Şampiy10
Magazin
Gündem

Kitap kurdu yeni nesil TÜYAP’ı coşturuyor

TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı için bugün son şansınız. Gidin ve sandığınızdan çok daha fazla olan o kitap sevdalısı gençleri görüp, ülkenin geleceği için umut besleyin. Kendinize bir iyilik yapın ve bu yıl 34’üncüsü düzenlenen bu şahane fuarı sakın kaçırmayın.

Hani “kitap kurdu” derler ya, işte tam da öyle bir kızım var. Günde 500 sayfa kitap okuyor. İnanın abartmıyorum. Hatta her şeyin fazlası zarar derler ya, TEOG sınavına 10 gün sonra gireceğinden Ada için de bu kitap sevdası zorlayıcı olmaya başladı. Zaten yoğun bir tempoda çalıştığı şu dönemde, bulduğu azıcık dinlenme molalarında ya da yemeklerde de kitaplarına gömülünce olan gözlere oluyor. İnsan da çocuğuna dönüp “yeter artık kitap okumanı istemiyorum” demek istemiyor. Ama itiraf edeyim, utana sıkıla “hadi annecim biraz gözünü dinlendir, kitabı gel kurabiye yapalım” filan demeye başladım. Maalesef, ülkemizdeki eğitim ve sınav sistemi, kitap okumaya bile ancak bir ölçüde müsaade ediyor. Yapılacak bir şey yok, kazanmak istediği önemli liseler var ve bu uğurda da kendi başına büyük çaba gösteriyor. Kitaplar arasında saatlerce, günlerce kaybolma hayallerini ise mecburen yaza öteliyor.

Kitap kurdu gençler

Böyle bir sınav ortamında ise Ada’nın bir tutam nefes almasını sağlayan, TÜYAP Kitap Fuarı oldu. En yoğun çalıştığı dönemde, üstelik cumartesi- pazar bile okula gidiyorken, ders kaçırmayı göze alıp kendi gibi kitap müptelası arkadaşı Sinem’le açıldığı gün fuara koştu ve akşam kovulana kadar kitap kokusuyla hemhâl oldu. Bana ilginç gelen ise, Ada’nın yalnız olmadığını, onun gibi kitap kurdu yüzlerce öğrenci olduğunu görmek oldu. Hani hep “şimdiki çocuklar- gençler kitap okumuyor” diyoruz ya, anladım ki büyük haksızlık ediyoruz. Bana inanmıyorsanız, gidin fuara ve aynı aşkla buluşmuş olanların apayrı dünyasına tanık olun.

Çocuklarda kitap alışkanlığını geliştirmek için ne yapılması gerektiği ile ilgili sihirli bir formül var mı bilmiyorum. Sadece benim Ada, bu sevdaya nasıl düştü ondan söz edebilirim. Açıkçası, okumayı söktüğünde çok rahatladığımı hatırlıyorum. Saatlerce durmadan kitap okuturdu bana. İlkokula başlayıp da hecelemeye başladığı ân duyduğum sevinç ikiye katlandı çünkü artık beni kitaplarla arasından çıkarmıştı. Önceleri her şey gayet ortalama ilerliyordu. İlkokul 4. sınıfta yani okumanın iyice akıcı hale geldiği dönemde, mitoloji ve macerayı harmanlayan bol çocuk edebiyatı ödüllü Percy Jackson serisi baştan çıkardı sanırım onu ilk olarak.

Ada şimdi orta mektep sonda ve “ne olmak istersin” sorusu sorulduğunda, “seneye lisede, kitap fuarında Pegasus Yayınları‘nın standında çalışmak” diye yanıt veriyor. Tüm harçlığını biraz da pahalı olan Pegasus yayınlarına kaptırdığından, çalışması karşılığı kitap kazanmayı hesap ediyor sanırım.

Belki kiminize çok yakın, kiminize çok uzak geldi anlattıklarım. Ama ben, haftada 6-7 kitap okuyan, ne bilgisayar oyunu ne televizyon sadece kitaplarla mutlu olan hatta geceleri bile koynuna kitabını alıp okuyan kızımı çok kendine özel ve farklı sanıyordum. Meğer yeni jenerasyonda o kadar çoklarmış ki...

