Şampiy10
Magazin
Gündem

Oscar eğlencesine katılma zamanı

Bu yıl Oscar ödülleri yaklaşırken, Leonardo DiCaprio’dan siyahilerin boykotuna kadar son günlerdeki gelişmeleri ele aldım.

Oscar yarışı başlıyor. Eğer tahmin eğlencesine katılmak istiyorsanız, çalışmaya başlamanın tam zamanı! Önce tüm aday filmleri ve aday oyuncuların oynadığı filmleri izleyerek başlamak gerek. Eğer ‘Oscar tahmin’de ilk yılınız ise, en heyecan verici belli başlı kategorilerle kendinizi sınırlandırmanızı tavsiye ederim. Filmleri izleyip, değerlendirme ve tahminde bulunma aşamasına geldiğinizde ise, Oscar’ın “en iyi” olanlara verilmediğini, politik ve ticari pek çok oyunun döndüğünü hesap etmeniz gerekecek ki zevkli olan kısım da asıl burası. Örneğin; bu yıl Leonardo DiCaprio’nun ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü alacağını tahmin etmek için diğer adayları izlemeye gerek olduğunu sanmıyorum. Erkek oyuncular, ağzıyla kuş tutsa, bu yıl Oscar Leonardo’ya... Ama, meselenin diğer heyecan verici tarafı, Oscar’da sürprizlerin bitmiyor oluşu. Binde bir de olsa -sanmam ama- ödül geçen yılın kazananı Eddie Redmayne’a ya da son yılların muhteşem ismi Michael Fassbinder’e giderse, değmeyin keyfimize... Unutmayın, Oscar Ödülleri, sinemasever büyükler için “Disneyland” tadındadır. Çok ciddiye almadan, kısa bir hayalin keyfini çıkarmaktır. Elbette, isabetli tahminlerde bulunmak için, yıllardır filmleri, adayları ve sonunda ödülü hangi gerekçelerle kimlerin kaptığını tâkip etmiş olmak gerekir. Açıkçası, bu konuda mütevazi olamam! Her yıl, “Oscar” sabahı, bu sayfada tahminlerimi yazıyor ve ödüller açıklandıktan sonra da bol bol tebrikleri kabul ediyorum.

Bu yıl Oscar rüzgarı bir hayli erken başladı, çünkü adayların tamamının beyaz olması, siyahi sinemacılar tarafından “ırkçılık” olarak kabul ve protesto edildi. Spike Lee ve Will Smith’in eşi ajanda Pinkett Smith, bu yıl 88’incisi düzenlenecek olan töreni boykot edeceğini duyurdu bile!

Yerli Mustang Fransa’nın adayı

Türkiye açısından da bu yıl Oscar Töreni ayrı bir önem taşıyor. Yönetmeninden oyuncularına ve Karadeniz’de geçen hikâyesine kadar her şeyiyle “yerli” olan ‘Mustang’ filmi, Oscar’da ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ adayı. Ama Fransa adına! Türkiye’den aday gösterilmek isteyen ama başka bir film tercih edilince, ortak yapımcı ülkelerden Fransa’nın kapısını çalan yönetmen Deniz Gamze Ergüven, sinema eğitimini de kendisine veren ülke tarafından sahiplenilmiş. Türkçe olan film, ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ ödülünü Fransa adına alırsa -ki tüm kalbimle almasını dilerim- bize de “Var ya aslında o Oscar bizimdi” diye hayıflanmak kalır.

Oscar loto zamanı

Kırmızı halı geçişi için günlerce hazırlanmış kadınların şıklığı bir yana, kendilerini gösterme ve basında iz bırakabilmek için girdikleri stres ve çaba da izlenmeye değer doğrusu. Tören sırasında muhakkak günümüzde çok moda olan çift ekran moduna geçmelisiniz.

En büyük sıkıntı, pek çok iddialı filmin, ülkemizde vizyona geç giriyor olması. Bunca sıkıntılı ve stresli günlerin eşiğinde, kendimize bir çeşit hayali oyun bahçesi kuruyor, sinema dünyasının Disneyland’ını evimize getirip, biraz eğleniyoruz işte. Katılması bedava! En İyi Film başta olmak üzere bolca adaylığı bulunan üç film bu hafta vizyonda. Leonardo DiCaprio’lu, İnarritu’nun inanılmaz bir görselliğe sahip filmi ‘Diriliş’; gerçek bir hikâyeden uyarlanan ve kilisenin çocuk tacizi skandalını anlatan benim favorilerimden. ‘Spotlight’ ve Brad Pitt başta olmak üzere bol starlı ‘Big Short-Büyük Açık’ hemen izlenmesi gereken filmler. Jennifer Lawrence’ı bu yıl da Oscar yarışına sokan ‘Joy’ yine ‘En İyi Kadın Oyuncu’ adayı için izleme listenizde olmalı. Hepsini izledim ve çok keyifli yapımlar. Ödül günü tahminlerim bu sayfada olacak. Sizinkileri de Twitter’dan @bernalacin35‘e yazın, gelin birlikte yarışalım.

