En zor oyun...
25 yıllık tiyatro yaşamımda, yeni bir sınavdan geçtim bu hafta. Tıpkı yaşam gibi, sahnede sınıyor insanı her adımında. Ne şanslıymışım ki; hayatımda daha önce bir yakınımı kaybedip, aynı gün sahneye çıkmak zorunda kalmamıştım. Birlikte rol aldığım oyuncu arkadaşlarımın acılarıyla sahneye çıktığına ödefalarca şahit olmuş ve her seferinde bunu yapabilmelerine hayret etmiştim. Hele hele, travmatik acılardan sonra sahneye çıkanlara insan üstü varlıklar gibi baktım hep.
Tıpkı askeri eğitim gibi, tiyatroya adım attığımız günden itibaren, “Ne olursa olsun perde kapanmaz” fikrini öyle bir işlediler ki içimize... Bir oyuncu, oyuna geç kaldığı zaman, Muhsin Ertuğrul şöyle dermiş: “Öldü herhalde, yoksa gelirdi”. Böyle bir terbiyenin ağırlığı altında yoğrulduk. 40 derece ateşlendiğinde “Sahnede geçer” diyen ustalarımızla büyüdük. Doktorlar izin vermediği için, Haydarpaşa Numune Devlet Hastanesi’nden geceliğimle kaçmışlığım vardır, meselâ. Demem o ki; her şartta sahneye çıkmak, kayıtsız şartsız bir kabulleniştir tiyatrocular için.
Mars gitmek daha kolay
Ama bir yakınını kaybedip, cenazesine gidemeden sahnede olmak, işte bu fikir bana bile imkânsız gelmiştir hep! Adile Naşit’in oğlu öldüğünde sahneye çıktığını düşündükçe dehşete düşüyorum hala. Mars’a gitmek bile daha kolay yapılabilir gibi geliyor açıkçası. Benim durumum elbette bu denli travmatik değildi. Hasta bir yakınımın beklenen sonuydu. Ama, ölüm ne olursa olsun acısını yanından ayırmıyordu. Sevgili Peruhal teyzem son yolculuğuna uğurlanırken, yılların şartlanmışlığı altındaki beynim beni, Bursa’daki cami avlusunu dolduran yakınlarımın yanına değil, Ataköy’deki salonu dolduran seyircilerin yanına götürdü. Kuliste hazırlanırken, annesini kaybettiği gün sahneye çıkan, intaharlar görüp yine de perdeyi kapattırmayan arkadaşlarım hep aklımdaydı. Ben şahit olmuştum yaşadıklarına. O kadar travmatik acılarla böyle bir sınavdan geçebileceğimi hiç sanmam ama “Beklenen bir ölümün üstesinden gelebilmeliyim” diye teselli ettim kendimi. Ama yine de, sanki insanın eli ayağına dolanır, ne diyeceğini unutur, canlandırdığı karakterden kopar gibi geliyordu bana. “Sahne sihiri-sahne perisi” derler ya hani... Doğruymuş, bir kere daha anladım. Beynim uyuşmuş bir halde, kostümümü giyerken bir ara, “Asla başaramam” demiştim oysa. Ama işte,o ân geldiğinde, açılan perdenin hışırtısı, seyircinin nefesine karıştığında sihirli dünyanın kapısı aralandığında... Garip bir güç, enerji ve bir başkasına dönüşme hâli... Elbette zorlandım. Zaman zaman rolden kopuşlar yaşadım ve tıpkı bir izleyici gibi dışardan seyrettim kendimi. Git-gellerle dolu olsa da, role tamamen girebildiğim ânlarda geride bıraktım Berna’nın derlerini.
Garip acımtırak bir tat
2,5 saat kahkahalarla geçen oyun ve içinde bulunduğum tezat durum, garip bir renk ve acımtırak bir tat bıraktı canımda. Ve bir ânda şunu fark ettim ki; bu toprakta oyunculuk yaptığınız, hele hele komedi oynadığınız her gün esrik bir şizofreni içinde yaşıyorsunuz demektir. Bir yakınınız ölmesi gerekmiyor, yüreğiniz yanarken tiyatroda kahkaha atmak zorunda olmanın çelişkisini yaşamak için. Her gün akıl almaz acılara şahit olduğumuz ülkemizde, dehşet veren olayların, günlük hayatımıza karışan terörün içinden geçerek çıkıyoruz sahneye. Bu ülkede oyunculuk yapmak ayrıca kuvvetli bir sinir sistemi gerektiriyor zaten. Bir yandan acılarımızla sahneye çıkıp seyirciyi güldürmenin tuhaf çelişkisiyle kıvranırken, belki de ancak sahnede başka yaşamlara dalarak seyreltiyoruz ızdıraplarımızı. Tadı acı bir ilaç gibi, ilk ânı zor olsa da iyileştiriyor yaralarımızı. İşte bu yüzden, sırf bu yüzden; tüm engellemelere, parasal karşılığı olmamasına rağmen ille de tiyatro olsun istiyoruz. Çünkü; emekçisinden seyircisine, biz tiyatroya gönül verenler hayata ancak böyle tutunuyoruz.