Şampiy10
Magazin
Gündem

Büyük resmi görebilmek

Kızıma, sınavlarda karşısına çıkan sorulara biraz genel bakmayı öğrenmesi gerektiğini anlatıyordum. "Detaylara inmek güzel ama detaylarda boğulmamak gerek" diye izah ederken birden konservatuvarın ilk senesi bize oyunculukla ilgili verilen bir nasihat geldi aklıma. "Canlandıracağınız karakterin detayına girin ama büyük resmi kaybetmeyin" demişti hocamız ve şöyle devam etmişti: "Sonuçta masanın atomu, masaya benzemez..." Henüz okulun ilk yılında duyduğum bu söz beni derinden etkilemişti. Sadece tiyatro ile ilgili değil, hayata dair çok önemli bir bakış açısıydı bu ki oyunculuk için de tam da bu yüzden önemliydi. Ben de hemen, kızıma bu fikri anlatmak için basit bir uygulama yaptım. Gözlerini kapatmasını isteyip yüzünü kapıya iyice yaklaştırdım ve gözlerini açıp bana ne gördüğünü söylemesini istedim. Ada gözünü açtı ve önce beni gördüğünü söyledi. Çünkü beyaz lakenin parlak yüzeyinde yansımam vardı. Kenara çekildiğimde sorumu tekrarladım. Kapıya neredeyse burnu değecek kadar yakındı ve o da cevap olarak "beyaz" dedi. Sorumu yineledim; "Karşında ne görüyorsun?" ve o da yine aynı cevabı verdi "Beyazlıktan başka bir şey görmüyorum". Sonra kolundan tutup uzaklaştırdım ve "Şimdi karşında ne var" diye sordum. Tabii ki cevap basitti: "Kapı." Anne olarak bir özet geçmekten kendimi alıkoyamadım ve "İşte dedim, konulara doğru mesafeden bakmak önemli, daha iyi görebilmek için asıl olanı kavramadan detaya girersen, doğru cevabı bulamazsın. Karşındaki öncelikle bir kapı ve evet beyaz bir kapı. Kapı olduğunu gözden kaçırırsan, beyaz olmasının bir anlamı kalmaz."

Bunu niye anlattım biliyor musunuz? Ada'yla yaşadığımız bu diyaloğun akşamında Türkiye-İzlanda maçı sırasında yaşananları görünce ülke olarak büyük resimden ne kadar koptuğumuzu görüp dehşete düştüm de o yüzden. Belki de bir stadyum dolusu insanın oluşturduğu Türkiye resmini görmekten duyduğum endişe sebebiyle... Hain bir saldırıda kaybettiğimiz en az 97 vatandaşımız için Milli Takım'ın ve onlarla birlikte İzlanda Milli Takımı'nın saygı duruşunda gelen ıslık ve yuhalamaların dehşeti bana bu satırları yazdıran. Öğretmeni, doktoru, işçisi, yaşlı teyzesi, küçük çocuğuyla 97 "can"... Bazı hastalıklı zihinlerin kurguladığı gibi belli bir aidiyeti olan insanlar değil üstelik. "Barış" istemek dışında ortak bir noktaları bile yok çoğunlukla. Bir arkadaşımın İTÜ'den öğrencisi mesela, bir diğerinin ilkokul öğretmeni ve bir başka arkadaşımın doktor arkadaşının arkadaşı... Altı derece uzakmış ya insanlar birbirine, sahiden öyle... Tanıdığımın tanıdığı o kadar can gitti ki Ankara'da... Herkes biraz kurcalasa, mutlaka birkaç aşamada kendisiyle bağlantısı olan birilerine rastlar o meydanda. Bu bile ortak acı değilse bizim için birlik ne denli uzağımızda! Peki ya o stadyumda saygı duramayan; "hangi partidenmiş", "nereliymiş", "mezhebi neymiş" diye bakıp, ölenlerin önce "insan" olduğunu göremeyecek kadar kaybolmuş güruh ne denli yakınımızda! Devletin izniyle düzenlenen, pek çok da bağımsız bireyin evinden çocuğunu kapıp, koluna arkadaşını takıp geldiği "Barış" mitinginde; kaybettiği barış ve kaybettiği vatandaşlarının yasını tutamayan, aslında kaybettiği sadece "insanlık" olan böyle bir kalabalık var ne yazık ki içimizde. Belki de uzaktan bakarsak, Türkiye'nin temsili resmidir bu! Birbirine tahammül edemeyen, ölümlerden bile tarafına pay çıkarmaya çalışıp, sapkın bir haz alanlarla, acıya saygı durmaya çalışanların oluşturduğu zıtlıkların çarpık resmi. "İnsanlar ölüyor" diye itiraz etmek yerine "orda bulunanlar zaten teröristti" diyerek sapkın hayal dünyasını besleyenlerle, binlerce kişilik ailelerin acısını yüreğinde duyanların "inadına barış" diye haykırdığı bir ülke.

İzlandalıların şaşkınlığı

Demem o ki; insanların kimlikleriyle yani cinsel tercihleriyle, mezhepleriyle, etnik kökenleriyle, tenlerinin rengiyle, türküsünün diliyle o kadar uğraşıyor ki bu ülke artık üzerinde yaşayanların önce "insan" olduğu görünmez oluyor. Kadın ya da erkek, evli ya da sevgili, Alevi ya da Sünni, Kürt ya da Arap diye burnunu herkesin yaşamının dibine sokanlar artık karşılarındakinin "insan" olduğunun ayırdına varamıyorlar. Ve ne yazık ki en büyük Türkiye resmi ise İzlandalı futbolcuların gözünde. Bir internete girip, İzlandalı futbolcuların gözünden tabloyu izleyin; kendi yasını tutamayan, ölülerine bile sahip çıkamayan, facialar karşısında bile birleşemeyip senlik-benlik aramak için ölüleri ıslıklayacak kadar gözü dönmüşlerin karşısında dehşete düşmüş ifadelerinden, Türkiye'nin büyük resmini seyredin.