Sosyal medyadalar

Sosyal medyada birbirlerini bulan ve kendi fenomenlerini üreten 12-21 yaş arası, bambaşka bir dünyası olan çocukların ve gençlerin sayısı insanı şaşırtıyor. Kitaplarla ilgili bilgi ve yorum içeren instagram hesapları ile yine kitaplar üzerinden sosyalleşiyorlar. Okudukları serilerin yeni kitabını ilk alan olmak için kitapçıların kapısında yarışıyorlar. Eğer, Türkiye’de çıkış tarihi gecikirse yayınevlerinin burnundan getiriyorlar. Kitap pahallılığı karşısında sosyal medyada etiketler oluşturup, yayınevlerine baskı kurup indirim alıyorlar. Henüz ülkemizde çıkmamış bir kitap ise tüm imkanları zorlayıp yurt dışından getirip, marka spor pabuçları ile değil kitapları ile hava atıyorlar ve tabii sonra arkadaşlarıyla paylaşmanın keyfini çıkarıyorlar. Instagram’da yabancı yazarlarla yazışıyorlar. Her aldıkları cevaptan sonra mutluluk sarhoşu oluyorlar. “Hediye” deyince birbirlerine kitap alıyorlar ve günün birinde yaptırmak hayaliyle dergilerden kitaplık- kütüphane fotoğrafı kesip biriktiriyorlar. Sayıları hiç az değil. Bana inanmazsanız gidin kitap fuarına ve standlarda duran sosyal medya kitap paylaşımı fenomenlerine nasıl pop stara bakar gibi baktıklarını görün. Kitapları koklayanları, saatlerce yazardan imza almak için bekleyenleri, harçlık yetmeyince, bir kitap daha alabilmek uğruna aralarında nasıl bozuk paraları birleştirdiklerini izleyin. Onlar bu ülkenin geleceği. Anne-babalarının “bırak artık kitabı da biraz test çöz” demesine rağmen, bu ezberci eğitim ve bu vahşi sınav sistemine rağmen edebiyattan vazgeçmeyen, özgür düşünceyi, sorgulamayı ve bilgiyi seçen gençler. Onlar bu ülkeyi umut yolculuğunda hayallerinin üzerinde taşıyacak olanlar. Onlar sandığınızdan çok daha fazlalar. Size de kitaplarla dolu mutlu pazarlar.

Yazının devamı...

Ahmet Güneştekin doğudan yükseliyor

Kasım ayı, sanatla buluşma zamanı... Benim de size ülkemiz sanatı ile ilgili güzel haberlerim var. Geçtiğimiz hafta, Türkiye'nin uluslararası sanat dünyasında yükselen yıldızı Ahmet Güneştekin'in, Barcelona Marlborough galeride bulunan ‘Kökenin Yetisi’ sergisinin açılışındaydım. Türkiye'den önemli basın mensuplarının yanı sıra, dünya çapında önemli koleksiyonerler, Barcelona Başkonsolosu Emir Salim Yüksel ve tabii ki Barcelona'daki gururumuz Arda Turan da açılıştaydı. Mayıs ayında, Venedik Bienali'ne eş zamanlı olarak yine Marlborough galeride açtığı ‘Milyon Taşı’ sergisini gezmiş ve çok etkilenmiştim. Batman'ın Garzan işçi kamplarında doğmuş, Yaşar Kemal'in etkisinde kalarak buram buram Anadolu solumuş bir sanatçı Güneştekin. Etnik kökenleri harmanlayarak ve tüm din ve kültürlere eşit mesafede duran, insanlığı kucaklayıcı eserler vermesi tam da bu yüzden sanırım. Zihnini ve ruhunu en fazla meşgul eden meselenin ortak kavramlar ve değerler olduğu hemen her serisinde hissediliyor. Tamamen kendine özgü kurguladığı işlerinde resim- heykel- yazı- ayna gibi görsel araçları da bağımsız ve kural tanımaz bir üslupla harmanlıyor. Ortaya çıkan eserleri de kesinlikle benzersiz oluyor. Sanatçının etnik kökeninin gelenek ve kültürünü şimdiki zaman ile buluşturması ve tamamen kendine özgü sanatsal ifade yakalaması, tüm dünyada yükselen değer. Öz hikayelerini, insanoğluna ait tüm ortak kavramları anlatmada kucaklayıcı bir dil olarak kullanan Ahmet Güneştekin de evrensel yolculuğunda sanat severlere adeta "Güneş doğudan yükselir" dedirtiyor. Sanatçının; New York, Hong Kong, Madrid, Venedik, Monaco, Amsterdam'dan sonraki kişisel sergisi "Kökenin Yetisi", Barcelona'da 12 Aralık'a kadar sürecek. Çalık Holding'in katkılarıyla gerçekleşen serginin küratörü ise İspanya'nın önemli sanat danışmanlarından, Miro, Dali ve Gaudi yılı kapsamındaki tüm sergilerin de küratörlüğünü yapan önemli bir isim; Barcelona Kültür Sanat Konseyi üyesi ve Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Birliği Başkan yardımcısı Daniel Giralt-Miracle.

Elbette, Güneştekin'in efsaneler ve masallarla örülü, İstanbul'un tüm hallerini, bu toprakların kucakladığı tüm kültür ve dinleri merkezine alan, hatta aynalarla bakanı sanatın merkezine taşıyan işlerini görmek için yurt dışına gitmek gerekmiyor. Şu anda İstanbul'un en geniş kapsamlı sanat buluşmalarından "Contemporary İstanbul"ın 10'uncu yıl etkinlikleri bünyesinde Ahmet Güneştekin seçkilerini görmek mümkün.

Yazının devamı...

Bugün günlerden Bond 007

3 yıl aradan sonra James Bond yeni macerası "Spectre" ile karşımızda... Sakın, "gişeye gidelim, bakarız" demeyin, işinizi garantileyin ve biletinizi önceden alın.

