Şampiy10
Magazin
Gündem

'Can'ımız sağolsun

Bir bakıyorum herkes şaşkın! "Artık bu kadar olmaz" sesleri yükseliyor çevreden.

"Cumhurbaşkanı sıfatıyla doğrudan şikâyet etmiş yahu" diyorlar.

Her zamanki fevri hâlimle atılıyorum ben de "oh sonunda..." diyorum "İki kez müebbet istemiş, 42 yıla kadar hapis, el insaf..." diye sürdürüyor birileri.

Altta kalır mıyım, fırsatını bulmuşum; "az bile az bile..." diye dalıyorum hemen.

Arada bir keskin bakışlar atıyorlar bana ve infiale devam ediyorlar ama ben de pabuç bırakacak değilim sonuna kadar destek vermeye kararlıyım bu davaya, "Kardeşim, koskoca Cumhurbaşkanı, parmağını sallaya sallaya tehdit savurur mu televizyonda, yakışık alır mı?" Kimse beni durduramaz artık "Allaaaah Allah, Cumhurbaşkanı böyle infial etmezse nasıl duracak bunlar..." diye veryansın ediyorum.

"Tehdit eder mi âlenen Cumhurbaşkanı ya... 'Öyle bırakmam onu' dedi, 'bedelini ödeyecek' dedi, inanılır gibi değil!"

Artık zamanı gelmişti

Onlar şiddetlendikçe ben daha hiddetleniyorum. Kanımın son damlasına kadar savunuyorum: "Ödeyecekler tabii..." diye girişiyorum. "Ödeyecekler! Gerçi ne 42 yılla ne iki kere müebbetle ödenmez bu bedel!" Kendi sesimi duydukça coşuyorum, "İyi etmiş Cumhurbaşkanı, sürüm sürüm süründüreceksin bunları, böyle nereye gidiyoruz, birinin yumruğunu indirmesi lâzımdı..." Dedemin arkadaşı Mustafa Amca gibi "sallandıracaksın iki tanesini Taksim Meydanı'nda bakalım bir daha yapabiliyorlar mı" kıvamına geldiğimi hissedip, zor duruyorum. O denli öfkeliyim, o denli hınçlıyım. Adalet istiyorum. Tıpkı Cumhurbaşkanı gibi, ben de memleketin çivisini çıkaran, tehdit oluşturan bu adamlar aramızda dolaşmasın istiyorum. Sonuna kadar destekliyorum Cumhurbaşkanı'nın bu sert çıkışını. "Artık zamanı gelmişti" diyorum.

"Eeee ama saçmalama, demokrasi diye bir şey var özgürlük var, basın özgürlüğü var..."

Hoooop sıra bende: "Sen saçmalama asıl, 'tâhrik unsuru var' ne demek!.. Bu kaçıncı artık. O kadınlar toprağa karışırken, sen nasıl bu katiller için özgürlükten bahsedersin, tabii özgür olmayacaklar, iki değil 200 kere müebbet almazlarsa bu cinayetler durmayacak. Cumhurbaşkanı haklı, bırakmayacaksın bunların yanına..." derken "Hoooop hooop hop" sesleri yükseliyor. Kalıyorum...

"Sen neyin kafasını yaşıyorsun kızım" diyor biri. "Cumhurbaşkanı, Can Dündar'ı mahkemeye verdi ya onu konuşuyoruz, sen ne cinayetinden bahsediyorsun?"

Bir afallıyorum, yutkunuyorum ve de en fenası yıkılıyorum! Topluluk içinde salak durumuna düşmüş olmam filan umrumda değil. Karısını öldüren kocalara üst üste gelen "tahrik indirimi" haberlerine bir yenisi eklendi ya az önce... Ve ben o kadar eminim ki, bunun bardağı taşıran son damla olduğuna. Sadece geçen yıl nerdeyse 300 kadın kurban gitti erkek şiddetine. Özgecan'ın hunharca ketledilişinin üzerine daha kimler öldürüldü birkaç ay içinde. Kocasının elinde, çocuklarının gözü önünde, kadınlar can vermeye devam ediyor bu ülkede... Ve peş peşe gelen, işlenen cinayetlerden daha çok, insanın kanını donduran mahkeme kararlarını gördükçe...

"Ne bileyim" diyorum, kırık dökük... "Yanına bırakmam" deyince... "İki kere müebbet deyince...", "Hani gene tahrik indirimi verdiler ya bir kocaya..." Sandım ki Cumhurbaşkanı da sonunda..." Sözün bittiği yerde olduğum için, lâfın sonunu getiremiyorum daha fazla.

Anlamsız kelimeler

Kimsenin benim düştüğüm aptal durumla dalga geçecek hâli bile yok. Parça parça duyuyorum... "Bu ülkeye belgeseli sevdiren adam" diyor biri, "kültürlü, çok da zarif" diyor öteki. "Hayranım" diye ekliyor bir diğeri. Bir bulmaca gibi parça parça kelimeler, bir arada anlamlı bir bütün oluşturmuyor zihnimde: "Can Dündar, müebbet, zarif, bilgili, gazeteci, belgeselci, hapis, sinemacı, yanına kalmaz, özgürlük, 42 yıl, demokrasi..." Bir cümle içinde bulunmayı reddeden onlarca kelime savruluyor beyin fırtınasında.

