Şampiy10
Magazin
Gündem

Başlık terörü

Şu anda bir gazete sayfasına, gazetelerin sanal alemdeki başlıklarını şikayet eden bir yazı yazıyorum, evet! Gazetelerin, sosyal medya, internet, en çok da Twitter hesaplarında attıkları başlıklar, gerçekten insanın psikolojisini bozuyor. Muhakkak bunu şikayet edecek bir yerler olmalı! Ben işe kendi yazdığım gazetedeki köşemden başladım! Evet, şikayetçiyim! Tüm gazetelerin Twitter hesaplarındaki ve internet sayfalarındaki başlıklardan şikayetçiyim! Özellikle, “sırtınızı çiğnetirseniz ölebilirsiniz”, “çocuğunuz salatalık yiyorsa hayati tehlike altında”, “aman bunları yapmayın”, “sokaktaki büyük tehlike”, “ekmekler dehşet saçıyor”, “okul çantaları ölüme götürüyor” tarzındaki, insanın hayatını zindana çeviren, yaşamı terörize edenlerden! Tamam okunacağı garanti ama insanların psikolojisini bozacağı da garanti! Ne yapalım peki sevgili internet gazeteleri onu da söyleyin! Ekmek yemeyelim, domat yemeyelim (İzmirli ağzı), sokağa çıkmayalım, çocukları okula göndermeyelim! “Yaşamayın” desenize kısaca! Hani gerçekten uyarı içeren haberler olsa canım yanmayacak. Maksat, korkuyla insanların dikkatini çekmek! Aynı durum ana haber bültenlerinde de var. Koca koca profesörler, sırf popüler olmaktan hoşlandıkları için her akşam televizyonlara bir bomba atıyorlar. Her gün vesvese yaratacak yeni önermelerle karşı karşıya kalıyoruz. Biri tuz yeme diyor, diğeri onu bastırıp daha çok dikkat çekmek için tuz almazsan kanser olursun diyor, biri meyve sağlıktır derse diğeri zehirdir diyor! Hani bir yolsuzluk vardır ya da ne bileyim bir gıda firmasının üretiminde sağlığa aykırı bir şey yakalanmıştır, devletin gıda kontrölünde eksiklikleri vardır o konuda uyarırsın, amenna! Yok öyle değil, herkes her şeye toptan karşı! “Şu yoğurt markasında kimyasal tespit edildi” değil, toptan yoğurt “tü kaka” ediliyor! Yazılanlara göre, önce organik tarıma başlayacaksınız ki bunun da mümkün olmadığını söylüyorlar, o yüzden önce organik olması için tarlanızı beş yıl arındıracaksınız. Sonra, nasılsa dünyanın bakir bir köşesinden organik tohum getirip yetiştireceksiniz. Sonra, bir inek alıp, organik büyütüp, tarlanızdaki sebzelerle besleyeceksiniz. Sonra artık bulunmayan doğal mayayı bulup mayalayıp yoğurt yapacaksınız. Onu da yapsanız, kimyasallar dolu yağmurdan uzak tutup, arındırılmış sulama yapmanız lazım ki gene olmaz çünkü o zehirleri arıtmak mümkün değil! Meyve yeme, süt içme, domatese değme, salatalık zaten zehir, tavuk sırf hormon, et desen Allah muhafaza! Alışveriş torbaları, çocukların kalemlerindeki toksikler, okul çantalarındaki tehlikeli malzemelere daha gelemedim bile! Peki öneriniz ne! Ona cevap yok! Günlük hayata geçirilmeyecek, uygulaması imkânsız tavsiyeler! Yemeyin, içmeyin, gece gündüz endişe üretin ve sonunda yediğinizden değil vücudun baş düşmanı olan stresten geberin, yeter ki bizi okuyup, bizi izleyin!

SOSYAL MEDYA GAZETECİLİĞİNDE PSİKOLOJİMİZİ TERÖRİZE EDEN, İNSANI DELİ EDEN BAŞLIKLAR

- “O meyve ölüm saçıyor”, “yüzünüzü yıkarken ölebilirsiniz” tarzı, önüne geçilemeyecek ve kimseye faydası olmayan sadece sinir bozmaya yarayan sözde uyarılar!

- Tıklandığında, başlıkla ilgisi olmayan boş haberler. “Üniversite sınav sonuçları açıklanıyor” başlığını okuyan gençler ve aileleri milyon kere tıklıyor ve gazete amacına ulaşıyor ama aslında ortada sonuç filan yok. Üniversite sınavına dair, eski bilgiler, lâf ola beri gele bir haber... İnsanlar yüreği hopladığı ile kalıyor. Gazetelerin internet siteleri ise aldatmaca tıklanma oranını başarı hanesine yazıyor ve reklamlarını katlıyor.