Yazımın girişinden de anlayacağınız üz're ben James Bond severim. İşin aslı, yenilikçi filmlere tutkum bir yana, klişelere her zaman bağlılığım vardır. Babamın gençlik yıllarına damgasını vuran "007", bugün gençliğin eşiğinde duran kızım için de çoktan vazgeçilmezler arasına girdi. Ailece önden bir Bond hazırlığı yaptığımızı bile söyleyebilirim. Eski Bond'lardan günümüze bir seçki yaptık Ada için. Bond'u iyice tanısın ve bu yeni filmi öyle izlesin istedik. Hoş, Bond artık Daniel Craig ile klişelerini büyük ölçüde kırdı. Değişti, modernleşti. Elbette, sanatsal ağırlıklı filmlerle tanıdığımız yönetmen Sam Mendes'in de bunda payı büyük. James Bond serisi artık eskisinden çok daha entelektüel, daha sanatsal ve daha iyi filmlerle seyirci karşısına çıkıyor. Ama ne yalan söyleyeyim, yine de eski klişeleri aramıyor değilim. Belki de serinin ilk yazıldığı ve yıllarca sinemada canlandırılmış "komedi- ajan- macera" türünün içindeki komedi unsuru yok edildiği için bir yabancılaşma hissediyorum. Bond'un soğuk esprileri, ukalalığı, antipatik halleri ve çok acayip teknolojik silahlarını özlediğimi itiraf etmeliyim. 2006 yılı itibari ile yeni Bond Daniel Craig ile birlikte sanki James Bond değil de çok kaliteli ama başka bir macera filmi izlediğim hissine kapıldım. Tıpkı yeni Bond sebebiyle ikiye bölünen sinema severler gibi ben de kendi içimde çarpışıyorum. Yine de büyük heyecanla "Spectre"ya koşuyorum.

Geçmişten günümüze tüm ajanlar

İlk ve en Bond: Sean Connery: Serinin 7 filminde oynadı. James Bond deyince, aradan geçen 50 yıla rağmen ilk akla gelen 007, kesinlikle Connery.

En bilinmeyeni David Niven: "Casino Royale"in ilk Bond'u aslında James Niven. Ama EON Productions imzası olmadığı için çoğu yerde ismi geçmez. Aynı durumdaki diğer filmde Sean Connery'nin oynadığı son Bond filmi "Asla Asla Deme".

Tek filmlik Bond: George Lazenby: Avustralyalı olduğu için zaten en uzaktan gelen Bond George Lazenby. Tek filmi "Kraliçe'nin Gizli Servisi"

Roger Moore: İşte bir başka efsane. Tıpkı Connery gibi yedi kez Bond oldu.

En entellektüel Bond, Timothy Dalton: Gallerli aktör zaten Shakespeare Company'nin çok önemli bir oyuncusuydu. Hatta Bond'u kabul ettiği için çok eleştirilmişti.

Yakışıklı Bond Pierce Brosnan: 42 yaşında Bond olan Brosnan gerçekten klasik anlamdaki Bond karizması ve yakışıklılığının en çok hakkını veren isimlerden biri oldu.

En sarışın en suratsız Bond, Daniel Craig: Çok yakışıklı değil; karizması var. Çapkın bakışlı değil...

Q geri dönüyor

17 James Bond filminde "Q "rolünü oynayarak serideki rekoru elinde tutan Desmond Llewelyn'in ölmeden önceki son Bond filmi Türkiye'de de çekilen "Dünya Yetmez" idi. Ben Wishaw'ın canlandıracağı Q yeniden seyirci karşısına çıkıyor. Bond için bakalım neler yapacak.

Yazının devamı...

Özrü kabahatinden çok büyük

16 Ekim tarihinde Yargıtay tarafından Trabzonspor başkanlığı düşürülen İbrahim Hacıosmanoğlu bir açıklama yaptı ve büyük tepki aldı. "Öleceksek de adam gibi öleceğiz, kadın gibi yaşamayacağız" diyen eski başkanın bir maçtan sonra 4,5 saat hakemleri rehin alması ve ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın telefonuyla serbest bıraktığı iddiaları bile bu sözün gölgesinde kaldı. Katıldığı bir programda, önce Türkiye Futbol Federasyonu ve sonra hakemler aleyhine veryansın eden Hacıosmanoğlu'nun Kurtlar Vadisi dizini aratmayacak tehditleri bile "Kadın gibi yaşamayacağız" açıklaması kadar tepki çekmedi. Futboldaki mafyöz olayların geldiği nokta ve olaya karışanların vukuatlarından ötürü alacağı cezalarla Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı ve Futbol Federasyonu ilgilene dursun, biz Hacıosmanoğlu'nun "özrü kabahatinden büyük" açıklamalarına göz atalım.

