Şampiy10
Magazin
Gündem

İki yaşam iki kitap...

Pek çok arkadaşımdan, özellikle de erkeklerden okuduğu kitapların ille de gerçek yaşamdan olması gerektiğini duyuyorum. Bir yazarın, kendi hâyal ürünü olarak kurguladığı hikâyelere mesafeli bakan çok insan var. Birinin kurgusunu okumaktansa, gerçekten yaşamış insanların hayat deneyimlerini okumanın daha câzip olduğunu savunanlar oldukça fazla. Açıkçası bu fikre şaşırıyorum. Sonuçta, her kitap, gerçek yaşam öyküsü bile olsa yazarın kurgusudur ve her kurgu da hayatın ta kendisinden parçalar taşır. Her kurgu gerçek, her roman kurgudur. Yaşar Kemâl romanlarının kahramanları ne kadar Anadolu'nun gerçek insanlarıysa, tarih kitapları da o kadar onu yazanların kurgusu değil midir? Açıkçası bana göre, insanı, yaşamı, toplumu gerçekten anlatmayı başaran kitaplar ve bir de başarısız olanlar vardır. Gerisi teferruattır. Ben yine de "gerçek kişilerin hikâyesi"ni tercih edenlere saygı duyarak bu yaza ait iki yeni kitap önermek istiyorum. İkisi de yaşanmış hayatların kurmacası, ikisi de son derece keyifle okuduğum kitaplar. Yazın rehavetinde ya da Kurban Bayramı tatilinde yeni kitaplarla buluşmayı hayal edenler ve bir de "gerçek yaşam" hikâyelerine öncelik verenler için bu iki kitabı mutlaka tavsiye ederim:

Günübirlik Hayatlar

"Gerçek şeyler" okumaya meraklı olanlar için kesinlikle bir hazine. Sadece yaşanmış hikâyeleri anlatan değil, aynı zamanda doğrudan yaşayan kişinin kaleme aldığı bir kitap. Üstelik, yazar ünlü bir bilimadamı. Yani hem gerçeklik hem rasyonalite arayanlar için mükemmel bir seçim. Hele de biraz insan psikolojisine meraklı olanların başucu kitabı olacağına şüphem yok. Dünya'nın en önemli psikiyatristlerinden, Stanford Üniversitesi Profesörü İrvin Yalom'un geçen ay çıkan yeni kitabı, 84 yaşındaki doktorun gerçek psikoterapi öykülerinden oluşuyor. Öfke sorunu yaşayan bir kadın, çok başarılı ama mutlu olmayan bir iş adamı, kendini gerçekleştirememiş bir balerin ve diğerleri... Hepsi içimizden birileri... Kendimize bile itirâf edemediğiniz, ortak yaşam düğümleri... Okudukça, kendimize terapi yapar gibi bilinç altını kazıyan, derinlerdekilerle yüzleştikçe karşımıza çıkan "ben"le buluşmamıza zemin hazırlayan bir başucu kitabı. Bir türlü anlayamadığım ama artık kabullendiğim, "ben kurmaca roman" sevmiyorum diyenlere özellikle tavsiye ederim. Hepsi gerçek, her satırı bilimsel. Bayram'da tam anlamıyla "kendi ile kalmak" isteyenleri, gerçek "ben" ile tanıştıracak şahane bir kitap.

Bergman ve Capa aşkı

İngiliz yazar Chris Greenhalg'ın, efsane oyuncu İngrid Bergman ve efsane savaş fotoğrafçısı Robert Capa arasındaki ünlü yasak aşkı anlattığı yeni romanı. Yazarı, daha önce de Coco Chanel ve İgor Stravinsky'nin ilişkisini kaleme aldığı kitapla tanıdı, özellikle gerçek yaşam öykülerine meraklı okurlar. Bu sefer romana konu olan aşk hikâyesi ise yaşanmış olduğuna inanılamayacak kadar büyüleyici ama bir o kadar sahi. Arka tarihi fonda, İkinci Dünya Savaşı sonrası Paris... Bir yanda savaş yaraları, öte yanda ışıltılı ve çılgın bir dünya. Bir yanda dünyanın en ünlü ve en güzel kadını öte yanda çılgın ruhlu bir fotoğraf sanatçısı. Bir yanda evli, toplum tarafından azize olarak görülen saygın bir anne, öte yanda savaşta gözünün önünde sevdiği kadını bir tankın altında kaybeden acılı bir yürek. Sonuç; basit bir buluşma ve büyük bir aşk. Ortaya çıkan; çarpıcı, çekici, seksi, kısaca okuyanı baştan çıkaran etkileyici bir kitap...

Yazının devamı...

Yakın ve ucuz cennet: Karadağ

Bayramın Eylül ayı sonuna denk geldiğini düşünürsek zaten mevsim itibari ile Dünya üzerindeki en keyifli yerler ülkemizin Ege-Akdeniz kıyıları ile Avrupa ve Balkanlar. Kısaca bu Kurban Bayramı, birkaç saatlik uçuşla gidilebilecek yerleri gezmek için en elverişli zaman.

Bodrum-Datça-Bozburun-Marmaris-Kaş-Kalkan-Dalyan-Fethiye'nin ise cennet olduğu dönem. Ama yurtdışına seyahat etmek istiyorsanız size mutlaka Karadağ'ı tavsiye ederim.

Hem yakın, hem ucuz, hem ulaşımı kolay; hem tarih, hem deniz, hem doğa hem gurme zevklere hitap eden muhteşem bir gezinin sizi beklediğinden emin olabilirsiniz. Biz bu yıl, Ada liseye geçiş sınavlarına gireceği için İstanbul'dayız. Eğer olur da bu yazımı okur ve Karadağ'a giderseniz, benim için de bir kere o tarihi dokunun içinden kendinizi Dalmaçya kıyılarının turkuvaz sularına bırakın lütfen.

Karadağ hakkında: Eskişehir kadar bir yer. Nüfusu da 600-700 bin arası. Eski Yugoslavya'nın 6 cumhuriyetinden biri. 2006 yılından beri bağımsız. Etnik yapı şöyle; yüzde 43 Karadağlı’ya, yüzde 32 Sırp ve yüzde 8 Bosnalı. Ülkede Müslüman olan Arnavut azınlıklar da var ama nüfusun yüzde 75’i Ortodoks Hıristiyan, Müslümanların oranı ise yüzde 18. Arnavutluk, Kosova, Sırbistan, Hırvatistan ve Bosna Hersek ve tabii muhteşem Adriyetik denizi ile komşu.

