Şampiy10
Magazin
Gündem

Bütün dünya barışa inansa, Nevruz Bayramı kutlansa

Siyasileştikçe kirlenen her gelenek gibi, Nevruz da anlam kaymasına uğruyor günden güne. Bu özel gün ne yazık ki terörün simgesi haline dönüşmeye başladı.

3 bin yıllık gelenek, Nevruz. Birleşmiş Milletler Manevi Kültür Mirası Listesi içinde yer alan ve yine BM tarafından “Dünya Nevruz Bayramı” olarak ilan edilmiş kâdim şenlik... Gelin görün ki, bırakın eğlenceyi nerdeyse kâbusa dönüşmekte her geçen yıl. Siyasileştikçe kirlenen her gelenek gibi, Nevruz da ne yazık ki anlam kaymasına uğruyor günden güne. 3 bin yıldır farklı kültürlerin, farklı hikayelerle bezeyip, aynı coşkuyla kutladıkları bu özel gün, ne yazık ki kavga ve kutuplaşmanın hatta terörün simgesi haline dönüşmeye başladı. Geçmişten gelen güzelliklerin üstüne asfalt döküp, birbirinden muhteşem tarihi yapıları hızla betonlaştırdığımız gibi, gelenek mirasını da katledip, gelecek nesillerin kalplerini betonlaştırıyor olmaktan korkuyorum. Oysa “Bahar Bayramı” olarak 3 bin yıldır kutlanan, bugün ekinoks dediğimiz gece ve gündüzün eşitlendiği zaman; canlıların saklandığı yerden çıktığı, kabukların kırıldığı, çiçeklerin açtığı, doğanın yeniden canlanıp, doğurganlaşıp, ağaçların meyve verdiği döneme geçiş, yılın en kıymetli, en kutlamaya değer, bayram edilecek günü olmalı elbette. Bakmayın siz bugün Nevruz’u korkulu rüya olarak bize yaşatanlara... 3 bin yıllık bilgi elbet yüreklerde yeniden yerini alacak. Yeter ki umut hep bizimle olsun. Tıpkı doğa gibi, umut da her bahar yeniden içimizde doğsun. Tüm kirletme çabalarına inat, ben bugün Nevruz’dan, kutlandığı kültürlerden, çok değil yakın tarihimizdeki Osmanlı’daki Nevruz kutlama geleneklerinden bahsetmek istiyorum ve şöyle diliyorum: Bütün dünya barışa inansa, Nevruz yeniden bayram olarak kutlansa.

Osmanlı’da Nevruz Bayram’ı geleneği

Yiyenlere afiyet getirsin diye, sofralara süt, simit, sumak, sirke, sarımsak, sucuk gibi yani “s” harfi olan “sin” ile başlayan 7 çeşit yiyecek konulurmuş. Zamanla Nevruz macunu ortaya çıkmış. Bu macunu pişirip,sarayda dağıtmak ise âdet haline dönüşmüş. Eğer siz de bu geleneği sürdürmek istersiniz diye, hemen birkaç tane “s” harfi ile başlayan yiyecek sıralayayım; sa’lep, soğan, semek (balık), sefercil (ayva) soframıza en kolay koyabileceklerimiz. Macunun üzerine gül ve limon şerbeti içmek ise yine âdettenmiş. Kimyondan portakal kabuğuna, tarçın çiçeğinden vanilyaya, 40 çeşit malzemeden yapılırmış bu macun. Kalp rahatsızlıklarından, aklı sağlığına kadar her derde deva olduğuna inanılırmış. Tanıdık geldi değil mi! Elbette, bugün bu gelenek Nevruz’dan bağını koparmış olsa da Manisa’da “Mesir Macunu” şenlikleri ile devam ediyor.

Nevruz Bayramı ve kutlayan farklı kültürlere göre isimleri ve efsaneleri: Farsça-Noruz, Azerice-Novruz, Kırgızca-Nooruz, Özbekçe-Navro’z, Tatarca-Navrez, Türkmence-Nowruz, Kürtçe-Newroz, Türkçe-Nevruz...

Anadolu ve Orta Asya Türk halklarına göre Nevruz, Göktürkler’in Ergenekon efsanesinden gelir. Buyurun işte, “Ergenekon” deyince, tıpkı bugün Nevruz gibi yine adı kirletilmekte olan, dezenformasyon sonucu anlam kaymasıyla gelecek nesillerin çarçur edilen mirasına ait bir başka isim çıktı karşımıza. Çocuklarımıza, bunların aslını anlatıp,kadim bilgileri aktarmak gerçekten bir görev artık.