Öncelikle ben kendi adıma Hacıosmanoğlu'nun sözlerinde büyük bir doğruluk payı olduğunu hemen Twitter hesabımdan açıkladım. Elbette "kadın gibi yaşamak" herkesin haddine değildir. Güç ister, cesaret ister, fedakârlık ister, tek başına ayakta durabilmek marifeti ister. Kadın gibi yaşamak, belindeki silaha güvenerek değil, kendine doğrultulmuş silaha rağmen yaşamayı seçmekten geçer. Tehdit savurarak yasaklı yollardan yürümek değil, tehditlere rağmen bildiği yoldan dönmemek yüreği ister. Velhasıl kelâm sahiden "kadın gibi yaşamak" insan gibi yürek ister. Maalesef, bu açıklamayı, kadını her daim aşağı gören zihniyetin dile pelesenk ettiği yakışıksız bir fikir-zikir sapması olarak düşünmek isterdim yine de... Ama eski başkanın güyâ özür dileyen açıklamaları, sözün kabahatini aştı! Efendim neymiş; Karadeniz'de böyle denirmiş, yoksa kadınlardan özür dilermiş, anası-karısı varmış, onlar da kadınmış. Ama gene de Milletvekili Nazlı Özkaya'dan özür dilemezmiş. "Kadın gibi yaşamak" mecazmış da Karadenizliler öyle dermiş ama kadını aşağılamak için demezmiş ama gene de bu söze karşı çıkan kadın milletvekilinin de yarası varmış ki bu söze alınmış. Mış-mış-mış... E pes yahu! Bu kadar Futbol Federasyonu'nu kasıp kavuracak adamınız var da basın açıklamanıza göz atacak adamınız yok mu! Kadınlara hakaret et, yetmesin azıcık lafı doğrultayım derken, kadını bu topraklar için canını vermiş Karadenizlileri töhmet altında bırak, o da yetmesin cinsiyet ayrımcılığının karşısında duran kadınlara "yarası var" diye hakareti ikiye katla! Hacıosmanoğlu'nun ağzından çıkanın sağlamasını yapması çok kolay oysa! "Biz adam gibi ölürüz, kadın gibi yaşamayız" lâfındaki, "kadın" kelimesini yerine tüm sevdiklerinin ismini, hatta başkanlık ettiği kulübün, doğduğu şehrin adını koyar, sonra bakar söylemeye dili varacak mı! Ha, "Haaaa şaaaaa, benim memleketime hakaret" derse, "kadın" kelimesini de ağzına alırken dikkat eder belki bir daha! Yoksa Allah muhafaza, Karadeniz'in aslan yürekli kadınlarından biri ne bileyim mesela tek başına bir tabur adama kafa tutmuş Havva Ana gibi bir koca gönüllü kadın çıkar karşısına da, kendisine "kadın gibi yaşamak" neye benzer, öğretiverir sonra!

UNICEF SANAL GÖZLÜKLERİ

Gün geçmiyor ki haketmediği bir vahşetin altında ezilen çocuklar için ağlamayalım! Sadece haberlerde değil, sokaklarda yaşam mücadelesi veren, gelmekte olan kış aylarını düşündükçe içimizi bir başka titreten Suriyeli çocuklar her gün gözümüzün önünde... Üstelik onlar şanslı bile sayılıyor, ülkesinde, mülteci kamplarda ölüm kalım mücadelesi veren kardeşlerine bakınca. Bize kalansa, çocuklarımıza yedirdiğiniz her lokmada boğazımıza düğümlenen çaresizliğin ağır yükü... Belki savaşa son veremeyiz ama Ürdün’deki mülteci kamplarında yaşananları yakından görüp, ordaki çocuklar için küçücük de olsa yardım edebilecek bir fırsat var elimizde. UNICEF’in mülteci kamplarda yaşayan Suriyeli çocukların temel ihtiyaçlarını karşılamak için başlattığı teknolojik kampanyadan söz ediyorum. Ürdün’deki Za’atari Mülteci kampında yaşayan 12 yaşındaki Sidra’nın bir gününü, UNICEF’in hazırladığı sanal gözlükle sanki orda ve onunla yaşıyormuş gibi hissediyorsunuz. Sakın “yüreğim kaldırmaz” demeyin! Eğer çocuklar bu yükün gerçeğini kaldırabiliyorsa, biz de bu yükü içimizde duyumsayabiliriz. Duyumsadıkça, bu savaş yükü altında yaşam mücadelesi veren çocuklara daha çok el uzatmak isteyeceğinize emin olun. En azından bu kadarını yapmak insanlık görevimiz. Özellikle 12 yaş ve üzeri çocukların da bu gerçekliğe tanıklık etmesi, yaşama dair büyük bir deneyim bence. UNICEF’in “Sanal Gerçeklik Gözlükleri”ni, AVM’lerdeki UNICEF standlarından satın alarak hem Sidra’nın mülteci kamplarında yaşadıklarına yakından tanıklık edebilir hem de bu sayede kazanılacak gelirle UNICEF’in Za’atari kampında yaşayan çocukların beslenme, sağlık, giyim, eğitim gibi temel ihtiyaçlarını karşılamasına destek olabilirsiniz.

Yazının devamı...

Cumhuriyetin teminatı kadınlar...

Bu hafta Cumhuriyetimizin kuruluşunun 92’nci yılını kutladık. Sahip olduğum her şeyi Türkiye Cumhuriyeti ve Ulu Önder Atatürk’e borçlu olduğumu biliyorum. Hele ki bir kadın ve bir kız çocuğu annesi olarak bu minnetimin her geçen gün katlanarak arttığını hissediyorum. Bugün, Cumhuriyeti koruyup kollamanın da en çok ülkemiz kadınlarına vazife olduğuna inanıyorum. Kurtarıcımızın, Ulu Önder Atatürk olduğunu her daim hatırlayıp; başı dik, kendi ayaklarının üzerinde durabilecek özgürlüğe sahip olabilmek için tek tutunacak dalımız Cumhuriyetimize sahip çıkmalıyız. Bugün; okuyabiliyorsak, çalışabiliyorsak, mal sahibi olabiliyorsak, sokakta kendi irademizle dolaşabiliyorsak, eşimizi kendimiz seçip istediğimizde hayatımıza yalnız devam edebiliyorsak, sahneye çıkabiliyorsak, koskoca şirketleri ve hatta devleti yönetebiliyorsak ve tabii ki seçebiliyor, seçilebiliyorsak kısaca erkeklerin köleliğinden kurtulmuşsak Atatürk ve Cumhuriyetimiz sayesinde olduğunu aklımızdan hiç çıkarmamalıyız. Keşke günümüzde, her kadın eşit bir şekilde Atatürk’ün açtığı yoldan ilerleyebilme şansına sahip olsa... Keşke, Cumhuriyetin tüm kazanımları lâyığı ile uygulansa... Kadınların yeniden erkeğin ayağının altına atılıp köleleştirilmek istendiği, kadınlar için ne yazık ki Cumhuriyet tarihimizin en kanlı döneminden geçiyoruz. İşte en azından bu yüzden, belki de sırf bu yüzden biz kadınların birlik olup her zamankinden daha sıkıca Cumhuriyeti bağrımızda saklayıp sakınmamız gerek. Cumhuriyet; en çok biz kadınlara gerek! “Cumhuriyetin bize kazandırdığı hakların ne kadarını günümüzde yaşayabiliyoruz!” Sadece birkaç ufak hatırlatma yapıp, yorumu size bırakıyorum.

