Şampiy10
Magazin
Gündem

Bayram kaçamağı

Arife günü telaşı, bayram hazırlıkları, birinci gün ziyaretleri derken hafta sonuyla birlikte biraz da dinlenip, kafa dağıtmak için kaçacak sakin yerler arayanlar mutlaka var. Her ne kadar bayramın 2’nci ve 3’ncü günü hafta sonuna denk geldiği için pek de fazladan tatil günü olmasa da, bayramlık gezme isteği ile özellikle büyük şehirde yaşayanlar, küçük geziler yapılacak yerler bulmanın telaşındalar. İşte, İstanbul ve Ankara gibi büyük kentlerin stresinde yaşayanlar için bir hafta sonu kaçamağı; hem gözünüze hem ruhunuza bayram ettirecek hem de sıcak günlerde ağaç gölgesinde sizi dinlendirecek şahane bir öneri:

Abant Gölü: İstanbul’a 280 km, Ankara’ya 230 km mesafesiyle pek çok il için orta nokta sayılacak konumuyla kısa tatiller için oldukça iyi bir seçim. Abant Gölü‘nü çevreleyen Milli Park, bu sıcak günlerde iç ferahlatıcı bir vaha olarak günübirlik ya da bir gece konaklamalı gezi planlayanlar için ideal. Göl çevresindeki 7 km’lik parkurda yürüyüş ya da faytonla gezi yapmak çok keyifli. Hele bir de fotoğraf çekmeyi seviyorsanız, Abant Gölü- Milli Parkı ve çevresi, unutulmaz kareler vaadediyor. Doğa severler, çocuklu aileler ve fotoğraf meraklıları için kesinlikle şahane bir gezi noktası olduğunu düşündüğüm Abant çevresinde, Samat Yaylası ve Örencik Yaylası ile Samandere Şelâlesi de muhakkak görülmeli. Hele Mudurnu’ya doğru devam ettiğinizde, yukardan gördüğünüz Abant Gölü manzarası kesinlikle büyüleyici. Ayrıca sandal gezisi ya da daha maceraperestler için yamaç paraşütü gibi aktivitelere katılmak da mümkün. Doğayla iç içe olmayı, çadır kurarak kamp yapmayı sevenler için de oldukça elverişli, Abant Gölü ve çevresi. Biraz daha fazla sakinlik isteyenler, Aladağ izci kampına gitmeliler. Ayrıca, tüm usta aşçıların Bolu’dan çıktığı düşünülürse, boğazına düşkünler için nasıl bir cennet olduğunu söylemeye gerek kalmaz sanırım. Bol bol oksijen, betondan uzak bir yaşam, yeşilin maviye karıştığı bir görsellik arayıp, kafa dinlemek, çocuklarını doğayla buluşturmak, bol bol fotoğraf çekmek isteyen tüm gezginler için Abant Gölü ve çevresi bayramın son kalan iki günü ve önümüzdeki sıcak hafta sonları için en güzel seçeneklerden biri olarak aklınızda bulunsun. Hepinize iyi bayramlar...

Abant’a gelmişken

- Göl Çevresindeki 7 km’lik parkuru bol bol yürümeli.

- Gölün girişimdeki Abant Doğal Yaşam Müzesi’ni ziyaret etmeli.

- Abant’a 17 km uzaklıktaki Mudurnu’ya gitmeli, Osmanlı mimarisinin en güzel örnekleriyle bezeli sokaklarını gezmeli.

- Göle özgü nilüferleri izlemeli, açılış ânına şahit olmak için beklemeli.

- Serpme köy kahvaltısı etmeli, acıktıkça sucuk-ekmek yemeli.

- Göl kenarı bir bankta kitap okuyup, bol oksijeni doya doya içe çekmeli.

- Hemen yakındaki Samat Yaylası ve Örencik Yaylası‘na gitmeli.

- Samandere şelâlesinde serinlemeli.

- Meceraperetlik seviyesine göre çevredeki aktivitelere katılmalı: Sandal, balık tutma, paintball, okçuluk, doğa yürüyüşü, jeep safari, yamaç paraşütü, kano, model uçak gibi.

- Eğer bir gece konaklamalı bir gezi yapılıyorsa yaklaşık 1,5 saat uzaklıktaki bir başka park alanı olan “Bolu Gölcük Tabiat Parkı“ ziyaret edilmeli. Yapay bir göl olarak 1958 yılından beri oya gibi işlenen Gölcük göleti, içine yerleştirilen nilüferler, korunan hayvan türleriyle sıradışı bir doğal alana dönüşmüş ve özel bir yer haline gelmiş yıllar içinde. Balık tutmak kesinlikle yasak çünkü sadece Abant Gölü‘ne ait bir tür oalan Abant Alas’ından Gölcük’e tam 20 bin adet yavru aşılanmış. Şifalı suya sahip termâl kaplıcaları barındıran, Aladağlar ve Köroğlu dağları ile çevrili bu cennet köşesinde dinlenip; kayın, gürgen, sıklamen, böğürtlen ve orman gülleri arasında dolaşıp, deniz bisikletine binerek bol bol kartpostallık fotoğraf çekmeden dönmemeli.

Yazının devamı...

Çılgın Türkler'in çılgın transferleri

Fenerbahçe S.K: Geçen sezon şampiyonluğu kaptıran futbol takımı için kulüp hemen her gün bomba bir transfer yapıyor. Futbol severler daha Nani transferinin heyecanını bastıramamıştı ki bu hafta Robin Van Persie'nin de sarı-lacivert renklere bağlanması akılları baştan aldı. Uzun zamandır bir dedikodu olarak kabul edilen ve futbol camiasının "bilirkişi"leri tarafından "imkânsız" olarak kabul edilen RVP transferi büyük şok yarattı ve belli ki bu şok dalgası uzun süre devam edecek. Manchester United'tan yapılan iki dev transfere Josef de Souza, Simon Kajer gibi diğer transferler de eklenince, Fenerbahçe yaklaşık 35 milyon Euro gibi bir bonservis bedelinin altına elini koymuş olacak. Üstelik henüz macera sona ermiş değil. Her an Chelsea'den Ramires'i de Sarı Lacivert forma içinde görebiliriz. Taraftarların sevinci bir yana, futbolu gerçekten seven tüm izleyiciler için sezon boyu dünya starlarını ülkemizde izleyecek olmak, dünya gözüyle seyretmesi belki hayal olan futbolcuları tribünlerimizde alkışlamak, onlarla ortak bir heyecanı ve rekâbeti yaşayacak olmak büyük keyif verecek doğrusu.