Yazının devamı...

Hak etmediğini kabul etmeyen vekiller aranıyor!

Millet Meclisi, millete hizmet için mi vekillere fırsat yaratmak için mi var anlamadım! Vatandaşın değil sürekli olarak vekillerin çıkarlarının gözetildiği bir meclise dönüşüyor günden güne, adeta! Maaşlar, emekli maaşları hele hele bakan maaşları maşallah dünya sıralamasında tavan yaptı! Ne konuşsak, ne zaman doktordan, öğretmenden, işçiden söz açsak "biz fakir bir ülkeyiz, bizde maaş bu kadar" deniyor ama iş milletvekillerine gelince en zengin ülkelerle yarışılıyor. Bir gecede kanun çıkarılıp, zam üstüne zam yapılıyor. Şimdi bir de çalışmadan maaş alacak olmaları gündeme bomba gibi düştü. Alın size, tekrar edilen seçimin vatandaşa bir ek faturası daha! Hani zaten koca bir seçim masrafı sırtımızdan geçiyor... Bir de kısa dönem vekillik yapanların havadan alacakları paralar, kış boyu zam olarak bize dönecek gibi görünüyor. Meclis tatili sebebi ile, 7 Haziran seçimlerinin ardından zaten uzun süreli bir tatilde olan vekiller tam çalışacakken 1 Kasım erken seçimi gündeme geldi. Sürekli üzerinde iyileştirme yapılan TBMM Üyeleri Ödenek, Yolluk ve Emeklilik Yasası’na, vekillerin “Ölüm ve çeşitli sebeplerle genel seçimin yenilenmesi halinde önceden aldıkları üç aylık ödenek ve yollukları geri alınmaz” ibaresi konulmuş. Dolayısı ile, 7 Haziran'da seçilen ve Meclis tatililinde oturduğu yerden para alan vekiller, şimdi de seçimin yenileneceği ve artık vekilliklerinin düşeceği kasım ayı itibari ile önümüzdeki üç aylık maaşı yine de peşin alacaklar. Üstelik, yeni seçimlerde listede olmayan pek çok vekil var. Bu durumda, vekilliğe devam etmeyecekleri de kat-i ama yine de olmadıkları Meclis'ten para alacaklar. Örnek ile açıklamak gerekirse; Uğur Işılak gibi bu dönem ilk kez Meclis’e gelen ve Genel Kurul’da toplam mesaileri 30 saati bulmayan milletvekillerine toplamda 7 aylık maaş yatırılmış olacak. 15 Ekim'de peşin ödemelerini alacak vekillerin, emeklilik hakları olanlar 63 bin TL, emekliliği dolmayanlar 42 bin TL almış olacak. Şimdikiler kasım- aralık- ocak ayları için peşin ödeme alırken tabii bir de 1 Kasım'da yeni seçilecekler olacak. Yasaya göre 75 günlük peşin maaş ödemesi yapılması gerektiğinden mecburen hem eskilere hem yenilere yani çifte maaş ödemesi yapılacak. Hâliyle bütçe sarsılacak!

Hak etmediği maaşını almayan milletvekili olacak mı acaba?

Bakalım; çalışmadan hatta kimi zaman uyuduğu yerden vatandaşa hizmet parası alan vekillerin kazandığı bu hakedilmemiş kazançların yarattığı bütçe açıkları, kış boyu hangi zamlarla biz vatandaşların karşısına çıkacak! Şimdi soruyorum; "Çalışmadığım bu yüzden de haketmediğim maaşı istemiyorum diyen" kaç tane milletvekili çıkacak? Bu arada, Meclis Başkanı İsmet Yılmaz, bundan rahatsız olup parayı iade etmek isteyen bazı milletvekillerine, “Kanunda açık hüküm var. İade alamıyoruz. Alın, hayır kurumlarına yardım edin” önerisi yapmış diye duydum. Bir gecede toplanıp, bakanlara zam yapan, vekillerin "yolluk, ödenek ve emeklilik" yasası için her fırsatta iyileştirme yapan ve zaten de bir tek bu konuda yek vücut karar çıkaran Meclisimiz neden şimdi de toplanıp havadan para alınması hususu ile ilgili bir düzenleme yapamıyor? Neyse; yeni seçim listesinde yer almayan CHP Gaziantep Milletvekili Mehmet Şeker gibi, hak etmediği paraya el sürmeden bu parayla öğrencilere burs verecek olanlar ya da meselâ Mehmetçik Vakfı'na bağışayacak olanlar da kâbulümüz. Ben bu satırları yazaken, Sayın Şeker'den başka bu parayı kabul etmeyen vekil çıkmamıştı. Bekleyelim ve kimler âdil bir yüreğe sahip hep birlikte görelim.

Yazının devamı...

Çocuğum oyuncu olmak istiyor!

Ben orta okul sıralarında oyuncu olmak istediğimi söylediğimde, herkes bana Mars’a bilet almışım muamelesi yapmıştı. Babama , atomu tek elle parçalayacağımı söylesem bu kadar şaşırmazdı herhalde. Derslerim de on numara olduğundan, mimar-mühendis olacağım konusunda şüphe duymayan ailem, uzun bir zaman hevesimin geçmesini bekledi. Nihai neticede mevzuu, kazanmış olduğum Mimarlık Fakültesi’nden kayıt alma aşamasına gelince, durumun ciddiyetine vakıf oldular. Asker babam için zaten oyuncu olmam mevzuu bahis değildi. Tabii şimdi sorduğunuzda bunu asla kabul etmez. Bir oyuncunun babası olduğu için de çok gururlanır. “Kaç baba, çocuğunun ödül törenine katılır; kaç kişiye ödül alan tarafından teşekkür edilir” diye de gözü yaşlı anlatır. Ama işin doğrusu, annem bana destek olmasaydı ben bugün mimardım. Aldığın puana göre meslek seçtiğin ülkemiz eğitim sisteminin eseri, üç boyutlu görebilme yetisi olmayan bir mimar olacaktım maalesef. Annem, benim tutturmalarımdan yıldığından mı yoksa ileri görüşlü olduğundan mı bilmem ama bendeki tutkuya inandığı an, oyuncu olmam konusunda hep destek verdi. Ama eğitim konusunda takıntılı olan ailem, oyunculuğu da mektebi ile öğrenmem konusunda ısrarcı oldu ve böylece konservatuvar sınavına girebildim. Gerisini zaten biliyorsunuz.