Basın özgürlüğü: Cumhuriyetin en büyük kazanımlarından biri... Salatanatlık döneminde kat’a olmayan bir hak. Düşünce ve fikirleri basın yoluyla ifade edebilme ve yayabilme özgürlüğü, Atatürk sayesinde anayasal olarak garantiye alındı. Buyurun, hadi özgürce fikirlerinizi paylaşın, yorum sizin! Efendim, duyamadım, bir şey mi dediniz?

Din ve vicdan özgürlüğü: Tüm inançlara ortak mesafede bir yönetim şeklini benimseyen laiklik ise vatandaşı inançlarında özgür bırakıp, dini siyasete alet ederek yozlaştırıp kirletmek isteyenlere karşı koruma kalkınıdır. Aksi halde, Cumhuriyet hakları ihlal ediliyor, demektir. Şimdi yorum sizde: Günümüz Türkiye’sinde din ve siyaset birbiriyle ilişkili mi sizce?

Özel Hayatın Gizliliği: Cumhuriyet ile birlikte vatandaşların özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesi Anayasa ile korunma altına alınmıştır. Bu kural bugün milletvekiileri, bakanlar, başbakan ve cumhurbaşkanı için fevkalade geçerlidir. “Vatandaşın özel hayatına saygı“ Siz böyle bir “hak” duydunuz mu acaba?

Düşünce, toplantı ve gösteri özgürlüğü: Bireylerin, düşüncelerini ifade edebilmek için toplanıp yürüyüş yapabilmeleri özgürlüğü de Cumhuriyetin bir parçasıdır. Aslında, biber gazı, cop ve gaz fişeklerini saymazsak, ülkemizde özgürce yürüyüş ve gösteri yapılabildiğini söyleyebiliriz. Günün sonunda kör kalmak ya da hakkın rahmetine kavuşmak ise “Günümüz Türkiye’sinde gösteri yapmanın fıtratında var” der, geçeriz.

Eğitim hakkı: Eşit şartlarda eğitim hakkı, Cumhuriyet’imizin temel kurallarından biri. Açıkçası, parası olanlar için eğitim hiç bugünkü kadar eşit olmamıştı.

Yaşama Hakkı: Cumhuriyetin kazandırdığı en önemli temel hak. Saltanat dönemindeki bir kişinin dudağının ucunda olan yaşam hakkı, yasalarla koruma altına alındı. Peki ya bugün nasıl yaşıyoruz? Orhan Veli’nin dediği gibi, “Bedava yaşıyoruz, bedava...’’

Yazının devamı...

Akıllı telefonlar tükenmişlik sendromu yaratıyor

Siz de beyniniz yanmış gibi hissediyor musunuz bu ara? Adınızı bile unutacak gibi oluyor musunuz? Lafın yarısında durup "Ne diyecektim ben şimdi" diye kalıyor musunuz? Sıklıkla "Kafam durdu yemin ederim" diyor musunuz? Bana oluyor, çevremdeki herkesten, her yaştan her kesimden insanda aynı şikayetleri duyuyorum. Bir anda toplu olarak yaşlanıp, dedelerimize benzeyecek halimiz yok! Hoş, benim dedem 88 yaşında bile bilgisayar gibiydi. Ben anneme soruyorum hatırlayamadıklarımı, maaşallah o da cin gibi. Bu tamamen yaşadığımız çağa özgü maalesef. Ekonomik krizler, trafik, çevre koşulları, hayat koşuşturması, çocuk yetiştirme telaşı üzerine bir de Türkiye gibi her an travma yaşanan bir ülkede aklımızın dağılan parçalarını bir türlü toparlayamıyor oluşumuz elbette en büyük etken. Ama dünya genelinde çok sayıda insanda görülen bu durumun bir başka büyük sebebi neymiş biliyor musunuz: Akıllı telefonlar.

Stanford Üniversitesi eğitimcilerinden Nobel Tıp ödülü sahibi Thomas Südhof, başta akıllı telefonlar olmak üzere aşırı elektronik cihaz kullananların çoğunlukla "Burn out" olduğuna dikkat çekiyor. Peki nedir bu burn out? Ben "devreler yandı" diye tanımlıyorum, tıp dünyası ise bu durumu "tükenmişlik sendromu" olarak adlandırıyor. Aslında biz bu tanıyı ilk kez Meryem Uzerli, bir anda Muhteşem Yüzyıl dizisini bırakıp da Almanya'ya kaçtığında duymuştuk. O zaman çok acayip bulunan hatta biraz da alay konusu yapılan bu rahatsızlık, akıllı telefonlar yüzünden artık hepimizin ensesinde. Peki nedir bu "burn out" ya da "tükenmişlik sendromu?"