"Keşke" diyorum. Ama hemen "nerdeee" diyorum peşi sıra. Ne koca cinayetine kurban giden kadınlar ne de iş cinayetinde can veren garibanlar için kalkmıyor bu yumruklar. Katillere özgürlük, sözlere müebbet... Ne diyelim; "Can"ımız sağ olsun, hiç değilse...

Yazının devamı...

Derin bir nefes...

Derin bir nefes alıyorum... Ciğerlerimde hiç yer kalmasın istiyorum. Sanırım daha önce hiç böyle arsızca soluklanmamıştım. Daha çok, daha çok... Keşke yanıma alabilsem, çantama koyabilsem, eve getirebilsem. Avuç avuç dağıtabilsem. Ne zaman istesem kana kana içime çekebilsem. Havanın da lezzetlisi olur mu demeyin, tıpkı su gibi, havanın da tadı ve kokusu olur. Eğer ülkemizdeki en muhteşem havayı solumak isterseniz, dünya üzerinde benzeri sadece Amazon ve Afrika Kongo Havzası olmak üzere sadece iki yerde daha olan İğneada’ya gidin. Yaz ve sonbahar, ülkemizin doğal yaşam hazinesi olan, benzersiz İğneada Longoz’u için en ideal zamanlar. Gidin ve ancak masal kitaplarında rastlayabileceğiniz Avrupa’nın en büyük ve görkemli longoz ormanlarının büyülü havasıyla hem nefesinizi hem ruhunuzu temizleyin.

İğneada; Kırklareli’nin Demirköy ilçesine bağlı, Bulgaristan sınırındaki çok şirin bir kasabamız. Adını, kendini fetheden İne Bey’inden alarak önceleri “İneada” ismiyle anılsa da zamanla “İğneada” olarak değişmiş. Hepsi birbirinden farklı ve çok tatlı köyleri barındırıyor içinden. Köylerde, Roma Dönemi’nden kalma tarihi yapılardan tutun milyon yıllık mağaralara kadar, longoz ormanlarına özgü bitkilerden göllere, sonsuz gibi görünen kıyılardan, iki adım ötede görünen Bulgar köylerine kadar fantastik her tür yaşam izi var. Haritada küçük bir nokta olan İğneada’nın her adımı gezgin ruhlular ve doğa severler için ayrı bir dünya vaad ediyor. Kasabanın içinde yan yana sıralanmış yerel dört lokanta ise boğazına düşkünlere parmak ısırtıyor.

Ekolojik sistemin mucizesi

İğneada Longozu, beş göl, 671 tür bitki, 481 kuş, 61 tür memeli, 28 tür tatlı su balığı, 311 tür böcek, 25 tür sürüngeni barındırıyor. Korkmayın, içinde gezerken öyle tedirgin edici böceklerle filan karşılaşmıyorsunuz, tam tersi muhteşem bir huzur hâkim. Yaradan’ın yeryüzüne bıraktığı bir tablo sanki. Longoz yerine “subasar” da diyebiliriz. Adından da anlaşılabileceği gibi, suya batmış olan yani tabanı göl olan orman demek, longoz. İğneada Longozu da; Yıldız (Istranca) Dağları’ndan Karadeniz sahillerine akan derelerin taşıdığı alüvyonların birikmesi ve mevsimsel olarak sular altında kalması sonucunda oluşmuş. Kışın kayıklarla geçilen ormanda yazın ağaçkakan sesleri eşliğinde yürüyüş yapıyorsunuz.

Dupnisia Mağarası‘nı görmeden dönmeyin

İğneada’nın köylerini, kıyılarını ve gölleriyle bezeli longozunu gördükten sonra mağaralar ilginizi çekiyorsa mutlaka Dupnisia Mağarası‘na uğrayın. Yoldan yarım saat kadar içerde ve büyük bir mağara olduğundan yarım gününüzü ayırmanız gerektiğini unutmayın. Bulgarca “delik” anlamına gelen “Dupnisia”, hala yaşayan bir mağara. Islak ve kuru olmak üzere iki bölümden oluşuyor ve maalesef kötü bir ışıklandırma sistemiyle tehdit altında kalsa da yarasalara ev sahipliği yapıyor. Özellikle çocuklar için çok cazip bir gezi önerisi olduğunu da belirteyim.

Bu doğayı korumak gerekiyor

Ve ne yazık ki, güzel ülkemizin her noktası gibi bu hazine de tehlike altında. Termik ve nükleer santral yapımı için planlanan yerler de sürekli adının geçmesinin sebebi, denizinin soğukluğu. Bu sayede, santrallerin soğutulması, deniz suyuyla yapılabiliyor ve işketmeciler için maaliyet düşüyor. Tabii bu Avrupa’nın en büyük, dünya’nın üç longoz ormanından biri olan İğneada Longozu için de ölüm fermanı demek oluyor. İçindeki onca canlı türü ancak şu anda doğanın kendi dengelediği ekolojik sistemle mümkün oluyor. Bölgede en son Japon Nükleer Santral’inden bir yetkili, bir Amerikalı ve bir Türk mühendisin araştırma yaptığı söyleniyor. Yaratılmış bu olağanüstü doğayı, insanaoğlunun hırslı ve kirli eli tehdit ediyor. Korumak ise yine az da olsa günümüze ulaşmış, eli vicdanında, canlıları, doğayı ve ülkesini seven insan evlatlerına kalıyor. Şimdi tam zamanı! Lütfen gidin, görün ve kararınızı kendiniz verin. Bölgenin tamamen doğal ortamda oluşan balını almadan da eve dönmeyin.