Yazının devamı...

Bir gün her ünlü 15 dakikalığına suçlu olacak

Andy Warhol'un unutulmaz sözünü bilirsiniz: "Herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacak." Dediği de oldu! Rakı sofrasında söylediği şarkı internete düşünce, en çok izlenen televizyon programında 15 dakikalığına ünlü olan da var, Cumhurbaşkanı köprüden geçerken intihara teşebbüs edip 15 dakika ana haberlerde boy gösteren de... 50 sene önce bugünü gören Andy Warhol'a hak vermemek mümkün değil. Ben de bu söylemden biraz kopya çekip azıcık da sözü değiştirerek, içinden geçtiğimiz süreci tarif etmek istiyorum: Her ünlü, bir gün 15 dakikalığına da olsa suçlu olacak!

Uzun bir suredir, ünlü insanlara karşı dört bir yandan linç kampanyası yapıldığının farkındasınız muhakkak. Kimi zaman sosyal medya, kimi zaman basın ve televizyon, kimi zaman da siyasi kanattan geliyor oklar. Hedef ise mutlaka ünlü bir isim oluyor. Her şey birden oluyor. Kendim de yaşadığım için gayet iyi biliyorum. Öyle çok sivri ya da infial yaratacak bir söz söylemeniz gerekmiyor. O sırada kana susamış birileri kurban arıyor zaten. Hani bir parçalayalım da sonra kaza süsü veririz fikri hâkim. Öyle garip ki bu durum hatta, karşıt görüşlğü iki taraf aynı kurbanın ortak paydasında beraber linç girişiminde bulunabiliyor. Nasıl bir fantezi ise, ortalık hem Kürt düşmanı aynı zamanda PKK yandaşı ilân edilen ünlü kaynıyor. Dikkat edin, yaygara koparılan söylemlerin ortak noktası, genellikle barış içeriyor olması. İşin özü, iki dünyada bir araya gelmeyecek guruplar barış karşısında el ele tutuşup, barışla birlikte parçalayacak bir ünlü buluyorlar.

Sözünü sakınmayan ünlülerin başına neler gelir?

Bu satırları yazma ihtiyacımı anladınız elbette. Artık el insaf dedirten Beyaz vakası beni pes ettirdi bu hafta! Beyaz Şov'a bağlanan öğretmen Ayşe Hanım'ın "Çocuklar ölmesin, duyarsız kalmayın" sözleri karşısında, son derece kibar bir şekilde, yaşananlara üzüldüğünü ve en kısa zamanda barış ortamının gelmesini arzuladığını söyleyen Beyazıt Öztürk'e karşı, "PKK yandaşlarını alkışlattığı" iddiası ile linç kampanyası başlatıldı, yetmedi polislerce tehdit edildi, yetmedi hakkında soruşturma açıldı! En az 10 kere izledim şovun bahsi geçen dakikalarını. İzlemediyseniz lütfen internetten izleyin ve terör yandaşlığı içeren bir detay bulursanız bana da söyleyin. Son derece insani bir diyalog nasıl insanlık suçuna dönüştü anlaşılır gibi değil. Eğer bu Beyazıt Öztürk'ün başına geliyorsa emin olun, her ünlü 15 dakikalığına da olsa suçlanacaktır. O Beyaz ki, herkesin gönlünü hoş etmeyi seven, polis çocuğu olduğunu her fırsatta dile getirip her daim askerden ve polisten yana tavrını koyan, şehitleri her zaman saygıyla anan, 20 yıldır program yapıp yine her daim apolitik duruşuyla suya sabuna dokunmadan şovuna bakan... Eh bu yaşanan saldırı Beyaz'ın başına gelebiliyorsa, sözünü sakınmayan ünlülerin başına neler gelir, varın siz hesap edin! Elbette sadece Beyaz değil, Ayşe öğretmen de aldı nâsibini. Önce, öğretmen olmadığı söylendi, Beyaz bir de kandırıldığı için özür diledi. Sonra ifadeler sırasında, öğretmen olduğu ama görevde olmadığı ortaya çıktı. Günün sonunda, Ayşe öğretmen "Çocuklar ölmesin" dediği, Beyaz da "Kimse ölmesin" dediği için suçlu durumuna düştü. Bizim payımıza da hayret içinde kalmak düştü. Bir de aklımıza şu sorular...

- "Çocuklar ölmesin" demek ve bu söze hak vermek ne zaman suç kapsamına alındı?