- Sırf tıklanmak uğruna insanların korkularını kullanan haberler... Bir bakıyorsunuz gazetelerin Twitter sayfasında “şehrin göbeğinde korkunç patlama” diye bir başlık. Her an bir yerlerde patlama yaşanan ülkemizde zaten insanlar kalbi ağzında yaşıyor. Tabii hemen panik içinde haberin içeriğine bir bakıyorsunuz ki efendim Hindistan’da bir otelde tüp gaz patlamış, facianın eşiğinden dönülmüş! Siz gene haberinizi yapın ama bize bunu yapmayın! Biz zaten, facia eşiğinde, ölümle yaşam arafında sıkışmış insanlarız. Patlama lafı geçtiği an, tıklayacağımız besbelli. Bu korkumuzu kullanmayı, medya yönetimi saymayın!

- ”O ünlü trafik kazası geçirdi”, “Ünlü futbolcu bakın ne dedi!” tarzı haberleri bırakın! Böyle bir başlık varsa bilin ki, ünlü dedikleri kişinin adı pek de bilinen bir isim değil, o futbolcu da Arda Turan filan değil! “Ünlü yazarsak tutar” diye diye kandırılmaktan, insanda merak bırakmadınız.

- Başlığın ağırlığını tartmayan çocukça haberler: “Memleketlilere o bakana ateş püskürdü” diye başlık atıp, sonra efendim bilmem ne bakanına Kurban Bayram’ında memleketlileri mangal yakmış da, bakana doğru ateş sıçramış gibi ipe sapa gelmez cümlelerle, sırf ilgi çeksin diye atılan başlıkların altına dolgu yazılar yazmayın. Üç kuruşluk aklımız kaldı, onu da sanal aleme attığınız başlıklarla almayın!

Yazının devamı...

Önce kadınları ve çocukları vurun!

Çocuk yaşta evliliğin önüne geçmek için çaba sarfetmemiz gerekirken, Meclis Boşanma Komisyonu’nun hazırladığı raporda çocuğa tecavüzcüsüyle nikah hazırlığı yapılıyor.

Boşanma Komisyonu, TBMM bünyesinde çalışarak iki yıldır hazırladığı raporunu, hafta başında Meclis Başkanlığı’na sundu. 479 sayfalık rapor ve yeni kanun önerileri, “Önce çocukları ve kadınları vurun” şeklinde özetlenebilir. Aslında, bu bile çok hafif kalır. Çocukları tecavüzcüsüyle evlendirilmeye sevkeden, şiddete maruz kalan kadınların boşanmasının hatta kocasını şikayet etmesinin önünü kesmeyi amaçlayan, kadını mümkün olduğunca mirastan, nafakadan mahrum bırakmaya ve daha pek çok akıl almaz fikre dayalı kanun önerisi taşıyan bu rapor, sadece demokrasiye ve insan haklarına aykırı olmakla kalmıyor. “Hadım etme” gibi, ilk duyduğu anda belki pek çok kişiye “Oh olsun layığını bulur” dedirten ama fevkalade çağdışı ve vahşi laiklik karşıtı taslakları da barındırıyor...

Bilimsel olarak, psikolojisi ve sağlığı daha fazla zarar görmesin diye duruşmada tecavüzcüsüyle aynı ortamda bulundurulmaması gereken ülkelerde de böyle sakınılan mağdur çocuklar, ülkemizde kendine tecavüz edenle aynı evde yaşamaya hatta, ömrünün geri kalanında tecavüzcüsünün yatağına mahkum ediliyor. “Bir kereden bir şey olmaz” söylemi katlanarak büyüyor ve “bir kere yetmez”, “tecavüzcünün canı istedikçe” diye sapıklık devlet eliyle desteklenerek, hem hukuki hem dini kitaba uydurulmaya çalışılıyor. Çocuk yaşta evliliğin önüne geçmek için çaba sarfetmemiz gerekirken çocuğa tecavüzcüsüyle nikah hazırlığı yapılıyor. Çocuğa yapılabilecek en büyük işkence, günümüz Türkiye’sinde, üstelik TBMM çatısı altında bulunmuş oldu böylece.

Adaletin bu mu Türkiye?

Sadece sizinle çok eski bir anımı paylaşmak isterim. “Böyle mi Olacaktı”nın doktor Pervin’i olduğum günlerde, Bakırköy Akıl Hastanesi’nde çekim yaparken koğuşlardan birine gittim. İçlerinden biri bana geldi. Meğer, genç kızlığında, kendi deyişiyle “dağa kaldırılmış”. Günler süren tecavüzden sonra, köyüne bırakılmış. O zaman da aynı sapkın düşüncedekilerin ataları tecavüzcüsüyle evlendirmişler. Üç çocuk doğurmuş sapığından. Abla olayı aynen şöyle anlattı bana: “Hayatım boyu çocuklarımdan utandım, yıllarca tecavüz edildim, çocuk doğurdum. Sonra bir gece yarısı birden uyandım, ‘tak!’, kurtuldum, artık huzurluyum...” Ve sözünün sonunda bir kahkaha. “Tak” dediği ne biliyor musunuz? Kocasının kafasına, balta indirişi... Adaletin bu mu Türkiye!