Arda Turan: Tam anlamıyla "bomba" bir transfer. Robin Van Persie'nin Türkiye'ye gelmek üzere Fenerbahçe ile ön protokol imzalamasından duyulan heyecan nefesleri keserken bu sefer de ülkemizin önemli oyuncusu Arda Turan'ın Barcelona ile beş yıllık sözleşme imzalaması büyük fırtına kopardı. Bir yandan ülkemize dünya futbol starları gelirken, bir yandan da ülkemiz sporcularının dünya starları arasına katılma haberleri ile coşuyoruz. Hele, Arda'nın Barcelona yolculuğu, zaten İspanya Ligi'ni ve Avrupa futbolunu yakından tâkip eden ülkemiz futbol severlerinin ağızlarını iyice kulaklara vardırdı. Bir "Barça" hayranı olduğum için geçen ay Şampiyonlar Ligi final maçında, Barcelona'yı tribünlerde seyretme şansını yakalamıştım. Şimdi ise, Messi ile birlikte Arda'yı da izleyebilecek olmak kat be kat heyecan ve keyif vaadediyor önümüzdeki sezon için. Yolun açık, başarın bol olsun Arda.

Enes Kanter: Siyasi meseleler sebebiyle Milli Takım kadromuzda forma bulamaması herkesçe mâlum olan, NBA oyuncusu Enes Kanter de bu hafta aldığı rekor transfer teklifiyle tarih yazdı. Portland Trail Blazer's, Enes Kanter'e 4 yıl için 70 milyon dolarlık bir teklif yaptı. Söylenene göre; Kanter, bu teklifi kâbul ederse, Türk spor tarihinin en çok kazanan oyuncusu olacakmış. Bir diğer ihtimâl de, Enes Kanter'in geçen sezonki takımı Oklahama City Tunder ile yola devam etmesi. Ki bu da büyük ihtimalle Oklahama'nın da 23 yaşındaki basketbolcuya, Portland'ın 70 milyon dolarlık teklifini yinelemesiyle mümkün olacak. Siz bu satırları okurken Enes Kanter'in de karar verme süresi dolmuş olacak. Takımı ne olursa olsun, genç yıldız 70 milyon dolarlık imzayla, Türk spor tarihine adını yazdırmış olacak. Yolun açık, basketin bol olsun Enes Kanter!

Bayramda Konstantiniyye Oteli’ni okuyun...

Konstantiniyye Oteli: Zülfü Livaneli'nin bu yeni romanını henüz okumadıysanız mutlaka okuyun. Gerçekle hayali birbirine ustaca kaynaştıran romandaki herkes tanıdık ama herkes bir o kadar hayali. İsimler başka ama kişiler yakınımızda. Buram buram İstanbul kokan ama Türkiye'yi anlatan bir roman. Okuyucuyu bir ânda bin yıl öncesine götürüp, âni bir virajla yolunu "Gezi" olaylarıyla kesiştiren , içinde bulunduğumuz coğrafyanın tarihsel bir yol hikâyesi. Masal ile gerçek arasındaki en kısa yolda kurulmuş bir dünya. Livaneli'nin ustaca kurduğu bilmecesini çözmek, hayali isimlerin altındaki gerçek kimlikleri deşifre etmek ise okuyucu için farklı bir okuma deneyimi yaratıyor. Hem Bizans'a uzanmak, hem içinden geçtiğimiz bu garip döneme kuşbakışı göz atmak isterseniz, Konstantiniyye Oteli, kendiniz için şahane bir bayram hediyesi olabilir..

Yazının devamı...

Dikkat üniversite tuzağı!

Çok uzun zamandır, ulaşabildiğim tüm gençleri uyarıyorum: Diploma değil, meslek sahibi olmaya bakın! Ve hep aynı tepkiyi alıyorum: "Olur mu canım, üniversite mezunu olmak lâzım. Elbette, üniversite mezunu olmak güzel ama ille de "gerekli" ve aynı zamanda da "yeterli" değil. Unutmayalım ki; işsizlik en çok üniversite mezunları arasında var ve ülkemizdeki eğitim anlayışı değişmedikçe de bu oran katlanarak artacak besbelli! Hele hele; "Apartman Üniversitesi" diye tâbir ettiğim, ailelerin sırf "üniversite mezunu olsun çocuğum" diyerek, binbir sıkıntıyla belki yemeğinden kesip çocuklarını kaydettirdiği okullar var ki, işte onlar tam anlamıyla işsizliğe davetiye kurumları. Sonuçta ben ne iş veren, ne fabrika sahibi ne de yöneticiyim. Sadece ülkemizdeki eğitim problemine takıntılı bir birey olarak yıllar süren gözlemlerim sonucu edindiğim fikirler bunlar. Her zaman meslek liselerinin ve sanatı geliştirmek için de Halk Eğitim Merkezleri'nin önemine inanırım. Belirli meslek gruplarına değil, işini iyi yapanlara saygı duyarım.