Açıkçası, "Tükenmişlik Sendromu" havalı bir ifade olmakla birlikte kulağa epey uzak geliyor. Çünkü; aslında rahatsızlığın ilk evresinde insan kendini tükenmiş değil çok daha enerjik hissediyor. Bana sorarsanız "kafam yandı", "devreleri yaktım" gibi tanımlar biraz argoya kaçmakla birlikte "burn out" şikayetlerini çok daha iyi karşılıyor. Peki nedir belirtiler neler bu rahatsızlığı tetikler ve akıllı telefonlar insanı nasıl "burn out" eder?

Uzmanların anlattığına göre; önce bir coşku, enerji patlaması ve özellikle mesleki alanda büyük beklentiler, ardından karşılaşılan güçlükler karşısında rahatsız olup isteksizleşme baş gösteriyor. Yavaş yavaş kendini engellenmiş hissetme hali yerini gittikçe hiçbir şeye aldırış etmeme durumuna bırakıyor. Özellikle insanların yaptığı işten ya da hayatlarından iyice sıkılıp, hiçbir şeyi umursamayan, etkisiz birine dönüşmesi şeklinde oluyor.

Başlıca belirtileri:

1- Yorgunluk. Başlarda sabahları çok erken kalkma ve sorumlulukları ve işleri hep yanı başında hissetme... Gittikçe yorulma... Özellikle sabahları toparlanamama, ayılamama hali. Sonuç olarak; uyku bozuklukları, baş-sırt ağrıları, hiçbir şey yapmamak, sosyalleşmek bile istememe hali baş gösteriyor.

2- Depresyon... Uzaklaşma... Başka insanların sorunlarını dinlerken alaycı yaklaşma. Kimseyi kaale almama. Kendini değişmiş görme

3- Yetersizlik duygusu: Başarılı olamama korkusu. Mağdur hissetme. Çevrenin taleplerini karşılayamamaktan duyulan endişe.

4- Dikkat hataları: Sürekli dikkatsizlik, unutma, başı ısınmış gibi hissetme, öfke ve ağlama krizleri, gerginlik. Dikkati toparlayamama ve sürekli hata yapma.

Evet, iş ve evde aşırı sorumluluk alma, beklentileri yüksek tutma ve aynı anda pek çok şeye yetişme çabası, burn out sendromunu en çok tetikleyen sebepler. Özellikle kadınların hayatı o kadar detayları yönetme üzerine kurulu ki hele bir de çocuk varsa "burnout" olmak, kaçınılmaz görünüyor. Peki akıllı telefonların bu noktada etkisi ne? Mannheim Üniversitesi araştırmacıları, akıllı telefonların büyük strese yol açtığını söylüyor. Özellikle çocuk ve gençlerde akıllı telefonlar bağımlılığa dönüştüğü için telefonlarından ayrı kalmalarının da yine büyük strese yol açtığına dikkat çekiyorlar. Yani, akıllı telefonlarla ilişkimiz "varlığı bir dert, yokluğu yara" çerçevesinde seyrediyor. Sosyal medyanın getirdiği sürekli bir şeyleri takip etme zorunluluğu, hesap verme ve sorgulanma hali, Twitter gibi mecralarda saldırıya uğrama ya da birilerine hâd bildirme isteği, eldeki akıllı telefondan sürekli bir şeyleri takip etme stresi bir süre sonra aşırı yorgunluk ve baskı yaratıp "devreleri yakıyor" kısaca. Prof. Dr. Thomas Südhof, insanların ulaşılamaz olduğu hiçbir ânın kalmamış olmasının beyni kronik strese soktuğunu söylüyor ve bu durumun da "burn out" yani tükenmişlik sendromuna yol açan baş sebeplerden olduğuna dikkat çekiyor.

Ne zaman yoğun bir gündemden geçsek ve Twitter'sız yaşayamaz hale gelsem, üzerine bir de trollerin saldırılarını savmakla uğraşsam, yukardaki belirtilerin hepsini gösteriyorum. Eşim bir soru sorsa beni ait olduğum dünyadan koparıyormuş gibi hissedip tersleniyorum. Sürekli bir iç sıkıntısı ve dikkatimi toparlayamama hissi yaşıyor, hayatımdaki basit işleri bile yönetmekte zorluk yaşıyorum. Elbette ne akıllı telefonumdan ne de sosyal medyadan hepten ayrılmayı düşünmüyorum. Ama akıllı telefonlarımızla ve tüm elektronik aletlerimizle mesafeli ve düzeyli bir ilişki kurmamız gerektiğine eminim. Artık gittiğim her yerde, başları önünde telefonlarına bakan insanlar görüyorum. Yanımızda arkadaşlarımız varken telefonları çantaya atmayı, ailemizleyken hepten kapatmayı, hafta sonları iş için ulaşılmaz olmayı, sürekli mesaj değil mutlaka kitap okumayı, film seyrederken bile göz ucuyla telefonu kontrol etmeyi bırakmayı mutlaka başarmalıyız. Yoksa son kalan birkaç devreyi de akıllı telefonlar sayesinde yakıp "burn out" olmaktan başka seçeneğimiz kalmayacak. Herkese sakin, huzurlu ve telefonsuz (!) bir pazar tatili diliyorum.

