Şampiy10
Magazin
Gündem

En zor oyun...

25 yıllık tiyatro yaşamımda, yeni bir sınavdan geçtim bu hafta. Tıpkı yaşam gibi, sahnede sınıyor insanı her adımında. Ne şanslıymışım ki; hayatımda daha önce bir yakınımı kaybedip, aynı gün sahneye çıkmak zorunda kalmamıştım. Birlikte rol aldığım oyuncu arkadaşlarımın acılarıyla sahneye çıktığına ödefalarca şahit olmuş ve her seferinde bunu yapabilmelerine hayret etmiştim. Hele hele, travmatik acılardan sonra sahneye çıkanlara insan üstü varlıklar gibi baktım hep.

Tıpkı askeri eğitim gibi, tiyatroya adım attığımız günden itibaren, “Ne olursa olsun perde kapanmaz” fikrini öyle bir işlediler ki içimize... Bir oyuncu, oyuna geç kaldığı zaman, Muhsin Ertuğrul şöyle dermiş: “Öldü herhalde, yoksa gelirdi”. Böyle bir terbiyenin ağırlığı altında yoğrulduk. 40 derece ateşlendiğinde “Sahnede geçer” diyen ustalarımızla büyüdük. Doktorlar izin vermediği için, Haydarpaşa Numune Devlet Hastanesi’nden geceliğimle kaçmışlığım vardır, meselâ. Demem o ki; her şartta sahneye çıkmak, kayıtsız şartsız bir kabulleniştir tiyatrocular için.

Mars gitmek daha kolay

Ama bir yakınını kaybedip, cenazesine gidemeden sahnede olmak, işte bu fikir bana bile imkânsız gelmiştir hep! Adile Naşit’in oğlu öldüğünde sahneye çıktığını düşündükçe dehşete düşüyorum hala. Mars’a gitmek bile daha kolay yapılabilir gibi geliyor açıkçası. Benim durumum elbette bu denli travmatik değildi. Hasta bir yakınımın beklenen sonuydu. Ama, ölüm ne olursa olsun acısını yanından ayırmıyordu. Sevgili Peruhal teyzem son yolculuğuna uğurlanırken, yılların şartlanmışlığı altındaki beynim beni, Bursa’daki cami avlusunu dolduran yakınlarımın yanına değil, Ataköy’deki salonu dolduran seyircilerin yanına götürdü. Kuliste hazırlanırken, annesini kaybettiği gün sahneye çıkan, intaharlar görüp yine de perdeyi kapattırmayan arkadaşlarım hep aklımdaydı. Ben şahit olmuştum yaşadıklarına. O kadar travmatik acılarla böyle bir sınavdan geçebileceğimi hiç sanmam ama “Beklenen bir ölümün üstesinden gelebilmeliyim” diye teselli ettim kendimi. Ama yine de, sanki insanın eli ayağına dolanır, ne diyeceğini unutur, canlandırdığı karakterden kopar gibi geliyordu bana. “Sahne sihiri-sahne perisi” derler ya hani... Doğruymuş, bir kere daha anladım. Beynim uyuşmuş bir halde, kostümümü giyerken bir ara, “Asla başaramam” demiştim oysa. Ama işte,o ân geldiğinde, açılan perdenin hışırtısı, seyircinin nefesine karıştığında sihirli dünyanın kapısı aralandığında... Garip bir güç, enerji ve bir başkasına dönüşme hâli... Elbette zorlandım. Zaman zaman rolden kopuşlar yaşadım ve tıpkı bir izleyici gibi dışardan seyrettim kendimi. Git-gellerle dolu olsa da, role tamamen girebildiğim ânlarda geride bıraktım Berna’nın derlerini.

Garip acımtırak bir tat

2,5 saat kahkahalarla geçen oyun ve içinde bulunduğum tezat durum, garip bir renk ve acımtırak bir tat bıraktı canımda. Ve bir ânda şunu fark ettim ki; bu toprakta oyunculuk yaptığınız, hele hele komedi oynadığınız her gün esrik bir şizofreni içinde yaşıyorsunuz demektir. Bir yakınınız ölmesi gerekmiyor, yüreğiniz yanarken tiyatroda kahkaha atmak zorunda olmanın çelişkisini yaşamak için. Her gün akıl almaz acılara şahit olduğumuz ülkemizde, dehşet veren olayların, günlük hayatımıza karışan terörün içinden geçerek çıkıyoruz sahneye. Bu ülkede oyunculuk yapmak ayrıca kuvvetli bir sinir sistemi gerektiriyor zaten. Bir yandan acılarımızla sahneye çıkıp seyirciyi güldürmenin tuhaf çelişkisiyle kıvranırken, belki de ancak sahnede başka yaşamlara dalarak seyreltiyoruz ızdıraplarımızı. Tadı acı bir ilaç gibi, ilk ânı zor olsa da iyileştiriyor yaralarımızı. İşte bu yüzden, sırf bu yüzden; tüm engellemelere, parasal karşılığı olmamasına rağmen ille de tiyatro olsun istiyoruz. Çünkü; emekçisinden seyircisine, biz tiyatroya gönül verenler hayata ancak böyle tutunuyoruz.