Kürt mitolojisine göre ise, acımasız hükümdara isyan eden bir halk kahramanı olan Demirci Kawa efsanesine dayanıyor. Her iki efsanenin de özünde iyiler-kötüler, insanlar ve zulüm edenler anlatılır ve özünde “halkların özgürlük” mücadelesi vardır. Halklar özgürleşince,tutsak olan bahar da özgürleşir ve gelir. Hayat bayram olur, kutlanır. Pek çok kültürün ortak noktası olan bu bayram, insanlığın ortak kültürüdür ve kimsenin tekelinde olmaya müsait değildir. İran’da 7 yiyecek iken, Afganlar’da 7 meyve ile sofraya gelen, Kürtler’de 3 gün iken, Bahailer’de 19 gün süren bayram, örnek verdiğim ufak tefek kutlama farklılıkları olsa da aynı temelde birleşir. Halkların özgür, mutlu ve barış içinde, doğanın yeniden canlanışını, toprak üstünde hareketin başlayışını kutsamaktır, Nevruz’un güzelliği.

Nevruz’umuz kutlu olsun.

Yazının devamı...

Facebook sapıklarına dikkat

Çok yakınımızda, tüm çocukları tehdit eden sanal çocuk tacizi, pornosu, pedofilisinden haberdar mısınız? Ebeveynler çok dikkatli olmalı!


Gene korkunç bir haftanın ardından, anlatmak istediklerimi yazamamanın hazımsızlığı içindeyim. Aynı hafta hem korkunç terör saldırısı hem de 45 erkek çocuğa tecavüz olayıyla sarsılıp, ne yana yakaracağımı şaşırmış durumdayım. “Yazmaya nerden başlasam” derken, hepsine yasaklıyım! Daha yayın yasağının mürekkebi kurumadan, çocuk istismar haberlerine yenileri eklendi. Kuran kursundaki facianın üzerine bu defa Nazilli’de bir ortaokulda 6 kız çocuğun taciz edildiği haberi geldi. Ve yine aynı gün, Diyarbakır’da yol kenarında bir arabanın içinde, 9 yaşındaki yeğenine sarkıntılık etmekte olan bir amcayı polisler, suçüstü yakaladı. Sanık, polislerle arasında husumet olduğunu, o yüzden kendisine komplo kurulduğunu iddia etti. Doğrusunu bulmak, adaletin işi ama bu arada en hayret verici açıklama sanığın abisinden yani tacize uğradığı iddia edilen kız çocuğunun babasından geldi ve “kardeşim yapmaz öyle şey, komplodur” dedi. Üstelik, 9 yaşındaki kızı olayı anlattıktan sonra... İşte babasının bile kendisine inanmayı reddettiği kız çocuğunun ifadesi: “Amcam beni gezdirdi. Yol kenarında aracı durdurunca bana kötü bir şey yapacağını hissettim. Beni birden kucağına oturttu. Pantolonumu dize kadar indirdi. Bana dokunmaya başladığında polis geldi. Amcam polisi görünce çok korktu. Bana giyinmemi söyledi...” Amcasını ispiyonlamakla suçlanıp, bir de babası tarafından cezaya çarptırılmaz umarım bu küçük kız! Sadece davayı değil, tacize uğramış çocukları da tâkip etmek gerek. Kızını taciz eden kardeşinin tarafını tutan babadan, bu çocuğu ayrıca sakınmak gerek!

Belki de okuyunca çok uzak gibi geliyor bu çocuk tacizleri, tecavüzleri... Kimse kendine ve çevresine kondurmak istemiyor elbette! Peki çok çok yakınımızda, tüm çocukları tehdit eden sanal çocuk tacizi- pornosu- pedofilisinden haberdar mısınız? İnternet, çağın buluşu. Ama sevgili anne-babalar, her ne kadar sıklıkla çocukların özgürlüğünden ve sınırlarına müdehale etmemekten dem vursak da, kontrolü elden bırakmamak gerektiğini düşünüyorum. Hatta küçük yaştaki çocukların, sosyal medyadan uzak tutulmasını daha sağlıklı buluyorum. Çocuklar sosyalleşecekse, bırakın okulda parkta kendilerine yaşıt arkadaş bulup sosyalleşsin. Konuştuğu kişinin yaşını ve cinsiyetini gerçekten bilmesine imkan olmayan mecralarda pedofili kurbanı olmasındansa, bırakın sanal sosyalliği de kusur kalsın!