Bugün ise çevremde “Çocuğum oyuncu olmak istiyor, ne yapmalıyım?” sorusu ile karşılaşıyorum hemen her gün ve çok da mutlu oluyorum. Artık ailelerin, oyunculuk mesleğini kabullenmiş olmaları, çocuklarını bu konuda destekliyor olmaları bence şahane. Hatta işin ilginç yanı, büyük çoğunluk, çocuğu spor ve sanatla ilgilensin istiyor. Eskinin tersine, doktor-mühendis olmak isteyen gençlere çok acayip bir şey hayal ediyormuş gibi bakılıyor. Kazanması gittikçe zorlaşan üniversite sınavlarının da bu seçimlerde payı var gibi geliyor bana. Bu sebeple bir endişem var: Acaba bu çocukların kaçı gerçekten oyuncu olmak istiyor! Çünkü televizyonun hayatımıza girişi ve dizilerin popülerliği ile ün ve çok para kazanmak için oyuncu olmak isteyen epey gencin olduğuna eminim. Hani parası olmayan bir genç karşısındaki kızın kendine aşık olduğundan emin olur da zengin çocukları “Acaba beni param ve ismim için mi seviyor” kaygısı taşır ya, işte ben de günümüzde oyuncu olmak isteyenlere biraz şüpheci yaklaşıyorum. Ben ve benim dönemimdeki arkadaşlarım oyuncu olmak istediğimizde, TRT dışında kanal yoktu. Ailelerimizin en büyük itiraz sebebi, zaten gelecekte parasız kalacak olmamız korkusuydu. Oyuncu demek nefesi kokarak yaşamak demekti. Her tür zorluğa rağmen seçmiştik biz bu mesleği. Sonradan özel televizyonlar açıldı ve kısmetimize parasal açıdan rahat bir hayat çıktı. Bu bizim şansımızdı. Oysa bugün; bölüm başı alınan paralar, magazin programlarında gördükleri renkli hayat, ün sahibi olmak cezbediyor olabilir mi, “Oyuncu olmak istiyorum” diyenleri. Ya da çocuğunda akademik başarı umudu olmayan aileler, imdat simidi olarak sanata sarılıyor olabilir mi? Aman dikkat! Çünkü çok büyük bir azim ve biraz da yetenek olmadan oyunculuk yoluna çıkmak kızgın demir üzerinde yalın ayak yürümek gibidir. Oyunculuk ego ile yapılan bir iştir ve eğer ruhunuz buna uygun değilse payınıza sürekli acı çekmek düşer. Güzel kız ve yakışıklı delikanlıların dizilerde başrole uzanma ihtimalleri her zaman var ama bunun oyuncu olma hayaliyle ilgisi yok. Küçücük roldeki gerçek bir oyuncunun performansı karşısında ezilmektir bunun cazası. Bir ömür boyu, tıpkı bir lanet gibi peşini bırakmaz kendini eksik hissetmenin kalp acısı.

Çocukların “aslında” neyi istediğini çok iyi anlayıp, eğitim ve kariyer seçimlerine ona göre yön vermek gerekir. “İdare eder” bir bankacı ne hisseder bilmem ama sanatta “ehven-i şer” olmak çok can acıtır.

Çocuğunuz oyuncu olmak istiyorsa şunlara dikkat edin:

-Ders çalışmaktan kaçmak için kendine tutunacak bir alan arıyor olabilir mi? Günümüzün ağırlaşan sınav sistemi, çocukları ve gençleri “kestirmeden “ bir hayat kurma arayışına itiyor. Oyunculuk eğitimini kolay sanmak da bu mesleği çekici kılabiliyor.

-Ün ve para sahibi olmak! “Kim istemez ki” demeyin! Gerçekten oyunculuk hevesinde olan ve hayallerinin başında olan bir oyuncu adayı için para da ün de bir şey ifade etmez, emin olun. Hatta; o yaşlarda dizi oyunculuğu ve şöhrete biraz küçümseyici bakıp, burun kıvırmak, oyuncu olmak istemenin fıtratında vardır. Sadece oyunculuğun kendiyle ilgilenenler için şöhret bir hedef değil, doğal olarak gelen bir “sonuç“ olmalıdır.

-Matematik ve Fen Bilgisi derslerini sevmeyince kendini sanatçı ruhlu sanmak da öğrenci ve velilerin büyük yanılgısı. Tam tersine matematik zekası; başta müzik, sanatın tüm dallarında çok fayda sağlar. Konservatuvarda Teknik Üniversite Mühendislik Bölümü‘nden gelen pek çok arkadaşım vardı. Çok da başarılılardı. Ferhat Göçer de bizim okulda müzik bölümünde okurken aynı zamanda Tıp Fakültesi öğrencisiydi. Sakın, bilimle ilgisi olmayanların sanata yatkın olduğu yanılgısına kapılmayın.

-”Bari oyuncu olsun” kafası! En yaygın yanılgı! Sakın kitap okumaktan kaçan çocuklarınızı oyuncu yapmaya çalışmayın. “ Terlemeden atlet olsun, koşmasın-yorulmasın ama futbolcu olsun “ demekle aynı şey, unutmayın!

-”Whiplash” filmini izleyin ve izletin, yakın bir eğitim sistemine razıysanız, sanat eğitimini seçin

-Karar vermeden önce kurslar ve kamplar aracılığı ile oyunculuk eğitimini deneyin.