Yazının devamı...

Yeni başlayanlar için okul seçme tüyoları

Okul kayıt sezonu başladı, tecrübeli bir veli olarak çocuğunuz için uygun okulu seçerken dikkat etmeniz gerekenleri yazdım..

Bu işi fazla büyütmeyin

Bu ülkede en çok konuşulan konuların başında eğitim gelir. Lise yerleştirme bitti dersin, üniversite seçimi gündeme gelir sonra tam sular duruldu derken, okula yeni başlayacak miniklerin acemi ve telaşlı anne babalarının hararetli konuşmaları sarar ortalığı. En heyecanlı grup onlardır. Sanki çocuklarını yanlış bir okula verirlerse, sonsuza kadar mahkum kalacaklarmış gibi panikle düşünürler.

Aslında eğitim hayatının en basit kararıdır ama işte insan o zaman atomu parçalıyor gibi hisseder kendini.

Gerçekten hayati bir karar olan üniversite bölümü seçimi bile çok daha hafiftir, ilkokul seçiminin yanında. Her şeyin ilki zor derler ya, sahiden okul seçiminde yüzde yüz geçerlidir bu. Geri dönülmez bir karar olarak algılamak ne yanlıştır oysa. Elbette kimse, değiştirmek üzere çocuğunu bir okula yazdırmaz ama ara sınıfta değişim yapmak da öyle korkulacak şey değildir.. Asker çocuğu olduğum için, hemen her yıl başka okulda hatta başka şehirde okumaya alışık olduğumdan, hiçbir zaman okul değişikliği yapmayı dünyanın sonu olarak görmedim. Hatta, faydaları olduğuna da inanırım. Küçük yaşta, kendini yeni ortama kabul ettirme mücadelesinde olmak, yaşam boyu insanlarla iletişimi kolaylaştırıyor mesela. Belki de Ada için okul seçimine dair ilk kararı verirken meseleyi büyütmeyişim, okul okul tanıtım toplantısı gezmeyişim, değişimden korkmamanın verdiği rahatlıktandı. Eğer, çocuğunuz için uygun olmadığını düşündüğünüzde, okul değişikliği yapmayı rahatlıkla göze alırsanız, seçim yaparken çok rahatladığınızı göreceksiniz.

"Ara sınıfta değişim yapmak öyle korkulacak bir şey değildir."

Eğitim ihtiyacı yıllara göre değişkenlik gösterir

Ben Ada’yı anaokuluna yazdırırken Dragos’ta oturuyorduk ve okula başlama vakti geldiğinde hemen evin dibinde Bilfen Anaokulu açıldı. 2 yaşındayken doktor tavsiyesi ile yarım gün eğitime başlatma kararı aldığımda okulun yakın olması benim önceliğimdi. Üç yıl devam etti. Gayet de memnunduk. Ana sınıfına geldiğinde, ilkokul için karar verme ihtiyacı hissettim ve çok sıkı bir eğitim verdiğini duyduğum Bilfen’e devam etmekten biraz çekindim. Eşimin de dil zekasını daha iyi geliştirdiği gerekçesi ve Almanca başlangıç istemesinin de etkisiyle, daha oyuna dönük, mütevazı ve şımarıklığa pek yer vermemesiyle adından söz ettiren Denizatı İlköğretim’i seçtik.

Ana sınıfı ve ilk dört yılı orada okudu. Şahane orkestrası, seramik çalışmaları ile Ada’nın gelişimde çok olumlu etkisi oldu. İkinci dört yıl için, çocuğun gelişimine ve değişimine paralel olarak yeniden karar vermek gerekti. 5’inci sınıfta akademik eğitimde rakipsiz olduğunu iyi bildiğimiz Bilfen’e geri döndük. Ada, bu sene mezun oluyor ve artık lise için karar aşamasındayız. Geriye döndüğümde, kızım için bugüne kadarki tüm sürecin gerekli ve faydalı olduğunu görüyorum. Tıpkı çocuğun büyüdükçe değişen besin ihtiyacı gibi, eğitim ihtiyacının da yıllara göre değişkenlik gösterebildiğini, kimi zaman tek bir formülün yeterli olmadığını artık biliyorum. Size tavsiyem, en yakın okula öncelik tanıyıp, size sıcak gelen ve çocuğun şu anki ruh haline hitap edeni seçmekle işe başlayın ve ilerleyen yıllarda okul değişiminden korkmayın.

Okulların internet sitelerini çok iyi incelemek şart

Biliyorum ki tanıtım toplantılarına gittiğinizde, her okul size benzer vaadlerde bulunarak aklınızı karıştırıyor. Bir kez tavsiyeme uyun ve aklınızı çelen okulların internet sitelerini inceleyin. Nasıl bir eğitim anlayışına sahip olduklarını rahatlıkla anlayacaksınız. Örneğin, daha çok “TEOG başarılarımız” diyen bir okul, gerçekten de her zaman sınav önceliklidir.