Yazının devamı...

Tatilini kendin tasarla

Bahar geldi, yaz kapıda... Kısaca tatil sezonu açıldı. Herkes kendi zevki ve imkânına göre planlamaya yapmak için harıl harıl gidecek yer arıyor ve planlama yapmaya çalışıyor. Çünkü; artık çok önceden rezervasyon yapmak gerekiyor yoksa hayaller suya düşüyor. Başvurulan en pratik seyahat planlama metodu bir tura tabi olmak. Ama pek çok insan da, tanımadığı insanlardan oluşan bir grupla gezmek yerine istediği yerde, istediği kadar vakit geçirmek, özgürce dolaşmak istiyor. Kişiye özel turlar ise biraz pahalıya çıkabiliyor. Peki pratik, hatasız, çok vakit ve araştırma gerektirmeyen bir seyahat organizasyonu nasıl yapılabilir?. İşte size yeni keşfim olan yepyeni bir öneri: Online seyahat planı! Nasıl mı? www.Jabiroo.com sitesinden kendinize özel bir gezi programı hazırlatmak mümkün.

Yardım almaksızın kendi başına seyahat planlamak zor mu?

Kendi başına seyahat planlamak çok vakit alır ve iyi bir program için gidilecek yeri iyi bilmek gerekir. 20 yıldır "Julvern" ile seyahat sevenler için bireysel turlar hazırladık. Artık seyahat anlayışı ve alışkanlıklar değişti. İnsanlar daha fazla "kendine özel" planlama istiyor. Günümüzde parası olan ille de gidip Ritz ya da Four Season'da kalmak istemiyor. Kimi, Türkiye'de de açılan "Soho House" gibi bohem tarzı, kimi doğa ile iç içe bir oteli tercih ediyor. Seyahat planlayan kişi gideceği yere en uygun bileti alabilir ama zevke uygun bir otelde kalmak ya da park-cafe-alışveriş noktaları keşfetmek, bütçeye uygun mekanlarda yemek için, özel tavsiyelere ihtiyaç vardır. Biz bunun için taslak hazırlıyoruz aslında.

Güzel bir tatili ucuza yapmanın püf noktaları

Seyahat günlerini esnek tutmak, ara sezonlarda tatil yapmak yani çok yüksek sezondan kaçınmak ki zaten en keyifli zamanlar da aslında bu ara sezonladır. Hava yolu şirketlerini takip edip promosyon bilet yakalayıp ona göre planlama yapmak.

İskoçya’daki şatolar balayı için çok romantik

Balayı "özel olsun diye, en uzak, en pahalı olanı isteme eğilimi var. Bu yanlış. Aynı Roma'da 10 farklı tatta tatil planlanabilir. Araba meraklılarına başka, trüf mantarı toplamak isteyenlere başka öneri getirilir. Çok romantik, çok çılgın, çok sakin tarafları vardır bir kentin. Bir kere ekvator civarında egzotik balayını yazın unutun. Bunu isteyenler kışın evlenmeli. Yazın en güzel Türkiye İskoçya'daki şatolar çok romantik. Saint Petersburg'da beyaz geceler farklılık arayanlar için... Ağustos, Güney Fransa köylerinde lavanta zamanı ve unutulmaz balayı albümü için muhteşem. İtalya'nın Puglia bölgesi çok turistik olmadığı için çok keyifli. Çiftlerin ortak zevkleri karşılandığında her yerde unutulmaz bir balayı planlamak mümkün.

Online seyahat nasıl planlanır?

www.jabiroo.com sayfasına girip, "3-4 gün seyahat planı satın al" seçeneğini tıklayın. Önünüzde bir anket açılacak. Nasıl bir seyahatten hoşlandığınızı anlamak için geniş kapsamlı sorular var ankette. Paris'e gidip günübirlik yemek work-shop'una katılamak da şarap tadımı yapmak da isteyebilirsiniz... Ankette, gezi için ayırdığınız yaklaşık bütçeyi de işaretleyin. Sizin zevkleriniz ve bütçeniz doğrultusunda otelden, lokantaya, gezilecek yerlerden size özel önerilere kadar seyahat için ihtiyacınız olan tüm planı yapıp size mail atıyorlar. 150 lira ödeyerek tatil planınızı satın alıyorsunuz. Siz isterseniz bunu bir taslak olarak alıp, üzerinde oynayarak tatilinizi şekillendirip ödemeleri kendiniz yapabilir, ya da değişiklikleri isteyip ekstra bir ücret ödemeksizin otelden ulaşıma programı n uygulamasını talep edebilirsiniz.

Yazının devamı...

Amasra deniz kenarı, Safranbolu buram buram Osmanlı...