Oyuncu olmak isteyenler için kurslar:

Türkiye’de çok seçenek yok ne yazık ki! Keşke lise öğrencilerine yönelik bir bir yaz kampı olsaydı. En bilinen eğitim kurumu; Müjdat Gezen Kültür ve Sanat Merkezi. Craft Oyunculuk Atölyesi, Sadri Alışık Kültür Merkezi, 35 buçuk Akademi, Duru Tiyatro, Erbulak Evi çeşitli atölyeler açarak eğitim veren merkezlerden bazıları.

Amerika: Yatılı yaz kampı olarak Robert Downey Jr’ın da eğitim aldığı “Stagedoor Manor” imkanı olanların kesinlikle katılması gereken yatılı bir oyunculuk kampı. Lise öğrencileri için çok uygun. New York’a 1,5 saat uzaklıkta. Döndüğünde çocuğunuz hala oyuncu olmak istiyorsa, bu yolda devam etsin. Lambda Sahne Oyunculuğu kursu ve Stella Adler yaz drama okulu da oyunculuk eğitimine hazırlık için önemli adresler.

Yazının devamı...

Mekânım Datça olsun...

Dünya'nın oksijen değeri en yüksek ikinci bölgesi olan Datça, insana can veren havasının yanı sıra; gökkuşağı gibi bir deniz ve el değmemiş koylara sahip. Muhteşem bir Antik Yunan Kenti de eklenince benzersiz bir güzellik çıkıyor ortaya...

Dünya'nın ilk coğrafyacısı olarak kabul edilen Yunanlı tarihçi Strabon, "Tanrı yarattığı kulunun uzun ömürlü olmasını isterse, Datça Yarımadası'na bırakır" demiş. Dünya'nın oksijen değeri en yüksek ikinci bölgesi olan Datça, insana can veren havasının yanı sıra; gökkuşağı gibi bir deniz ve el değmemiş koylara sahip. Muhteşem bir Antik Yunan Kenti de eklenince eşsiz ve benzersiz bir güzellik çıkıyor ortaya... Eğer Ekim ayında güneşin göz kırptığı son vakitlerde, yazı saçlarından yakalamak isterseniz, iki günlük bir kaçamak yapın Datça'ya... Datça'da yılın 300 gününün güneşli olduğunu unutmayın. El ayak çekilmişken, yarımadanın rüzgârı dinlenmeye çekilmişken... Datça hali hazırda saklı kalmış cennetlerden biri. Ne yazık ki, pek çok SİT alanı olan bölgesinin imara açılacağı haberleri sıkça gündeme geliyor. Yatırımcılar şimdiden parsel parsel arazi almış durumda. Dilerim bir mucize olur ve Datça'nın en azından koyları şimdiki gibi kalır. Çünkü Datça merkez çoktan kaybedilmiş. Hatta mümkünse Datça'ya gittiğinizde, merkeze hiç uğramayın. Belki bu vakitler, sessizlik biraz ayıbını örtmüştür bu estetikten uzak yerleşimin.

Issız bükler

Palamut Bükü: En ünlü koyu... Herkes anlata anlata bitiremedi ama açıkçası benim en beğendiğim "bük" burası olmadı. Her şeyden önce, yeşil yok. Denizin kenarında, sıra sıra kafelerin şemsiyesinin altında oturmak pek bana göre değil. Datça'da onca bük varken gelip de burdan denize girmem.

Akvaryum Koyu: Asıl burası gerçek bir bük. Palamutbükü'nden Hayıtbükü'ne doğru ilk koy. Tabii tesis filan yok. İşte, dünya sıralamasına girecek deniz güzelliğine sahip bir koy burası. Tarifsiz güzellikte...

Mesudiye'nin incileri; Ova, Hayıt ve Kızıl Bük: İşte ben Mesudiye Köyü'ne aşık oldum. Hayıt ve Kızıl bük zaten aynı koyun girintileri, Ovabükü ise koyun diğer tarafı gibi düşünülebilir. Birinden diğerine yürüyerek geçmek mümkün. Doğa muhteşem ve bu doğal güzelliğe uyumlu tesisler var. Ucuz ve lezzetli lokantalar... Ben Kızılbük Koyu'ndaki Gabaklar Pansiyon'da kaldım. Denize sıfır 30 dönüm bahçe içinde bungalovlar ve kendine ait plajı var. Rüya gibiydi.

Knidos: Muhteşem! İşin ilginç yanı Datça'ya gelen yerli turistin en az geldiği yer Knidos. Oysa sırf burası için bile Datça'ya gelinir. Yabancı turistlerin gözdesi. Hayatımda gördüğüm en etkili Antik Kent coğrafyası. Datça'yı gelecekte çok daha önemli bir arzu beldesi yapacak yer burası. Kentin her iki yanı da deniz. Biri 20 bin diğeri 5 bin kişi kapasiteli iki tiyatrosu, iki limanı da gören Afrodit Tapınağı, en tepedeki Apollon Tapınağı, kiliselerin renkli mozaikleri ve daha saymakla bitmeyecek çok sayıda eseri insanda hayranlık uyandırıyor. Yüzmek için de Datça'nın en güzel denizlerinden biri. Ayrıca tam kıyıda nefis bir balıkçı var, yatıyla seyahat eden yabancı turistler arasında çok meşhur. Mezeler inanılmaz, barbun çıtır çıtır, patates kızartması anneannelerinki gibi. Hem tarih, hem kezzet, hem doğa hem de rüya gibi bir suda yüzmek...

Yazının devamı...

Nihayet okullar açılıyor...

Ailelerin mutluluk gözyaşları arasında nihayet okullar yarın açılıyor. Uzadıkça uzayan, en tembel öğrenciye bile fenalık getiren, annelerin içini şişiren, adeta yüzyıl süren “muhteşem yaz tatili” sona eriyor. Dört aylık tatilin ardından çocukların okul hayatına yeniden uyum sağlaması kolay olmayacak elbette ama eminim ki aileler hele hele anneler huzurlu bir nefes almak için pazartesiyi iple çekiyor.. Programsız bir şekilde uzayan tatil, ailelerin yıllık planını da altüst etti. Hele hele çalışan annelerin izin hesabı, çocuklarınkine uymadı. Öğrencilerin tatili uzayınca, şirketler de ailelere ek izin vermiyor ne de olsa.