Elbette bu demek değil ki sosyal yanı olmayacak ya da sportif alanda etkin olmayacak... Ama, 8’inci sınıfa gelindiğinde ağır bir tempo ile karşılaşacağınızı göze alarak çocuğunuzu bu okula vermelisiniz. Eğer bir okul, “Bahçelerim, golf turnuvalarım” diye anlatıyorsa, çocukların rahatını akademik başarılarından daha önde tutuyor diyebilirsiniz.

Gösterileri, konserleri, sergileri sayfasına yansıtan bir okul, sanatsever çocuklar için daha uygun olabilir. Bu durumda, eğitim, spor, sanat paylaşımları dengeli bir şekilde internet sitesinde yer alan okullar elbette bir adım öndedir. Ama yine de göz attığınızda, muhakkak bir alanın diğerlerinin önüne geçtiğini hissedeceksiniz. İsmi markalaşmış ama vaadi havada kalan, karşılığında ne alacağınızdan emin olmadığınız okullardan uzak durmanızı tavsiye ederim.

Okulların web siteleri, eğitim anlayışları açısından belirleyici oluyor

Yazının devamı...

Dişi Steve Jobs

Gençlerin çok hoşuna giden, daha doğrusu “işine gelen” , sıklaşa sohbetlerimizde rastladığım bir konu hakkında yazdım bugün. Üniversite sınavlarının ikinci aşaması kapıdayken ve gençler okul tercihleri ile meslek seçimleri arasında boğuşurken, okuldan atılıp da 30 yaşına gelmeden milyarder olan dahilerle ilgili efsanelere bir yenisi katmak istedim; üstelik bu defa bahsi geçen kişi bir kadın.

Efendim, mâlumunuz, ne vakit gençlere “hadi çalış evladım, bak üniversiteye girmen lazım” filan dense, hemen “yav, Steve Jobs da okulu bırakmış” şeklinde cevaplarla karşılaşıyorsunuz değil mi! Sosyal medya da her yıl üniversite sınavı döneminde bu ve benzeri yorumlarla çalkalanıyor. Bizim gençliğe sorsanız, hani “Apple” gibi bir marka yaratamadılarsa ya da bütün gün bilgisayarda takıldıkları halde “Facebook” gibi bir ağ henüz kuramadılarsa, bunun müsebbibi kesinlikle evde bir garajları olmayışı, bir de babalarının mektebi terk etmelerine ikna olmayışı! Hani, bahsi geçen kişiler istisna imiş, üstün zekalı imiş, okulu bırakmışlar ama önce dünyanın en önemli üniversitelerini burslu kazamış imiş, fikirlerini hayata geçirmek için günde 18 saat çalışmış imiş; bunların pek önemi yoktur. Varsa yoksa “ama okulu terk etmiş” noktasında kalınır. Aziz Nesin’in “Ah şu sinekler olmasa” hikayesi gibi, bir garajımız olsa, bir de anamız üniversiteyi bitir diye zorlamasa, ne iPad’ler, ne Facebook’lar, ne Twitter’lar, ne Microsoft’lar icat edecektik biz de, ah işte kader utansın!

Mucize gerçek oldu

Bir garajı olsa, Silikon Vadisi’nin kralı olacağına inanan hayalperest gençlerimiz bir yana, Amerika’da da bir fikri bulup, okulu bırakıp, 30 yaşına gelmeden milyarder olmayı ciddi ciddi kendine hedef koyan bir kesim var. Tek fark, gerçekten şu an bunu başaranlar var. Elbette, kim bilir kaç bin genç bu uğurda geleceğini telef ediyordur da içlerinden başarıya ulaşanlar bizim kulağımıza geliyordur. Ama gerçek şu ki, bir mucize kadar küçük bir ihtimal olsa da bu akıl almaz rüyayı bugün gerçeğe dönüştüren gençler, dünyanın alışılagelmiş prensiplerini ters yüz etmeye devam ediyor. İşte size taze bir örnek, Elizabeth Holmes...

4 milyar dolarlık servet

Elizabeth Holmes, iş hayatına 0’dan başlayıp, 19 yaşında okulu bırakıp, 20’lerinin başında milyarder olmaya başararak, gençliğin yeni efsanelerinden biri oldu. İlginç olanı, Elizabeth Holmes’un çok erken yaşta “dişi Steve Jobs” olmayı kafasına takmış olması! Hatta, çok çalışkan olduğu halde ikinci sınıfta okulu bırakma sebebi bile biraz da aynı “efsaneler” grubunun bir parçası olma hayali. Stanford Üniversitesi’nde kimya okurken, “ben de Steve Jobs pazarlama tekniklerini kullanarak tıpkı onun gibi olabilirim” fikriyle yola çıkan Holmes, ailesinin bütün karşı çıkmalarına rağmen, ikinci sınıfta okulu bırakmış. 19 yaşında, bugün kendisine “Sağlık sektörünün kraliçesi” ünvanına kazandıran şirketi Theranos’u kurmuş. Kısa zamanda da büyük başarı yakalamış. Uzun zaman kendini gizli tutan Holmes, tabii ki 32 yaşında 4 milyar dolarlık servete ulaşınca daha fazla arka planda kalamadı.