Bu fikirleri yeniden dile getirmemin sebebi ise Azerbaycan devlet petrol şirketi Socar'ın Türkiye CEO’su Kenan Yavuz'un bu hafta attığı bomba twittler! YÖK'ü adeta bombardımana tutan Kenân Yavuz'un sözleri çok yadırgandı. Benim ise yüreğime su serpildi. Her kelimesinde o kadar haklı ki! Evet, söylemi sert ama gençlerin ve ailelerin dikkatini çekmek için böyle bir sarsıntı gerekliydi. Yavuz; 'Gecekondu üniversiteler' dedi hatta "gelen CV’leri çöpe atıyorum kapım üniversitelilere kapalı" diyecek kadar ileri gitti. Çok da iyi etti. Binlerce kişiye iş imkânı sağlayan, önümüzdeki 10 yılda ülkemize yatırım yapılacak 20 milyar dolarlık potföyü yöneten Yavuz'un sözlerinin gençlere, ailelere ve YÖK'ün kulağına küpe olmasını dilerim. İşte, Kenan Yavuz'un o twittleri:

İlle de Üniversite mezunu olmak şart mı:

İşte ülkemizdeki işsizliği körükleyen en büyük 2 yanılgıdan biri... İşinin ehli bir sekreter arayın, bulamazsınız meselâ! İyi bir teknik eleman aramak ise Taksim'de altın aramaktan farksız artık! Lise mezunlarının bilgisi yeterli değil, üniversite mezunları ise örnek vermek gerekirse sekreterlik gibi işleri küçümser! Oysa bir şirket için en cal alıcı görevlerdendir sekreterlik. Meslek okullarının önemi de burda devreye giriyor. Ve en çok iş ve personel açığı da bu alanda var. Ama meslek okulları öyle atıl bırakıldı ki artık elini sallasan elektrik mühendisine çarpıyor da tesisatı döşeyecek iyi bir elektrikçi mumla aranıyor! En çok para kazanma şansı meslek okulu mezunlarının oysa! Ama ülkemizdeki bir diğer yanılgı olan "önemli meslek", "önemsiz meslek" ayrımı da burda devreye giriyor. Doktorluk önemli, terzilik önemsiz, mühendislik önemli tesisatçılık önemsiz sayılıyor! Oysa tek bir gerçek var iş yaşamında: İşini iyi yaparsan önemli, işini kötü yaparsan beş para etmezin tekisin! Biri doktor oldu diye hiç boşuna saygı beklemesin! Şahane yemekler yapan bir aşçıya, kifâyetsiz bir doktordan bin kat fazla saygı duymak gerekir. Birbirinden değerli meslek yoktur. İşini en iyi şekilde yapan değerli meslek sahipleri vardır. Kapısında kuyruk olan bir fizik tedavi uzmanı mı yoksa sinek avlayan mimar mı daha saygındır!? Boşverin üniversite mezunu olamayı, meslek sahibi olup, işinizin "en iyisi" olmaya bakın!

İlle de üniversite mezunu olmak isteyenlerin bir de bölüm seçimi meselesi var tabii; en çok tercih edilen bölüm ise işletme. Bu bölümlerin, "kola altın bilezik" türünden bir meslek vaad etmediği ise adı havalı bir diploma uğrana göz ardı ediliyor. Üretim olmadan, "kim- neyi "işletecek, bunun hesabı yapılmıyor. Herkes daha kolay bir bölüm olduğu için "işletme" okuyup, yönetici olacağını düşünerek ne çok yanıldığını, ancak mezun olup da "ne iş yaparsın" sorusuna cevap bulamayınca anlıyor. Tabii; ilk 1000-2 bin öğrencinin kabul edildiği Boğaziçi Üniversitesi, ODTÜ ya da İTÜ İşletme Mühendisliği mezunu iseniz o başka! Ama; "işletme olsun da hepsi aynı" diye düşünüyorsanız, iş hayatı hakkında hiçbir fikriniz yok demektir.

Bir de yüksek puanlı olan "Tıp, mühendislik ya da uluslararsı ilişkiler ve hukuk" gibi bölümleri isteyen ama puanı bu alanlarda iyi olan üniversitelere yetmediği için tutturabildiğine girmeye çalışan öğrenci güruhu var! Hatta bu durum o kadar vahim bir hâle geldi ki, diploma basan üniversitelere giderek önüne gelen doktor çıkıp insan hayatını tehlikeye atmasın diye "baraj puan" uygulaması yapıldı. Şu bir gerçek ki; her bölüm her üniversitede okunmaz! Diploma almak size ekmek sağlamaz. Mühendislik-mimarlık deyince , üniversite adının yanında "teknik" olanlar, uluslarası ilişkiler deyince de politik yaşamın solunduğu Ankara ve İstanbul'dakiler önemli kapıları açar. Öğretim görevlilerine araştırma, öğrencilerine deneyimleme imkânı sunan, önemli bilim adamı ve araştırmacıları öğrencileriye buluşturan, sosyâl ve kültürel gelişim vaaden kurumlar için ancak "Üniversite" adı kullanılır. "Gelin, kahve içelim" mottosuyla alış-veriş paketli afiş bastırıp, "bize gelin, bir de puanınız ne olursa olsun size biraz da burs verelim" pazarlaması olan çakma üniversitelerin diploması ise babaların açtığı butiklerin duvarına asılır!

Yazının devamı...

Ne istediniz bu ülkenin gençlerinden ve geleceğinden!

Çalış dediniz çalıştılar. Daha çok çalış dediniz daha çok çalıştılar. "O kadar çok çalış ki çocukluğunu, gençliğini yaşama" dediniz, 14-19 yaşa arası insan ömrünün baharını gözlerini kırpmadan çöpe attılar. Ama olmadı, gene de olmadı, yetmedi, yetinmediniz. Daha çok verdikçe daha çok istediniz. Sadece çocukların, gençlerin değil bir ülkenin geleceğini hebâ ettiniz. Tek suçu, iyi bir eğitim almak için birbiriyle yarışan milyonlarca genç insanla kedinin fareyle oynadığı gibi oynadınız. Hatalı ve saçma sapan sorular bir yana bir türlü yönetemediğiniz sınav sonrası yerleştirme trafiğiyle hem öğrencilere hem de velilere "maymun zekâ testinde" muamelesi yaptınız. Mutlu musunuz?