Yazının devamı...

Nostaljik bir hikaye

Anneler Günü‘nde, benim için düzenlenen bir imza günü etkinliğine katılmak için Bursa’ya gittim. Önce evde özenle hazırlandım. Ayakkabıdan çantaya, sevdiğim moda evlerinin özel tasarımlarını serpiştirdim kıyafetime. Bana tahsis edilen hani şu salon-salomanje türü araca bindim. Organizasyonu düzenleyen iki genç kadın ve sevgili menajer arkadaşım Sena ile birlikte kızım da yanımızda yola koyulduk. Ben en kibar ve en “Lady Di” edâm ile yeni tanıştığım çalışma arkadaşlarımın hâl-hatırını sordum ve Sena’ya döndüm. Bir ânda eteğimin şifonuna, ayakkabımın topuğuna yakışır tüm zerafeti kaybedip, benden hiç beklenmeyecek bir tavırla “ohaaa Topten mi o” diye yükseliverdim. Senâ; “hahaaaa zaten kaç kişi bu tepkiyi verir ki” diye kahkahayı patlattı. Ve “İtalya’dan bir arkadaşım getirdi burda yok” diye havasını attı. Birlikte yol aldığımız diğer iki kibar hanım ise inanamaz gözlerle anlamaya çalışarak bana baktı. Ben ise yol boyu karşımda duran efsaneden gözümü alamadım ve çocukluğumun starına aynı gıpta ile baktım.

80’lerde çocuk olmak

Şimdi, ya 80’lerin çocuklarısınız ve beni anladınız ya da “Topten” sizin için en çok dinlenen müzik listesi filân demek! İkinci grupta iseniz, günümüzün hızla değişen moda akımları karşısında benim 30 yıllık bir basketbol ayakkabısını sayfama taşıma anlam verememekte haklısınız. Ne de olsa artık parası olan için, her markanın yüzlerce modeli içinden, üzerinde o gün giyilen eşofmanın renginde bantları olan birini ayağa geçirmek mümkün. Gelin biraz nostalji yapalım:

Arzu nesnesi lastik pabuçlar

Efendim bundan 30 yıl önce, yani Özal’ın bizleri yabancı mallarla yeni yeni tanıştırıp zehirlediği, aklımızı başımızdan almaya başladığı dönemde hepimizin ayağında Mekap marka ayakkabılar vardı. Ardından Esem’ler geldi. Ayağımız sıcak, gözümüz rahat, kısaca mutluyduk. Sonra yavaş yavaş, Nike’ler, Adidas’lar, Tiger’lara, Convese’ler girdi ülkeye. Bu vakitten önce sadece paralı sınıfa ait ve o zamanlar için uzaya gitmekle eş anlamlı olan yurt dışı seyahatlerine giden ailelerin çocuklarının ayağında görürdük onları. O yüzden gözümüz kalmazdı. Zaten ulaşılmazdı ve asıl azınlıkta olan, o havalı gruptu. Biz de Mekap ve Esem çoğunluğu içinde olmanın yarattığı sınıfsız sınıf olmanın keyfini sürerdik. Ama sonra... Ahhhh işte sonra olan oldu ve efsaneler mahallelere girmeye başladı. Nasıl ki şimdi iPhone alabilmek için üç aylık maaşını yatırmayı göze alan nesil var ise biz de babalarımızın memur maaşına yakışmayan ayakkabılara aynı duyguları bağladık. Üstelik; o zamanki “lastik pabuç“lar gerçek birer arzu nesnesiydi. Şimdiki gibi her markanın yeni çıkan beş bin modeli değil, yıllarca efsane olan bir tek modeli olurdu. Tabii yine her markanın ayrı bir mağazası da olmazdı ve mağazalarda her ayak numarası da bulunmazdı. Karşıyaka çarşısına o hafta 5 Nike geldiğini duyar, koşarak gider ve Sindrella misali şans getirecek ayakkabı hangimizin ayağına uyacak diye sırayla denerdik. Babamı Esem’den ötesi için iknâ etmeyi hiç denemedim ama ailenin tek torunu olduğumdan yufka yürekli rahmetli anneannem bize göre zengin sayılabilecek bir kadın olmasının verdiği hovardalıkla bana liseye başlarken bir pabuç alacağına söz vermişti. Ama ayaklarım küçük olduğu için bir türlü bana uygun ayakkabı bulunmuyordu, çünkü çoğunluğa uysun, kız-erkek ortalama tutsun diye hep büyük numara getiriyordu dükkanlar. Sonunda çil çil bir Nike Pro bulduk bana, 38.5 numara! Ayağıma 2 numara büyüktü ama olsundu, iki kat havlu çorapla giydim mi tam olurdu. Beyaz üzeri kırmızı... Hem ayağım büyüse bile farketmezdi. Yakın bir zaman kadar giydim onları, sonra taşınırken bir gaflet ânımda attım ve şimdi çok pişmanım. Anneanneciğim sayesinde lise hayatıma ait ayakkabı alma kotamı güzel bir şekilde doldurmuştum. Gel gör ki bir sene sonra, 1986 Basketbol Dünya Şampiyonası Finali’nde, yıllar sonra bir trafik kazasında sevenlerini acıya boğan efsane basketçi Drazen Petroviç‘in ayağında, bugün bana hala iç geçirten Adidas’ın “Topten”lerini gördük. Annem “ammman zaten bu İzmir’in sıcağında boğazlı ayakkabı mı giyilir” diye beni avutsa da her gördüğümde iç geçirmeme mâni olamazdı. Hoş paramız olsa da bulamazdık çünkü sadece basketbol oynayam erkekler için getiriliyordu. Üstelik ben basket filan da oynamıyordum. Ama işte basketçi arkadaşım Günsenin bayılıyor diye ben de Drazen’a ve Topten’lerine bayılıyordum.