- Beyaz, programın tekrarını izlerken bizim göremediğimiz ne yanlışını gördü de özür diledi?

Yazının devamı...

Mucize

Ülkece, kitaplarla fazla haşır neşir olmadığımız hepimizin mâlumu. Öyle, Avrupa'daki gibi otobüslerde ya da Japonya'daki gibi metrolarda kitap okuyan insan fotoğrafı yoktur bizim sokaklarımızda. Şu akıllı telefonlar çıktı çıkalı ancak Facebook ve Twitter okur-yazarlığı gelişti memlekette. Toplu taşımalarda herkes başı önünde birileriyle yazışıyor artık. Buna da şükür! Kullanmaya kullanmaya, yakın bir gelecekte okuma yazma bilen bile parmakla gösterilecekti yoksa. Zaten mesajlaşma çıktı, herkesin foyası döküldü. Bir bakıyorum da fevkalade modern ve eğitimli görünen kişilerden ilkokul 2'nci sınıf kıvamında yazılmış mesajlar geliyor. Neler neler! "T" yerine "D"ile yazılmış kelimeler, yerli yersiz "ki" ler... Ama en çok durduk yere ayrılmış "de" ler ... Okumaya okumaya kaybedilen kelimeler...

Afaki konuşmayı bırakıp, Libronet'in "Türkiye'deki okuma alışkanlıkları" araştırmasına dikkat çekmek istiyorum. Yeni açıklanan sonuçlara göre ülkemizde okuyan kesim yüzde 68 imiş. İlk başta kulağa şahane geliyor değil mi! Ama ne yazık ki araştırma sonuçlarına biraz yakından bakınca durum hiç de iç açıcı değil. Özellikle, bardağın boş tarafı çok düşündürücü. Yüzde 32'lik kesim, asla kitap okumuyor ve kesinlikle okumayacağını söylüyor. Açıkçası bu dehşet verici. Üçte birimiz, o ya da bu sebeple kitap okumaya karşı! Şaka gibi değil mi! "Okuyorum" diyenlerin ise ancak yarısı düzenli olarak ortalama ayda bir kitap okuyor. Geri kalan, kırk yılın bir başı da olsa kitap okumuşluğu olduğundan listede. Hani, eni konu kitap sevgisi ve alışkanlığı olan kişilere baktığımızda ise oran yüzde 8'lere geriliyor. Kadınlar, erkeklere göre daha fazla kitap okuyor. Yine de "asla okumam" diyen yüzde 32'lik kesim var ya, insanı en çok onlar dehşete düşürüyor!

Elbette, ben rica ettim diye ülkenin okuma oranı artmayacak ya da şu öcü gibi kitaptan kaçan üçte birlik kesim kitap kurdu olmayacak. Ama tabloyu bu kadar karanlık görünce herkesin sevebileceğine, 10 yaş itibari ile muhakkak okunması gerektiğine inandığım, yeni çıkan bir kitap tavsiyesinde bulunmak istiyorum. Kim bilir, belki siz de tanıdıklarınıza önerir ve hep birlikte kitap okumayı sevebilecek birilerini yakalarız. Bir kişi bile olsa kârdır benim için. Bu hafta okumadıysanız mutlaka bu kitabı okuyup sonra roman okumaya meraklı olmayan birine hediye edin. Biz "göle mayamızı çalalım" derim. Ya tutarsa?

Mucize, 10 yaş itibari ile sevdiğiniz herkese okutun. Doğuştan "farklı", doğruyu söylemek gerekirse oldukça çirkin ama önyargıdan sıyrılıp bakınca "sıra dışı" bir yüzü olan olan 10 yaşındaki Auggie'nin okula başlama macerasını anlatıyor "Mucize". Asla ajitasyon yapmıyor, yürekleri parçalamaya çalışmıyor yazar. Çoktandır uzak kaldığımız, ama en çok ihtiyacımız olan "nezaket" kavramını yüreğimize serpen, inanılmaz naif bir roman. Bir gün içinde okuduğumu ve gözyaşları içinde tamamladığımı söylemeliyim. Ağladım ama asla hikâye üzücü olduğu için değil, özlediğim insanlarla beni tanıştırdığı için...

R.J Palacio imzalı Mucize, Pegasus Yayınları etiketiyle raflarda..

Yazının devamı...