Steve Jobs’a hayran

Her konuda olduğu gibi giyimde de Steve Jobs’u örnek alan Elizabeth Holmes, sürekli siyah giyiyor. Theranos adlı yüksek teknolojili laboratuvarlar kuran Holmes, hızlı-ucuz ve pratik kan analiz hizmetini halk arasında yaygınlaştırarak bugünkü başarısını elde etmiş. Özellikle, kan aldırma korkusu olan insanları daha 9 yaşında keşfederek, parmaktan az bir kanla tahlil yapabilme teknolojisini geliştiren genç kadının Amerika’da 18, ülkesi dışında 66 patenti var. Sonuçta, hayalini, hayatı yapmayı başaran genç kadının adı “okulu bırakıp genç yaşta milyarder olmayı başaran teknoloji insanları” arasında, Steve Jobs ile aynı listede yer alıyor.

Sözün özü gençlere, hayaller kimi zaman hayata geçebiliyor ama “hayaller... hayatlar...” diyerek geçen yılların ardından hüzünle bakmak istemiyorsanız yine de dikkatli olun derim. Bunca örnekten sonra okulu bırakmak, genç milyarder olmanın gerek şartı gibi görünebilir belki ama bu ünlü isimlerin pek çoğunun evlatlık olduğunu düşünürsek ya da tıpkı Elizabeth Holmes’ın dedesi gibi mucit ve dahi dedelerin ailelerimizde çok fazla olmadığını ön görürsek, Amerika’daki gibi 19 yaşında okulu bırakmış gençlere inanıp yatırım yapan iş adamlarımız olmadığını da eklersek; şu üniversite kazanma ve bitirme meselesini hafife almamak gerektiğinde belki hem fikir olabiliriz. Tam bir anne gibi konuştum galiba değil mi? O zaman ekliyorum, “Ayrıca unutmayın genç kardeşim, sizin bir garajınız da yok!

İşte okulu yarım bırakıp 20’li yaşlarında milyarder olan dahiler...

- Steve Jobs- Apple kurucusu-Reed Üniversitesi terk-evlatlık

- Bill Gates-Mikrosoft kurucusu-Harvard Üniversitesi terk

- Mark Zuckerberg-Facebook kurucusu--Harvard terk

- Jan Koum -What’s Up kurucusu-San Jose Bilgisayar bölümü terk

- Evan Williams-Twitter kurucu ortağı-Lincoln Üniv.Terk

- Jack Dorsey-Twitter kurucu ortağı- Missouri Teknik ve New York Üniv.terk

- Michael Dell-Dell Bilgisayar kurucusu-Teksas Üniversitesi terk

Yazının devamı...

İzmir’de sular sanatla aşılıyor

İzmirli ressam Eli Filidis, Menderes Nehri’ni ve Antik çağlardan gelen imgesini, resminin öznesi olarak kurguluyor. Filidis’in sergisinin adı da hikayeye dair çok ipucu veriyor...

İzmir’in önemli ressamlarından Eli Filidis, kültürler arası iletişim ve paylaşım için son derece etkili bir etkinlikle, 21. kişisel sergisini açtı. Ben de kendi doğup büyüdüğüm şehir ve sanatçısıyla övünüp, böyle güzel bir sanat olayını size duyurmak istedim. İzmir Ticaret Odası sergi salonunda düzenlenen açılışa, Patrik Bartholomeos’un katılması elbette büyük yankı yarattı. Yunanistan İzmir Başkonsolosu, Argiro Papulyas’ın da açılışta davetliler arasında olması, komşu ülke Yunanistan ile aramızdaki kültürel ve sanatsal bağın pekişmesinde önemli bir detay elbette. Menderes Nehri’ni ve Antik çağlardan gelen imgesini, resminin öznesi olarak kurgulayan Eli Filidis’in sergisinin adı da hikayeye dair çok ipucu veriyor; Maiandros’tan Menderes’e, “Bir Meander masalı.” Maiandros, Menderes nehrinin Antik çağdaki adı ve Latince karşılığı ise Meander. Menderes nehrinin eski adı olan Meander, zamanla, “çok kıvrımlı akan nehirler” için kullanılan uluslarası bir coğrafi terim olarak kullanılmaya başlanmış. İzmirli ressam Eli Filidis de Menderes nehrinin bu eşine az rastlanır kıvrımlı akışını, insan yaşamının akışıyla ilintilendirerek tuvale yansıtmış. Resim sanatının belki de en eski figürlerinden olan kıvrımlar, Filidis’in fırçasında yeniden bizim toprağımızın ifadesiyle buluşmuş. Disiplinlerarası anlatım gücüne sahip olan ve arkeolojik danışmanlığını Arkeolog Bora Eşiz’in yaptığı sergi 9-19 Mayıs tarihleri arasında, İzmir Ticaret Odası sergi salonunda sanatseverleri bekliyor.