Mart kapıdan baktırır, hayallere daldırır... Hava her ne kadar kazma kürek yaktırıyor da olsa, Güneş yüzünü ucundan gösterdiği ân bahar dallarda... Kim korkar artık soğuktan. Yüreğimize güneş değmiş, ruhumuz ısınmışsa bir kere... Kapalı alanlarda daha fazla durduramaz bizi kimse... Artık kendimizi sokaklara atmanın, yollara düşmenin zamanı...

İşte size, şahane bir hafta sonu kaçamağı önerim: Amasra ve Safranbolu...

Sadece Cumartesi-Pazar gününüzü değerlendirerek yapacağınız bu kısa seyahatle hem birbirinden çok farklı iki muhteşem yer keşfedecek, hem de küçük ve birbirine yakın yerler olduğu için yorulmadan evinize döneceksiniz. Üstelik son derece ekonomik bir gezi olacağını da belirtmeliyim. Muhteşem yemekleri de unutmayalım...

Daha önce ailece gezip dolaştığımız Amasra-Safranbolu hattına, geçtiğimiz günlerde tiyatro oyunumuz "Hoşgeldin Boyacı" için gittim. Şahane bir seyirci ile karşılaşmanın keyfi bir yana, bu güzel coğrafyayla özlem gidermek paha biçilmezdi. Tavsiyem; önce Amasra'ya gidip bir gece küçük motellerinde konakladıktan sonra ertesi gün Safranbolu'ya geçmeniz. Ama Amasra-Safranbolu arasının yaklaşık 1,5 saat olduğunu hesaba kattığımızda, isteyenler Amasra'da, Mustafa Amca'nın "Canlı Balık" lokantasında akşam üstü yemeğini yiyerek konaklama için Safranbolu'ya geçebilir. Ama yok "balık, rakısız olamaz" diyorsanız muhakkak Amasra'da konaklayıp, sabah Safranbolu'ya geçmelisiniz. O tarafa gitmişken, muhakkak, birbirine çok yakın ama birbirinden tamamen farklı dokudaki bu iki yerleşimi birden görmelisiniz. Bu seyahati uzatmak isterseniz de çevrede muhteşem doğal güzelliklerin sizi beklediğine tanık olacaksınız. Dünya'nın en büyük 2'nci kanyonundan, şelâlere uzanan bir cennet bu coğrafya. Ama sadece Cumartesi-Pazar, 1 gece konaklamalı yapacqğınız gezi de eminim sizi çok mutlu edecek.

Amasra:

Bizans'a uzanan tarihi ve Cenevizliler'in mirası kale kentiyle muhteşem bir ilçe. Denizi ortadan bölüp, iki ayrı liman oluşturan burnu, kıyıya yakın küçücük adaları ve ormanlık alanları ile sahiden Cennet'ten kopmuş gibi duruyor Amasra... Daha çok Avrupa'da rastladığımız bir kale-kent yerleşimi burası. Bizans döneminden kalan bazı köprü ve yapılar, Cenevizlilerce kapsamlı bir yerleşkeye dönüştürülmüş. 1560 yılının ekim ayında ise Fatih Sultan Mehmet ayak basmış buraya. "Lala, lala!, Çeşm-i cihan bu m'ola" yani "Dünyanın gözbebeği burası mı" demiş ve kaleye haber göndermiş: "Bu kadar güzel bir yere zarar vererek almak istemem kalenin anahtarını bana getiriniz." Böylece, savaşmadan Osmanlı topraklarına katılır bu güzel belde. İçindeki kilise, camiye dönüşerek bugüne gelmiş. Küçücük ama etkileyici bu güzelliği gezip görmek için birkaç saat yeterli. Kale kapısından girip, tarihi köprüden geçerek, inanılmaz manzarayı içinize çekin ve bol bol da fotoğraf çekin. Sonra hemen, girişteki kale kapısının yanındaki "Mustafa Amca'nın Canlı Balık" lokantasında, denizle iç içe yemeğinizi yiyin. Barbun ve kalamar kızartması eşsizdir. Benden de selâm söyleyin.

Safranbolu:

UNESCO'nun koruması altındaki evleri, tarihi çarşısı (arasta), bakırcıları, lokumları, dünyanın en güzel safranı, sıcacık insanları, nefis et yemekleri ile bir masal kenti âdeta... Zaman durmuş gibi... "Ah keşke hep burda yaşasam" diyeceksiniz. Klasik Osmanlı Kent Mimarisi'ni yansıtan Safranbolu Evleri, "Dünya Mirası" listesinde. Homeros'un ünlü İlyada Destanı'nda yer alan Paflagonya bölgesi tam da burası. Tarihi milattan önce 3000 yılına uzanıyor. 1196 yılından beri de Türkler'in elinde. Tarihte; Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Romalılar hep bu coğrafyadan geçmişler. Neye değseniz sanat, nereye gitseniz tarih Safranbolu'da. Hıdırlık tepesine çıkıp manzaraya yukardan bakmadan sakın ayrılmayın. Ekinoksun eşiğini atladığımız şu dönemde herkese mutlu, bol güneşli, çok gezmeli günler dilerim...