Yeni bir eğitim yılına başlamak tıpkı yeni yıla girmek gibidir kadınlar için. Nasıl ki insan yeni yıla girerken, “kilo vermeliyim, daha çok spor yapmalıyım, yogaya başlamalıyım, resim kursuna yazılmalıyım” gibi yeni yılda yeni başlangıçlar” listesi yapar; eğitim yılı başlarken de anneler çocukları için yepyeni hayaller kurar. Belki de sadece çocuklar için değil “veli” olmakla ilgili de böyle bir liste yapmalıyız ne dersiniz? Ben aklıma gelenleri paylaşıyorum, gerisini siz tamamlayın. Çocukları bu yıl;

- Ders çalışma düzenine ilk günden sokmalı. Konular birikip sınav dönemi kabusa dönüşmeden günlük çalışma prensibi uygulanmalı. Yani iş baştan sıkı tutulmalı.

- Veli terörüne kurban etmemeli! Yani, başkalarından etkilenip, özel dersler-kurslar derken çocukları boğmamak gerekli. En zorlu sınav döneminden geçiyor bile olsa, nefes alacak vakit bırakmalı.

- İlgi alanları konusunda biraz özgür bırakmalı. Erkek çocuk yemek yapmayı ya da kız çocuk marangozluk işi öğrenmek istiyor olabilir. “Saçma” ya da “ne gerek var” demeden destek olmalı. Özgürlük, çocuğun içindeki renkleri ortaya çıkarmak için her şeyden fazla gereklidir, unutulmamalı.

- Mukayeseden uzak tutmalı. “Ayşe hep senden yüksek not alıyor”, “Bak Ali nasıl basket oynuyor”, “Sen neden Mehmet gibi takıma girmiyorsun” diyerek çocuğun kalbi kırılmamalı.

- Sanatla daha çok buluşturmalı. Daha fazla tiyatroya, konsere ve sergiye götürmeli. Eğer opera veya bale gibi tanışmadığı bir sanat dalı varsa mutlaka bir gösteriye götürmeli.

- Bir müzik aleti çalmaya teşvik etmeli. Varsa okulun ya da belediyelerin kurslarından birine yazdırıp, mümkünse bir de müzik aleti hediye etmeli.

Nişantaşı Anadolu Lisesi’ne müjde

Nişantaşı Anadolu Lisesi’nin binasına kaybetmesi üzerine okul kimliğinin yok olma noktasına gelmesiyle ilgili yazdığım yazıya MEB’den hemen cevap geldi. Konuya hassasiyet gösteren herkese teşekkür ettiklerini belirtip, bu senenin ikinci dönemine bina restorasyonunun tamamlanacağı ve öğrencilerin okullarına kavuşacakları müjdesini verdiler. Güzel haberler duymak ne güzel.

Yazının devamı...

Chianti’nin tam zamanı...Şimdi!

Seyahat” deyip geçmeyin! Başlı başına bir sanat. Çoğu insan, “para olsa bak nasıl gezerim” der ama işin aslı hiç de öyle değildir. Nasıl ki zevkli giyim sadece para ile ilgili değildir, seyahat de bir görgü, kültür ve ruh bileşkesinin eseridir. Aksi halde tüm zenginlerin çok şık giyinmesi ve müthiş rafine geziler yapıyor olması gerekirdi. Elbette, kısıtlı bütçe, gezi planlaması yaparken insanı zorluyor. Özellikle; uzak destinasyonlara ulaşım masrafı maalesef, aşılması en güç engel. Gittiğiniz yeri bir nefes gibi içinize çekebilmek ise ayrı bir yetenek. Çok genç ya da hayatınızda ilk defa bir yerlere gidiyor değilseniz artık açlığı bastırma vakti gelmiş demektir. “Gittim-gördüm-döndüm” anlayışından ya da “5 günde 5 ülke 10 şehir gördüm” tarzı açık kapamaya yönelik skorer gezi anlayışından hızla uzaklaşmalısınız. Mesele “görmek” ise o kadar para ve vakit harcamaya gerek yok bu devirde, zaten filmlerde dizilerde ya da internette her yeri görmek mümkün. Oysa hissetmek için dokunmak, tad almak ve koklamak gerek. Bu yüzden, ordan oraya koşturmak, tüm müzeleri ve kiliseleri sıraya dizmek yerine bir kafede oturup gelen geçeni izlemek gittiğiniz yere dair daha fazla hisle dönmenize yarar. Yerel halkın tercih ettiği, hatta ingilizce menüsü bile bulunmayan lokantaları keşfetmek, bir parkta oturup yan banktakiyle sohbet etmek kısaca biraz ait hissetmek için vakit ayırmak gerek. Rafine bir seyahat; çok yer görmek değil, gördüğün yere ait çok ânıyla dönebilmek demek.

3-4 GÜNÜ BURAYA AYIRIN

Bu uzun girişi yazmama sebep ise anlatmak üzere olduğum “Chianti” bölgesi. Nedense Chianti Bölgesi, turizm firmalarının, Roma seyahati filan gibi turlarına ek gezi olarak koydukları ve “geçiyorduk birkaç saatliğine uğradık” tadında planladıkları bir yer. Çok ama çok yanlış! Sakın bunu yapmayın! Ya en az 1 haftalık Floransa ve Siena’yı da kapsayan başlı başına bir “Toscana” tatili tercih etmeli ya da 3-4 gününüz varsa sadece “Chianti” bölgesine seyahat etmelisiniz. Eğer bu Dünya’da, görmekten ziyade tadımlanacak 5 yer varsa bunların başında Chianti gelir. “İtalya’ya girmişken Chianti’yi de görelim” diyerek aradan çıkarılacak bir yer asla değil. Şu ara, tüm Avrupa olduğu gibi Toscana için de çok güzel bir mevsim. Daha önce Floransa ve Siena için ayrı yazı yazmıştım.Bu hafta tıpkı gezerken olduğu gibi yazarken de hakkını teslim etmek için, Chianti’yi tek başına ele almak istiyorum. Kesinlikle araba kiralayarak gezmenizi tavsiye ederim. Hiçbir tura takılmayın, kendi başınıza kolaylıkla organize edip, özgürce tadına verin.