Nasıl gidilir: THY'nin Başkent Podgorico'ya uçuşu var. Uçuş süresi ise 1 saat 50 dakika civarı. Mutlaka araba kiralamanızı öneririm. Aslında uzun bir tatil planlayanlar hiç uçak kullanmadan kendi arabaları ile de gidebilir. İstanbul-Podgorico 1100 km ve dura kalka şahane yerler görerek gidiliyor. Bu sefer bayram tatilinin 4-5 gün olduğunu var sayarak uçak+Karadağ'da araba kiralama tavsiye ediyorum.

GEZİYE DUBROVNİK’E DAHİL EDİN

Bu geziye Dubrovnik de dahil edilebilir. Geçiş çok kolay. Herceg Novi-Dubrovnik arası yarım saat. Sonuçta hepsi Yugoslavya'dan kopan ülkeler olduğu için kardeşler. Üstelik hala komünizmin izleri var. Örneğin; Para ve sınıf farkı hala çok yok. Lüks de çok yeni bir kavram ve özelleştirmeyle yabancı işletmeye verilmiş Sveti Stefan adacığındaki Aman zinciri gibi çok ayrıcalıklı bir yere gitmiyorsanız Karadağ ve Hırvatistan'da ultra lüks birşey göremezsiniz. Herkes için eşit imkanlar ve konfor var.Örneğin, öyle bizdeki "beach" kavramı yok. Her plaj halka açık. En fazla şezlong kiralanıyor. Özel işletme bile olsa halk girebiliyor. Denizden sonra duş yok mesela. Ve sorduğunuzda çok yadırganıyorsunuz. Deniz de çok tuzlu değil bu arada , ya da insan ordaki sisteme alışınca duş ihtiyacı duymuyor. Deniz mahsülleri çok ucuz. Öyle çok lüks olsun, birinde balık 5 euro bir başka mekanda 50 euro olsun diye bir durum yok. Yine de az mekan olduğundan olsa gerek kendinden daha popüler olan komşusu Hırvatistan'dan pahalı. Öyle kokoş mekan olsun, kokoş plaj partileri filan arıyorsanız yanlış yere gidiyorsunuz. Ellerde bira(çünkü bölgenin biraları şahane), herkes deniz kenarında kendiliğinden gelişen eğlenceye katılıveriyor. Gelen turistler de aynen buna ayak duruyor. Kim zengin kim fakir hiç anlaşılmıyor.

KARADAĞ'IN EN GÜZELLERİ

Kotor: Unesco koruması altındaki tarihi kenti tek kelime ile masalsı. O nasıl bir coğrafya. Deniz, karanın içine girerek öyle büyük ve sıra dışı bir liman oluşturmuş ki manzara karşısında insanın nefesi kesiliyor. Hem doğası hem de çarpıcı tarihi mimarisi ile bir kere gören Kotor'u asla unutamıyor.

Perast: Kotor'un oluşturduğu Lagün'ün üzerinde Kotor'a 14 km. mesafede bir kasaba. Denizin kıyısında duran kilisenin önünden kendimi lacivert suya bıraktığım ânı ömrümün sonuna kadar unutamam. Yıllarca Venedik Cumhuriyeti'nin himayesinde olduğu için, Venedik Barok mimari ile bezeli taş evler, daracık taş sokaklardan oluşan rüya gibi bir yer. Kıyıdan açıkta biri yapay, diğeri 12.yy.dan kalma ve içinde şapel bulunduran iki adasıyla Unesco'nun "Dünya Mirası" listesinde bulunan Perast, Karadağ'ın en güzeli.

Budva: Karadağ'ın sahil kenti ve hatta 2500 yıllık geçmişiyle belki de en eskisi. Öte yandan en turistik bölgesi. Plajları, eğlence yerleri, lokantaları ile en renklisi. Özellikle içindeki kütüphane görülmeli.

Sveti Stefan: Küçücük bir yolla hemen karaya bağlanan olağanüstü güzellikte tarihi surlarla bezeli yemyeşil bir ada. Maalesef Karadağ'a yakışmayan kapitalist yozlaşma ile uzak doğulu bir dünya devi otel zincirine satıldığı için son yıllarda halka kapatıldı. Otel misafiri olmadan girip gezmek mümkün değil. Odaların geceliği de 2000 euro filan. Yukarıdan bu adaya bakan bir otelde kaldım ve her sabah bu güzellik karşısında hem küfrederek hem de "nasıl satarlar Allah'ın adasını" diye söylenerek güne başladım.

Yazının devamı...

Keyif veren lüks öneriler

Biraz tutumlu olduğum söylenir, doğrudur da! Hatta bazı harcamalarda cimriliğe vardığımı itirâf etmeliyim. Aklıma yakın gelmeyen bir etiket söz konusu olduğunda, 3 lira da 3 bin liradan farksızdır benim için. Bir sakızın 50 kuruş olduğunu biliyorsam meselâ mümkünü yok 1 liraya alamam. Ne marka olursa olsun, iki yıkamada yakası kayacak penyeye, ne kadar ünlü olursa olsun, al hayvanı at mangala pişir et-balık lokantalarına, ayak bastı olarak plajlara ve kokoş mekânlarda Allahın lahmacununa dünya kadar para saymam. Lüksü de severim üstelik. Kalitesizliğe ise tahammül edemem. Ama annemin tâbiriyle, "enâyi parası"na da hiç gelemem. Birinci sınıf kaşmir bir palto ya da ömürlük bir çanta için para biriktirdiğimi bilirim ama içine pazardan alınmış yüzde yüz pamuk bir bluzu büyük keyifle giyerim. Şef mutfaklarının benzersiz lezzetlerini denemeyi de özel atmosfer sunan mekânlara gitmeyi de, el emeği göz nuru ürünlerin etiketine bakmamayı da bilirim. Tek kriterim vardır; paramın karşılığını almak. Benzersiz olduğunu hissetmeli ve harcadığıma değdiğini bilmeliyim. Hava atmak için değil, arkasında fikir, zevk ve emek olduğu zaman kesenin ağzını açmak isterim. Arada bir kendimi şımartmak için gündelik tutumluluğumdan ancak paramın karşılığını alıyorsam vazgeçerim.