Bir ülkenin geleceğinin, o ülkedeki eğitim düzeyi ile doğru orantılı olduğunu bilmek için alem-i cihan olmaya da gerek yok bu devirde. Üstelik "aman yahu yollarız Amerika'da herhangi bir okula" diyen gönlü rahat velilerden de değilim. İlle de ülkemde herkes için iyi bir eğitim standardı olsun, benim çocuğum da çalışma gerektiren iyi okullarda okusun, hep birlikte kalkınalım istiyorum ve bu yüzden de eğitim meselesiyle kafayı bozmuş durumdayım.

Önce TEOG ile başlayalım: Hala kasım ayındaki ilk sınavdan kalan, uzmanların ve bilirkişi heyetlerinin "hatalı" olarak tespit ettiği halde, MEB'in "gene yanlış ve kötü soru hazırlamışlar" eleştirisinden kaçmak için kabul etmediği ve sürüncemede kalan soruların yılan hikâyesine dönen mahkemeleri var.

Gayrimüslim öğrenciler sıkıntılı

Herkes Türkçe ve Matematik sorularından iptal beklerken kötü bir soru olmakla birlikte yanlış olmadığı uzmanlarca kabul edilen bir İngilizce sorusu şaşırtıcı bir şekilde iptal edildi. Tekrar puanlar hesaplandı. Ama hala matematik ve Türkçe sorularıyla ilgili ses çıkmıyor. Daha önceki yıllar yaşadığımız gibi altı ay ya da bir sene sonrası iptaller gelirse şaşırmam. Tabii bir de gayrimüslim öğrencilerin din dersinden muaf tutulmak yerine 0 puan verilerek, hatalı hesaplanan sonuçlarının düzeltilmesi süreci var! Tabii bunlar düzeltilene kadar büyük ihtimalle iş işten geçmiş, çocukların bir kere daha hakkı yenmiş olacak. Üstelik "hatalı sorular" en büyük sorunumuz değil. Soruların, ayırt edici özellikte olmaması asıl kâbus. Ülkemizin hem en pahallı hem de en zor girilen okulu Robert Kolej'in yedek listesi bile 1000 üzerinden 1000 puan alan çocuklarla dolu. Bir gün önce doğanın öncelikli yerleşeceği bir yerleştirme süreci bekliyor şimdi bizi. Çünkü, sorular, sınava girenlerin bilgi ve akıl yürütme yeteneklerini sağlıklı ölçemiyor. 1 milyon 200 bin öğrenciden söz ediyoruz! Yabancı özel okullara "parayı basarak" girildiğini sananlar için bir örnek vermek istiyorum: Yeniden Robert Kolej'e dönersek, hem tüm masraflar hariç yıllığı 55 bin lira olan, hem de sınavlarda tam yapmanın bile yetmediği, okul ortalaması da 100 olan çocukların bile yedekte beklediğini söylemem sanırım yeterli olur. Diğer yabancı okullar ve özel fen liselerinde de durum çok farklı değil. 240 sorudan 1-2 yanlışla ancak girilebilen bu okullarda, aynı puandaki öğrenci yığılmaları nedeniyle büyük kaos yaşanıyor. Sebep yine aynı; ayırt edici sorular sorularak çocuklar sağlıklı ölçülemiyor.

TEOG gidecek

Gelelim parasız eğitim seçenlere; iyi bir eğitim için parası olanların hâli böyle ise iyi Anadolu Liseleri'ne girecek çocukların vay hâline! 1 milyonu aşkın çocuk içinden sınavı tam yapan binlerce öğrenci ve hemen hepsinin hayali İstanbul ve Galatasaray Lisesi. Peki hangi önceliğe göre yerleşecek bu çocuklar. Üstelik her yıl medyaya yansıyan "torpilli" dediğimiz usulsüz yerleştirmeler de işin cabası!

Üniversite'ye giriş sınav sorularında da iptaller var. Nedense hem MEB hem de YÖK önce iptalleri sonra puanları açıklamak yerine, önce puanları açıklayıp sonra soruları iptal ederek yeniden puanlama gerektirecek bir süreci işletip, aileleriyle birlikte düşündüğümüzde milyonlarca insanı büyük strese sokuyorlar. Lise, üniversite, KPSS, öğretmenlik sınavı ve diğerleri... Bu sene liseye geçiş için yapılan "TEOG" değişecek deniyor. TEOG gidecek "MEOG" gelecek. Genç nüfus çok olduğu sürece elbet sınav gerekecek. Önemli olan zihniyetin ve artık başarısızlığı katmer katmer kanıtlanmış kadroların tamamen değişmesi. Aksi takdirde, bir türlü rayına oturmayan sınav ve yıldan yıla gerileyen eğitim sistemimizle ülkemiz için aydınlık bir gelecek beklemek tatlı bir hayâl olmaktan öteye gitmeyecek!

Yazının devamı...