Adım 1 : Uçak biletinizi alın. Araba kiralayacağınız için Floransa’ya göre daha ekonomik olan Bologna uçuşunu da düşünebilirsiniz.Floransa- Bologna arası tranle yarım saat, araba ile 1,5 saatlik bir mesafe.

Adım 2: Chianti’nin kalbinde bir otelde kalın ve birbirine yakın 5 tarihi kasabayı rahatlıkla gezin.

Tavsiyem: Kalmaktan büyük keyif aldığım; Badia a Coltibuono. Gaiole’de.Booking.com adresinden rahatlıkla rezervasyon yaptırabilirsiniz. Ünlü Benedict ailesinden kalma, Chianti’nin ilk şarap üretim merkezi. 1100 yıllık büyük bir manastır.Adeta film dekoru gibi. İçindeki küçük kilisesinde hafta sonları evlilik törenleri yapılıyor. Göz alabildiğine bahçe ve yeşil. Uçsuz bucaksız yeşilliğin ortasında tek bina. Özel yürüyüş yolları ile ormanda gezebilir, tarihi mahzenindeki bu ilk şarap tesisini keşfedebilirsiniz. Uzun ve loş koridorlarıyla birlikte bu manastırın geceleri gizemli hatta ürpertici bir atmosfere dönüştüğünü söyleyebilirim. Bahçesi ise cennetten kopmuş gibi. Tabii ki park sorunu yok. 5 tarihi Chianti kasabasına da burdan günlük ziyaret yapabilirsiniz. Chianti, artık kendi adıyla markalaşmış en bilinen şarap üretim bölgesi olduğu için her yer üzüm bağı ve sonsuzluğu çağrıştıracal kadar benzersiz “yeşil”... Bu yüzden arabayla, kasabalar arasında gezinirken bu doğa karşısında nefesiniz kesilecek. Her yer şarap tadım yeri dolu. Ayrıca bölgeye hakim muhteşem Toscana mutfağı ile ilgili yemek kurslarıyla da adım başı karşılaşmak mümkün. Kısaca Chianti; yiye-içe gezmeyi , korunmuş ama hala yaşayan tarihi sevenler, bir de yeşile aşık olanlar için unutulmaz bir tatil vaadediyor.

İŞTE CHİANTİ’NİN 5’LİSİ

Grave: Chianti’nin girişi olarak kabul edilir. Pazar yeri havasında bir kasaba. Canlı ve çok neşeli. Diğer kasabalara göre daha düz bir yerleşim. Hemen girişteki şarküteriden sandviç yaptırırsanız piman olmazsınız. Meyveler de şahane. Burada çok fazla şarap evi var. Örnek; Castello di Vicchiomaggio. Burada, her gün 10Ç karşılığında 1,5 saatlik şarap tadım turu bulabilirsiniz. Ayrıca Toscana mutfağına ait yemek kursları da var. Şarap müzesi de yine burda...

Radda: Yüksek duvarları, labirent gibi sokakları ile dağın başında minicik bir hazine.

Gaiole: Forbes dergisi okurları tarafından dünyada yaşanacak en karakteristik ve şiirsel yerlerin başında seçildi. Pastoral bir tablo ya da idil dizelerinden düşmüş bir mısra gibi...Bağ bozumu sonrası olduğu için Eylül Ayı şarap festivali var.

Castellina in Chianti: Meraklısı için Chianti Arkeoloji Müzesi’nin burda olduğunu belirteyim. Kasabaya girer girmez kilise karşılıyor ziyaretçileri. Siena ve Floransa’ya giden bitün bağlantı yolları burdan geçiyor.

San Casciana Val di Pesa: En tepede ve en sessiz kasaba. Şarap ve zeytinyağının en gelenekselleri var.

Yeme-içme: Bence tarihi kasabaların içindense, aralarındaki yollardaki küçük aile işletmelerini tercih edin. Kendilerine ait sürahisi 5 euroluk ,ev yapımı şaraplarına bayılacaksınız. Chianti şarabının formülü; yüzde 70 sangiovese, yüzde 15 canaiolo, yüzde 10 malvasia ve yüzde 5 oranda da diğer kırmızı üzümler. Ama bölgenin toprağı ve havası asıl aromasını veriyor.

Yazının devamı...

Sonbahar için keyifli yaşam mönüsü

Sanatın merhemine daha çok düşünmeye daha çok hissetmeye daha çok anlamaya ihtiyaç var. İşte sonbaharı saçlarından yakalamak isteyenler için seçtiklerim: Sonbahar sergi, film, gösteri ve festival önerilerim...

İçinden geçtiğimiz acı günlerin etkisindeyiz. Yaşamdan payımıza düşen kekre bir tat ile nefes aldığımız güne şükrederek sonbaharın hüznüne bile imreniyoruz. Oysa sonbahar, kendine atfedilenin tersine en canlı, hayat enerjisi en yüksek mevsimdir. Yazın miskinliğinden uyanıp yeniden hayata karışmak, kışın soğuğu ile yazın sıcağı arafında özgürce kendini sokaklara vurmak vaktidir. Ortak bir kederle sarsıldığımız Eylül'ün ilk yarısını geride bırakmışız bile. Belki biraz sanatın merhemine; daha çok düşünmeye daha çok hissetmeye daha çok anlamaya ihtiyaç var. İşte sonbaharı saçlarından yakalamak isteyenler için seçtiklerim...

