeylerden birinin ardından "sıkıntı yok" mesajı verildi.

Balyoz'a pardon!

Yine aynı saatlerde; ülke tarihimizin en acılı, en acıklı, en fırtınalı, en yaralayıcı, en aşağılayıcı, en ağır cezalı, en geniş kapsamlı, en uzun süren ve tartışmalı davasından "beraat" kararı çıktı. 5 yıl süren Balyoz davasının sonucunda 236 kişi beraat etti. Bu arada itibarlar yerle yeksan, dağ gibi amiraller hastanelik oldu, adam gibi adamlar kahrından öldü. Berrat kararı verildi ama haksız yere suçlandıkları kabul edilen askerlere görevleri iade edilmedi, "Aldatıldık" dendi, "kandırıldık" dendi geçildi. Beş yıl boyunca sahte olduğu ispatlanmış delillerle hayatları toz duman edilen 236 kişi ve onlarla birlikte kahrolan milyonlarca insana kısaca "pardon" dendi!

Karanlıktan nükleer santral çıktı

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı; savcının odasında az sonra patlayacak silahlara kitlenmişken, Balyoz Davası diye bir kabustan çıkan 236 kişinin binlerce yakınıyla özdeşleşmişken, karanlıkta el yordamıyla memlektinde neler döndüğünü anlayamadığı ve muhtemel odur ki hiç bir zaman anlayamayacaklarını bir sıraya dizmeye çalışırken, henüz gün bitmemişken, çaresiz çocuklar misali umutları bağladığımız nisan ayı kapıda beklerken, bu sefer, Sinop için nükleer santral tasarısı onaylandı. Avrupa nükleer santrallerini kapatacağını açıklarken, canı yanan Japonlar her gün korkunç tehlike konusunda uyarıp "yapmayın" diye yalvarırken, Türkiye Sinop'un dünyaca tanınan en kıymetli doğal alanına Mersin'den sonra yapılacak, memleketin ikinci nükleer santralı için adımı attı.

Akan sular durur

Endişeye mahal yok! Nasılsa, olası facialar için artık yeterince prova yapıldı. Yanıtsız bırakılacak sorulara, yine "muhtemel odur ki" nedeni hiç bir zaman bilinmeyecek kazalara, en iyi ihtimalle yitip gidecek canlara söylenecek söz var nasıl olsa! Sihirli kelime hemen herkesin ezberinde, dilinin ucunda. "Pardon" dendi mi akan sular durur nasıl olsa! Tabii; "nükleer" sonrası bunu yazacak parmak, okuyacak göz, işitecek kulak kalmışsa! Bu sözlerimle sizi rahatsız mı ettim yoksa? Muammanın peşrevinde muallakta, sallana sallana ne güzel sarhoş olduk oysa! Pardon!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.