Yazının devamı...

Bebeklerin sağlığı için büyük tehlike: İnek sütü

Geçtiğimiz hafta, çocukların ileride zeki ve sağlıklı bireyler olması için bebeklikte uygulanması gereken "1000 gün kuralı"ndan söz etmiştim. Geçen hafta pazar günkü yazımda, Dünya Sağlık Örgütü'nün, bebeğin 1000 günü yani 2 yaşı dolana kadar olan süreçteki sağlıklı beslenme önerilerini yazmıştım. Bu hafta, konunun en can alıcı kısmı olan "inek sütü" kullanımının tehlikelerine işaret etmek istiyorum. Daha doğrusu, işaret edenlere aracı olmak istiyorum. Sağlıklı nesiller yetiştirmeyi hedefleyen "1000 gün" sosyal sorumluluk projesini, Dünya Sağlık Örgütü ve Sağlık Bakanlığı desteği ile yürüten Nutricia'nın Anne-Bebek Beslenmesi Medikal ve Kurumsal Müdürü, Doktor Yalım Üner'in tavsiyelerini ve uyarılarını derledim sizin için. Daha zeki, daha sağlıklı nesiller için...

Dünya Sağlık Örgütü en fakir ülkeler için bile bebek en az 1 yaşına kadar inek sütü vermeyin diyor! Gelişmiş ülkeler ise bu süreyi 1,5- 2 yaş olarak belirliyor. Hepimiz, inek sütü ile büyüdük. Bizim ülke insanımızın inek sütüne bağlı ne gibi sağlık sorunları var şu an?

Omega 3 yeterli almayan bebek, büyüdüğünde matematik problemi çözerken sorun yaşar, çünkü beyni yeteri kadar performe edemez. Ve Omega 3, tüm hayvansal sütler içinde sadece anne sütünde vardır. Ona en yakın ise anne sütünü taklit eden formül sütlerdir. İnek sütündeki Omega 3 eksiğini tutup da bebeğe fındık filan vererek telâfi edemezsiniz.

- İlk 1 yaş içinde mineral yükü eğer bebeğe yanlış yüklendiyse, yetişkinliğinde ülkemizde çok sık rastlanan "esansiyel tansiyon" rahatsızlığı ile karşılaşır. İnek sütünün proteini, anne sütünün protein değerinin yaklaşık 3 katı. Bu böbrek için 3 kat fazla yük demek. Bebekken, böbrek iflâs etmez ya da bebekte tansiyon olmaz ama bebeklikte vücuda yanlış protein-mineral alımı büyüdüğünde insanı tansiyon hastası eder. Ülkemizde tansiyon hastalarına bakıldığında, bebekliğinde inek sütü içtiği ve tuzlu yediği saptanmıştır.

- Türkiye'nin yarısında demir eksikliği var. Tansiyon, kolestrol, şeker ve kalp hastalıkları da ne yazık ki ülkemizdeki yanlış beslenmeden dolayı ödediğimiz bedeller.

- Obezite, 1000 günlük süreçteki yanlış beslenmenin sonucudur. İnek yavrusu ile aynı gıda ile beslenirse obezite kaçınılmaz olur. İnsan yavrusu 5 ayda doğum kilosunun 2 katına çıkar, inek yavrusu 2 ayda doğum kilosunun 2 katına çıkar, balina yavrusu 10 günde çıkar. Her canlı türünün kendi annesinin sütü yavruyu doğru zamanda doğru kiloya getirir. İnsan yavrusuna inek sütü verirseniz 5 ayda olması gereken kiloya 3,5 ayda çıkar. Vaktinden önce çok kilo almak da sağlık sorunu doğurur. Ve yetişkin olduktan sonra ne yapsanız düzeltemezsiniz. Oysa anne sütü ve formül sütlerin kalorisi inek sütünün altındadır. Şişmanlıktan korunmak için de inek sütü vermemek gerekir. Bir insan yavrusunu inek gibi beslememelisiniz.

Ek gıdaya meyve ile başlayın

Anne sütü yetersiz ise ya da anne sütü yoksa ne yapmalıyız? Bebeklerimiz için en sağlıklı formül nedir?

Formül basit: Hamilelikte anne dengeli beslenecek, sigara içmeyecek. Bebek doğduktan sonra 0-6 ay arası, sadece anne sütü. 6-24 ay arası; bebeğin mide hacminin yarısı anne sütü, kalan yarısı dengeli olarak katı gıda. Eğer, katı gıdaya geçişte her şeyden vereyim mantığıyla çocuğu çok beslerseniz anne sütüne yer kalmaz. Oysa anne sütünün verdiği örneğin Omega 3'ü tutup da fındıkla filân telâfi edemezsiniz. Mutlaka bebeğin günlük gıdasının yarısı anne sütü ya da yerine geçecek doğru süt olmalıdır. Yani anne sütünü taklit eden formül sütler vermeliyiz.