İstanbul'da kış gezmesi

Herkes bunalımda olduğundan söz ediyor. Elbette öyleyiz. Bir keyifsizlik, bir depresyon hâli... Sevimsiz bir koşuşturma içinde, sır gibi saklıyoruz sadece içimizden gelen bayat tadı. Bir doktora gitsek de "beyin burkulması" ya da ne bileyim "ruh üşümesi" tanısı koysa, hatta bir de raporlu evde yatak istirahati verse ne güzel olacak oysa... Eminim şu anda okuyanların çoğu derin bir iç çekti. Ben şanslıyım mesela, açtım tembellik bayrağını evden dışarı çıkmıyorum. Çevrem biraz endişe etmiyor değil. "Silkelen biraz", "çık dışarı kendine gel" sözlerini sıkça işitiyorum. Halbuki, bileğimi burkmuş olsam ya da ayağımı kırsam kimse böyle tavsiyelerde bulunmaz. Ama incinen yerimiz, görünmez olunca yok sayılıyor işte. Oysa ruh da üşüyebiliyor, akıl da burkulabiliyor insanda. Hele ki bu topraklarda. Sağlam bir vurdumduymazlığınız yoksa, sağlam yaşayamazsınız bu coğrafyada. Velev ki arkadaşlarımın deyişi ile "silkelenmek" istediniz ve attınız kendinizi dışarı. İstanbul'da yaşıyorsanız, kışın öyle bir silkeler ki bu şehir sizi, trafikte ağlarken evde bunalıma girmeyi mumla ararsınız. Kafam dağılsın diye yarım saat arkadaşımla kahve içmek için 5 saat trafikte kaldım bu hafta. Benden size tavsiye, İstanbul karla kaplandığında, herkes evine, arabalar kaldırım kenarlarına çekildiğinde çıkın sokaklara. Çöpler bembeyaz bir örtünün altına saklanmışken, çirkin binaların çirkin çatıları kardan görünmez olmuşken, egzoz zehiri azalmışken ve sokaklarda sadece güzellikleri keşfetmeyi seven güzel gönüllü insanlar kalmışken... Çıkın ve epeydir unutulmuş olan zerafeti yaşayıp şaşırın. İşte size, karlar altında daha keyifli gezilen İstanbul rotaları.

Fotoğraflar: Tolga EŞİZ

Galata:

İşte, karda Istanbul'un yıldızı. Elbette her daim kalabalık burası ama kar altındayken sanki hep aynı amaçla gelen insanlarla dolmuş meydan. Aziz İstanbul'a tepeden bakmak için kuyrukta bekleyenlerin neşesi tüm Galata'ya hâkim. Nedendir bilinmez, kaygan granitten taşlarla kaplanmış 1500 yıllık meydanda, birbirini ilk defa gören insanlar, sanki 40 yıllık dostmuşçasına kol kola kaymadan yol almaya çalışıyor. Kulenin tam karşısındaki felafelci "fast food" un en keyiflisi. Humus ve falafelle yaptığı dürümler için kuyruk beklerken ısınmanın keyfi bir başka. Ara sokaklardaki yerli tasarımlar satan küçücük dükkanların hepsi cıvıl cıvıl. Gelen giden ise çay masasındaki harfleri arayıp duruyor. Bir dizi-film sahnesinden kalan izmiş meğer. Hayaller ve hayatlar; karda birbirine karışıyor.

Karaköy- Eminönü:

İlle de vapurla geleceksin buraya... Gemi, limandan uzaklaşırken, geride kalan İstanbul resmine hayranlıkla bakacaksın. Çirkin yapılar, koca binalar, birer hayalet gibi silik. Minareler,saraylar, ışık ışık balıkçılar... Bu kentin en büyük mikrobu tabelalar bile görünmez olmuş. Sadece tarihe dokunmuyor sanki kar. Saygıyla eğiliyor önünde sarayların, külliyelerin de geri kalan her şeyi örtüyor gibi... Önce kestaneni alacaksın vapurdan inince; az pişiriyorlar zevkine göre kendin kızartacaksın. Karaköy'ün ara sokaklarında kahveciler, çaycılar; bardağının sıcağında, ruhunu ısıtmak için gelenlerle dolu sokaklar.

Üsküdar sahili:

Korkaklar çekilmiş kenara... Kuşlar, vapurlar bir de bu güzelliği yakalamak isteyen fotoğrafçılar var yalnızca. İstanbul bir dünya starı ve onu en güzel haliyle yakalamak isteyen fotoğrafçılar, ellerinde makineler, tatlı bir gülümseme ve heyecanla dolaşıyor sahil boyunca. Kız Kulesi gelin olmuş... Sahlep ve çay satıcıları en yakın dost, hayran hayran seyre dalanlara.

Yazının devamı...

İtiraf ediyorum ben bir empatanım, peki ya siz?