Madımak’ı unutmadık

2 Temmuz 1993... Tarihe “Sivas Katliamı“ ya da “Madımak Olayı“ olarak geçen, bitmeyen bir yangının başladığı gün. 22 yıl önce, Sivas’ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri için bir araya gelmiş sanatçı, şair ve aydınların ateşe verilerek, ülkenin karanlığa gömüldüğü gün. Zorla kışkırtılmış bir mezhep çatışması uğruna, kardeşin kardeşi boğduğu gün. Vicdanların dağlandığı gün. Nesimi Çimen’in curasında sözün bittiği, Muhlis Akarsu’nun sazının sustuğu, Asım Bezirci’nin kaleminin kül olduğu, Metin Altıok’un dizelerinin tutuştuğu gün. Henüz 22 yaşındaki Hasret Gültekin’in bağlamasıyla kor olup, içimizi yaktığı gün. Saz çalan babasıyla şenliklere katılmak için gelen 12 yaşındaki Koray ve 14 yaşındaki ablası Menekşe’nin annelerinden koparıldığı gün. Alevi kültürü üzerine araştırma yapmak için şenliğe gelmiş Hollandalı gazeteci Carina Cuanna Thuijs’in, Alevilikle birlikte saldırıya uğradığı ve ölüme kucak açtığı gün. Aziz Nesin’in darp edilip canını kıl payı kurtardığı gün... Bugün serbest kalmış dolaşan, çoğu da şu anda ülkenin yönetim kadrolarında çalışan, ülkeyi mezhep ayrılığıyla bölmeye çalışan tetikçilerin, sanatçıları hedef gösterip halkı kışkırttığı gün. Tıpkı bugün sözü hoş karşılanmayan sanatçıların iktidar eliyle hedef gösterildiği gibi, şenlikte saz çalıp, şiirlerini okuyacak şairlerin, yobazlığa kurban verildiği gün. Yaşamaya devam etmek için unutmak gerekir, buna inanıyorum. 2 Temmuz ise, failleri devlet eliyle serbest kaldığı sürece, dini ve mezhebi, siyaset için silâh olarak kullanan iktidarlar nedamet getirmedikçe hep yanmaya devam edecek, bunu biliyorum. İşte bu yüzden: “UnutMADIMAKlımda” diyorum.

2 Temmuz 2015... Sivas Katliamını lânetlemek, Madımak Oteli’nde yobazlığa kurban verilen 35 canı anmak, bu ülkenin sanat ve sanatçılarına yönelik belki de tarihimizin en büyük en büyük saldırısını hatırlamak için on binler Sivas’ta yürüyor. 22 yıldır ülkenin üstündeki en büyük kara bulutu dağıtmak için... Mezhep kisvesi altında bölüp yönetmeye çalışanlara karşı, sanatçıları hedef gösteren erklere karşı, kardeşliği yakıp ülkeyi bölmek isteyenlere karşı... Bizi bize düşman etmeye çalışanlara karşı...

Ve en çok sevgili Zeynep Altıoklar’ı Sivas’ta görmek düğümlüyor boğazımı. O ki bugünün milletvekili ama her zaman unutulmaz şair Metin Altıok’un kızı. O ki, sadece kardeşlikten yana olduğu için yakılan bir babanın evlâdı. O ki; yüreğinde kin yerine sevgi büyüten bir kadın. Bu gün Sivas’a intikam değil, kardeşlik için ve faili meçhul siyasi cinayetlerin izini sürme sorumluluğuyla, 22 yıl sonra yüreğini yakan topraklara, yüreğine taş basarak gelmiş bir vekil. Sözlerini yüreğimle kucaklıyorum: “22 yıl buraya gelmeyi beceremedim. Duygusal olarak benim için zor bir şeydi. 22 yıl sonra ilk kez şimdi başka bir sorumlulukla burada olmak istedim. Duygularımı anlatmak çok zor, söyleyecek çok da bir şey yok. Söylenmesi gerekenler 22 yıldır söylenmedi, yapılması gerekenler 22 yıldır yapılmadı. Bize de 22 yıl sonra burada ailelerimizle, kol kola, yan yana mücadelemizi sonsuza kadar sürdüreceğimizi haykırmak düştü. Davamız zaman aşımına uğradığı zaman ‘hayırlı olsun’ diyenler utanmadılar. Biz onların yerine de utanıyoruz. Değiştireceğiz gerçekten hayırlı olacak. Ülkemizin geleceği için hayırlı olacak. Tüm faili meçhul siyasi cinayetlerimizin aydınlatılması için tüm katliamların adalete kavuşması için çabalarımız sürecek. Mücadelemizi hiç bırakmayacağız.”

2 Temmuz 1993’te ölen canlar ve 2 Temmuz 2005’te Sivas’ta mücadelesine devam edenler için dualarım... unutMADIMAKlımda... Sen de unutma!

Yazının devamı...

Ramazan alışverişinin geleneksel adresleri

Ramazan ayının uzun ve sıcak günlere denk gelmesi iftar sofralarını daha şenlikli ve önemli hale getiriyor. Ben de soluğu Mısır Çarşısı’nda aldım. Rengârenk, cıvıl cıvıl dükkânlardan gelen, baharat ve lokum ve kahve karışımının tatlı râyihası... Hurmanın en âlası, lokumların en tatlısı, peynirlerin en ucuzu; işte size Mısır Çarşısı sefası...

Ramazan ayı geldi. Uzun ve sıcak günlerin zorlu sınavının sonunda, şenlikli iftar sofraları ile taçlanmalı akşamlar diye düşünerek, doğruca Mısır Çarşısı‘nda aldım soluğu. Sahurdan iftara, ramazan sofralarının olmazsa olmazı peynir alışverişi yapalım önce. Hemen söylemeliyim ki bu devirde ramazan sofrası kurmak, cüzdanı ateşe vermek demek! Gittikçe pahalılaşan ülkemizde bu ramazan ayında fiyatlar da sıcaklarla yarışıyor. Yine de peynir, Mısır Çarşısı‘ndaki en mâkul alış-veriş sanırım. Türkiye’nin dört tarafından peynir bulmak mümkün. Marketlere göre fiyatlar daha uygun. Kırklareli’deki bakkaldan 15 liraya aldığım yerel beyaz peynir, Mısır Çarşısı‘nda 18 lira. Tabii 38 liraya kadar farklı fiyatlar var. Çeçil peynirinden tuluma, eski kaşardan beyaz peynirin en âlasına binbir çeşit var. Deri tulum sevenleri hemen uyarıyım; alırken taze olmamasına dikkat edin yoksa bakteri tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirsiniz. İyi bir deri tulum bir sene, koyun sütünden beyaz peynir ise sekiz ay buzhanede beklemeliymiş. Yumuşak ve ağızda sünen peynir alınmamalıymış. Biraz sert ve ağızda buruk tât bırakan iyi peynirmiş. Deri tulum 52, Kars gravyer 48, bidon tulum ise 30 lira. Peynirin en yakın arkadaşı zeytin olmadan iftar sofrası düşünülemez; siyahı, yeşili, selesi Gemlik’iyle ama en lezzetlisiyle çeşit çeşit zeytin bu çarşıda bulunuyor. Zeytin fiyatları ise; 20-26 lira arası değişiyor.