Yazının devamı...

Eyvah! Dizilerin saltanatı bitiyor mu?

Bu sene seyirciyle diziler arasında çok sıkı bir bağ kurulamadı. Tabii hemen “Artık dizilerin saltanatı bitti mi” sorgulaması başladı. 5 senede bir bu tartışma yaşanır. Bir ara televizyon programları revaçta olur ve sonra o kadar taklit programlar türer ki insanlara fenalık gelir. Aynı programın 10 tane türevi olmasını bir yanlışlık olarak görmeyen yapımcılar “Yok artık program tutmuyor” diye kestirip atarlar. Ardından şahane tutan birkaç diziye kaçar seyirci ve sonra birbirinin kopyası onlarcası türer. Seyirci gene fenalık geçerir. Aslında sıkıldığı dizi izlemek değil, birbirine benzer yapımlar arasında seçime zorlanmaktır. O arada eğlenceli bir program seyirciyi kapar ve bu defa da “Diziler bitti” dedikodusu başlar. Benim gibi çocuk yaştan beri televizyon sektöründe dizi ve program yapanlar ise “Ben bu filmi daha önce de görmüştüm” duygusuna kapılır.

İşin aslı dostlar; ne diziler ne programlar bitmez. İkisi de her daim televizyonlarda var olmuştur ve var olacaktır. Her türün de kendine ait bir seyircisi vardır. Ama “Tüm seyirciyi kendime çekmeliyim” fikriyle yola çıkınca “Ne İsa’ya ne Musa”ya” hesabı, kitlesine ulaşamayan, sadece kendinden önce tutan işi tekrar etmeye çabalayan yarım yamalak projeler eriyip gitmeye mahkum kalıyor. Skeçlere dayalı gülmece programı ya da sit-com tuttu diye 10 tane benzer yapılınca elbette bir zaman sonra insanlar gülmekten soğuyor. Yapımcılar ya da kanallar da “Yahu özgün ve fark yaratacak bir şeyler yapmalıyız” diye daha iyi olanın arayışa girmek yerine “Halk artık gülmek istemiyor” diye “Kalın” bir sonuca varıyor. Örneğin şu anda hiç sit-com ya da dolu dizgin bir komedi dizisi yapılmamasının sebebi bu. Herkes birinin önden gitmesini bekliyor. Görün bakın; yakın zamanda az sayıdaki cesur yapımcıdan biri iyi bir sit-com ya da benzeri bir dizi patlatır ve ardından ekranlar komediden geçilmez olur.

Ha sonra mı? İnsanlara yine fenalık gelir ve “Artık sit-com bitti mi” tartışması yeniden gündemde olur. Benim gibi 25 yıldır sektörün içinde olan birinin, “Dizilerin saltanatı bitti mi”, “Programlar artık izlenmiyor mu” ya da “Halk komedi istemiyor” gibi tartışmalara kaç defa şahit olduğunu varın siz hesap edin. Yok efendim! Ne dizilere ne programlara, ne komediye ne tarihi dizilere hiçbir şey olmaz; yeter ki farklı, özgün, yaratıcı işler olsun. 80 milyonluk memlekette emin olun her zevkten yapıma yetecek kadar seyirci var. Yeter ki yapımcılar kendini ve birbirine tekrar etmekten uzak dursun.

Hayatımız mafya dizisi kıvamında

Şu aralar seyircinin dizilerle pek ilgilenmemesinin baş sebebi de bolca entrikalı, vurdulu kırdılı, mafyöz havalı hikayelerin ekranı kaplamış olması. Oysa; diziler hayatı kopyalayacağına zaten hayatımız mafya dizisi kıvamında. Sadece bu hafta iki dehşet verici olay yaşandı ki, eğer bu olaylar dizi filmde olsa emin olun RTÜK ceza keserdi. Ama gelin görün ki suçluların elini kolunu sallayarak dolaştığı, suçların cezasız kaldığı günümüzde artık haber izlerken daha acayip hikâyelere tanık oluyor seyirci. “Karadayı“ lakaplı bir polisin gencecik bir kızı, ailesiyle yaşadığı evde tabancasıyla vurduğu, olaydan sonra genç kız hakkında soruşturma başlatıldığı ama polis hakkında bir işlem yapılmadığı iddiası ile sarsılıyoruz. Ataşehir’de her zaman gittiğimiz kebapçının çocuk oyun salonuna giren bir sapığın, oyun oynayan küçük çocuklara kezzap attığı bir ülkede yaşıyoruz. Ankara’da 100 küsür kişinin can verdiği terör saldırısını, istihbaratın önceden haber verdiğini öğrenip dehşete düşüyoruz. Böyle bir gündemin üzerine çıkacak mafya-entrika projeleriniz varsa yapın ya da insanların biraz gülmeye ihityacı olduğunu görüp ona göre hareket alın. Aksi halde, “Vay efendim diziler eskisi gibi değil, acaba artık halk dizi istemiyor mu” diye hiç hayıflanıp durmayın!

Yazının devamı...