Beni nasıl bilirsiniz? Sosyal, neşeli, hareketli, güçlü, aktif? Yanlış. Evet, uzaktan bakıldığında böyle göründüğümün farkındayım. Sanırım, iç yüzümü gizlemek istediğim için bu imajı bir tarihte ben oluşturdum. Artık itiraf etme vakti; ben bir empatım. Bu kavramla, beni en yakından tanıyan arkadaşım Aslı, "empat" olduğumu söylediğinde tanıştım. Önce biraz dirensem de artık kabullendim. İşte tekrar söylüyorum, ben bir empatım. Gittikçe vahşileşen ve kabalaşan toplumumuzda sayıca çok olduğumuzu düşünmesem de aranızda benim gibi empatlar olduğunu biliyorum. Yaşadığımız bu tahammül fersah günler, empatları bir bir ortaya döküyor zaten. Eğer siz de artık haberleri izleyemez hale gelmeye başladıysanız, günden güne daha çok acı çektiğinizi hissediyor, sürekli yorgunluktan şikayet edip yataktan çıkmak istemiyor, günden güne a-sosyalleşip özellikle sırt ve boyun ağrılarından şikayet ediyorsanız, büyük ihtimalle bir empatsınız. Bunun, kısacık anlatılabilecek bir konu olmadığını biliyorum. Ama küçücük bir farkındalık yaratmak, "empat" olduğunu keşfedecek olanlar için bir adım atmak istiyorum. Başkasının bedensel ya da duygusal acılarını kendinde yaşayan, çevredeki her tür frekansı içine alan, ultra duyarlı, etraftaki her tür tüm enerjiyi üzerine çeken, son derece hassas yapılı biz empatlar, ne yazık ki ülkemizde yaşanan tüm olumsuzlukları sahiplenip günden güne harap oluyor ve hastalanıyoruz. Geleceği gören ama kimseye inandıramayan Kasandra misali, farklı özelliklerimiz lânetimiz halini alıp, bizi yiyip bitirebiliyor. Evden çıkmak istemeyecek hale geldikten sonra farkına vardım empatlığımın. Oyunculuğun zaten bir parça empatlık gerektirdiğini kabul ediyorum. Kendi yaratılışımdan gelen bu durumla nasıl başa çıkarım, şu aralar bunu araştırıyorum. Ama öncelikle, içinizdeki empatlar kendini keşfetsin istiyorum. Bazı ortak özellikleri araştırıp derledim. Aşağıdaki özelliklerin çoğunluğu sizi tarif ediyorsa, bir empatsınız.

- Başkalarının duygularını hissetmek ve onları içselleştirmek, adeta bir dedektör gibi, kimin ne hissettiğini içinde yaşama hâli.

- 6'ncı his, önsezi, ileri görüşlülük... Hayatı hep bir adım önde görme kabiliyeti. "Demiştim" demekten bıktıracak kadar, olacakları önceden söyleme yetisi.

- Şiddet içeren şeyleri izleyememe çünkü izlediğini yaşar gibi hissedip aşırı etkilenmek..

- Birisi dürüst olmadığı zaman hemen fark etmek.

- Başkalarının ağrı ve acılarını olduğu gibi hissetmek.

- Alışveriş merkezi gibi, fazla, yoğun ve karmaşık enerjili yerlerden sıkılma hali..

- Sindirim bozuklukları ve bel problemleri, empatların olmazsa olmazı.

- Her zaman ezilen ya da haksızlığa uğrayan için mücadele etmek. Kendi zarar göreceğini bilse bile...

- Dert anne-babası olmak. Dinleye dinleye, dertlenmek ve sürekli negatif enerji yağmuru altında gerginleşmek.

- Kronik yorgunluk. Başkalarına olumlu enerji verip, sürekli negatif enerji almaktan bitap düşmek.

- Yaratıcılık. Sanata yetenekli olmak ve geniş bir hayal gücüne sahip olmak.

- Ancak doğal ortamlarda rahatlamak. Muhakkak bir evcil hayvanı can dostu yapmak.

- Ne kadar cana yakın olsa da, arada kendiyle baş başa kalmaya kuvvetle ihtiyaç duymak..

- Keyif almadan hiçbir işi yapamamak..

- Bu dünyadan koparcasına saatlerce hayallere dalıp, kendi başına mutlu olmak.

- Bilgi açlığı. Her şeyi merak edip öğrenme isteği. Hem soru üretip, hem cevap arama konusunda bitmez bir iştah.

- Sıklıkla seyahat etme ihtiyacı.

- Karmaşa, sıkışıklık ve itiş kakıştan nefret etme.

Yazının devamı...

Sil baştan başlamak için...

2015'i geride bıraktık sonunda. Gelen gideni aratmaz inşallah. Yeni umutlar besleme vakti şimdi . Her ne kadar takvim dediğimiz şey insan icadı olsa da, çarkıfeleğin talihimiz için bir kez daha döndüğüne inanma ihtiyacımız bizi hayaller kurmaya teşvik edip, yılbaşı kutlamaları yapmaya ikna eden. Yeni başlangıçlar için tutunacak bir dal, cesaretsizliğimize mazeret arayışımız belki de... Madem, şarkıdaki gibi, "sil baştan başlamak gerek bazen", şimdi tam zamanı.