Pedofili tacirleri korku veriyor

İşte beni bu uyarıları yapmaya mecbur kılan, tüyler ürpertici pedofili taciri, Facebook sapıkları: Çok ünlü bir medya patronunun yeğeni olduğunu ya da ajans sahibi olduğunu iddia eden kişiler, bir yolunu bulup çocuklarla yazışıyor. Bu yazışmalarda kendilerini, profesyonel modellik ya da oyunculuk ajansı sahibi olarak tanıtıp, çocuğa Facebook hesabında bulunan fotoğraflarını görüp beğendiğini söylüyorlar. Daha sonra ise çocuğa modellik teklif ediyorlar. Çocuklar genellikle “aileme sormalıyım” yanıtını veriyor. Bunun üzerine hemen, “vakit geçiyor, şansını kaybedersin” tehditi ile çocuğu kandırıp, modellik karşısında kazanacaklarını sıralıyorlar. Akıllı telefonlardan tabletlere, en güzel spor ayakkabılardan kıyafetlere göz boyayıcı hediye vaadlerinde bulunup hatta eşyaların fotoğraflarını bile yolluyorlar. En büyük şirletler için katalog çekimi yaptıklarını ama modellik için utangaç olmamak gerektiğini, kimi zaman mayo ya da boxer ürünleri için de çekim yapabileceklerini söyledikten sonra, çocuğun yanında kimse olup olmadığını defalarca kontrol ediyorlar. Yalnız olduğuna emin olduktan sonra da “mecburi istek” açıklanıyor. Mesajı aynen yazıyorum: “Üç tane boxerlı, üç tane üzerinde hiçbir şey olmadan her yerin net gözükecek şekilde boydan arkalı önlü resimleri çekip atman gerekiyor ki kadroya alabilmem için şart bu. Bu resimler hiçbir yerde kullanılmıyor, her çocuğun vücut yapısı şekli şemali aynı olmadığı içinizden yabancı bayan modelistlerimiz çekimler için her çocuğun vücut yapısına, şekline şemaline göre özel giyim tarzı ayarlıyorlar sonra resimler yok ediliyor. Ailene söylersen resim şartını kabul etmez. Bak, verdiğim imkanları başka yerde bulamazsın, karar senin.”

Yazının devamı...

Deyim deyip geçme

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş‘nin, “İstanbul’un 100’leri” başlıklı bir serisini keşfettim. Tavsiye ederim...

Deyimlere bayılıyorum. Peki ama, deyimleri doğru kullanıyor muyuz? Ya da doğru kullandığımızda bile nerden geldiğini biliyor muyuz? Deyimler yalnız dilin değil, toplum kültürünün de can damarı, en büyük mirası. Yok olmasını ya da anlam kaymasına uğramasını önlemek için, deyimlerin tarihindeki anıları canlı tutmak gerektiğine inanıyorum. CNR Kitap Fuarı‘nda İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş‘nin, “İstanbul’un 100’leri” başlıklı bir serisini keşfettim. Bir sayı da deyimlere ayrılmış. Herkese tavsiye ediyor ve seçtiğim birkaç deyimin hikayesini büyük zevkle paylaşıyorum.

Eskiden tersanelerde “göz” adı verilen bölmelerde “sürme” denilen keresteler istiflenirmiş. İşte o keresteleri çalmak ise gözden sürmeyi çekmek demekmiş. Yani mevzunun gözümüz ve göze çektiğimiz sürme ile ilgisi yokmuş efendim.

Gizli saklı iş çevirildiğini hissettiğimizde “Sen ne dolaplar çeviriyorsun bakalım” diye çıkışırız. Peki ama hangi dolabı kimler nasıl çevirmiş ki dilimize böyle yerleşmiş. Efendim, eski konaklarda haremlik ve selamlık vardır. Bu iki kısım arasında yemek, eşya vs. götür getir yapılabilmesi için ahşaptan silindir şeklinde, çevrilerek kullanılan dolap benzeri bir araç varmış. Haremlikteki cariyelerle, selamlıktaki erkek hizmetliler, kendi aralarında bu dolabı çevirerek birbirlerine mektup, hediye filan gönderirlermiş gizlice. Aman işte efendim, flörtün alaturkası; anladınız siz onu!

Uygun, hoşa giden zaman. Şimdilerde kimi muhafazakarlar astrolojiden hoşlanmasa da, Osmanlı‘da önemli bir işe girişecek kimseler, yıldızların dizilimine göre yani astrolojik haritaya göre en uygun zamanı bulur, ona göre hareket edermiş. İşte, özellikle huysuz kişilerden bir şey isteneceği zaman, “yıldızının en uygun olduğu” zaman dilimini saptamak ayrıca önem arzettiğinden, “Eşref saati”ne göre hareket edilirmiş.