Topten efsanesi

Gelelim düne; Günsenin’le yürüyoruz ve ben ona yazımın başındaki anneler günü hikâyemi anlatıyorum. “Oha la Topten mi onlar” deyişime çok gülüyor ve tekrar ettiriyor. Bana Amerika’da, kendi gibi basketbol geçmişi olan kocası Apo ile nasıl Topten aradıklarını ve zorla bulduklarını, şimdi de eskimesin diye giymekten korktuklarını anlatıyor. Tıpkı 30 yıl önce olduğu gibi, bugün de paran olsa bile bu ayakkabiları bulmanın ne kadar zor olduğundan dem vuruyoruz. Gülüyoruz. Ve Günsenin birden, “oha Topten” diyor. “Türkiye’de yok kadınlar için, benim ayak küçük ya erkek modeli alamıyorum” diyorum. Mağazaya dalıyoruz ve koca İstanbul’da benim numaram tek Topten’i buluyoruz. “Param var” diyorum çocukça. Ben yeni pabuçlarımı, 30 yıl sonra alabilmiş olan gerçek bir “sonradan görme” olarak Instagram’a filan koyuyorum. Bizim nesil deliriyor. Eski arkadaşlarımla Facebook’ta efsane ayakkabılar listesi yapıyoruz. İşin komiği herkes birbirinin sahip olduğu yegane ayakkabıyı tek tek hatırlıyor. Adidas’ın Stan Smith, Topten, Concorde ve tabii ki Super Star modelleri, Coverse All Star, Nike Pro, Asics Tiger’ın yeşil bantlıları... Hava yağarsa korkusundan şimdilik sadece evde giyiyorum ama ne zaman aynaya baksam kendimi hiç olmadığım kadar havalı hissediyorum.

Arada da şu bizim “Esem” leri tekrar moda etsek de kurtulsak mı diye içimden geçirmeden edemiyorum.

Yazının devamı...

Klasik müziğin David Beckham’ı David Garrett

Geçtiğimiz salı günü, Yapı Kredi’nin sponsorluğunda, Dünya’nın en popüler keman virtüözlerinden David Garrett’in konseri vardı. Haliç Kongre Merkezi çalışanları “hiç böylesini görmedik” diye aralarında hayretlerini paylaşıyorlardı. Genellikle klasik müzik konserlerine sahne olan Haliç Kongre Merkezi, yetişkinler için Justin Bieber” tadında bir sanatçıya ilk kez ev sahipliği yapıyordu besbelli! İşte; modacıların “klasik miziğin David Beckham”ı diye adlandırdıkları, keman virtüözü David Garrett konserinden gözlemlerim, sanatçıya ve kendimize ait ilginç notlar...

Bilet alırken dikkat!

Efendim, öncelikle konser yarım saat geç başladı ve huzursuzlanan seyirci tempo tuttu. Oysa eğer yeni yetme bir şımarık pop star değilse hiçbir sanatçı geç sahne almak istemez. Çünkü zaten çoktan adrenalini yükselmiştir, hazırdır ve sahne arkasında bekleyerek geçen her dakika yorgunluk yaratır. Hele klasik müzik sanatçılarının yetiştirilişindeki ağır disiplin düşünüldüğünde, “dakiklik” olmazsa olmazlardandır.

Efendim; biz de internetten bilet alırken “P” sırasını satışa çıkarmamışlardı. En yüksek ücretten bilet aldığımızda bile ikinci bloğun önünde yer bulduk. Ama sonradan öğrendiğime göre, bir ara yanlışlıkla “P” sırası da satışa açılmış ve alanlar olmuş. “P” sırası ise adından anlaşılacağı gibi “protokol” için ayrılmış. Ben de daha sonra buraya terfi edip, en önden seyreden şanslılardan oldum. Tıpkı bizim aldığımız gibi, en yüksek ücreti ödeyip yine de önden yer bulamayanlar ise itiraz ettiler, bu yüzden de yerleşim geç yapılabildiği için konser yarım saat geç başladı. Bize çıkarılacak ders ise; hem internet sitesinde yerlerin değişmemesi için özen gösterilmesi hem de alıcıların oturma planını dikkatle incelemesi gerektiği oldu.