Sürekli semt pazarlarını ya da yerel lokantaları paylaştığımdan olsa gerek, "biraz da yeni ve lüks şeylerden haber ver" diyen çok oldu bu ara. Ben de bu hafta, paranızın karşılığını alacağınız iki lüks öneride bulunuyorum size. Biraz kendini şımartmak isteyenler için deneyip çok beğendiğim bir kişisel bakım ve bir mekân paylaşıyorum.

Cilt sağlığına özen gösterenlere, HydraFacial MD

Kendi cilt bakımımı iyi ve kaliteli ürünlerle evde yapmayı seviyorum. Bana iyi geldiğine inandığım ürünleri , ucuz-pahallı, beraber kombinliyorum. Dışarda cilt bakımı yaptırmaktan ise hiç hoşlanmıyorum. Hatta siyah nokta sıkılarak yapılanları zararlı buluyorum. Ama yeni tanıştığım bir cilt bakım sistemi beni sahiden çok şaşırttı. "Sistem" diyorum çünkü bu bir ürün ya da marka değil. HydraFacial MD, el değmeden, makine aracılığı ile , temizleme, bakım ve tedaviyi aynı anda yapan bir sistem. Bir yandan özel serum ve vakumlama aracılığıyla ölü deriyi temizlerken bir yandan da leke, gözenek açıklığı, aşırı yağlanma gibi sorunları tedavi ediyor. Amerika'da, 2013 yılından beri en iyi cilt tedavi ödülünü alan HydraFacial MD, bu alanda FDA onayı alan tek cihaz. Birlikte yaptığımız programlardan da tanıdığınız sevgili arkadaşım Pervin Bulgak o kadar tavsiye etti ki ben de denemekte sakınca görmedim. Kısaca; cilt için elektrik süpürgesi gibi diye tarif edebileceğim cihazın ucuna takılan kişiye özel başlıklar aracılığıyla, bir takım asitler ve vitaminler içeren özel serumlar veriliyor. Ve sonra cilt resmen vakumla süpürülerek temizleniyor. En fazla 45 dakika sürüyor ve işlem bittiğinde, cildiniz yeni cilâlanmış parke gibi oluyor. Garip bir benzetme olduğunun farkındayım ama yüzümde hissettiğim temizlik, dip köşe ev temizliğine benzer bir duygu oldu. Son aşamada da çizgileri doldurucu özel bir kolajen, tazyikle cilde nüfus ettirildiği için işlem bittiğinde inanılmaz sağlıklı, genç ve temiz bir görüntü oluyor. Özetle, sonunda cildiniz için gerçekten iyi ve sağlıklı bir şey yapmak istiyorsanız tavsiye ederim. Doktor gözetimi olmadan cildime krem bile sürdürmeyen pimpiriklilerden olduğum için Dr. Osman Şenel'in kurucularından olduğu Estanbul'da yaptırdım bu bakımı. Fiyatı 400-500 lira arası değişiyor, evet diğer bakımlara göre daha pahallı ama sonuç kesinlikle mukayese edilemeyek kadar iyi ve çok daha uzun süre etkili.

Keyifli,şık ve özgün mekân sevenlere, Il Riccio

Capri'nin Michelin yıldızlı restoranı, Bodrum'da... Eski Atemi Otel'in yerine gelecek Capri Palas henüz resmen açılmasa da plajı ve Il Riccio restoranı ön açılışını yaptı ve hizmet vermeye başladı. En güzel koylardan, Cennet Koy'da açılan Il Riccio'ya giderken planınızı gündüzden yapıp, bu muhteşem coğrafyada denize girin derim. Mavi-beyaz tam bir Akdenizli atmosfere sahip Il Riccio, sakin ve şık bir akşam yemeği için ideal. Şimdiden, yerli yabancı oldukça kalbur üstü bir müşteri portföyü oluşmuş bile. Fiyatlar ucuz değil ama emin olun Bodrum'daki "beach" denilen havalı plajlardan daha pahallı değil. Örnek vermek gerekirse; makarnalar 55 lira civarı. Ama en azından "beach"lerdeki gibi uyduruk haşlama makarna değil, taze el yapımı servis ediliyor. Hizmet, atmosfer, dekorasyon çok özenli.Hele tatlı odası... Evet, sahiden özel soğutmalı bir tatlı odası var ki gerçekten cennet. Açık büfe servis edilen tatlılardan istediğiniz kadar almanın ücreti 40 lira. Belki ucuz değil ama ödediğinizin karşılığını alabileceğiniz bir mekân İl Riccio. Bodrum'da kaliteli, curcuna ve gürültüden uzak nezih ve şık bir akşam yemeği hayal edenlere kesinlikle tavsiye ederim.

Yazının devamı...

Kaçmak isteyen ünlüler Tarkan’dan mutlaka ders alsın!

İşleri artsın diye kendini ihbar eden ünlüler var!

Ellerinde tele objektiflerle Bodrum’un koylarında yaz sezonu boyunca görev yapan deneyimli paparazzilerle buluştum, magazin figürü ünlülerin manşetleri süsleyen hikayelerini dinledim...

Her zaman çok anlayışlı olmama rağmen ilk defa paparazzilere kızdım. Kendi evimin önünden kızımla denize girerken fotolarımız her yerde! Birinde, kapışmışız herhalde ki Ada boynuma sarılmış ağlıyor. Yanımızda konu komşu, çocuklar... Aradım, sitem ettim. "Yahu ben beachlere filan da gitmiyorum, hadi beni geçtim Ada genç kız oluyor, çocukla arkadaşları dalga mı geçer, üzülür mü, öbür çocukların babaları bu durumdan rahatsız olur mu düşünmüyorsunuz" dedim. "Umut kardeşim üstelik aynı gazetede çalışıyoruz, bana yapma bari" diye ekledim, "Vallahi abla seni severim ama işimi yapıyorum, babamı affetmem çekerim ama çocuklar konusunda daha dikkatli olurum" dedi. Başladık telefonda, paparazzilerin sınırlarını,ünlülerin tavırlarını konuşmaya. Ben de "topla Bodrum'daki tüm magazincileri eteğimizdeki taşları dökelim" dedim. Akşam üstü Umut Ünver (Milliyet-Vatan muhabiri), Emrah Güner - İbrahim Aydın (Kanal D), Nuri Altuntaş (Haber Türk) geldiler, saatlerce dedikodu yaptık, dobra konuşup dertleştik, orta noktada buluştuk. Ertesi gün, kendimce kurnazlık yapıp Cennet Koy'daki bir arkadaşımın evinin özel iskelesine gittim. Daha havlumu sererken telefonum çaldı. Telefondaki ses "Abla, karnını içine çek!" dedi. Kahkahamdan bütün Bodrum inledi.