Yanına yanaşılmayacak kadar ve ederinden çok daha pahalı olan şeyler için kullanırız ama “ateş neden o kadar pahalıymış“ diye sormayız. Efendim hikâyeye göre, Kanuni ava çıkar fakat çok şiddetli yağmura yakalanır. Maiyeti ile birlikte karşılarına çıkan ilk eve sığınırlar, ev sahibinin yaktığı ateşle kuruyup ısınan padişah, “şu ateş 1000 altın değerinde” der. Sabah olduğunda sultan borcunu sorar. Ev sahibi, karşısındakinin Kanuni Sultan Süleyman olduğunu bilmese de zengin biri olduğunu anlar. Binbir altın ister. “Bir altın gecelik konaklama için, bin altını ise ateşe siz biçtiniz” diye de açıklama getirir.

Yazının devamı...

Malakanlar ve hazin hikayeleri

Kars seyahatimde en çok, Kars’ın ev sahiplerinden Malakanlar’ın hazin hikayesinden etkilendim ve sizinle paylaşmak istedim...

Çok gezen mi bilir çok okuyan mı“ tartışmasına, kendimce gezerken okuyan daha çok bilir cevabını veriyorum ve elimden geldiğince bunu bir motto olarak yaşamımın bir parçası haline getirmeye çalışıyorum. Ve şimdi, “okuyup gezerken, dinlemek de önemlidir” hatta bir de bu üçlüye “seyretmeyi de eklemek gerek” diyorum. Genişlettiğim tarife göre de kendimi terbiye etmeye çalışıyorum şimdi. Dinlemek... Belki de en zor olanı... Derya deniz insanlardan Ali Canip’ten Kars seyahatinde dinleye dinleye ne çok şey öğrendiğim. Ama en çok, Kars’ın ev sahiplerinden Malakanlar’ın hazin hikayesinden etkilendim ve hemen paylaşmak istedim. Bu yazı üzerine iki de film izlemenizi tavsiye ediyorum. Biri, Kars gezimizde Ali Canip’in izlettiği Vedat Akçayöz’ün “Kars’ın solan renkleri, Malakanlar” belgeseli ve diğeri de ilk izlediğimde bilgisizliğimden tam olarak kıymetini veremediğim ama Kars’ta tekrar karşıma çıkınca çok etkilendiğim, Tarık Akan ve Şerif Sezer’in oynadığı 2009 yapımı, hikayesi son Malakan Mişka’nın ekseninde dönen “Deli Deli Olma”...

İnanç biçimleri vicdani redçi

Malakanlar; 1600’lü yıllar Rusyası‘nda, 200 günlük Moloko yani süt orucunu ve Çar’ın dini iktidar olmasını reddettikleri için Ortodoks Kilisesi’nden ayrılan ve 1877’de Kars’a sürülen dini-etnik grup. İsimleri, haftada iki gün süt içileceğini savunan Rus inancına aykırı olarak bunu her gün yapabileceklerini savunmalarından dolayı, “moloko” yani “süt” kelimesinden geliyor. Molakan da “süt içen” anlamına geliyor. 1800’lü yıllarda, Rusya’dan sürülen Molokanlar’da ruhban sınıfı yok. Sadece Eski Ahit’i, “kutsal süt” olarak adlandırıp, kabul ederler. Haç ve ikon gibi nesneleri reddedip, Tanrı ile aralarına girmek isteyenlere herkese karşı gelirler. En önemlisi ise, asla ellerine silah almazlar. Bir inanç biçimi olarak “vicdani redçi” dir Malakanlar.

Kars’ın 1877 yılındaki işgali sırasında, Rus yöneticiler, Malakanlar’ı Arpaçay dolaylarına yerleştirirler. 35 köy kurdukları topraklara, kendi kültür, bilgi ve birikimlerini de getirirler. Ve işte, bugün dünyaca ünlü olan Kars gravyeri ve Malakan kaşarı da onlar sayesinde ortaya çıkar. Sütü işlemeyi de yöre halkına öğretir.

1917 Ekim Devrimi’nden sonra da Rusya’ya dönmeyip artık kendilerine yuva yaptıkları Kars’ta yaşamlarını sürdürmeyi tercih ederler. Kazım Karabekir anılarında, Malakanlar’ı “çalışkan, iyi ve Anadolu için faydalı insanlar” olarak tanımlar ama ne yazık ki Rusya ve komünizm korkusu ve Rus sefirin bölgedeki uğraşısı, şüphe tohumlarını yeşertmeye yeter ve 20 Ocak 1921’e kadar, kalma kararında olanların, askere alınması ile ilgili karar Meclis’çe onaylanır. Bu, imkansızı istemektir. Silah taşımayı günah sayan Malakanlar’ın inançları gereği bunu kabul etmeleri mümkün değildir. Kars’ı terk etmeye zorlamanın bir başka yoludur sanki bu karar. Küçük bir grup rıza gösterse de, eline silah almamak konusundaki kuvvetli inançlarından dönmeyen Malakanlar, yurtlarını yani Kars’ı böylece terkeder. Kalp burkan, yürek sızlatan hikayeleri, toprağa kattıkları değerleri, savaşa karşı direnişleri ve yalnızca güzel düşüncelerinden sebep evlerini terketmeye itilişleri, toprağın hafızasında ince bir sızı olarak her daim yer alacak.