İstanbul’u şoke etti

Konsere gelen şoke oldu! David Garrett’in bu denli popüler olmasının sebebi elbette ki sadece çok yetenekli olması değil! Tahmin edersiniz ki ülkemizde Brahms’ın bestelerini dinlemek için üzerine parçalayanların sayısı da çok değildir. David Garrett, Metalica’dan Micheal Jackson’a kadar pek çok müzik efsanesinin en popüler parçalarını kemanıyla çok farklı yorumlayarak bugünkü geniş hayran kitlesine ulaşmış bir sanatçı. Yakışıklılığının, popüleritesindeki payını da yadsımamalı! Salonu dolduran binlerce hayranı da Garrett’ı genellikle yaptığı gibi, orkestrasıyla birlikte rock konseri havasında bir performans içinde izleyeceklerini hayal etmişler belli ki. Oysa, bu Brahms’ın eserlerinden oluşan iki kişilik bir keman- piyano resitaliydi. Üstelik, internet sitesinde de belirtilmişti. Ama, David Garrett’ın adını duyan hayranları, heyecanlanıp, programı incelemeden bilet almışlardı demek ki! Çılgın bir konser beklerken, romantik bir resitalle karşı karşıya kaldı seyirci. Evet, muhteşemdi, evet Garrett’a, bu romantik eserler inanılmaz yakışmıştı ama yine de seyircilerde bir hayal kırıklığı yaşandı. İlk kez geldiği bir ülkede bence de en bilinen hâliyle sahnede olmalıydı. Birkaç kere gelip konser verdikten sonra, klasik bir resitalle izleyici ile buluşsaydı, böyle bir şaşkınlık yaratmazdı.

Herkes sahne önünde

Konserin bitiminde, bu kez David Garrett şoke oldu. Bir ânda, seyirci sahnenin önüne akın etti. Daha önce hiçbir klasik müzik konserinde, “Justin Bieber” gelmiş gibi bir durum yaşanmadığından olsa gerek, herhangi bir güvenlik önlemi düşünülmemişti. Orta yaşlı tayyörlü öğretmen kılığındaki kadınlardan, çingene pembe türbanı altın yaldızlı kadınlara, “rap”çi kılıklı gençten, nerdeyse çocuk yaştaki genç kıza kadar yüzlerce insan sahne önünde “Deeeeyviiiiiid” diye kendi paralamaya başladı. “Sahneye çıkmayın tamam mı“ diyebildi ancak David Garrett ve istek üzerine Michael Jackson’dan “Smooth Criminal”ı nâmına yakışır bir hızda çalarak konserine son noktayı koydu. Biz de; henüz bir resitali, pop konseriyle ayırt edemeyişimizle ve konserlerdeki güvenlik açığımızla yüz yüze baka kaldık!

David Garret hakkında kısa kısa

- 4 Eylül 1980 Almanya doğumlu

- 4 yaşında abisinin kemanını kendine kendine öğrenerek müziğe başladı. 7 yaşında ilk resitalini, 13 yaşında ikinci cd’sini çıkarttı.

- Londra’daki Royal Collage Of Music’te eğitim aldı.2004’te New York’ta bulunan Julliard School’dan mezun oldu. Julliard School’da Itzhak Perlman ile çalıştı.

- Efsane, “Stradivarius” kemanı ile konserler veriyor.

- 2007’nin Aralık ayında, Guadagnini marka kemanını yanlışlıkla ezdi. 1772 yapımı kemanı, 2003’te 1 milyon Amerikan Dolarına almıştı.

- 2008’de saniyede 13 nota çalarak Guiness rekorlar kitabına “Dünyanın en hızlı keman çalan insanı“ olarak geçti.

Yazının devamı...

Ahmet Güneştekin Venedik’e damga vurdu

6 Mayıs öğleden sonra... Koşarak, Venedik’teki Marriott Otel’in kapısından giriyorum. Aslında oldukça kalabalık bir gazeteci topluluğuyla geldik bu Venedik lagünündeki küçük adaya. San Marco Meydanı‘nın bulunduğu büyük adanın karşısında küçük bir adada tek başına bu otel. İçinde kendi kilisesi bile var. Hemen hazırlanıp çıkmak zorundayım çünkü deniz motoruyla San Marco Meydanı‘yla Giardini arasında bulunan La Pieta’da Ahmet Güneştekin’in sergi açılışına davetliyim. “Hoşgeldiiiiin” diye dostane ve sıcacık bir sesleniş duyuyorum arkamdan. Sanki kırk yıllık dostmuşçasına selâm eden bu adam karşısında nasıl davranacağımı bilemiyorum önce.

Yanımdaki arkadaşım, ülkemizin en önemli iletişim firmalarından Effect’in başkanı Gonca Karakaş, dönüp sarılıyor sanatçıya. Monaco’daki sergiden sonra Venedik’teki büyük buluşmayı da birlikte organize etmişler. Yurt dışında başarı kazanmanın verdiği özgüven ile birlikte tatlı bir heyecan okunuyor yüzlerinde. Beş dakika içinde ben de giriyorum bu samimi havaya ve o andan itibaren hayranlıkla uzaktan tâkip ettiğim bir sanatçının arkadaşı oluvermenin keyfini çıkarıyorum. Birlikte geçirdiğimiz iki gün boyunca aklımdaki soruları soruyor, kavramsal temalı modern sanat eserlerini sanatçısıyla gezmenin keyfini ve eserlerde anlatılmak isteneni yaratıcısından dinlemenin lüksünü yaşıyorum.