Anne sütüne en yakını formül süt

Formül süt ya da mama dediğimiz şey nedir? İnek sütünden farkı ne?

Formül süt üreten tüm büyük ve köklü markalar 150-200 yıldır anne sütünü tâklit için çalışma yapıyor. Tabii ki anne sütü mucizevi ve bire bir aynını yapmak mümkün değil. Bir anneninkiyle diğerininki bile farklı. Hatta her annenin sütü, kendi bebeği için en doğru süt. Ama olmadığı durumlarda, anne sütüne en yakını kesinlikle formül sütlerdir. Hangi marka olursa olsun bu böyledir, inek sütü alınır ve fazlalıkları atılarak, eksiklikleri takviye edilerek işlenir ve anne sütüne en yakın protein-mineral ve vitamin dengesi oluşturulur. Tabii ki sentetik değildir. Ayrıca, bu sütler her coğrafyanın eksiğine göre ayrı üretilir. Türkiye'dekiler , bizim eksiğimize göre saptanıp üretilen bizim çocuklarımıza göre üretilen formül sütlerdir.

Günlük 2 lira fark ediyor

İnek sütü ve anne sütünü taklit eden formül sütler arasında büyük fiyat farkı var mı?

Bir bebek için inek sütü ve formül süt arasındaki fiyat günlük 2 lira fark ediyor. O da anne sütü hiç yoksa. Genellikle anne sütünün az ama yetersiz olduğu durumlar oluyor. O zaman inek sütü yerine formül süt vermek 1 lira fark ediyor.

Yazının devamı...

İlk 1000 günün önemi

Geleceğin sağlıklı nesillerinin temeli yaşamın ilk 1000 gününde atılıyor. Hamile kalınan günden itibaren geçen sonraki iki yıllık dönemde bebeğin nasıl beslendiği çok önemli. Kalp hastalıklarından kansere kadar pek çok hastalık bebeklikteki beslenmeyle ilgili.

Eminim, "1000 gün kuralı" diye bir şey duydunuz... Gelecekte bireyin ne kadar zeki ve ne kadar sağlıklı olacağını belirleyen, bu 1000 günlük dönemin önemi hakkında, son zamanlarda sıkça konuşulur oldu. En son ABD Başkanı Barack Obama bile bir demecinde "1000 gün"ün sağlıklı bir birey ve toplumu için öneminden bahsedince ve Amerika'da bu konuda yürütülen sosyal sorumluluk projelerini desteklediğini açıklayınca, konu dünya çapında popüler oldu. Peki, yetişkinlikteki zekâ ve sağlığı büyük ölçüde belirleyen, ilk 1000 günlük döneme ait bu beslenme metoduna dikkat çeken program nedir? 1000 gün ne zaman başlar? Nelere dikkat etmeli, annelerin farkında olmadan yaptığı hatalar neler? İşte kafamda bu sorular ve 13 yaşında bir kız çocuğu annesi olarak, "acaba neleri kaçırdım, neleri yanlış yaptım?" endişesiyle araştırmaya koyuldum. Ve ülkemizde, 1000 gün projesini, Sağlık Bakanlığı ile yürüten Nutricia'nın Anne-Bebek Beslenmesi Medikal ve Kurumsal İlişkiler Müdürü Dr. Yalım Üner ile görüştüm. Sohbetimize, Nutricia'nın Türkiye ve Ortadoğu'dan Sorumlu Bölge Başkanı Gamze Çuhadaroğlu da eşlik etti. Kadın yöneticilerin, bir anne olmanın iç güdüsüyle, bebeklerin sağlıklı gelişimi için toplumsal projeler üretmekte ve bunda başarılı olmakta ne kadar etkili olduğunu bir kez daha görüp, "kadın eli"nin, ülkemiz için gerekli olduğunu bir kez daha fark ettiğimi de belirtmeliyim. Çocuklarımız için geç olmadan, tüm anneler el birliği yapalım ve 1000 gün projesini, dikkat edilmesi gerekenleri yayalım.

İki yaşında gelişim tamamlanıyor

1000 gün ne zaman başlar? Neden önemlidir? 1000 kaçırılırsa, çocuk büyüdüğünde telafi etmek mümkün mü?

İnsan bedeninde bütün organların geliştiği ilk 1000 günden söz ediyoruz. Hamilelik dönemi olan ilk 40 hafta da buna dahil. Yani 40 hafta+2 yıl. Annenin hamile kaldığı ilk andan, bebek ikinci yaşını doldurana kadar olan süre=1000 gün. Beyin ve bağışıklık sistemi bu 1000 gün içinde gelişiyor. Zeka ve bağışıklık sistemini bütün hayat içinde kullanıyoruz. Kaç tane yağ , kaç tane sinir hücresi oluştuğuna değin binlerce cevabı, beden ilk 40 gün içinde veriyor. Ömrünüz boyunca, size o gün verilen ile yetinmek zorundasınız! Çünkü; hamilelikte tek hücreyle başlayan yaşam, iki yaşın sonunda artık tam anlamıyla bir insan bedenine dönüşüyor. Doğru şeyi verirseniz, doğru yapı oluşuyor. 2 yaş dolduğunda artık, iyisiyle kötüsüyle gelişim tamamlanıyor.