BALIKÇI TEKNELERİ BİLE HABER KAYNAĞIMIZ

Paparazziler en ücra koylardaki ünlüleri nasıl buluyorlar! Kimler neden haber veriyor?

Her yerde adamımız var. Koydaki balıkçı tekneleri bile bize haber veriyor. Fotoğraflarını silelim, gazeteye vermeyelim diye bize para teklif edenler oluyor. Bir de medya maymunları bize yardımcı oluyor. Kendileri gündeme gelmek isteyen az ünlüler, yanlarındaki çok ünlüleri ihbar ediyor. Haaaaa şimdi çok ünlü olup, bize burun kıvıran dizi jönleri de, birlikte oynadıkları kadın ünlülerle haberleri çıksın diye bize kendilerini ihbar ederlerdi. İşleri artsın diye kendi haberini kendi veren de çok olur. Ayrıca bizim halkımız zaten kendi paparazzicilik yapmaya meraklı. Kenan İmirzalıoğlu- Sinem Kobal aşkını ilk cep yelefonuyla yakalayan sokaktaki bir adamdı meselâ.

YENİ ÜNLÜLERİN BİZE ‘ÇOCUKLAR’ DEMELERİNE İLLET OLUYORUZ

Paparazziler ne istiyor, neye çok kızıyor?

Saygısızlığa çok kızıyoruz! Biz işimizi yapıyoruz ve bu sektörün bir parçasıyız. Ünlüler de tanıtımları için magazine ihtiyaç duyuyorlar ama canları istemeyince bize hakaret ediyorlar. Yok öyle şey! Şu anda dört tane genç dizi jönü varsa, garantili üç tanesinin ünlü olana kadar haberleri çıksın diye bize attıkları mesajlarla dolu telefonlarımız. Sonra gündeme bir bomba patlatıyor, bir dizi kapıyor, tutturuyor, bölüm başı dünya kadar para alıyor ve o sırada artık ihtiyacı olmadığını hissediyorsa bize sırt çeviriyor. Ha bir de şu yeni ünlü olmuş gençlerin bize "çocuklar" demesine illet oluyoruz. Müjde Ar desin, Türkân Şoray desin, ama bir güzellik- modellik yarışmasıyla rol kapanlar da bize "çocuklar" demesin! Ünlülerin bize dava açmasını da saçma buluyoruz. Açacaklarsa gazeteye açsınlar. Bir de bunu yazın mutlaka: Bir haber için saatlerce beklediğimiz mekânların valeleri bizden çok para kazanıyor.

YAZIN BOMBALARI:

Kenan İmirzalıoğlu-Sinem Kobal (özellikle son tekne fotoları)

Ebru Gündeş-Reza Zarrab'ın teknesinde İbrahim Tatlıses-Derya Tuna'yı misafir ettikleri görüntüler.

Arda Turan camii'de ve çıktıktan sonra sevgilisiyle plajda görüntüleri.

Selin Ortaçlı- Şahan Gökbakar görüntüleri.

Farah Zeynep Abdullah'ın sevgilisiyle görüntüleri.

Henüz ortaya çıkmamış ama yakında bombası patlayacak aldatma haberleri...

BİZDEN KAÇMAK İSTEYEN ÜNLÜLER TARKAN'DAN DERS ALSIN

Sizden kaçış yok mu?

Yok! Biz istedik mi, kafaya taktık mı 500 koruma ile dolaşan olsa gene çekeriz. Karadan yolu olmayan, kuş uçmaz bir koya gitseler, gene bulur çekeriz. Affımız yok. O koylara ulaşmak için çalı çırpı her yanımızı kese kese 3 saat yürüyoruz 40 derece sıcakta gene çekiyoruz. 5 saat Zodiac'ta haşlanarak bekliyoruz gene çekiyoruz. Bir tek Tarkan'ı istemediği zaman kolay kolay çekmek mümkün değil. Bu konuda kitap yazsa yeridir. Kaçmak isteyen ünlülerin Tarkan'dan ders alması lâzım. Kameraların olduğu yerde dolaşmaz. Şapka-gözlük takar Beyoğlu'nda gezer, tanınmaz. Gizli gezmek için son derece basit bir arabası vardır, onunla dolaşır dikkat çekmez. Uzak yerlerde tatil yapar.

BİZ 7/24 İŞİMİZİ YAPIYORUZ

Paparazziler yaptığı işi normal buluyor mu?

Kesinlikle normal bulmuyoruz. Psikolojimiz bozuluyor. Hele Bodrum'da durum çok fena. Uyku uyumuyoruz. Mesai kavramı aile hayatı yok. Halk bile bize karşı saldırgan davranıyor, ünlüler hakaret ediyor. Halbuki biz de evimizi geçindiriyoruz. Çalmıyoruz, yalan söylemiyoruz.

Yazının devamı...

1984

Bazı kitapları, hayatın farklı dönemlerinde yeniden ve yeniden okumayı çok severim. Sevmekten öte, bunu yapmanın gerekli olduğuna inanırım. Hem insanın, aynı kitabı yeniden okuduğunda ayrı düşündüğünü görüp yıllar içinde kendindeki değişimi fark etmesi için, hem de yüz yıl önce yazılmış bir başyapıtın bugün hâla geçerliliğini koruduğunu görüp dünyada aslında pek de bir şeyin değişmediğini anlamak için. Bana göre "Küçük Prens" ise hemen her yıl okunmalıdır meselâ; içimizdeki masum çocuğun başını okşamak ve büyüdükçe kirlenmemek için. Hele 35 yaştan sonra, klasikleri yeniden okumak, hayat yolculuğunda başlıbaşına bir deneyimdir aslında.