Batman’ın Garzan işçi kampında doğmuş Ahmet Güneştekin. Küçük yaşlarda başlamış resim yapmaya ve uluslararası alanda başarılı olana kadar pek çok sergi açmış. Açıkçası benim dikkatimi 10 yıl önce TRT için yaptığı sanat temalı belgeselleriyle çekmişti. Nerdeyse kaçırmadan izlediğim, “Haberci” belgeselinin de uzun bir süre sanat yönetmenliğini yapmış olduğunu ise yeni öğrendim. Aslında 2003 yılında açtığı “Karanlıktan Sonraki Renkler” sergisinden beri ressam olarak adını duymaya başladım ama asıl olarak son yıllardaki uluslararası alandaki büyük çıkışından sonra benim için yeni işleri merakla beklenen bir sanatçıya dönüştü.

AHMET GÜNEŞTEKİN

'MİLYON TAŞI' DÜNYANIN ORTASI OLARAK İŞARETLENMİŞ'

Anadolu binbir çiçekli kültür bahçesi benim için. Ben hep Anadolu, Mezopotamya ve Yunan kültürlerinden beslendim. Bu sefer İstanbul’u ve ‘kadın’ı merkeze koymak istedim. Milyon Taşı‘nın eril duruşuna bir karşılık olarak Adem’in ilk eşi Lilith’i yerleştirdim. (Milyon Taşı; Doğa Roma döneminden tahmini 4’üncü yüzyıldan kalma bir anıt. Ayasofya’nın karşısında Yerebatan Sarnıcı‘nın girişinde bulunuyor) Milyon Taşı, Dünya’nın ortası olarak işaretlenmiş bir anıt. Elbette, erkek egemenliği temsil ediyor. Ben açıkçası bundan çok rahatsızım. Erilliğe ve erkek egemen anlayışa karşı bir duruş olarak yaptım heykeli. Ben toplumun cinsiyetine göre ayrılmasına karşıyım. Eserimde de dikilitaşı cinsiyetsizleştirmeye çalıştım. Dikilitaşı bir beden gibi düşündüm. Güneş, baş, ayak koydum ondan kollar, ayaklar çıkardım. Ama cinsiyet bölümünde bir boşluk bıraktım. Ne şanslıyım ki bugün yıllardır hayalini kurduğum bu mekâna, hayranı olduğum ve çok etkilendiğim Vivaldi’nin evinin bahçesine Lilith’e atfettiğim, eril olmaktan kurtardığım ve kadına şiddete karşı olarak yaptığım milyon taşımı yerleştirdim.

Konstantiniyye’de ise İstanbul’un farklı katmanlarına dikkat çekmek istedim. Şehrin kültürel belleğinde biriken eski isimlerini bir araya getirdim. Bir tek “İstanbul” ismini kullanmadım. Çünkü o değişmedi, hala yürürlükte. Anadolu’da pek çok yer defalarca isim değiştirmiş ne yazık ki. İsim değiştirmek kendinden önceki kültürü yok saymak bir bakıma. Buna dikkat çekmek istedim.

Ben Yaşar Kemâl’den çok etkilendim. Anadolu ve mitleri benim eserlerimin temelini oluşturur.

Yazının devamı...

Venedik’te BİENAL mevsimi

Bugüne kadar defalarca gittim Venedik’e ama ilk kez Mayıs ayında ve yine ilk kez Bienal zamanı oradaydım. Tek kelime ile büyülendim. Bahardan mı yoksa kentte esen muhteşem sanat rüzgârından bilmem ama bu defa bambaşka göründü gözüme bu büyüleyici kent. İnsanın içini gıcıklayan bahar sıcağı bir yandan, dünyanın en gözde bienaline akın eden sanat sevdalıların yarattığı aura diğer yandan sarmaladı beni. Bir başka yüzünü gördüm bu defa sulara gömülü bir hazine gibi parlayan bu şehrin. Dünyada, farklı coğrafi yapısıyla turistleri en çok çeken yer olması yetmezmiş gibi, bir de sürekli düzenlenen sanat etkinlikleri ve festivallerle cazibesine cazibe katıp, günden güne daha çok insan çekiyor kendine Venedik. Her zaman daha çekici, daha akıllı, daha cazibeli olmayı düstur edinmiş bir kadın gibi her daim ilgi odağı olmayı başarıyor. Sanat, Venedik’te paha biçilmez bir mücevher gibi ışıldıyor.

Elbette küçücük bir şehrin sanat dünyasının kalbi olmasını çok kıskanıyorum. Hele kendi ülkemin sanat politikasının günden güne kan kaybedişine şahit oldukça kıskançlığım öfkeye dönüşüyor, itiraf ediyorum. Sakın, Türkiye için oynanan kötü kalpli Batı stratejilerine filan bağlamaya kalkmayalım eksikliğimizi ya da İstanbul’un küçük bir semti kadar nüfusu olan Venedik’in turizm ve sanattaki başarısını, “Avrupa’nın torpilli çocuğu da ondan” diye içimizi ferahlatmaya kalkmayalım. Bu konuda yapılacak en sağlam yorum, kamyonların arkasında yazılı: “Kıskanma ne olur, çalış senin de olur”. Nedenleri ise Venedik Bienali’nin tarihindeki satır başlarında gizli:

-Venedik’te bienal ilk olarak 1895 yılında düzenlenmiş.

-1’nci Dünya savaşından sonra, Bienal kapsamı modern sanat ağırlıklı olmaya başlamış.