Pencereleri kapatın

Bahsettiğim pencereler, beynimizin içinde dönüp dolaşan düşünce pencereleri. Akıllı telefonlarınızda her açtığınız program açık bir pencere olarak kalıyor. İnternette yaptığınız aramalar, sosyal medya programları, mesajlar... Her kullandığınız uygulama, telefonunuzda açık bir pencere olarak arkada belleği işgal etmeye devam eder. Gün içindeki telefonunuzda temizlik yapıp pencereleri kapatmazsanız, cihazınızın beyninde yük oluştuğu için daha ağır çalışmaya başlar. İşte beynimiz de aynen böyle çalışıyor. Gün içinde yapmayı bekleyen işler, hatta yarım bırakılmış filmler tıpkı telefonumuzda açık kalan pencereler gibi düşünme sistemimizi hantallaştırıyor. Ya kafamızı meşgul eden işleri biriktirmeden yapıp bitirmeli ya da yapmamak kararı alıp beynimizden atmak zorundayız. Ancak böyle hayallerimizi süsleyen yeni şeylere ya da hobilere yer açabiliriz.

"Reset" tuşuna basın

Atamızın sıklıkla tekrarladığı sözü hatırlayalım; "sağlam kafa sağlam vücutta bulunur". Peki, insan vücudunda "reset" tuşu olduğunu biliyor musunuz? Ben de yeni öğrendim ama meğer Çinliler asırlar önce keşfetmiş bunu. Açma kapama tuşumuzun adı da "Zu San Li". Şimdi, yere oturun, dizlerinizi kendinize doğru çekin ve elinizi, işaret parmağınız aynı taraftaki diz kapağınızın hemen altına gelecek şekilde bacağınıza koyun. 4'üncü parmak yani serçe parmağınız ile yüzük parmağınızın tırnağı aradındaki hafif tümsek nokta, vücudun açma kapama düğmesi. Günde 10 dakika bu nokyata bastırın hatta gün içinde aklınıza geldikçe masaj yapın. Bu noktasal baskı, vücut sistemini kapatıp tekrar açıyormuş. İşte, insanların "reset tuşu" Zu San Li noktasına baskı uygulamanın faydaları:

- Özellikle sabah saatlerinde ve öğle yemeğinden önce uygulama yapıldığında yorgunluk ve halsizlik hissini ortadan kaldırıyor.

- Yaşlanmayı önlüyor. Ömrü uzatıyor. Çinliler "uzun ömür noktası" dedikleri Zu San Li'nin 140 yaşına kadar ömrü uzatacak mucize olduğunu söylüyor.

- Hastalıkları önlüyor ve iyileşmeye yarıyor. Japonlar Zu San Li için "100 hastalığın noktası" diyor.

- Böbrekler, adrenalin bezleri, sindirim kanalı, cinsel organların yöneticisi olan akapunktur noktası olduğu için, salgı bezlerinin aktivitesini arttırmaya yarıyor.

- Adrenalin bezlerini düzenlemek, bağışıklığı arttırmak ve sırt, boyun, bel başta olmak üzere bedensel ağrılara sebep olan inflamasyonu azaltmak için her gün bu noktaya masaj yapmak gerekiyor.

- Tansiyon ve şeker de bu noktaya her gün baskı uygulandığında düzene giriyor.

- Stresi azaltırken, özgüveni arttırıyor. Özellikle sınav ya da topluluk önünde konuşmak gibi kişinin kendini baskı altında hissettiği durumlarda bu noktaya bastırmak çok fayda sağlıyor.

- İçsel dengeyi sağlayan bu nokta, hıçkırıktan, kabızlığa, idrar kaçırmaya kadar pek çok derde deva olabiliyor.

Herkese sağlıklı,mutlu ve huzurlu bir yıl dilerim...

Yazının devamı...

Sıradışı ressamın stil ikonu kızları

Gençlik "stil" peşinde... Eminim sizin de dikkatinizi çekmiştir, yollar, kafeler, sinemalar, dersane çıkışları, üniversite muhitleri, adeta stil yarışmasından çıkmış gibi dolaşan gençler dolu. Kimse artık sıradan görünmek istemiyor. Benim üniversite zamanımdaki, bir lastik pabuç, bir eşofman üstü ile okula gitme dönemi çok geride kaldı. Eskiden bir Ajda Pekkan, birbirine bağdaşmayacak gibi görünen giysileri bir arada kullanır, iddialı giyim stiliyle dikkat çekerdi. Şimdi tüm kızlar stilleriyle birer süperstar. Bir zamanlar, "öğrenci giyim tarzı" dediğimiz kot-tshirt ikilisi ile vakit kaybetmeden kendini sokağa atma hali kesinlikle 'out'! "Kombin yapmadan çıkmam abi" durumu ise fevkâlade 'in'!