Yazının devamı...

Üç günde Kars’ı keşfedin

Pek çok farklı medeniyete kucak açan bir kent Kars, tarihi ve mutlaka görülmesi gereken yerleriyle ziyaretçilerini bekliyor. İşte benim deneyimlerim ...

Kars... Memleketimizin Kafkasya’ya açılan kapısı... Arpaçay’ın, Ermenistan ile sınırımızı çizdiği, İpek Yolu’nun en önemli ve en zengin kentlerinden “Ani” ile taçlanan muhteşem tarihi ile en özel ve mutlaka görülmesi gereken şehirlerimizden biri. Kafkas Üniversitesi’nin açılmasıyla, bir öğrenci kenti olma yolunda hızla gelişen, yeniden eski görkemine ulaşmak için biraz ilgiye ihtiyaç duyan, adeta üzeri toz ile kaplanmış bir mücevher gibi, değerini içinde saklayan büyüleyici coğrafya. Tarihini anlatmaya kalksam sayfalar yetmez. Düşünün ki, köylerinde tarih öncesi dönemlerden kalma hayvan resimleri ile bezeli duvarlar, insanoğlunun yaptığı ilk alet olan baltalar ve sonradan gelen Tunç dönemine ait çanak çömlekler bulunmuş. Yazılı tarihe gelindiğinde ise başta Urartular ve ardından Persler’den Selçuklular’a kadar farklı egemenliklerin en çok da Rus ve Ermeni kültürün izi görülüyor Kars’ta.

1.Gün: Göz alıcı mimarlık

Sacred7 Tur’un ev sahipliğinde, rehberimiz Ali Canip Olgunlu ile birlikte başladık Kars’ı keşfe. Otelimiz, Cheltikov’u görünce büyülendim. Rus Cheltikov ailesinin 1800’lerin sonundan kalan konağıymış burası. Konağın görkemini anlatmak için sonradan Rus hükümetine devredildiğinde opera binası olarak kullanıldığını söylemem yeterli sanırım. İnsan, ızgara planlı caddelerde bir yanda Ermeni ve Rus döneminden kalma şahane binaları ve Selçuklu’dan kalma cami örneklerini, öte yanda ise beton üzeri seramik kilim desenli korkunç çirkinlikteki apartman örneklerini görünce şaşırıyor. Kars’ın sembol yapılarından bir zamanların 12 Havari Kilisesi, şimdinin Kümbet Camii ise gerçekten görülmeye değer. Kars Valilik binası da dış cephesindeki Kartuş süslemelerle göz alıcı bir güzellikte. İçindeki, “Peç” adı verilen, çok büyük şömine görünümlü kalorifer sistemi ise yine Ruslar’ın ileri mimari anlayışının bir mirası. Barok izler taşıyan Hekim Evi ve Defterdarlık binası da Kars’ta mücevher gibi parlıyor. Akşam usulünce kara gömerek terbiye edilmiş kaz eti eşliğinde, Kafkas gösterisi izlemenin keyfi ile günü tamamladık.


2.Gün: Çıldır Gölü

“Çocuklar gibi şendik “ diyorum ve bu keyfi bir gün mutlaka yaşamanızı diliyorum.

3.Gün: Ani Kenti

Arpaçay’ın Ermenistan ile olan sınırımızı belirlediği bu tarihi kent, İpek Yolu’nun en kıymetli ve zengin yerleşkelerinden biri olarak Ermeniler tarafından kurulmuş. Sonradan camiiye dönüştürülen, Ayasofya’nın kubbesini onaran mimar tarafından inşa edilen Meryem Ana kilisesi, Avrupa’dan bile önce Barok mimarinin ilk eseri... Anadolu’daki ilk Selçuklu camiisi olan, Malazgirt Zaferi’nin hemen ardından 1072’de Alparslan tarafından yaptırılan Menuçihr Camii de yine Ani’de yer alıyor. Ani, ortaya çıkarılmayı bekleyen daha pek çok hazinesiyle “UNESCO” adaylarımızdan biri olarak bekleme listesinde bulunuyor.