-1930 yılında Venedik şehrinin kontrolü faşist iktidarın eline geçtiğinde, ülkemizdeki teammüllerin tersine, sanatın kökünü kututmak yerine müzik, sinema,tiyatro festivalleri eklenerek bienalin kapsamı Faşist hükümet tarafından genişletilmiş.

-İkinci Dünya Savaşı‘ndan sonra 6 yıl ara verilmiş ama yeniden kalkınma döneminde ilk iş Bienal tekrar hayata geçirilmiş.

-Türkiye, Venedik Bienali’nde ilk kez 1991 yılında yer almış. (Burada da Beral Madra’ya kişisel çabaları için ülkece çok şey borçlu olduğumuzu hatırlatmak isterim)

BU YIL 56’NCISI DÜZENLENEN VENEDİK BİENALİ İLE İLGİLİ NOTLAR VE GÖZLEMLERİM

- 9 Mayıs-22 Kasım tarihlerinde ziyaretçilere açık olacak.

- Türkiye Pavyonu, İKSV’nin koordinatörlüğü‘nde, Defne Ayas’ın küratörlüğünde oluşturulan Sarkis’in eserleriyle, Arsenale’de yer alıyor.

- 53 ülkeden 136 sanatçının katıldığı ana sergide Türkiye’den de Kutluğ Ataman ve Meriç Algün Ringborg’un eserleri yer alıyor.

- Ulusal Pavyon dalındaki büyük ödül olan “Altın Aslan”, diyasporadaki insanlardan oluşan bir pavyon kurduğu gerekçesiyle 18 sanatçının eseriyle katılan Ermenistan Cumhuriyeti’ne verildi. Bu sanatçılar arasında, bu yıl Venedik Bienali’nde Türkiye’yi de temsil eden Sarkis ve yine ülkemiz sanatçılarından Hera Büyüktaşçıyan da yer alıyor.

- 2015 Venedik Bienal’i, en politik Bienal olarak kabul ediliyor. Sanatçıların, daha çok din, göç, ayrımcılık gibi temalar üzerinde yoğunlaşması dikkat çekiyor. Hatta; Bienal’in ana mekanlarından Giardini Parkı‘nda kurulan Arena’da, düzenli olarak Karl Marx’ın Das Kapital’i okunuyor. Türkiye’den şu anda Venedik’te sergisi olan sanatçılara baktığımızda; Sarkis Ermeni, Ahmet Güneştekin Kürt ve Atıl Kutoğlu ise Türk kökenli. Ülkemizdeki gerginliklerden uzak, Türkiye de ânın ruhuna uygun olarak Bienal’deki yerini alıyor.

- Bienal’e eş zamanlı olarak, Venedik pek çok farklı sergiye de ev sahipliği yapıyor. Benim de açılışı için Venedik’e giitiğim Ahmet Güneştekin’in muhteşem sergisi, sanat severlerin en ilgi gösterdiklerinden biri. Venedik’in merkezi olan San Marco Meydanı‘nda bir zamanlar Vivaldi’nin evi olan Santa Maria della Pieta Castrllo’nun büyüleyici atmosferinde gerçekleştirilen sergi alanının mimari düzenlemesi, ünlü mimarımız Emre Aralot’ın elinden çıkmış. Dünya’nın en saygın 5 galerisinden biri sayılan Marlborough Gallery’nin düzenlediği serginin küratörü ise yine dünyaca ünlü Matthew Drutt. Serginin sponsorluğunu ise; Turizm Bakanlığı ve Çalık Holding üstlenmiş.

- Yine Bienal’e eş zamanlı olarak açılan sergilerden biri de sanatçı Bedri Baykam’a ait.

DENİZİN TUZUNA BURAM BURAM SANAT KOKUSU KARIŞIYOR

Bienal boyunca gerçekten Venedik bambaşka bir havaya bürünüyor. Denizin tuzuna buram buram sanat kokusu karışıyor. Gelen ziyaretçilerin giyim-kuşamından duruşuna değin, atmosfer bir başka kılığa bürünüyor. Sanatçılara özgü sade ve zârif bir tavır hâkim. Bu arada her ân her yerde sanatçıların verdiği ya da sanatçılar şerefine verilen partiler düzenleniyor. Her yerde resim, heykel, modern sanat ve siyasi mottolar konuşuluyor. Türkiye’den katılan sanatçıların organizasyonları ise birbirine oldukça mesafeli. Açıkçası çok da benimsemediğim bu durum oldukça dikkat çekici geldi bana. Karşılıklı destek hiç yok! Herkes kendi yağıyla kavruluyor. Organizasyonların katılımcıları arasında köprü kurulmuyor.

Örneğin; Türkiye’den gidip akreditasyonlarını yaptırmakta gecikmiş gazeteciler Türkiye Pavyonu’nu bile ziyaret edemiyor. Ya da Ahmet Güneştekin’in sergi açılışı için davetli bir gazeteci, Türkiye Pavyonu’nun açılışına davetli olmuyor. Organizasyonu yapanlar işbirliği içinde Türkiye’den gelen katılımcıları birbirine yöneltip çoğalmayı seçmiyor. Sanki bir yarış havası seziliyor. Belki bir bildikleri vardır ama bana yine de “birlikten güç doğar” gibi geliyor.