İçinde bulunduğumuz şu garip dönemde mutlaka yeniden okunması gereken bir kitabı hatırlatmak istiyorum size: 1984. George Orwell'in 1948 yılında yazdığı ve son iki rakamını değiştirerek adını "1984" koyduğu romanı. Günümüzde artık politik bir terim haline gelen ve uyarlaması dışında pek çok filme de konu olan "Büyük birader" kavramı, bu romanla hayatımıza giren bir fikir ürünü. "Big brother watching you- Büyük birader sizi gözetliyor" anlayışı ise, günümüz siyasi yönetiminin ta kendisi!

Eğer daha önce okumadıysanız mutlaka tavsiye ederim. Ama en çok 1984'ü daha önce okuyanların, bugün mutlaka yeniden okumasını ve nerdeyse 60 yıl önce yazılmış bu kitabın içinde yaşadığımız bu günleri nasıl harfiyen tarif ettiğini görmesini isterim. Bu kitabı daha önce okuyanların, bir zamanlar hepimizin yaptığı gibi yazarın dönemini düşünerek okuduğunu ve yorumladığını tahmin ediyorum. Yani; soğuk savaş- komünizm- Stalin'in baskı imparatorluğu üçgeninde kurulmuş bir karşı-ütopya. Ütopya, düşler diyarını anlatıyorsa, "1984" kurduğu karşı-ütopya ile bir kâbus ortamı insanlık için. Tıpkı, bugün mutlaka yeniden okunması gereken Aldoux Huxley'in "Cesur Yeni Dünya"sında olduğu gibi. Ve insanı hayrete düşüren, bugün bizlerin aynı kâbus dünyasında yaşıyor olmamız. Orwell'in 1948 yılında, otoriter yönetimlerin yarattığı toplumları gözleyerek ve gidişatı ön görerek yazdığı kitabının adı 1984 değil de 2015 olsaymış tam da denk düşermiş doğrusu. İşte size George Orwell'ın 1984 romanında kurduğu "hayali" yönetimin toplumsal kavramlarından bazıları. Bakalım size de tanıdık gelecek mi?

- Büyük Gözaltı: 1984'te anlatılan toplum düzeni, "büyük gözaltı" ortamıdır. Özgürlüklerin tümden ortadan kaldırıldığı, güç ve iktidarın sınırsızca kullanıldığı bir yönetim biçimi anlatılır. (Tanıdık geldi mi!)

- "Çiftdüşün" işlemi: Ustaca yalanlar uydurarak, gerçeği ve yalanı aynı anda savunmak. Çelişkili olanlara aynı anda inanmak ve o ân için işine geleni savunmak.

- Bellek Deliği: Eski gazete haberlerinin, iktidarın söylemine uygun olarak yeniden düzenlenmesi. Yani, geçmiş söylencelerin, taahütlerin, iktidarın işine gelecek şekilde güncellenip, geçmişin değiştirilmesi.

- Düşünce suçu ve buharlaşma: 1984'ün hayali dünyası "Okyanusya" da en büyük suç düşünce suçu. Bakışından bile suçlanabiliyor insanlar. Bu mekanizma da küçük çocuklara bile anne babalarını ihbar etmeleri öğretiliyor. Düşünce suçunun cezası ise "buharlaşmak" yani adından anlaşıldığı gibi bir ânda yok olmak.

- Mahalle baskısı: "Elâlem ne der" kaygısı Okyanusya'da iktidarın baskısını en kolay uygulama biçimidir. (Bizim için çok olağan değil mi!)

- Erotizm karşıtlığı: Okyanusya iktidarı yani "Büyük birader", kesinlikle erotizme karşıdır. Hatta birbirini cinsel olarak çekici bulanların evlendirilmesi bile doğru bulunmaz. İnsanlar üremek için bir araya gelir o kadar. Seks, şehvet, insanların birbirini cezbetmesi hiç hoş karşılanmaz. Bu yüzden "erotizm karşıtı gençlik kolu" bile vardır. Erotizm ve seks, iktidarın düşmanıdır.

("Yok artık" demeyin! Hükümet sözcümüz "Vajina" kelimesini duyduğunda utandığını söylediğine göre, "bir kadın olarak" benim seks kelimesini kullanıyor olmamın da bazı siyasi figürlerce ayıplanmasının kuvvetle muhtemel olduğu bir ülkede yaşıyoruz.

- "Büyük birader bizi gözetliyor": Romanın en çarpıcı öğesi "Büyük birader" yazıldığı günden bu yana politik bir kavram olarak kullanıyor. Okyanusya'da herkesin her hareketi kameralarla izleniyor. (Okuyucuya bugün normal bile gelebilir.)

- Yeni söylem: Lugatı değiştirmek. Beğenilmeyen kelimeleri kaldırmak ve hatta kelime haznesini iyice daraltıp, halkı kolay yönetebilmek için kendini ifade edemeyen, soru soramayan en önemlisi sorgulayamayan bireyler oluşturmak.

İşte Okyanusya'nın sloganı:

Savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cahillik güçtür!

Yazının devamı...

Bana pazarını söyle sana yaşadığın yeri anlatayım

Yıldan yıla Bodrum’daki değişimi endişe ile izliyorum. Bu pahallılıkla birkaç yıla kalmaz, turistler de elini eteğini çeker diye düşünüyorum. Yalıkavak’taki “Sosyete Pazarı” bu değişimin en belirgin örneği. Bu Perşembe pazarı kolaçan ettim, işte izlenimlerim...