Mısır Çarşısı‘nın en renkli üyeleri

Tavanlardan sarkan, her ne kadar yiyenin üzerinden günlerce kokusu çıkmasa da kiremit rengi kurutulmuş ete sarmalanan çemenle efsanevi lezzete kavuşan pastırmalar, Mısır Çarşısı‘nın en renkli üyeleri. İftar sofrasında azıcık sunulması âdettendir ama bu yaz sıcağında susatacağı için aşırıya kaçılmaması tavsiye edilir. Cankurtaran Gıda’ya uğrayıp fiyatlarla ilgili bilgi aldım. En iyisi denilen sırt pastırma 126 TL, kuşgönü 128 TL, makine pastırması ise 86 TL. Sucukların ise kilosu 70 lira yani büyük bir halka sucuk 50 lira civarına denk geliyor.

Her sahurda süte bal katıp yiyin

Rahmetli dedem midesini rahatlatsın diye her sahurda süte bal katar içerdi. O zamanlar “organik” terimi hayatımıza girmemişti çünkü olması gerektiği gibi doğaldı yiyecekler. Arıların önce kovan yapıp sonra içine bal yapması “organik” diye sınıflandırılmaz doğal karşılanırdı. Şimdi ise bal mumundan insan eliyle kovanlar yapılıyor ve arıların içine bal yapması sağlanıyor. İşin garibi; doğal olmayan yollarla üretilen yiyeceklere “yapay” anlamında bir âd konmuyor da zaten olması gerekene “organik” deniyor! Sanki “inorganik” şeyleri yiyebiliyormuşuz gibi! Neyse gelelim bal fiyatlarına; Siirt yöresinden çok iyi bir “organik” karakovan balı almak isterseniz 220 lirayı gözden çıkarmanız gerekiyor. 88 liralık balda ise ince bir mum bulunuyor.

Ebcir’e uğramadan iftar sofrası kurulmaz

İftarın vazgeçilmezi hurmadan, kahve yanında verilecek lokuma, antioksidan etkisiyle geceleri vücudunuzu dinlendirecek nar çayından şahane bakır çaydanlıklara kadar sofranızı renklendirecek binbir çeşit malzeme burda. Açıkçası tüm Mısır Çarşısı esnafı, ramazan sofrası alışverişinin AVM’lere kaymasından şikâyetçi. “10 yıl önce şeker için kuyruk olurdu numara verirdik, şimdi ise Ramazan Bayramı‘nda şeker satmıyoruz” diyorlar. Üstelik ürünlerin pahallılığından, müşterilerinden daha çok dükkan sahipleri şikayetçi. “Geçen yıl fındığı 15 liradan alırken bu yıl 65’ten alıyoruz, satışın ise kilosu 90-100 liraya çıkıyor” diye yakınıyorlar. “Geçen yıl kayısı yoktu bu yıl da fındık” diye dertlenmeye devam ediyorlar. Ceviz ise 90-120 lira arası. Romanya-Bulgaristan’dan gelen ve sağlıklı olmadığını söyledikleri ceviz ise piyasada 30-40 liraya bulunuyormuş ama tavsiye etmiyorlar. Cevizli sucuk 25 TL, fıstık ve bademin fiyatı 60 TL geçen yıldan beri değişmemiş. Leblebi-üzüm ise kilosu 10 lira ile her bütçeye ve mideye uygun olmaya devam ediyor. Lokum ise iki çeşit: Ballı ve şekerli. Ballı lokumun kilosu 85, şekerli lokumun ise 35 lira. İftar sofrasının vazgeçilmezi pilava safran katmak isterseniz gramı 30-60 lira arası ödemeniz gerekecek. “Olmazsa olmaz” Kudüs Hurması‘nın ise kilosu 60 lira. Oruç tutarken sağlığınız için çok faydalı olan şekersiz, antioksidan ve bol vitaminli nar çayından ise 30 liralık almanız ay boyunca yeterli olacaktır. Gelelim, yemekten sonra içilecek çaya hem şıklık hem de ayrı bir tâd katacak bakır çaydanlıklara. Aman Çin malı almayın, 1 ay içinde kalayı gidip kullanılmaz hâle gelebilir. Antep işi iyi bir çaydanlık 100 lira, eğer üstü işlemeli isterseniz bu fiyat 150 liraya çıkıyor ama uzun bir süre de kalay ihtiyacı olmuyor.

Herkese hayırlı bir ramazan ayı ve bereketli sofralar dilerim. Mısır Çarşısı‘na uğramadan ramazan ayını uğurlamayın derim.

Yazının devamı...

Tevekkeli havalar böyle...

Seçimlerin ardından derin bir sessizlik... O kadar ki, insan yadırgıyor! Hani tren yolu kenarı bir daireden, bahçe içi eve taşınırsın da, sessizliğin varlığı her ân hissedilir bir hâle gelir ya... Bir gün, iki gün, üç gün, dört gün, beş gün... Fırtına öncesi misâli; romantik bir hafifliğin içinden geçen sessizlik, yavaş yavaş ağırlaşıyor sanki. Çimenlere mi yayılmalı, sığınaklara mı kaçmalı? Beklemeli... Bekleyip görmeli... Neler, neler görmedik ki!