Ülke pavyonlarından, İtalya ve Japonya katılımcıların büyük ilgisini çekiyor. Ben kendi adıma, Makedonya ve Letonya’yı da çok beğendim. 22 Kasım’a kadar Venedik’e yolunuz düşerse, ülkemizi temsil eden tüm sergileri gezmenizi öneririm. Ahmet Güneştekin’in ataerkilliğe ve cinsiyetçiliğe meydan okuyan “Million taşı“ ve Türkiye Pavyonu’nda Sarkis’in “nefes” temalı projesinden “Gezi Günleri”nin unutulmaz karesi “Kırmızılı Kadın” üzerine yaptığı çalışmasını görmenizi mutlaka tavsiye ederim.

Yazının devamı...

Mayıs ayının bizlere getirdikleri...

Mayıs geldi, hoş geldi. Gerçi pek hoş gelmedi. Çünkü ayın ilk günü, dünyada bayram olarak kutlanırken bizde olağanüstü hâl havasında geçti. 1 Mayıs işçi bayramında tüm işçiler her gün olduğu gibi işbaşı yaptı. Yani, emekçilerin, el ele şarkılarla bayram yapma hayali bir başka bahara kaldı. Ama yine de bahar sarhoşluğu yakamızı bırakmadı ve 5 Mayıs’la birlikte umutlar çoğaldı. Ben her sene olduğu gibi yine kendimce, İzmir usulü, hem kâğıda hem küçük taşlarla gül ağacımın altına dileklerimi çizdim. Ateşten atladım, dans ettim. Gün ışırken, hayallerimi denize sevkettim. İçimden de “ahhhh şimdi Edirne’de olmak, Romanlarla Hıdrellez’in keyfini çıkarmak vardı“ dedim. “Kısmetse seneye...” diye de bu dileğimi de diğerlerinin arasına ekledim. Velhasıl, ülkemizdeki bütün olumsuzluklara, seçim kampanyalarının ruhumuzu şişirmiş olmasına rağmen, bu, mevsimlerin en tatlısı, tüm yılın en esrik ayı aklımızı başımızdan aldı. Dilerim; az da olsa bulduğumuz tatlı râyihayı savuracak, ağzımızın tadını kaçıracak olaylardan uzak, bahar meltemiyle bir karış havadaki aklımızın peşinden koşarak, çayın deminde, kahvenin dumanında kalırız. Kısaca; yüzümüzü güneşe, ruhumuzu umuda dönerek, biraz da koşuşturmalardan gaz keserek mayısın ve yaşamın tadına varırız.

Operadaki Hayalet..

Mayıs ile birlikte ilk olarak, 15 yıl aradan sonra, yeniden Operadaki Hayalet müzikaline gittim. Bu sefer kızımla. Aradan geçen yıllar, gelişen teknoloji, izlenen onlarca gösteri ve değişen ben... Böyle düşününce, bir zamanlar ayılıp bayılarak izlediğim müzikal şimdi gözüme sıradan gelecek sandım. Kızımın hatrına gittiğim oyundan, tıpkı yıllar öncesinde olduğu gibi yine ağzım bir karış açık kalarak çıktım. Evrensel hikâyesi ve ölümsüz müzikleri bir yana, bugün halâ insanı hayrete düşüren sahne tasarımı, neden Broadway’in en uzun soluklu müzikali olduğunu bir kez daha kanıtladı bana. Üstelik ben, efsane Sarah Brightman’dan izlemiştim Christine rolünü. Ama Emilie Lynn’e de bir o kadar hayran oldum. Defalarca sinemaya uyarlanmasına, hatta müziğinin Oscar ödülü almasına rağmen yine de film uyarlamalarının sahnedeki sükseyi yakalayamamasını ise canlı performansın her daim üstün gelişi olarak yorumluyorum. 17 Mayıs dahil, İstanbul Zorlu PSM’de müzikâl seyirciyle buluşmaya devam edecek, Operadaki Hayalet. Mayıs ayında kendinize bir güzellik yapın ve imkânınız varsa mutlaka izleyin, hatta benim gibi daha önce görmüş olsanız bile tekrar gidin, derim. Bu arada, yeniden canlanan sahne sanatları ve müzikaller dönemine girdiğimizin kanıtı olarak, Operadaki Hayalet, Evita ve Cats gibi müzikallerin bestecisi Andrew Lloyd Webber’in yeni müzikali yakında sahnelerde olacak. Önümüzdeki günlerde Amerika’ya gidecek olanlar da Hamilton Müzikali’ni kaçırmasını derim. Bu arada 30-31 Mayıs ve 1 Haziran tarihlerinde, ses telleri kanama yaptığı için gösterisi iptal olan Hugh Jackman yine Türkiye’de olacak. Geçen sefer, salon kapısından hüsranla dönen benim gibi Hugh hayranlarına duyurulur.

Mayıs ayı gelince doğa ile birlikte sanat da uyanır. Dünya genelinde etkinlikler, festivaller birbirini tâkip eder. Siz bu satırları okurken ben de Venedik Bienali’ne gidiyorum. Hem, 6 Mayıs-22 Kasım tarihleri boyunca Venedik’te sergilenecek Ahmet Güneştekin’in “Million Taşı“ başlıklı ve merkezine İstanbul ve Kadın öğelerini koyduğu resim-heykel sergisini hem de Türkiye Pavyonu’nu görecek olmaktan dolayı çok heyecanlıyım. Bir yandan da baharda Venedik’te olmanın hülyasındayım.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.