Bebeklere 2 yaşına kadar anne sütü...

Obezite, 1000 günlük süreçteki yanlış beslenmenin sonucudur. Ve yetişkinlikte düzeltemezsiniz. Formül basit: Hamilelikte anne dengeli beslenecek, sigara içmeyecek. 0-6 ay arası, sadece anne sütü verilecek. 6-24 ay arası; bebeğin mide hacminin yarısı anne sütü, kalanı dengeli olarak katı gıda. Katı gıdaya geçişte her şeyden verirseniz çocuğu çok beslerseniz anne sütüne yer kalmaz.

Türklerin demiri eksik

Türkiye'nin yarısında demir eksikliği var. Bu, tamamen ülkemizdeki yanlış beslenme sebebidir. Tansiyon, kolestrol, şeker ve kalp hastalıkları da ne yazık ki ülkemizdeki yanlış beslenmeden dolayı ödediğimiz bedeller.

Yazının devamı...

Müsaitseniz bir okur musunuz?

Bütün hafta, Türk Dil Kurumu’nun (TDK) sözlüğünde yer alan ve “cinsiyetçi” anlamlar yüklendiği için tepkilere neden olan kelimeler tartılışıldı. Eminim, sözlük şu anda pek çok kişinin elinde incelemede... Ve yine eminim ki, bizi hayrete düşürecek daha çok örneklerle karşılaşıcaz. Çünkü; belli ki TDK’nın aklı karışmış dolayısıyla “galat-ı meşhur” ile “lugat-ı fasih” karışmış. Elbette, ne demek istediğimi daha açık ifade etmeye çalışacağım ama önce bu haftayı meşgul eden şu iki kelimeye ve TDK’ya göre anlamlarına bir göz atalım.

İşte TDK’nın tepki uyandıran kelime anlamları

Müsait: Sıfat-Arapça

1. Uygun, elverişli...

2. Flört etmeye hazır olan, kolayca flört edebilen (kadın)

Kötü Kadın-Kötü Adam:

Kötü kadın: Orospu

Kötü Adam: Filmlerde izleyiciye sevimsiz gelen, filmin kahramınya çekişme durumunda olan ve sonunda çoğu kez yenilen kimse.

Şimdi diyeceksiniz ki: “E ne var bunda Berna, halk arasında böyle kullananlar olmaz mı!” “Aman o kadın da pek müsait”, “filmin kötü adamı” denmez mi! Haklısınız, denir. Hatta pek kibar hanımlar ve beyler “baba fahişe ne demek” diye sorunca “kötü kadın yavrum” diye izâh da ederler. Maalesef, kadını aşağılayan ve cinsiyetçi böyle çok söz var. Bir zaman sonra kulaklar alışıyor tabii. En fenası da insanların kibarlıklarından, çok daha aşağılayıcı anlamlar yükledikleri bu kelimeleri kullanarak ayıpların en büyüğünü etmeleri.

Halk arasındaki kullanımını bir kenera bırakıp, TDK’nın bu kelimeleri, cinsiyetçi ikincil anlamlar yüklenmiş haliyle sözlüğe bir “bilgi ve “doğru” olarak geçirmesine gelelim. Belli ki, TDK, görevinin Türkçe’nin “doğru” kullanılması olduğunu unutmuş ve bir kısım cinsiyetçi üslup tercih eden halkın argosunu tercümeye soyunmuş! Hani, eskilerin çok sevdiğim deyişiyle “galat-ı meşhur, lugat-ı fasihden evlâdır” sözünü terseten okumuş! Halkın bir kelimeye yüklediği anlamın, sözlükteki doğru ama kullanılmayan haline tercih edildiğini ifade eden bu deyimde de belirtildiği gibi, sözlüklerin “tam ve doğru, olması gereken” anlamı yansıtması gerekir. Çoğunlukla “söyleme biçimi” kastedilen bu deyim, kesinlikle bir gerçeğe işaret eder. Yanlış da olsa yaygın söz, doğrusundan daha geçerlidir mantığı halk arasında işler. Halk bazı kelimelerin ve deyimlerin, anlam ya da söyleniş biçimlerini yıllar içinde öyle bir değişikliğe uğratır ki artık doğrusunu söyleseniz sizi kimse anlamaz. Böyle durumlarda, top yekün benimsenen kelime herkesçe doğru olarak kabul edilir. Örnek mi: “Kısa kes Aydın Abası olsun” deyimi zamanla olmuştur, “kısa kes Aydın Havası olsun”... Artık hepimiz, deyimi bu değişikliğe uğramış hâliyle “galât” kabul edip kullanırız. Ama her ne olursa olsun, TDK’nın görevi, doğruyu ve aslolanı yansıtmaktır. Asıl bilimsel yaklaşım da budur. Yoksa TDK’nın kendini savunmak için yaptığı açıklamadaki gibi, “halk ne diyorsa biz onu yazarız, bilimsel yaklaşım da budur” demek, dil bilimini hepten inkâr etmektir! Dil Bilgisi için halkın ne dediğine değil, kelimenin etimolojisine yani geldiği kaynağa ve köke bakmak gerekir.