Rahmetli anneannem, beklenmedik bir olay karşısında “tevekkeli havalar böyle...” derdi. Tembel oğlu birden çok mu çalıştı, asâbi kocası çok mu yumuşak davrandı; anneannem hemen patlatırdı lâfı: “Tevekkeli havalar böyle..” Bunu işitince, annenannemin ne kadar şaşırdığını anlardık. İşin garibi bu söz de hep mevsim normallerinin dışında seyrederdi sahiden. Yani ne vakit cimri komşumuz elinde pasta ile oturmaya gelse ya da 25 yıldır görmediği akraba-i taallukat elini öpse; ya yaz günü sağanak ya da İzmir’e kar yağardı. Anneannem de hayatındaki şaşıtıcı olayları, havaların şaşkınlığına bağlardı. Yani şimdi hayatta olsa; ne Erdoğan’ın bu alışık olmadığımız suskunluğuna, ne de seçim sonuçlarına şaşırmaz, hemen mevzuuyu hava durumuna bağlar, “tevekkeli havalar böyle, baksana yaz gelmiyor...” diyerek, mevsimdeki sapmayı da aynı cümle içinde izâh etmiş olurdu.

Ve okullar tatil oldu

Ve sonunda okullar tatil... Karneler alındı, sevinçli çocukların coşkusu, koca bir yaz çocuklarını nasıl eğleyeceklerini düşünen ailelerin endişesine karıştı. Okul mücadelesinden çıkan annelerin bir gözünde “like” diğerinde ise “error” yazıyor. En zengininde bile bu durum değişmiyor. Çalışan anneler, yaz okullarına baş vuruyor. Çocuklar bir okuldan daha eğlenceli olan diğerine devroluyor. Kalan boş zamanları organize etmek yine annenin maharetine kalıyor. Kiminle konuşsam, “nasıl zaptecez üç ay bu çocukları“ diyor. Yazlıkçıları büyük bir koşuşturma bekliyor. Gelen- giden konuklar, eğlensin diye bir araya getirilen çocuklar, nereye yetişeceğini şaşırmış, “tâtil” adı altında helâk olan kadınlar... Maddi imkânı olmayanların hele, vay hâline! Sonra gel de “çocuklarınızı bilgisayar başından uzak tutun” de! Develetimizin, Avrupa’daki gibi mahallelerde yüzme, tenis, drama dersleri var da anneler yollamıyor sanki! Velhâsıl; anne olmak dört mevsim zor ama yaz tatilinde sanki daha bir zor...

Çocukların da işi kolay değil! Aileleri dünya kadar para verip en alâsından bilgisayarları alıyor almasına da sonra “oynama artık yeter” diyor ya, işte kafalar orda karışmaya başlıyor. Kendi çocukluğumu düşünüyorum şimdi... Yazın, anneannemin yanına İzmir’e giderdim. Orta halli bir memur ailesiydik ama İbn-i Haldun’un “coğrafya kaderindir” dediği gibi, benim de şansım doğduğum yerdi. Tabii ki beni de ailem Amerika’daki dil okullarına yollayamıyordu yazın ama, Karşıyaka’da filmlerden tanıdığımız Miami’yi aratmıyordu nasılsa. Gün gidip de hava bir nebze serinleyince, palmiyeli yolda, hanımeli kokularıyla, sahil boyu kilometrelerce yürürdük. Çarşının içinden kokoreç ekmek ya da o zamanlar pek moda olan külâhta patates kızarması alırdık. Dondurma ise olmazsa olmazdı. Çocukluğumun, o herkesin birbirini tanıdığı Karşıyaka’sında, cep telefonu ile değil, yolda rastlaşan eş-dost sayesinde çocukların her ân nerde olduğunun bilindiği iletişim ağıyla sarılıydık. Altımızda bisiklet, beyaz şortlarımızla, kimsenin çirkin lâflar atmadığı bir ortamda, kızlı erkekli fink atardık.

Dönemsel kaderimiz

Ben gündüzleri genellikle dedemle ve dayımla birlikte, dükkana çalışmaya giderdim. İzmir’in esnâf bölgesi olan ve gayet erkek egemen bir muhit olan Basmane’deki, dedemin kuruyemişçi dükkanında, anneannemin geceden yaptığı limonataları satmak görevi benimdi. Gerçi, karın ağrılarımla birlikte, sattığımdan fazlasını içtiğim anlaşılınca kesekâğıdı yapma işine geçirmişlerdi beni. Sonra, dayımın eczanesine terfi ettim. Öğle yemeğinde Kemalpaşa tatlısı karşılığı rafları silerdim. Pazar günleri, arabanın arkasını 4’ler doğru deniz kenarına giderdik. En çok eski Foça’yı severdik. Köy fırınından dumanı tüten kara ekmek alır, sonra çeşme yakını bir koya yayılırdık. Mangallar, dolmalar, tatlılar... Dönüş yolunda, ayağımın altına batan kestanelerin sızısına rağmen, anneannemin kucağında o tatlı uyuklamalar.

Şimdi anlıyorum ki sadece coğrafya değil dönem de kaderimizmiş. Aman efendim; İstanbul’muş, dil kursları- yaz okulları- teknoloji varmış... Bu devirde çocuk olmak büyük şansmış da şimdikiler kıymet bilmezmiş! Hadi canım ordan! Siz hiç benim anneannemin limonatasını içtiniz mi? Güneşten yanmış burnunuza sürülen yoğurdu dilinizle sıyırmayı denediniz mi? Bisiklet üzerinden düşmekten kabuk bağlayan dizlerinizle övünüp, bilgisayar başında yalnız başına level atlamak yerine, bir yaz boyu o yeşil misket için 10 çocukla mücadele ettiniz mi!

Yazının devamı...