Yeme içme:

Mutlaka kaz eti ama kar altına gömülerek terbiye edilmiş olmalı. Kars’a ait evelik otu ile yapılmış çorbayı Kamer’de yiyebilirsiniz. Ayrıca Kılıçoğlu Pastanesi’ne mutlaka uğrayın, hem bu şahane mekanı görün hem de keçi sütünden Anzer dondurması yiyin.

Yazının devamı...

Benim favorim diCaprio ve Diriliş

Oscarlar bu gece sahiplerini bulacak. Peki 24 ayar altınla kaplı heykelciği kimler kaldıracak? İşte tahminlerim...

88 ’inci kez verilecek Akademi Ödülleri, 28 Şubat Pazar Pasifik saat dilimine göre 17:30’da Los Angeles’ta Dolby Theatre’da başlayacak. Bu yıl hiç siyahi aday olmaması ile ilgili büyük protestolar olmuştu. Gönül almak için mi bilmem ama sunucu siyahi bir oyuncu. Komedyen Chris Rock, 2005 yılında da 77’nci Oscar törenini sunmuştu.

Kesin olan tek tahmin

En İyi Erkek Oyuncu ödülünü Leonardo diCaprio’nun alacağını tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Çok şahane bir performans sergilediğinden değil, yıllardır sektöre verdiği hizmetlerden ötürü bir teşekkür olacak bu ödül. Herhalde, Hollywood’da diCaprio’ya verilen şans başka hiçbir oyuncuya verilmemiştir. Bu yıl da, geçen yıl da Eddie Redmayne ya da muhteşem Fassbender karşısında oldukça zayıf kalıyor ama yıllardır sektöre bunca para kazandıran bir aktörü elbette Oscar’sız bırakmayacaktır Akademi. Üstelik, onca doğa şartlarına dayandıktan hatta ayıya kendini parçalatmayı göze aldıktan sonra...

En iyi film muamması

İbre, şu ana kadar tüm ödülleri toplayan ‘Diriliş’ten yana. Ama açıkçası bu oldukça sıkıcı bir sonuç olur. Muhteşem görselliğe sahip olan “Diriliş“ sinematografisi -ki bu dalda kesin ödülü alacak- dışında sıradan bir film. Diriliş, klasik Oscarlık filmler için uygun bir seçim olmakla birlikte, bence Iñárritu’nun en vasat filmi. Spotlight ve The Big Short çok daha etkileyici. Sürpriz “The Big Short” olabilir.

diCaprio dışında kim var

En İyi Kadın Oyuncu ödülüne “Room”daki performansıyla Brie Larson en yakın aday. Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü hak eden isim The Danish Girl ile Alicia Vikander. En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü yılın en çekişmeli dalı, Mark Ruffalo, Christian Bale ve Mark Rylance performanslarıyla karar vermeyi zorlaştırıyor. Gönlüm, Mark Rylance’dan yana ama sanırım ödülü Bale alacak.

Oscar’da farklı cinsel eğilimler karşı karşıya: The Danish Girl ve Carol

The Danish Girl’de Eddie Redmayne kesinlikle muhteşem. Geçen yıl Oscar’ı aldığı için Redmayne’nin kazanacağına ihtimal vermiyorum. Diğer başrol oyuncusu Alicia Vikander şahane performansıyla ödülü alacak ve böylece cinsel ayrımcılığı da Akademi unutmamış olacak kanımca. Gelelim, Carol’a... Eşcinsel bir yönelim olduğu için çok kolay anlaşılır bir durum. Carol, o kadar feminen ve o kadar kadınlığı seviyor ki cinsellikte de kadınları tercih ediyor olması çok anlaşılır ortaya koyuluyor. Ama ne yazık ki film çok yüzeysel ve sıkıcı kalıyor.

Yazının devamı...

Geleceğin eğitim sistemi

Eğitim şart ama nasıl bir eğitim? İşte tüm dünyada tartışılan konu. Eğitimli sayısı arttıkça artan işsizlik, geliştikçe derinleşen ekonomik kriz, günden güne kemikleşen cehalet... Eğitim düzeyi bizden fersah fersah gelişkin ülkeler bile, günümüz eğitiminin tek tip insan üretmeye yönelik bir makineye dönüşüyor olmasından şikayetçi! Dünyanın en kötü eğitim sistemine sahip ülkeleri arasında ön saflarda yer aldığımız için, bu tartışmalar bizim için “ekmek bulamazsanız pasta yiyin” sözü kadar uzak kalıyor. Daha çıplak ayak karda, tek sınıflı okuluna bombalar altında gitmeye çalışan çocuklardan söz ettiğimiz ülkemizde, gü nümüz eğitiminin yetenekleri körleştirdiğinden filan bahsetmek, epey lüks kaçıyor. Ama en iyi ihtimalle 100 yıl sonra varacağımız eğitim kalitesine sahip ülkelerin içinde bulunduğu açmaza bakarak, belki kendimize kestirme yollar yakalayabiliriz. En azından aynı yollardan dolanıp aynı hataları yapmak yerine, dümeni doğru yola kırabiliriz.