Bir yeri tanımak ve anlamak istiyorsanız, pazarına bakmalısınız. Yurt içinde de yurt dışında da kural değişmez bana göre. Şartlar ne olursa olsun yaşamın durmadığı yerlerdir pazarlar. Bulundukları semtin kültürel yapısını, şehrin pahallılığını hatta ülkenin ekonomik durumunu en iyi pazarlar anlatır. Artan sebze fiyatından, meyvenin çeşitliliğine, elbise modellerinden incik boncuğa kadar her şey belirleyici rol oynar pazardaki. Ülkeler arası farkı bile pazarlarda gözleyebilir insan. Meselâ; İngiltere’nin küçük bir kentindeki pazarda antika fincan çıkar karşınıza, Bodrum pazarında ise kısmet açan tahta kaşık ya da kaynana kovan süpürge... İtalya’da tutturabildiğinedir fiyatlar da Fransa da sanırsınız Allah kelâmı! Satıcısından tezgâh düzenine, ürünlerin renginden çeşidine pazardaki her şey ait olduğu yeri anlatır. Hatta semt pazarında yıldan yıla baş gösteren değişimler de o bölgedeki değişimin aynasıdır. İşte bu yüzden nereye gidersem gideyim önce pazarına göz gezdiririm. “Bana pazarını göster sana yaşadığın yeri anlatayım” derim. Size de tavsiye ederim.

Kazık atmak fıtratımızda var

Yıldan yıla Bodrum’daki değişimi hayretle ve endişe ile izliyorum. Bu pahallılıkla birkaç yıla kalmaz, turistler de elini eteğini çeker diye düşünüyorum. Aziz Yıldırım’ı şaşırtan, Kate Moss’a “el insaf” çektiren yemek hesaplarıyla ilgili hikâyeleri dinledikçe, bize “dolmamızı evde sarıp sahile giderken de yanımıza almak düşer”, diyorum. Kate Moss’un dört kişilik pide ve şaraptan oluşan 7 bin liralık hesabı epey konuşuldu, mâlum. Hadi diyelim şarap pahallıydı ya da Kate Moss’a has özel bir kazıktı. Peki ya her yıl Bodrum’a tatile gelen İngiliz öğretim görevlisinin anlattıklarına ne demeli! Beş kişilik aile birer bira ve balık için 1800 lira hesap ödemiş, yetmemiş dondurmaya da 200 lira vermiş. Aile, yıllardır çok severek geldikleri Bodrum defterini de böylece kapatmaya karar vermiş. Üstelik komşuda bunca kriz varken, o betonlaşmamış cânım Yunan Adaları gittikçe ucuzlarken bizim esnafımız da kendine gelmeli. Sonra, “kan ağlıyoruz, işler kesat” diye şikâyet etmemeli!

Turistler yakında kaçıp gider

Bodrum’un fiyatları bana iyice uçmuş gelince “yanılıyor muyum acaba” diye kendimden şüpheye düştüm ve emin olmak için Yalıkavak pazarını kolaçan etmeye karar verdim. Sebze-meyve her zamanki gibi çok taze ve güzel. Çeşit bol. Fiyatlar değişken ve yine her zaman olduğu gibi sezonun en yüksek vakti olduğu için biraz pahalı. Hemen “yaymacı pazarı“ dediğimiz, elbise- örtü- kumaş- havlu satan en sevdiğim bölüme geçtim. Çeşit bol ve zevkli ürünler var ama fiyatlardaki yükseliş burda da hemen kendini gösteriyor. En fenası, aynı ürüne aynı tezgahta bile farklı fiyat söyleyenler var. Bu da Bodrum’un “tutturabildiğine” fiyat politikasının bir yansıması. Elbette, yıllardır tanıdığım ve düzgün satış prensiplerini koruyan pazarcıları da ayırmak gerek. Bana en acayip gelen ise beğenip fiyat sorduğum birkaç elbisenin “İtalyan” diye pazarlanıyor oluşuydu. Gerçekte ne malı bilemem ama etiketinde de sahiden “Made in Italy” yazıyordu. Yahu nerde bizim “Buldan” kumaştan tülbentten elbiseler deyince de “onlar geçti artık” denmesi ise benim için bardağı taşıran son damla oldu. Gidin İtalya’nın Amalfi bölgesine yıllardır aynı ketenler satılır. Hem de yok satılır! Pazar demek yerellik demektir. O yüzden güzeldir. Turistler de valizlerini yerel kumaşlar ve giysilerle doldurup ülkelerine dönmek, baktıkça tatillerini hatırlamak isterler. Gelelim fiyatlara: Ünlü Amerikan markalarından birinin meşhur ettiği şort mağazada 25 lira iken bizim pazarda 45 lira oluverdi. Ben genellikle Bodrum’da giydiğim elbiselerimi pazardan alırım. Maalesef her yıl hem fiyatlar artıyor hem de kumaşlara sentetik karışıyor. Bu yıl günlük elbiseler 75-80 lira. Neyse ki 35-40 liraya da favorim olan göğsü lastik eteği uçuş uçuş elbiselerden buldum. Bu yıl yine yaymacılardaki ürünlerin renk ve desenlerinin şahane olduğunu itiraf etmeliyim. Hadi hakkını yemeyeyim pazarda bazı şeyler de gerçekten çok ucuz; 5 liraya penye şort-atlet takımlar, 10 liraya bir tarafı peştemal çift taraflı kocaman havlular... Her yıl ya televizyon programıma ya da yazıma konu ederim Yalıkavak pazarını. Bundan 10 yıl evvel “iş yok” diye yakınan pazarcılar bugün dikkatli olmalı! “Nasılsa iş çok” diye düşünüp fiyatları uçurmamalı. Turist dediğin balık gibidir, kaçırıp sonra arkasından ağlamamalı. Benden söylemesi...

Bodrum’dan pazar fiyatları

Domates: 3-3,5 TL

Patlıcan: 1,5 TL

Taze fasulye: 4 TL

Börülce: 2 TL

Deniz Börülcesi: 6 TL

Armut: 5 TL

Kayısı: 7-10 TL

Anjelik: 3-4 TL

Kiraz: 4-6 TL

Elbise: 35-75 TL

Peştemal- havlu: 10-20 TL

Yazının devamı...