Gelin, bugün çok önemli bir sanat etkinliğ ile gündemde olan İzmirli sanatçı Eli Filidis kimdir, kendinden dinleyelim ve çok kültürlü bir ülke olmanın güzelliği üzerine yeniden düşünelim. “Baba tarafım İzmir’e Yanya’da gelmiş. Annem Sakız Adası‘ndan. 2. Dünya Savaşı sırasında İzmir’e yerleşmiş. Babaannemin tarafı ise Avusturyalı. Ben İzmir’e gelenlerden üçüncü nesili temsil ediyorum. Çocukken anlamamış olsam da ben ve çocuklarım İzmir’de büyümenin bir güzellik olduğunu artık çok iyi farkediyoruz. Çocuklarım da çok güzel bir İzmir’de büyüdüler. İzmir’i çok seviyorlar. Onların yurtdışında okumaları için çok ısrar ettim. Bana ‘Biz İzmir dışında yapamayız. Sen olmasan bile İzmir’de yardımımıza koşacak bir sürü insan var, sokaklar dost kaynıyor’ diyorlar.

Ortaokul dönemlerimde desen ve yağlı boya resimler yapmaya başladım. Yurtiçinde ve yurtdışında sanat eğitimi aldım. Uzun sanat eğitimim açtığım resim galerisinde de devam etti...”

“Araştırmalarıma hala atölyedeki çalışmalarımla devam ediyorum. Beş yıldır sanat rehberi olarak çalıştığım Arkas Sanat Merkezi’nde farklı bir sorumluluk da yaşadığım için çok mutluyum. Şu günlerde ise antik çağdan esinlendiğim Maiandros’tan Menderes’e Bir Meander Masalı adlı sergimle İzmirlilerle buluşmanın heyecanını yaşıyorum. Çok güzel insanlarla dolu, güzel bir şehirde yaşıyoruz. Müthiş bir zenginlik ve mutluluk duyuyorum İzmirli olmaktan.

Yazının devamı...

Eğitimde son nokta: Hayaller Finlandiya hayatlar TEOG...

Şu boş gözlerle etrafta dolaşan, ışığı sönmüş, enerjisi tükenmiş ve henüz 14 yaşında ergenler görüyorsanız bilin ki onlar TEOG sınavından yeni çıkmış çocuklar.

Evet sonunda bitti... Ardında derin izler, türlü türlü travmalar bırakarak... TEOG adı verilen ve orta mektepten alt tarafı liseye devam edecek çocukları, öğüterek, ilk gençlik günlerini un ufak etmek üzere programlanmış şu meşhur sınavdan söz ediyorum. Kızım henüz bebekken ben bu ve üniversiteye giriş gibi benzeri sınavları eleştirip, sistemdeki sakatlıkları dile getirmeye çalışıyordum. Elbette, insan çoğu zaman kendi başına gelmeden bazı şeyleri tam olarak anlayamıyor. Biz de bu yıl tecrübe ettik, TEOG’u. Kısaca söylemek gerekirse, sürpriz olmamakla birlikte tahminlerimden bile daha kötü bir süreç olduğunu söyleyebilirim. Berbat geçen bir seneyi aşkın süreden sonra, nihayet bitti. Ama benim için, bitmedi ve bitmeyecek!

YENİ SİSTEM GELİYOR

Bu sene yaşananları hemen atlayıp, “bizim çocuklar yandı, bundan sonrakiler nasıl kurtulur” diye kafa patlatmaya başladım bile. Sakın bana, “aileler bu hale getiriyor” klişesiyle gelmesin kimse, çünkü meselenin sistem sorunu olduğu aşikâr. Bozuk düzen içinde, bireyleri suçlamak ise sistem yöneticilerini korur ve çocuklara zarar verir. Şu anda MEB, yeni sınav sistemi planlıyor ve “ucu açık sorulu sınav” devri başlayacağına dair sinyaller geliyor. Hatta MEB, seçtiği pilot okullarda, açık uçlu sorularla deneme sınavları bile yaptı. 6-7-8. sınıf konularını kapsayan, daha genel yeteneğe ve Pisa testlerindeki yorumlama fikrine dayalı, yarısı test yarısı boşluk doldurmalı sorular soruldu bu denemelerde. Matematik sorularında da sadece sonuç değil çözüm de istendi, yani gidaşatı göstermek de gerekliydi. Kulağa hoş geliyor ama 1,5 milyon çocuğun el yazısını okuyacak teknoloji daha dünyada yok. İş, kişilerin eline bırakılırsa, torpilin, sahtekârlığın nasıl önüne geçilir, o da ayrı dava!