Bienal’in çekiciliği

Bu yılın teması; "Tuzlu su". Sadece İstanbul'da yaşayanlar için değil önerim; imkanı olan herkes şehrin dört bir yanına, tam 30 noktaya yayılmış sanat rüzgarı vaadeden Bienal için özellikle İstanbul'a gelmeli. Dünyanın ünlü görsel sanatçılarının işlerini görmek, bir yandan da İstanbul'u keşfetmek için muhteşem bir fırsat, Bienal. Büyükada Halk Kütüphanesi'nden Troçki'nin evine, Galata Özel Rum İlköğretim Okulu'ndan İstiklal Caddesi'ndeki bir ayakkabıcıya kadar her yer sergi alanına dönüşmüş durumda." İstanbul Modern" ve "Arter" de Bienal'in önemli durak noktaları. Tarihi Yarımada'daki Mustafa Paşa Hamamı'nın kadın ve erkek tarafı ayrı ayrı bir kadın ve bir erkek sanatçının işlerine ayrılmış durumda. Girişler ücretsiz. Rehber eşliğinde gezmek isteyenler 14b.iksv.org adresinden bilgi alabilirler.

Zorlu PSM’deki gösteriler tam gaz

Sirk: 2000 Sydney Olimpiyat Oyunları'nın açılışında unutulmaz bir gösteri sergileyen "The Flying Fruit Fly Circus" 18-19-20 Eylül'de Zorlu Center'da. Çocuklu ailelere özellikle duyurulur.

Mamma Mia: Dünyaca ünlü müzikal, 20 yıldır Abba şarkıları ile 50 milyondan fazla izleyiciye ulaştı. 29 Eylül-4 Ekim tarihinde Zorlu Center PSM'de.

Hamburger festivali

Olur mu öyle şey demeyin! Olur hem de pek leziz olur. 2-3-4 Ekim'de Karaköy'de Hellman's Burger Fest, çok keyifli olacak bence. Muhit, Burger Lab, Heisenberg Gran, Nar Dükkan Colonie, Gakkı gibi katılımcı restoranların girişinde kasap kılığında canlı heykeller konukları karşılayacak ve ödüllü yarışmalar, promosyonlu mönüler, sürpriz hediyeler olacakmış. Çoluklu çocuklu, keyifli bir gün geçirmek mümkün, ne dersiniz?

Sonbahar'da sinemalar canlanır

Tabii ki sinema sezonu Eylül ayı ile açılır. İşte size sonbahar film listem:

Minions-Minyonlar: Yoksa hala gitmediniz mi! Şahane, eğlenceli ve çok şirin... Yatağımda kızımın hediyesi, tek gözlü minyon "stuwart" ile uyuyan bir kadınım ben. Sanırım başka şey söylememe gerek yok. Şu anda vizyonda. Koşarak gidin!

She's Funny That Way: İlişki Durumu: Kaçamak

Aldatma üzerine çok eğlenceli bir vodvil. Woody Allen filmlerini anımsatan bir havası var. Şimdi, sinemalarda. Ben çok sevdim, size de tavsiye ederim.

Ex Machina: Yapay zeka üzerine farklı bir bilim kurgu. Aksiyondan uzak ama bence iç temposu çok yüksek bir film. Film Ekimi kapsamında izleyebilirsiniz.

Amy: Vizyon tarihi 25 Eylül. Benim gibi Amy Winehouse hayranları için beklemek bile heyecan verici. Ricki And The Flash- Sıradışı Anne: Meryl Streep, Lady Gaga şarkıları söyleyen bir anne olarak bu hafta sonu karşımıza çıkacak. Daha ne olsun! Kaçmazzz!

Yazının devamı...

Diplomat yetiştiren okul yok olmasın

Eğitim ve sınav sistemimiz üzerine yıllardır yazıyorum. Bu arada kızım büyüdü ve artık o da bu sene liseye geçiş sınavı olan TEOG’a hazırlanıyor. Elbette ben de anne olarak bir yandan puanı görmeden paçaları sıvadım ve okullara bakmaya başladım. Ada’nın bütün hayali bir asrı devirmiş tarihi okulda okumak. “Duvarında sarmaşık olan okullarda okumak istiyorum anne” diyor. Ülkemizde, Osmanlı’da temelleri atılmış, Cumhuriyet ile yükselmeyi başarmış, dünyada kabul gören, az sayıda da olsa böyle okullarımız var. Elbette öyle “merhaba ben geldim” diyerek bu okullara girmek mümkün değil, çok yüksek puan almak gerekiyor. Ama çalışıp kazanabilen için gerçekten ayrıcalıklı bir eğitim hayatının da kapıları açılıyor. Sadece yüksek puan ile seçilmiş öğrencileri ya da ana dil gibi verdiği yabancı dil eğitimi ya da mezun olduktan sonra hep birbirlerini kollayan bir aidiyetten dolayı değil bu ayrıcalık. O kapıdan girildikten sonra tarih kokan geçmiş ve bunlara ev sahipliği yapan mekânın kendisinde soluk almak çok özel. Bu yüzden de bu okullar kendisini barındıran binalarıyla da ayrıcalıklı. Mekânların ruhu vardır. Söz konusu olan nerdeyse 150 yıla yakın geçmişi olan okullarsa, onları böyle özel ve arzu nesnesi kılan aynı zamanda barındıkları yapılardır. Her yıl hem tam puanla öğrenci alan Robert Kolej, Boğaz’a nazır, muhteşem kampüsü olmasa bütün öğrencilerin en çok hayalini kurduğu okul olur muydu mesela? Üstelik yıllık 60 bin liradan fazla okul ücreti olduğu halde! Tek etken eğitim kalitesi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Örnek mi; Fransızların ünlü ekol okulu Saint Joseph’in İstanbul ve İzmir okulları arasında nerdeyse 100 puan fark var. Neden peki? Eğitim aynı eğitim ama İstanbul kampüsünün korunmuş güzelliği ve konumu öğrencileri mıknatıs gibi kendine çekiyor, puanlarını da tavan yaptırıyor. Sadece yabancı özel okullardan örnek vermeyeyim; Galatasaray Lisesi, İstanbul’un merkezi Beyoğlu’nun göbeğinde tüm haşmetiyle gelip geçeni etkilediği için efsane değil mi? Çırağan Sarayı‘nın komşusu Kabataş Lisesi neden öğrencilerin gözdesi? Bu bir kelebek etkisi. “Şurda okumak lâzım” dedirtmiş tarihi okullar, yıllardır en çalışkan öğrencilerin tercihi olmuş ve böylece yüksek standart tutturmuş. Bu okullardan mezun olanlar da hep fark yaratmış. Kimi zaman, bu okulların kıymetli binalarından çıkarılacağı, özelleştirilip yerlerine otel vs yapılacağı gündeme geliyor. İnanın içim acıyor. Çünkü biliyorum ki bu okullar mekânlarının ruhuyla bütün oldukları için böyle özeller. O yüzden çok tâlep görüyor ve en iyi öğrencileri seçme şansına sahip oluyorlar. Binalarını sıradanlaştırmak demek bu okulları bitirmek demek. Yeni binayı saray gibi yapsanız da bu değişmez. Kök sarsıntısı bu mektepleri bitirir. Bir daha hiçbir öğrenci “duvarı sarmaşıklı okul” diye iç geçirmez.