Yas hakkı kul hakkı

Anksiyete halindeyim. Tüm korkularım depreşti. Hele geceleri... Bu yaz sıcağında, tenimi dolayan kalın yün bir battaniye altında uyumaya zorlanıyorum sanki. Geceler katran, içtiğim su kekre, hava kurşun... Bir ben miyim bu halde? Biliyorum ki toplumsal bir hezeyan bu. Hatta sanırım ülkece “nokturnal panik” yaşıyoruz. Yani uykuda gelen bir çeşit panik atak hali... Sanki gündelik hayatımızda güzelce uyutuluyoruz da başımıza gelen facialarla aniden uyandığımızda, ölüm kokusu kesiyor nefesimizi. Kalp çarpıntıları kaplıyor geceyi. Vahşetin korkusu gecenin karanlığına sinmiş, varlığı sezgisel olarak hissedilen ama görünmeyen bir düşman gibi tehdit ediyor bizi. Yalanlarla uyutulmanın dayanılmaz hafifliği mi, uyandığımızda ölüme bulanmış yaşamın ağırlığı altında ezilmek mi... 32 gencecik insanın, her gün bir yenisi eklenen şehitlerin, geliyorum diyen kazalara kurban verilen işçilerin, kömürün karasına karışan madencilerin, erkek egemenlerce katli vacip kılınan kadın bedenlerinin yası, artık bu ülkenin alın yazısı. Başımız sağ değil artık. Nicedir değil... İyi değiliz artık ve iyi olmamakta haklıyız. Bize ait olmayan yaslar için karalar giydirilirken, kendi acımıza yasaklıyız. Baskıyla, yeni yalanlarla, yeni yalanlara yeni kılıflarla, uykuyla uyanıklık arasındaki arafta, noktural panik pençesinde kıvranmaktayız. Yaşamanın suç sayıldığı topraklarda, bize ait olmayan uykularda, kendi kanımızla sulanmaktayız.

Gelelim, “ulusal yas” meselesine. Yas; ölüm veya felaketten doğan acıyı yaşarkenki tutum ve matemi içerir. Kişilerin ve halkların kendi özgür irade ve gelenekleriyle ilişkilidir. Ulusal yas ise halkın büyük çoğunluğunun matem içinde olduğu acı ve felaketlerde devreye girer, bayraklar yarıya indirilir. Ve ülke genelinde yaşanan acının sağaltılmasına olanak sağlayan sükût ve saygıyı ifade eder. Ulusal yas, hükümetlerce ilân edilir ama halkı temsil etmek ile görevli olduklarından elbette ki halkın yas tutma isteği gözetilmelidir. Yaşadığımız topraklar ne yazık ki her gün yeni acılarla yoğrulmakta. Sürekli bir yas ve anma halinde olmanın da ruh halimizi iyiye götürmek açısından kimi zaman bizi olumsuz etkilediğinin farkındayım. Instagram’a güzel bir fotoğraf koymak bile suç sayılır hale geliyor günden güne. Her gün mutlaka acıyla anılacak bir olayımız var tarihimizde. Bir süre sonra, sosyal medya kullanıcıları da günlük baskı yapmaya başlıyor. “Onu paylaş, bunu paylaş, şunu niye unuttun” mesajları havalarda uçuşuyor. Oysa güzelliklerin ve iyi haberlerin de çoğalmak için paylaşılmaya ihtiyacı var. Gelecek günlerin daha umutlu olması için ise her gün yeni güzelliklerle bugünün tarihini yazmamız gerek. AMA! Büyük harflerle yazılmış, yüreğimizde hançer gibi saplı koca bir AMA... Ne yazık ki o gün bugün değil. Bu kadar büyük bir acı yaşarken, 32 gencecik beden paramparça toprağa serilmişken, bir yandan şehit, bir yandan üç liralık kar için harcanan işçilerin canı , canımızdan kopmuşken değil! Bu toprak bunca yara almış ve hala kanıyorken değil. Kimi zaman matemin iyileştirici merhemini de yok saymamak gerekir. Ve bugün, her daim iktidar sahiplerinin dilinden düşürmediği “halkın çoğunluğu” ulusal yas ilân edilmesini isterken, hiç değil. Ama şu da bir gerçek ki; ulusal yas ilân edildiğinde kimsenin umursamadığı Suudi Kral gibi, bugün de yas tutmamıza kimse karışamaz. Ne zorla yas tutulur ne de matemdeki insanların yasına mani olunur. Yas hakkı, kul hakkıdır.

TBMM’NİN ACİL DURUMLARDA TOPLAN(AMA)MASI ÜZERİNE

Yakın tarihimizden, çok sayıda can kaybıyla sonuçlanan felaketler sonrası CHP’nin, Meclis’in toplanmasına ilişkin önerilerine karşın, iki hükümet sözcüsünün yaptığı açıklamaları örnek veriyor ve yine ülkemizde son yıllarda ulusal yas ilan edilen günleri hatırlatarak yorumu size bırakıyorum:

Suruç Katliamı sonrası, çocuklara oyuncak toplayan çoğu öğrenci 32 genç insanın ölümünün ardından Bülent Arınç: “Meclis tatildeyken, bu yasanın komisyonlardan geçmesi mümkün değil...

Ulusal yas ilan edilmesi, bu ve buna benzer olaylarda her gün tek tek yapmaya kalkarsak bu anlamını da kaybeder...”

Afyonkarahisar-2012 Muhimmat deposu patlamasında ölen 25 şehidin ardından Ömer Çelik: “3-5 Mehmet şehit oldu diye Meclis’i toplayamayız.”

Son yıllarda ülkemizde ilân edilen ulusal yas günleri

Ocak 2012

KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş‘ın vefatı (4 gün)

Mayıs 2014

301 işçinin hayatını kaybettiği Soma faciasının (3 gün)

Temmuz 2014

İsrail tarafından Gazze’ye düzenlenen operasyonda 1800’ü aşkın Filistinli’nin hayatını kaybetmesi (3 gün)

Aralık 2014

Pakistan’da 145 kişinin öldürülmesi (1 gün)

Ocak 2015

Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdülaziz el Suud’un vefatı (1 gün)

Haziran 2015

Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in vefatı (3 gün)

Yazının devamı...

Açalım bakalım bayramlık ağzımızı

Sana ne demek ayıp diye öğrettiler ya büyüklerimiz, meğer ne kadar kıymetliymiş. Bolca kullanmak istiyorum artık! Her ne kadar, “alışmadık dilde kaba söz durmaz” diye düşünsem de insanların kaba sınırsızlığı öyle hoyrat dalgalarla, öyle yüksek duvarları aşıyor ki artık kendimizi koruma zamanı! Hem hiç üstüne vazife olmadığı halde hunharca herkesin özeline dalan zararlıra karşı korunmak için “sana ne” demek neden ayıp olsun ki! Hep birlikte ve sıklılıkla söylemeliyiz bence; sana ne!