Sınavdan daha vahim olan, yedi gün okula gidip, arta kalan zamanlarda da test çözen çocuklar, koca bir 8’inci sınıf boyunca tek şey öğrenmiyorlar. Hatta, düzeltiyorum, daha da acısı bir sürü yanlış şey öğreniyorlar. Amerika’da doğmuş ve babası Amerikalı olan çocuk, bizim İngilizce sorularında çuvallıyor mesela. Çünkü, öğretilen İngilizce de Türk işi! “Playing sports”, “close the water” gibi, anlamsız, “MEB İngilizcesi” diyebileceğimiz ve hayat boyu sizinle dalga geçilmesine sebep olabilecek bir dil öğrenmeleri gerekiyor bu sınavı geçmeleri için. Sadece yabancı dil mi?

Peki, dünya genelinde son sıralarda yer alan eğitim seviyemiz düzelir mi? Bu kafayla gidersek mümkün değil. Ünlü belgeselci Michael Moore da, şu anda dünyada en başarılı olarak kabul edilen “Finlandiya eğitim sistemi” ile ilgili bir belgesel yaptı.

Hatırlarsanız, bakanlarımızdan biri ülkemiz için de bu Finlandiya modelinden faydalanacaklarını söyledi. “Öğretmende biraz sıkıntı olur yoksa yapılır” diye de ekledi. Zaten, o öğretmenleri yetiştirebilecek mantalitede bir sistemimiz olsa, eğitimde dünya sıralamasının bu kadar dibinde olmazdık. Finlandiya’da en zor kazanılan meslek, öğretmenlik! Bizde, öğretmen okulları kapatılmış, “sözleşmeli” adı altında, eğitimle alakası olmayan insanlara çocuklar emanet ediliyor. Bırakın Finlandiya’yı, çocukluğumuzun öğretmenleri yetişmiyor. Moore, matematik hocasına “ilk hedefiniz ne” diye soruyor, öğretmen “çocukların mutlu olması“ diyor. Müdür ise çok fazla ders çalışmanın, öğrenmeyi durdurduğuna işaret ediyor. Aynı bizim eğitim anlayışımız değil mi! Ülkemizde devlet okulları, 7. sınıftan 8’e geçenleri yazın okula alıyor, yedi gün okul yetmiyor, dershane, özel ders, etüd arası çocuklar koşturuyor, ezber olmadan başarı yakalanamıyor, fazla irdeleyen, sorgulayan, derin bilgiye sahip öğrenciler ise başarıyı yakalayamıyor. Ama biz, günde 4-5 saati geçmeyen, ödev verilmeyen, oyuna ve yaşam becerisini arttırmaya dayalı, sorgulayıcı düşünce sistemini kazandıran Finlandiya eğitiminin hayalini kuruyoruz. Sonra, “Hayaller Finlandiya, Hayatlar Birleşik Arap Emirlikleri” seviyesiyle eğitime, pardon, eğitimsizliğe devam ediyoruz.

Yazının devamı...

TEOG stresiyle başa çıkma teknikleri

TEOG, yani liseye giriş sınavı tüm yurt genelinde bu hafta çarşamba ve perşembe günleri yapılacak. Şu anda sınava girecek öğrenciler ve ailelerinde stres katsayısının tavan yapmış olması bir yana, artık kabusa dönmüş bu sürecin sonuna yaklaşıldığı için de esrik bir mutluluk var yüzlerde. Ada çok çalışkan olduğu ve biz de rahat anne-baba olduğumuz için bu TEOG süreci bizi çok da etkilemez sanmıştım. Meğer ne yanılmışım! “Benim başıma gelmez çünkü biz o kadar önemsemiyoruz” gibi kurduğum cümleler ya da “şöyle üstesinden gelirim” diye yürüttüğüm tahminlerin hepsi başımda patladı. Sahiden “anlatılmaz yaşanır “ denilen bir süreçmiş. Ne yazık ki sistemde öyle büyük yanlışlar var ki, ne yaparsanız yapın çocukları bu kâbustan uzak tutmak mümkün olmuyor. Bir anda yıllardır elinizde tuttuğunuz kontrol, toz şeker gibi dağılıyor ve ülkemizde her daim çocukların ve gençlerin canını yakan sınav çarkı, bir anda sizi de dişlilerinin arasına alıyor. Birinci sınava çok iyi hazırlanan ve son derece rahat giren kızım, sınavda hatalı sorulan bir soruyu yapamadığını sandığı için o ânın stresiyle ne yazık ki başa çıkamadı ve sağlıklı bir şekilde sınavı tamamlayamadı.Maalesef sistemin hatalarından biri yani gelişmiş ülkelerdekin farklı olarak bizde çocuklara tek şans veriliyor. Kadere inanmaktan ötesi de elden gelmiyor.

Bu hafta ikinci ve daha önemli olan kısmı var sınavın ve ben anladım ki konulara hakim olmak ya da başarılı olmak değil, soğuk kanlı olabilmek asıl marifet, bizdeki hoyrat sınav sisteminde. O yüzden, geçen seferki gibi yeniden paniğe kapılmaması için bu konudaki başarılı çalışmalarını takip ettiğim, eğitim koçu Banu Uzkut Onuk’tan tavsiyeler istedim. Ne de olsa çocuklardan “full” yapmalarını isteyen MEB ve YÖK daha bugüne kadar hiç tüm soruları doğru hazırlayıp da kendi adına “full” yapmadı.