Kaldı ki “müsait” galat-ı meşhur bir deyiş de değildir. Öyle olması için, sokaktan geçene “müsait nedir” diye sorsan “flörte hazır kadın” cevabını alman gerekir. Bu durumda, “annenler müsaitse bir uğrayalım” diyen komşularla görüşme, evin salonunda değil, mahkeme salonunda gerçekleşir! “Öğretmenim vaktiniz var mı bi şey sorucam” diyen öğrencisine “gel yavrum müsaitim” dediğinde, çocukların “öğretmenim benimle flörte hazır olduğunu söyledi” gibi saçma sapan anlamlar çıkarmasını istemiyorsak, TDK’nın sonradan eklediği bu ikincil ve cinsiyetçi anlamlara hep birlikte itirâz etmemiz gerekir!

Yazının devamı...

Küba'nın cennet köşeleri!

Küba seyahatimden notlar paylaşmaya geçen hafta başlamıştım. Gezi değil, ömürlük bir deneyimdi benim için Küba. Önce Küba’yı anlatmak için ülkenin düzenini anlatan, “Küba’da neler yok” isimli bir yazıyla başladım bu olağan üstü güzellikteki ülkeyi tanıtmaya. Ve ardından tabii ki Havana ve çevresini konu alan bir yazı geldi. Bugün Küba yolculuğumuz biraz uzaklara... UNESCO’nun koruması altındaki küçücük kent ve kasabalara, Che’nin tarih yazdığı sokaklara ve bembeyaz kumsallara... Kısaca, Küba’nın cennet köşelerine götürüyorum sizi bu yazımda... Tabii ki eşim Tolga Eşiz’in fotoğraflarıyla...

Fotoğraflar: Tolga EŞİZ

Cienfuegos:

Eğer meraklıysanız, Havana’dan buraya gelirken yol üzerinde Boca de Guama bölgesindeki Devlet timsah çiftliğine uğrayın. Ben timsah eti denedim ama biraz ağır geldiği için tadı çok sevmedim. Cienfuegos nefis bir tarihi ilçe. Sevimli bir meydan, beni kıskançlıktan çatlatacak güzellikte Thomas Terry Tiyatrosu, Devale Sarayı. Yeri gelmişken söyleyeyim; Devrim sonrası Fidel Castro’nun en önem verdiği şeylerin başında tiyatro geliyor. Sanatçılar ve sporcular bu ülkede ayrıcalıklı. 2008’e kadar olan yasak dönemde bile yurt dışına çıkmaları serbest ve devlet tarafından özel araba tahsis ediliyor, Küba’nın en güzel evleri tiyatroculara veriliyor. Ayrıca, oyun yapmaları için ödenek veriliyor. Bunun karşılığında yılda üç proje gerçekleştirmeleri isteniyor. Yani, devlet zorla tiyatro yaptırıyor. İnsan bazan gerçekten hayret ediyor!

Santa Clara:

Camandante Che Guevera’ya saygı duruşu yapmadan Küba seyahati düşünülemez. Hatırladıkça hala tüylerim ürperiyor. Che, Santa Clara’yı Batista’nın birliklerine karşı halkla birlikte savaşarak kazanır. Santa Clara’nın ele geçirilişinden 12 saat sonra, benim de bu seyehatte konaklamak için kullandığım ve aynı tarihte Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a de ev sahipliği yapan National Hotel’deki, 1958’i 59’a bağlayan yılbaşı gecesi, diktatör Batista yeni yıl partisini terkederek kaçar ve Küba Devrimi kazanılır. Bu yüzden Santa Clara, Küba Devrimi’nin ve Che’nin sembolüdür. Komutan Che’nin, Fidel’e yazdığı mektubun sonuna düştüğü notu yüreğinde taşımalı faşizme direnen herkes: “Hasta la Victoria Siempre!” yani “Zafere kadar daima!..”