Gelelim bu satırları yazma sebebime! Hafta boyunca o kadar çok “sana ne” denilecek olay oldu ki! Efendim; Ahmet Hakan, Devlet Bahçeli ile görüştüğünde Bahçeli çay içmiş miymiş! İçmediyse de ikram etmiş miymiş! Ahmet Hakan orucu yemiş miymiş! Yunan adalarındaki bir teknede ramazan günü içki içilmiş miymiş! Eğer bu lâflara muhatap kalan bir siyasi ya da gazeteci çıkıp da “sana ne” deseydi, yüreğime su serpilecek ve o kişiye karşı sonsuz bir hayranlık besleyecektim! Ama kişiyi açıklama yapma derdine düşürmenin tuzağa çekmek için en kolay yol olduğuna bir kez daha tanıklık ettim sadece. Hiçbir mecburiyeti olmadığı halde, Ahmet Hakan’ı açıklama yapmaya zorlayanlar, meğer çoktan fotoğraflı ikinciyi hamleye hazırlanmışlar. Oysa çıkıp da “sana ne kardeşim benim orucumdan, sevabı benim günâhı benim” deseydi... Ah keşke deseydi! İşte o zaman teknedeki fotoğraf, çekenin elinde patlardı, polemik hiç başlamadan biter, tartışma geçersiz kalırdı. Tıpkı doğu dövüşlerinin ana fikrinde olduğu gibi, saldıranı kendi gücüyle boşa düşürmek, üzerine tekme savurana karşı sadece yavaşça kenara çekilmek en iyi hamle aslında. Toplumun fayda ya da zararına değilse, kime ne insanların dininden, cinsiyetinden, tercihlerinden. Siyaset aracı din olanların dindarlığı elbette halkı ilgilendirir ama diğerlerinden kime ne! Mâdem çıkıp da “sana ne” diyemediniz, ben vatandaş olarak üzerime düşeni yapayım hiç değilse! Kim oruç tutmuş, kim Ramazan ayında çay içmiş, kimin çocuğu olmuyormuş, kimin dedesi ermeniymiş, kimin nenesi aleviymiş, kim eşcinselmiş, kim içki içermiş...

“BANA NE”!

Gelin hep birlikte, bize manşet olarak sunulan dedikodulara yüksek sesle “bana ne” diyelim. Haddini aşıp, özelimizi didikleyen herkese “sana ne” diyelim. Belki bu kirli ve saygısız dejenere olmuş toplumsal ilişki biçiminden kendimizi bir nebze olsun koruruz böylece.

Ha bir uyarı size! Önce, “sana ne” dediğinizde ya da cevap vermediğinizde karşınızdakinin ithamını kabul edilmiş sayılacaksınız. “Öyle olmasaydı söylerdi bak cevap veremiyor” diye yeniden yargılanacaksınız. Aman ha sizi açıklamaya mecbur kılan bu tuzaklara düşmeyin. Sizden başkasını ilgilendirmeyen, üçüncü şahıslara kâr-zarar getirmeyen lâf toplarına girmeyin, “asaletim suskunluğumdandır” deyip geçin. Kendinizi atılan çamura bulaştırmadığınız için çok daha iyi hissedeceksiniz. Ben denedim, ordan biliyorum.

İşte size kendimden bir örnek:

Dört sene evvel bir TV programında, çok eşliliği savunan ve dindar olduğu iddiası ile savını destekleyen bir kadın “yaşam koçu” karşısında, lâik bir ülkenin hukuku gereği savı ile çok eşliliğe karşı çıktmıştım. Kendi fikrini kabul ettirmek için geleneksel sorgulama yöntemini seçmiş olan konuk, bir anda konuyu benim kişisel sınırlarıma dayayarak: Siz Müslüman mısınız bana önce onu söyleyin” demişti. Benden beklediği cevap da “Elhamdürillah Müslüman’ım” şeklindeydi elbette. Açıkçası, benim de kendimden beklediğim cevap buydu. Ve bunun üzerine kadın konuk, “madem Müslüman’sınız dinin gereklerini...” diye başlayan konuşmasıyla ikinci hamlesine girişip arkadan dolaşacaktı büyük ihtimalle. Ama o anda birden, karşımdakinin kişisel alanıma girdiğini ve taciz edildiğimi hissettim ve “sana ne” deyiverdim. İşte bu kadar basit bir lâfın ne denli etkili olduğunu da o zaman keşfettim. Bir anda stüdyoya bomba düşmüş gibi oldu. Oyunu bozulan kadın konuk ısrarla beni yeniden kendi stratejisini kurduğu savaş oyununa çekmek istedi ve “siz Müslüman değilsiniz o zaman, Müslümansanız söyleyin” diye ısrar etti ama benim yine de inatçı cevabım değişmedi. “Sana ne” ... Açıkçası bir ân kendi sesime yabancılaştım ve duyduğumun benim ağzımdan çıktığına inanamadım. Ama insanların özel soruları böyle fütursuzca sormaması gerektiğine inancım öyle kuvvetliydi ki, tekrar ve tekrar ta ki kadın pes edip oyununa gelmeyeceğimi anlayana kadar “sana ne” demeyi yineledim. Sonuçta konumuz hukuktu, konumuz demokratik bir dünyada kadının yeriydi, konumuz Cumhuriyet’in içinde belirlenmiş kadın haklarının ihlaliydi. Benim dinimin konuyla ilgisi yoktu ve kimsenin elini kolunu sallayarak özel alanıma girmeye de hakkı yoktu. Ben istediğimde kendimle ilgili her şeyi söylerdim ama kimse beni zorla sorgulayamazdı. İşte o gün tanıştığım bu biraz kaba ama sihirli baş kaldırı sözünün, bizim toplumumuz gibi, insan ilişkilerinde sınır problemi yaşayan toplumlarda ne denli kıymetli olduğunun hakkını da bu vesileyle verdim.

Ve o gün bugündür kendisini pek benimser ve severim. Size de muhakkak tavsiye ederim. Karşınızda art niyetli bir merak hissettiğiniz ân , en rahat cevap verebileceğiniz soru bile olsa “sana ne” deyip geçin. Özel bahçenize davetsiz girmeye çalışanlara da böylece haddini bildirin!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.