Bugün size, tam da şimdiki gençliği tarif eden, tarzlarıyla önce çevrelerini etkileyip, sosyal medya ikonluğu derken yavaş yavaş moda dünyasına göz kırpan kız kardeşler Kardelen ve Ezgi ile tanıştırmak, onlar aracılığıyla günümüz "stil" meselesini anlamak istedim. Kardelen ve Ezgi, ilk kez Barcelona'daki bir davette dikkatimi çekti. Önce yabancı manken olduklarını düşündüm. Sonra anladım ki, ünlü ressamımız Ahmet Güneştekin'in kızlarıymış. Babalarının sergilerinde sıkça karşılaştık sonra. Her seferinde, moda sayfasından koparılmış halleri ile daha çok dikkatimi çekmeye başladılar. Sonra bir baktım, Instagram'da @modavitrini hesaplarında stillerini paylaşarak, pratik kombin önerileri sunarak epey takipçiyle paylaşımdalar. Şimdi öğrendim ki, bir kimono koleksiyonu hazırlayarak, moda yolunda ufak bir adım atmışlar. "Yolları açık olsun” diyelim.


Yeni hedefleri kapsül koleksiyon tasarımı

Kardelen ve Ezgi...

Dünyaca ünlü ressamımız Ahmet Güneştekin'in kızları...

Anneleri son derece sade giyinen bir kadınken, kızlarını 3 yaşından itibaren hep dikkat çekici giydirmiş. Adeta, bebeklikte "moda aşısı" yapmış. 5 yaşında, leopar kazak altına kareli İspanyol paça pantolon, topuklu terlikler, deri salopetler giyerlermiş.

Babaları da sıradanlıktan hoşlanmadığı için, kızlarındaki farklı tarzı desteklemiş.

Büyük bir sanatçının kızları olmanın sorumluluğunu taşıdıkları için eğitime ve moda konusunda dikkatli adımlar atıyorlar.

Kardelen, 91 doğumlu, büyük kardeş. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Ezgi ise 93 doğumlu, henüz Bilgi Üniversitesi, Mimarlık Bölümü öğrencisi.

Yakında ikisi de yurt dışında moda üzerine eğitim almak üzere plan yapıyorlar.

Henüz Instagram yokken, lise dönemlerinde, Facebook üzerinden moda ile ilgili paylaşımlar yaparak dikkat çekmişler.

Instagram ile birlikte, ‘modavitrini’ hesabını açmışlar ve oldukça geniş bir kitle tarafından takip edilmeye başlanmışlar.

Çevreden gelen destek ile hiç profesyonel olmayı düşünmedikleri halde bir kimono koleksiyonu hazırlayıp internet üzerinden satmaya başlamışlar. Ve başarılı olmuşlar.Kazandıkları cesaretle, modada kalıcı olmaya karar vermişler. Eğitim alıp, stil zevklerini geliştirmek ve bir gün bilinen markalar için kapsül koleksiyonlar hazırlamayı hedefliyorlar .

Yeni yılda yeşil ve kırmızı renkleri giyin

- Günlük olarak daha maskülen dolaşmayı seviyorlar. Bu aralar bere ve kürk yakalardan vazgeçemiyorlar. Gerçek kürk kullanmıyorlar. Geceleri daha feminen olmayı seviyorlar. Farklı ve bir arada uyumsuz gibi görünen renkleri kombinlemeyi seviyorlar. Bir beden küçük gösteren, dalgıç kumaştan yapılan ve internette oldukça ucuza bulunan elbiseleri herkese tavsiye ediyorlar. Kırmızı-mavi, mor-sarı ve yeni yılda yeşil-kırmızı renkleri yakıştırıyorlar.

- Ezgi stiline daha disiplinli yaklaşmakla birlikte yine de takıntılı değil. Kardelen, ne giyeceğine son anda karar veriyor ama eğer o günkü kombinini stil sahibi bulmazsa evden bile çıkmıyor.

Ajda Pekkan tarz, Feryal Gülman klas...

- Serenay Sarıkaya'nın stiline bayılıyorlar. Yasemin Özilhan ve Feryal Gülman'ı çok klas buluyorlar.

- Ajda Pekkan ve Nebahat Çehre'nin her zaman "tarz" olduğunu söylüyorlar.

- Raisa& Vanessa Kardeşler, Hakan Yıldırım ve Zeynep Tosun'a hayranlar.

- Instagram'da Miroslava Duma, Olivia Palermo ve Marta Lozano Pascual'ı takip ediyorlar.

Yazının devamı...