YOK OLMAMALI

Galatasaray Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi, Kabataş Lisesi gibi en gözde konumdaki efsane liselerin binalarının özelleştirilip bu okulların yeni binalara taşınacağı söylentisi her çıktığında içim eziliyor. Bu yazıyı yazma sebebim de Ada için okulları araştırırken bir dönemin efsane tarihi okullarından birinin yok olmaya yüz tuttuğunu görmem oldu. Sahiden çok üzüldüm. Osmanlı döneminde İngiliz Hükümeti ile birlikte kurulmuş “English High School” ve sonrasında İngiliz Hükümeti’nin devletimize devretmesiyle Nişantaşı Anadolu Lisesi olarak eğitim vermiş bir başka efsaneden söz ediyorum.

1858 yılında kurulan British School, bugünkü okul binası, 12 Nisan 1911 tarihinde Sultan 5’nci Mehmed’in (Reşad) fermanı ile inşa edilmiş ve 1979 yılından sonra Nişantaşı Anadolu Lisesi olsa da iki farklı isim ile aynı geleneği sürdürmüş. Akademik başarısı yüksek ve ileri derecede İngilizce eğitim veren bir okul olmuş hep. Ama şu ânda kendine ait bir binası bile olmayan ve böyle giderse adı tarihe gömülmeye mâhkum ne yazık ki! İlk darbeyi, 2004 yılında çoğu Anadolu Lisesi gibi İngilizce hazırlık sınıfının kaldırılmasıyla yaşamış. Bugün okulların puan durumuna baktığınızda Anadolu Liseleri içinde sadece hazırlık sınıfı olan okulların puanının çok yüksek olduğunu görebilirsiniz. Globalleşen dünyada öğrencilerin talebi bu yönde. Ama asıl büyük öğrenci kaybını, binasından çıktığı şu son 3 yıl içinde yaşamış ve yaşamaya devam ediyor Nişantaşı Anadolu...

OKUL RUHU GERİ DÖNMELİ

Mezunlar Derneği’nden öğrendiğime göre; Nişantaşı‘nın göbeğindeki 113 yıllık okul binası 2014 yılında restorasyona girmiş. Önceleri herkes çok mutlu olmuş. Ancak devlet kapısında en büyük ihaleleri almayı başaran inşaat şirketi okulu tamamlayamamış. 2014-2015 eğitim-öğretim yılında eğitimine Nilüfer Hatun İlköğretim Okulu’nun bodrum katında oldukça zor koşullarda devam etmiş öğrenciler. Ancak yaşanan son gelişmelerle birlikte çalışmaların en az bir yıl daha uzayacağı bununla birlikte yeni eğitim-öğretim yılında eğitime mevcut binadan oldukça uzak bir bölgede yer alan Süleyman Şah İmam Hatip Kız Lisesi’nde devam edileceği bilgisi verilmiş. Eh İmam Hatip Kız Lisesi’ni, karma okuldan ayırmak için de çelik konstrüksiyonla ikiye bölünmüş okul ve bir kısmı Nişantaşı Anadolu’ya tahsis edilmiş. Sonunda ne olmuş biliyor musunuz? 485 gibi oldukça yüksek puanla öğrenci alan okul 430’lara bile indiğinde kontenjanı dolduramaz olmuş. 20 öğrenci mezun verecek kadar küçülmüş. Valilikten, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü‘ne, Mezunlar Derneği’nden okul yönetimine, Belediye Başkanı‘na kadar herkes bu durum için seferber. Herkes Nişantaşı Anadolu Lisesi’nin, öğrencilerinin adıyla gurur duyduğu günlerine geri dönmesini istiyor. Ve şimdi yazımın en başında anlattığıma dönecek olursak bu da ancak okulun ruhunun yani eski binasının iadesiyle mümkün görünüyor.

Aksi hâlde, Nişantaşı gibi en havalı semtin imar olarak çok kıymetli noktasında bulunan 113 yıllık okul binasının, bir ânda otel olarak karşımıza çıkmasından korkuyorum. 130 yıllık Osmanlı‘dan kalma erkek çocuklar için kurulan British School ve sonraki adıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin efsane okulu Nişantaşı Anadolu’nun Kız İmam Hatip Lisesi’ne hapsolmasına göz yumulmasını kabul edemiyorum.

Milli Eğitim Bakanlığı‘na sesleniyor ve bu okulu kurtarmak için uğraşan tüm birimlere kulak vermelerini istiyorum.

Eğitim seviyemizin, dünya genelinde günden güne gerilediği şu günlerde yüz akımız ve kendini fırtınalara karşı korumayı başarmış bir elin parmakları kadar olan tarihi okullarımıza ve onları vâr eden yapılarına sahip çıkmayı borç biliyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.