Varedero:

Hani “kış günü Küba’ya kadar geldik, Karayip denizinin benbeyaz kumsallarından bir denize girmeden dönmeyiz” diyorsanız yani deniz meraklısıysanız gidin yoksa Küba’dan çok Belek benzeri bir beşyıldızlı oteller bölgesi. Yap-işlet-devret mantığıyla çoğunluğu İspanyol otel zincirlerine verilmiş bir bölge. Küba’ya dair hiçbir iz yok. Ama deniz şahane. Maldive’e gitmiş kadar oluyorsunuz. Hele, katamaranlarla Cayo Blanco adasına giderseniz, Cennet’te olduğunuza yemin edebilirsiniz. Eğer denizi boşver, biz Küba’yı yaşamak istiyoruz diyorsanız boşuna o kadar yol gelmeyin. Ama, biz sevgili Ayşe Kaynarcalı’nın organize ettiği yoğun ve dolu dolu Küba günlerinden sonra, açıkçası bembeyaz kumlarda dinlenerek dönmekten memnun kaldık. Hele bir de o sırada İstanbul’da kar yağdığını düşündükçe keyfimizi ikiye katladı.

Küba’ya gidip paylaştığım tüm yerleri, rehber Kıvanç Demirel ile gezmek isteyenler için: www.sacred7travel.com

Yazının devamı...

Havacı mavisi...

10 gün önceki F-4 kazasından beri elim yüreğimde bekliyordum. Ne hikmettir bilinmez, tıpkı kol uçuşu yapan jetler gibi bu kazalar da yalnız gezmez!

İki keşif uçağı düştü, dört pilot şehit oldu... İşte böyle duyuyorsunuz jet pilotlarının acı haberlerini. 10 gün sonra "F-4 düştü iki pilot şehit oldu" diye, bir yenisini duyduğunuzda, hatırlıyorsunuz belki bir öncekini... İçinizi acıtıyor, biliyorum. Ve sonra unutulup gidiyor, bir yenisini duyana kadar... Bunu da biliyorum... Çünkü o kadar çok ki, bir zaman sonra ne yazık ki doğal olarak kanıksanıyor, anlıyorum... Ama râzı olamıyorum! 10 gün önceki kazadan beri elim yüreğimde bekliyordum. Ne hikmettir bilinmez, tıpkı kol uçuşu yapan jetler gibi bu kazalar da yalnız gezmez! Havacılar arasında en korkulan, bir kazanın hemen ardından bir diğerinin gelmesidir! Bu sivil havacılıkta bile böyledir. Ve ne yazık ki yine olan oldu ve iki jetin düştüğü, dört pilotumuzu kaybettiğimiz kazadan 10 gün sonra, perşembe günü bir F-4 daha düştü ve iki jet pilotu daha şehit oldu! Bu uçan tabutlar değişmedikçe "bu işin fıtratında var" ne yazık ki, ölüm! Peki, bir pilot çocuğu olmanın "fıtratı" nedir, bilir misiniz?

Önce telefonlar kesilir, lojmanda hayat durur... Anlarsın ki bir uçak düşmüştür

Bir pilot kızı olarak "içeride" bu olaylar nasıl yaşanıyor, size anlatmak istiyorum: Ana Jet Üslerin bulunduğu; Malatya, Diyarbakır, Ankara, İzmir, Eskişehir, Konya gibi şehirlerde bir de "hava" lojmanları vardır ya da "Hava Kuvvetleri Komutanlığı Lojmanları" demek zor geldiğinden kısaca biz böyle deriz: Hava... Günlük hayat, bir mahalledekinden çok da farklı değildir bu yaşam alanlarında. Hiyerarşik sistem, sadece işte değil, sokakta da geçerlidir. Çocuk olmak biraz zordur lojman yaşamında. Kapalı devre bir ekolojik sistemi olmasının zorlukları kadar güzellikleri de vardır. Çevren, ailendir. Arkadaşların ise kardeşin. Bir daha değiştiremez, değiştirmek de istemezsin. Ve ne zaman bir "havacı mavisi" görsen, yanından lacivert mesai arabası geçse, gökyüzünde jetler dönse burnunun direğinin sızlamasına mâni olamazsın. Ve bir de haberlerde "...Ana jet üssünden kalkan ...uçağı düştü, ...pilot şehit düştü..." haberlerini duyunca, hıçkıra hıçkıra ağlayarak seni anlayacak birkaç arkadaşını aramaktan kendini alıkoyamazsın. Çünkü bilirsin ki bu haber geçtiğinde, ateşin düştüğü o lojmanda şunlar yaşanmaktadır: Önce, tüm telefon hatları kesilir, iletişim durur. Ne lojman içinden kimseyi ne de üssü arayamazsın. Bir ânda sirenler, ambulanslar, askeri araçlar yola çıkar. Anlarsın ki bir uçak düşmüştür. En kötüsü; kimi zaman sokakta oynayan çocuklar, uçağın düştüğünü bile görebilir. Ve içinde belki de kendi babası olabileceğini bilir. Bir ânda lojmanda hayat durur. Herkes evlere çekilir, ses kesilir. Mesai arabaları da, kimsenin babası da eve dönmez. Tüm aileler, kötü haberi verecek arabanın ışığını bekler...

O araba, bir evin önünde duracak ve o hâneye bir daha hiç sönmeyecek ateşi bırakacaktır.

Uçan tabutlar...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.