Aziz Sancar'a özgürlük

Aziz Sancar “Nobel” aldı, Türkiye ayağa kalktı! Şimdi diyeceksiniz ki “Böyle büyük bir başarı için tabii ayağa kalkacak herkes.” Aman efendim, keşke alkışlamak için ayağa kalkmış olsa insanımız. Daha İsveç Kraliyet Bilimleri Akademisi “Aziz Sancar” ismini açıkladığı ilk an alkıştan önce kıyamet koptu ve o gün bugündür bitmeyen bir uğultuyla Sancar hakkında olur olmaz konuşmaya devam ediliyor. Önce etnik kimliği ile uğraşıldı.

“Amaaaan canım O’nun Türklüğü mü kalmış artık bırak Allasen, Amerika’ya gidiyor ödül, Türkiye kendi kendine gelin-güvey oluyor” sesleri yükseldi ve hemen kâbul gördü. Ama bir baktık Stockholm’deki ödül töreninde, Sancar, Türkiye adına aldı Nobel’ini. “Yahu bizim ülkede imkân bulamadığı araştırması için tüm olanakları Amerika sağladı, biz bedavadan Nobel’e konduk” diyen çıkmadı tabii. Hemen uğultuyu artıracak yeni vızıltılar türedi.

“Amaaaan ülkesini tanır mı bu saatten sonra” dendi, Sancar ilk iş Türkiye’ye, Atatürk Cumhuriyeti’ne teşekkür etti.

Yetmedi, yurda geldi. Anıtkabir’e gitti. Atatürk’ün ruhuna dua etti. Fırsatını bekleyenler hemen atıldı tabii... Vay efendim, “Anıtkabir’de dua mı edilir” dendi.

Bilim adamı olmasını Atatürk’e borçlu olduğunu ifade edip, ödülünü 19 Mayıs’ta Anıtkabir’e, hediye edeceğini açıkladı ve sertifikasını Genel Kurmay’ın kasasına teslim etti, buna da şiddetle itiraz edildi.

Cumhurbaşkanı ve Başbakan ile görüştü, onuruna verilen davete gitti. Herkes söylendi de söylendi.

Şimdi de gençken ülkücüymüş, evi ülkü mektebi gibiymiş, bunları anlatıyor birileri.

Ha bunca konuşana, “geç kardeşim şu tahtaya bir deyiver ne yapmış da Nobel almış Aziz Sancar” desek, emin olun hâla “aslında Kürtmüş, daha doğrusu Arap kökenli Alevi Kürdü ve aynı zamanda Süryâni olup, Atatürkçü ve hükümet yanlısı dindar bir ülkücü olarak vatanını terki diyâr eyleyip aşırı Türk milliyetçisi ve de aynı zamanda anti-Türkiye Amerikalısı olarak Nobel almış“ derler.

Aziz Sancar, Türkiye için büyük gurur olmuştur, bunu bir kenara bırakalım. “Bizden bir halt olmaz” zihniyetiyle yetişen gençlere umut olmuştur, bunu da bir kenara bırakalım. Türkiye’den yurt dışına açılacak gençler için büyük referans olmuştur, hele bunu hiç hesaba katmayalım. Hatta, ülkemizin içine düştüğü şu kara günlerde, Avrupa karşısındaki itibar zedelenmelerine karşı merhem; adımızı duyurmak için reklâmın da âlası olmuştur, ama biz hiç oralı olmayalım. Daha da ileri gidelim, Türk olduğunu da unutalım. Eh be dostlar! Adam, kanserin şifresini çözüyor yahu! Kim olduğunu bırakın bir kenara, dünyayı değiştirecek bir buluş yapan “bilim adamı“ olduğunu unutmayalım yeter. Her gün canımızdan can kopararak en sevdiklerimizi alan “kanser” illetini yenecek bir zeka ve çalışma azmini elinde tutan bir insan olduğunu unutmayalım.

Ve artık, Nobel tescilli, Dünya’nın en büyük bilim adamlarından Aziz Sancar’ı bir rahat bırakalım! Bizdeki bu önyargılarla kafasını doldursa değil DNA onarımını, evinin yolunu bile bulamaz hale geleceğini bilip, bu muhteşem beyni özgür bırakalım. Her hareketinden sonra dedikodu üretmek yerine, nasıl bu başarıya ulaşmış onu anlamaya çalışalım. Kendi Nobel’ini, paşa gönlü kime isterse ona hediye eder, canı ne zaman isterse dua eder, kiminle isterse onunla çay içer; sayıyla kendimize gelip, haddimizi bilip, bir orda duralım.. Aksi hâlde, tıpkı memleketimiz gibi Aziz Sancar’ı da bilimden soğutmamız, hatta sayemizde ödülünü götürüp İsveç‘e iade etmesi ân meselesi. Benden söylemesi...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.