Önümüzdeki ay üniversite sınav maratonu başlıyor. Gençlerde stres diz boyu. Kimsenin hayattan ne istediğini, nelerden hoşlandığını, ne gibi yetenekleri ya da eğilimleri olduğunu düşündüğü yok! Çünkü böyle eğitilmedik. Amaç, bir üniversiteye kapak atabilmek. Daha iddialı öğrenciler için de küçük bir sıfat farkı dışında durum değişmiyor, “iyi” bir üniversiteye kapak atabilmek! “Umduğun” değil “tutturduğun” bölüme girebildiğin bu sınav sisteminde hayallere yer yok. El becerin varmış, müzikten hoşlanırmışsın, yemek yapmayı severmişsin, kimse ilgilenmez! Kan tutsa bile matematiğin iyi ise doktor olabilirsin...

Yaratıcılık öne çıkarıyor

Doktorluk mesleğinin de ayrı bir ilgi ve yetenek olduğu önemsenmez. Asosyal olabilirsin ama puanın öyle denk geldiyse halkla ilişkiler okumaya mahkumsundur. Uzağa gitmeyin, eğer oyunculuk sevdasına düşüp okul değiştirmeseydim, hiç üç boyutlu görüş yeteneğim olmadığı halde nasıl mimarlık fakültesinde okuyacaktım acaba! Görücü usulü başlar bizim meslek seçimimiz. Önce aile karar verir, sonrasında YÖK seni uygun puanına göre bir bölüme verir. İçinizdeki yeteneğin ya da merakın önemi yoktur. Yaratıcılık içermeyen, çeşitliliğe kucak açmayan, içinizdeki meraka ışık tutmayan eğitim, gelecekte kimsenin işine yaramayacak.

Bu uyarılara kulak verin

Artık ülkeler yeni eğitim modelleri peşinde! Bakın, dünyanın eğitim alanındaki en önemli kanaat liderlerinden Sir Kenneth Robinson eğitimle ilgili hangi tespit ve uyarılarda bulunuyor.

- Bütün dünya köklü bir değişim girdabına girdi. UNESCO’ya göre, önümüzdeki 30 yıl içinde, dünya tarihi boyunca mezun olanların toplamından daha fazla kişi üniversiteden mezun olacak! Artık lisans diploması hiç işe yaramayacak. Eskiden diplomanız varsa bir işiniz olurdu, artık bu dönem kapandı! Hatta yüksek lisans, doktora yapmak da işe yaramıyor günümüzde. Bu bir akademik enflasyon ve mevcut eğitim sistemi ayaklarımızın altından kayıp gidiyor. Önemli olan, yaratıcı, sanatla iç içe, yeni ve çeşitli fikirlerle dolu olarak yetişmek.

- ”Müzisyen olmayacaksan müzikle uğraşma” ya da “ressam olmayacaksın nasılsa resimle vakit harcama” diyerek sanat ve yaratıcılığı köreltmek, eğitimin sonunu getiriyor.

- Zeka ve zekayı kullanmak önemli. Bizler hep, belden yukarısını kullanacak şekilde eğitiliyoruz. Oysa zeka türlü türlüdür. Kullanım alanını kısıtlamak, zekayı ve kişinin düşüncesini kısıtlamaktır. Zeka hakkında üç şey biliyoruz. Tecrübe ile düşünüyoruz, görsel olarak düşünüyoruz, soyut olarak sesli ya da hareket ile düşünüyoruz. İkincisi, zeka dinamiktir. Etkileşim içindedir. Farklı disiplinler aracılığı ile yaratıcı fikirler ifade edilebilir. Ve üçüncü şey de kendine özgü oluşudur. “Hiperaktif” diyerek durdurulmaya çalışan çoğu çocuk aslında hareketle düşünüp, kendini ifade edebiliyor. Zekaları, hareket halinde çalışan pek çok insan var ve durdurulduklarında düşünme yetileri de duruyor. Doğru eğitim, zekayı ve yaratıcılığı serbest bırakan eğitim.

- İnsanoğlu’na en büyük hediye hayalgücüdür. Matematik ve dili en önemli yere koyan eğitimini değiştirmeliyiz.

Yazının devamı...

Ne zaman medeni yaşamaktan söz ederiz

- Araba sürücüleri, yaya görünce hızlanmak yerine durup yol verdiğinde.

- Trafikte iki tekerlekli araçlar, düşürülmesi gereken bir bilgisayar oyunu figürü gibi görülmediğinde.