Futbolun nirvanası ve iyi futbol ahlakı

Geçen hafta sonu Şampiyonlar Ligi finalini izlemek için Berlin’deydim. Üstelik bir gün sonra seçimler olduğu için hemen dönmek zorundaydım. Kaç aklı şaşmış kadın benim yaptığımı yapar da onca işin arasında 1,5 günlüğüne, kalkıp bir maç izlemek için Berlin’e gider acaba! Evet, kâbul ediyorum, normal değilim. Ama hiç pişman değilim, gene olsun gene giderim! Bir deneyimdi benim için. Ve açıkçası, cebimde futbol taraftarlığına dair çokça notla döndüm. “Ya bizimki taraftarlık değil ya da bu adamlar maç izlemeyi bilmiyor” diye düşünmeden edemedim! İşte bir futbolsever olarak, Barcelona - Juventus maçı sonrası, taraftar izlenimlerim.

Açıkçası Şampiyonlar Ligi finalini izleyebilecek kadar şanslı olduğum için çoğu futbolseverin şu anda bana imrenerek baktığını biliyorum. Eh, pek de haksız sayılmazlar. Futbolun Nirvana’sındaydım! Üstelik; UEFA’nın sponsor firmalarından HTC’nin daveti ile maça gittiğim için, trübündeki yerim de çok güzeldi ve FIFA’nın VIP çadırlarındaki yemekli davetler sayesinde, stattaki damak tadıma hiç uymayan abur cubura talim yapmak yerine hemşerilerimin mis gibi dönerini yemiş oldum. Hem de “usta be, kızarmışından koysana” diyebilmenin keyfiyle. Eeeee, Almanya’nın ülkemizden en fazla göç almış şehri olan Berlin’de, Türkiye’den gelmiş olmanın avantajları olacaktı elbette.

Bu erkek egemen dünyada, HTC’den gelen davete icâbet etmemin sebebi ise Türkiye Genel Müdürü‘nün bir kadın olması. Canan Hanım’da benim gibi heyecanlı bir futbol izleyicisi olduğu için, kendimi rahatlıkla koyverip, hop oturup hop kalkıp, bağırıp çağırıp, doya doya Messi’den ıniesta’ya, Buffon’dan Pique’ye kadar efsane isimleri heyecanla seyretmenin keyfini yaşadım. Zaten 2015 Şampiyonlar Ligi’nin en iyi 18 futbolcusundan 10’u bu maçtaydı ve Barca’nın Hırvat yıldızı Rakitic’in Juventus’a attığı “Yılın En İyi İkinci Golü“nü de dünya gözüyle izlemiş oldum. Birinci hangisi diye merak ederseniz; Ronaldo’nun Liverpool’a attığı gol, “En İyi” seçilmiş. Gönül isterdi ki, kendi takımlarımızı finalde görelim; ama hiç değilse Cüneyt Çakır’ı sahada görmenin gururunu yaşadım. Eh, 4’üncü hakem dışında tüm hakemlerin Türkiye’den olmasının biraz da havasını attım. Bu yüzden de maç boyu, yanımda oturan Barcelona taraftarının “hani nerde kart” diye dönüp dönüp bana sormasına mâruz kaldım.

Bu arada hem Barcelona hem de Juventus taraftarının maç izleme biçimlerine, tezahüratlarına ve tepkilerine şaşırdım, kaldım. Bu kadar mı bize benzemez olur, inanamadım! Geçmişlerinde nasıldı, ne gibi taşkınlıklar yaşandı onu bilmem! Avrupa Ligi’nde de oldukça hırçın taraftar kavgaları olduğunu duyuyoruz elbette ama ben gözümün gördüğünü ve tespitlerimi anlatıyorum şimdi size.

Peki maçta ne oldu?

ÂStada girişte polis çok dikkatli ama bir o kadar kibardı. Güvenlik önlemleri had safhadaydı ama seyirciye yansıtmamak için de ayrıca tüm ekipler dikkatliydi. Zaten, kimse itişip kakışmadı, sırayı ihlal etmeye çalışmadı. Girişte bir grup Barcelona taraftarı önceden “bellenmiş“ oldukları için polis tarafından çembere alınarak bekletildi. Ne polis ne de engellenen taraftar bu süreçte birbirine tek kelime etmeden bekledi.Özetle; onca kalabalığa rağmen stada giriş son derece sâkindi. Maç boyunca stadın tepesinde dönen helikopter gibi güvenlik mekânizması ise her ân her yerde varlığını hissettirdi.

ÂHem Barcelona hem de Juventus taraftarının, tezahürat biçimi beni şaşkına çevirdi! Yahu, siz hiç taraftarların birbirini beklediği bir maç gördünüz mü! Şöyle; diyelim önce Barcelona marşlara, şarkılara, sloganlara başlıyor, sesleriyle stadı inletiyor sonra onlar bir saniye sustuğu ân Juventus başlıyor. Aynı anda iki taraf da bağırıp çağırmadığı için de kimsenin kafası şişmiyor.

ÂBizim için artık uzak bir hatıra ama rakip taraftarlar stadın çoğu yerinde bir arada oturuyor. Güzel pozisyon varsa, her iki takımın taraftarı da alkışlıyor.

ÂBarcelona mutlak gol şansını değerlendiremediğinde biz fırlayıp “ah bunu nasıl kaçırırsın” tadında bağırıp sinirlenirken, hâlis muhlis Barca’lılar oyuncularını alkışladı.

ÂMaç bittiğinde iki taraf da birbirini alkışladı. Hele kupa töreni sırasında çok duygusal anlar yaşandı. En büyük alkışı, Barcelona’ya veda eden Xavi ve Juventus’tan Pirlo aldı. Tüm stad, taraftar ayırt etmeksizin bu iki futbolcuyu alkışladı. Yani benim bile bünyemin alışık olmadığı bir “dostluk- kardeşlik- barış“ havası tüm Berlin sokaklarında hâkimdi. Şöyle, kendimi ve verdiğim tepkileri de gözümün önünde bulundurarak bize baktım da... Ne diyeyim, çok yolumuz var daha çooook...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.