Doğru mu duydum

Bu devirde "yazmak" zor zanaat dostlar! Yasakların arasından sıyrılıp ama gündemden de kopmadan, öte yandan eğlence ile yaşadığımız büyük acıya da saygısızlık yapmadan, sayfayı da boş lafla harcamadan fikir üretmeye çalışmak gerek. Elimden geldiğince, kalem döndüğünce... Bu ara çok oluyor bana; bir söz işitiyorum haberlerde ya da bir açıklama okuyorum Twitter'da ve "Herhalde yanlış anladım" diyerek tekrar tekrar göz atıyorum.Gözüme kulağıma sürekli sürekli yalancı muamelesi yapıyorum hayretten. Eminim size de oluyor böyle. İşte bu haftanın "Doğru mu duydum" dedirten sözleri:

1 - Başbakan Davutoğlu

NTV’nin canlı yayınında soruları yanıtlayan Davutoğlu, “Türkiye’de bulunan canlı bombaların isim listesi elimizde, ancak eylem yapılmadıkça tutuklayamıyoruz.” (Yorum yapamıyorum çünkü canlı bomba olmak serbest ama eleştirmek yasak!)

2- Başbakan Davutoğlu

“Bu örgütlerin hepsinin, her birinin bir hesabı var. DEAŞ’ın en büyük hesabı ise şu: Onların kafasındaki İslam ile Türkiye’de yaşanan ve bizim savunduğumuz İslam arasında 180 derece değil 360 derece fark var” ("Paralel" ile başlayan geometrik siyasetimiz "teğet"ten sonra "açı"larla devam ediyor, sırada hangi ünite var merakla bekliyoruz)

3- Tuba Ekinci

"İmza sistemiyle Doğu’nun temiz insanları başka bölgelerde TOKİ evlerine yerleştirilsin artık doğuyu baştan yaratmak için bütün bölgelerin bombalanması insan girilemez bölge ilan edilmesi gerekiyor o zaman hangi toprak için ne yapacaklar nerede barınacaklar görelim. Çözüm yolu yolunda en mantıklısı. (Distopik bir film yapılabilir pekala bu fikirden yola çıkarak.)

4- Tuğçe Kazaz:

CHP yüzünden Hristiyan oldum. (Çok entelektüel bir yorum yapmak istiyorum: "Oldu gözlerim doldu!"

5- "Soma Faciası" davasında ifadesini değiştiren maden işçisi:

Davacı değilim! (Acı ama gerçek. İşsizlik tehtidi öyle zor ki ölmüş arkadaşlarının ailelerini yarı yolda bırakanlara bile kızamıyorum.)

6-Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Ali Rıza Alaboyun:

"İğneada'da 3’üncü Nükleer Santral kurmak niyetindeyiz." El insaf! El vicdan! Geçtiğimiz 31 Mayıs'ta, İğneada'yı anlatan bir yazı yazmıştım. Dünya üzerinde Amazon ve Kongo Havzası olmak üzere sadece iki yerde bulunan bu doğal yaşam hazinesi, ekolojik sistem mucizesi olan Avrupa'nın en büyük longoz ormanı olan İğneada Longoz'unun tehdit altında olduğunu da yerel halktan dinlemiştim. Duyduğuma göre; Japon Nükleer Santrali'nden bir yetkili, bir Amerikalı ve bir Türk mühendis araştırmaya gitmiş. Halk duruma uyanmış ama 4 ay önce "yok öyle bir şey" diyerek üstü kapatılmış. Santrallerin soğutulması için en düşük maliyetli çözüm deniz suyu ile soğutma yapmak. İğneada'nın da denizi buz gibi. Bu yüzden santral yapılmak isteniyor. Oraya termik, hele nükleer santral kurmak dünyanın üç longozundan biri ve eşi benzeri olmayan canlılara ev sahipliği yapan İğneada Longozu'nun ölüm fermenını imzalamak demek.

Levent Usta'ya veda...

Bir zamanlar mizah ve siyaset ayrılmaz ikiliydi. Hatta çocukluğumun en yasaklı dönemi, ihtilal günlerinde bile... Devekuşu Kabare'de, Zeki Alasya- Metin Akpınar- Nevra Serezli'den "Yasaklar"ı önce sahnede sonra en az 10 kere de video kasetten izleyip, ezberlemeyenimiz yoktur. Henüz iPad'in icat edilmediği günlerde biz sokakta "Yasaklar" oynardık. (Bu arada DVD'si satılıyor, alıp çoluk çocuk izleyin, aynen geçerli olduğunu ve bugün böyle mizahın eksikliğini ne kadar hissettiğinizi göreceksiniz). Sonra 90'lar ile televizyon dönemi başladı. Levent Kırca, plastik makyajla her hafta bir politikacı olarak evlere misafir olurdu. Hem gündemi evlere taşır, hem de halkın derdine tercüman olurdu. En öfkeli zamanlarda meseleleri şakaya vurarak insanların biraz da gazını alırdı. Siyasetin en uzağındaki vatandaşı bile olan bitenden haberdar eder bir yandan da siyasilere sempatisini katarak halkla arasında köprü kurardı. Dönemin politikacıları da mizahın faydasını bildiklerinden ve sempati kazanmak istediklerinden Levent Kırca'nın en ağır eleştiri içeren parodilerine bile hoşgörü ile yaklaşırlardı. İnsanlar misyonlarını tamamladıktan sonra göçermiş ya bu dünyadan, Levent Kırca da öyle galiba...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.