- Motosiklet sürücülerinin, adı üzerinde “motorlu taşıt” kullandıklarını farkedip yaya kaldırımını terkettiklerinde.

- Bisikletli sayısı, arabalı sayısını geçtiğinde.

- Sarı ışık, “kırmızı” yanmadan önceki son atak fırsatı olarak değerlendirilmediğinde.

- Yaya geçitlerinin, yayaların bekleme yeri değil, araçların durup yayalara yol vermesini söyleyen çizgiler olduğu öğrenildiğinde.

- Kamuya açık, sokak hayvanlarının evi olan parklardaki kafelerin bile evcil hayvanların girişini yasakladığı günler sona erdiğinde.

- AVM asönserlerinde, bebekli, hamile, sakat, hasta, yaşlı bakılmaksızın omuz atarak öncelik kapma yarışı sona erdiğinde.

- Havada karada tüm toplu taşımalarda bacaklarını aça aça oturan evrilmemiş insan türü doğal seleksiyona uğradığında.

- Sokakta yürürken üstüne üstüne tüküren insan taklidi mahlukatların soyu tükendiğinde.

- Yol kenarında, metro istasyonunda, bankta, yerde, kaldırımda kitap okuyan insanlara rastlandığında.

- Sosyal medyayı savaş alanı değil, paylaşım aracı olarak kullananlar arttığında.

- Bir dakika içinde bu listeye eklenecek en az 100 madde daha bulamadığınızda...

TAMİR ETMEK “OUT” ÇÖPE ATMAK “İN”

Merkür mü geri kaçtı, Mars mı tepti bilmiyorum ama yıldızlar kesinlikle sahip olduğum elektrikli aletlere göz dikti bu hafta. Süpürge, kahve makinesi, saç fırçası, duş mekanizması...

Hepsi de elektrikle çalışan cinsten ve bu hafta hep beraber greve gittiler. Yeniler de üstelik! Birinin açma kapama düğmesi tutukluk yaptı, diğerinin kordonu çıktı filân. Ben de günümüzde çok acayip karşılandığını sonradan anladığım bir şey yaptım ve aletleri tamir ettirmeye kalktım!

Önce yetkili servislere başvurdum ve ağzımın payını aldım; tamir masrafı aletlerle hemen hemen aynı parayı tutunca da “elektrikçi” aramaya koyuldum. Ne bileyim, anneannemin hayatı boyunca hiçbir aletini değiştirdiğini görmedim.

Yenisini alın daha ucuza çıkar

Tamam belki eski makineler daha sağlamdı ama onların da kablosu filan bozulurdu elbette. Mahalledeki Mustafa Abi, gayet mâkul bir ücret karşılığında aklınıza gelebilecek her tür aleti büyük maharetle tamir eder, yeni gibi yapar, bize verirdi. Oysa ben bulduğum tüm elektrikçilerden “uğraşmayın, yenisini alın zaten kaç paralık şey” cevabını aldım! Ya da basit bir düğme tutukluğu için “komple alt bölümü değiştirmemiz lazım” dediler. Yahu, ısıtıcılı saç fırçamın kablosu kıvrılmış çekmecede ve sadece irtibatsızlık var, “at gitsin pahalı değil ki niye uğraştırıyorsun beni” diyeni bile duydum! “Ama yeni aldım, çok memnunum” filan diyecek oldum “amma çimriymişsin be abla” diye de azar işittim. Sonunda evde kendim kabloyu ittirip, bantlayarak sorunu çözdüm.

Efendim artık elektrik tesisatı değiştirme filan gibi büyük işlerle ilgileniyormuş onlar, öyle ufak tefek tamirata giremezlermiş! E kardeşim, teknoloji çöplüğüne mi dönecek dünya!

Çok aşığım, kısmetse bu

Elbette, eski tamircilerin becerisinde ustaların yetişmiyor olması da sebeplerden biri. Minicik bir kablo temassızlığı için hurdaya çıkan alet edavat dolu çöp tenekeleri. Biri akıl edip ikinci el elektrikli eşya toplayıp dönüştürme işine girse milyoner olur, söyleyim. Bu arada, OECD’in araştırmasına göre, “iş gerginliğinin büyüklüğü” sıralamasında birinciyiz. Elbette işsizlik ve iş kalitesi düşüklüğü gibi ölçümlerde de gene en tepedeki ülkelerden biriyiz. İşsizlik çok ama iş olduğunda yapacak kalifiye insan da yok. Herkes mühendis olma peşinde, elektronik eşyaları tamir edecek usta yok! İş de var işsizlik de ama bunları buluşturacak ortam yok!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.