Unutmayın, bu yarış aslında çocukların arasındaki bir rekabetle değil, çarpık sınav sistemini yenebilmekle ilgili. Bu sebeple, sınav anında stresle savrulan zihni kontrol altında tutabilmek için Banu Uzkut Onuk’tan gelen tavsiyeleri hemen paylaşıyorum.

Dilerim tüm çocuklar faydalanır ve sınavı travmasız atlatırlar. Ailelere sabır, çocuklarımıza bol şans dilerim...

Papatya ve lavanta koklatın

Çocuğunuz gireceği sınav için endişe duyuyorsa, önce rahat edebileceği bir yere uzanmasını ya da oturmasını sağlayın. Endişesini tüm duyularını kullanarak anlatmasını sağlayın. Yorum yapmadan, sözünü kesmeden dinleyin. Bırakın en kötü olasılıkları özgürce sıralasın. Bu sırada gözlerini kapatırsa daha iyi canlandırma yapacaktır. Endişe ettiği durumu düşünürken gördüğü, duyduğu ve hissettiklerini sorularınızın yardımıyla detaylı anlatmasına izin verin.

Sıkıntıyı atın

Endişesini atmak için zihinsel canlandırma yapmak, sıkıntılarını uçan bir balonun içine alıp gökyüzüne salabilir.

- Bir sandığın içine korkularını koyup denizin dibine bırakabilir.

- Beyaz bir kayaya öfkesini yazıp çekiçle kırabilir.

- Hayalinde bir duşa girerek suyla endişelerinin akıp gittiğini düşünebilir.

Doğru nefes

Yapılan araştırmalar, stres esnasında, doğru nefes alma tekniğiyle gevşeyebileceğimizi göstermektedir. Stres halinde göğüsten çok sık nefes alınıp verildiğinde, zihinde gerilimler oluşur. Çünkü akciğer solunumu yalnızca korku durumlarında kullanılmak içindir. Yavaşça burnundan derin nefes alıp sonra yine yavaşça vermek gerekir. Birkaç nefes sonra rahatlama hissedecek, bedenine hafiflik hissi gelecektir.

Olumlu düşünün

Örneğin, sınavda soruları kolaylıkla çözüyor, sınav sonrasında başarısını arkadaşlarıyla paylaşıyor olduğunu hayal etmek gibi...

Çocuğunuzun algılama yöntemlerine eğer uygunsa lavanta yağı ya da hafif müzikten de yararlanabilirsiniz.

Sınav anında uygulanabilecek stres giderici teknikler;

Parmak uçlarını birbirine bastırıp, derin ve yavaş nefes alıp vermek, şakaklar, sakinleştirici akupress noktalarıdır. Masaj yapmarak, ellerin ayasını parmak uçlarıyla ovarak rahatlatabilinir.

Çocuğu rahatlatın

Çocuklar sınavlarda endişelendiklerinde, onlara ‘kızım endişelenme’, ‘oğlum korkacak ne var’, ’boş ver heyecanlanacak bir şey yok’ gibi işe yaramayacak cümleler kurmak yerine, papatya ve lavantanın rahatlatıcı özelliklerinden yararlanmak, çocuğa düzenli nefes egzersizi yaptırmak ya da rahatlatıcı bir müzik dinletmek çok daha olumlu etki yaratır.

Yazının devamı...

Bugün 23 Nisan...

23 Nisan kutlamaları “Şehitler” gerekçe gösterilerek çocuklarının elinden alındı. Meclis’in tüm vekillerine soruyorum şimdi; hadi resepsiyonu iptal ettiniz, çocuklardan ne istediniz?

Çocukken, bana sevildiğimi, ülkemde güvende olduğumu, çocuk olmanın önemli olduğunu hissettiren, her zaman büyük coşkuyla kutladığım bayram... Bugünün büyüklerinin anılarında, sabah okula koşmak, şiirlerle coşmak, bandolarla sokakları dolaşmak, TRT’de tüm dünya çocuklarının özene bözene hazırlanıp katıldığı dans gösterilerini izlemek, Başbakan’ın koltuğuna oturan çocuğu kıskanıp “Ben olmaydım şöyle şöyle derdim” diye iç geçirmek... Ve bugün... “Şehitlerimiz” sebep gösterilerek, bu ülkede bayramı en çok hak eden çocuklara bu güzel hisleri çok gördüler. Nişanlar, düğünler, maçlar gırla giderken, bir tek çocuklar bayram etmesin istediler. İlk çıkış amacı Kurtuluş Savaşı’mızda şehit düşenlerin çocuklarını kucaklamak olan bu bayram, “Şehitler” gerekçe gösterilerek çocuklarının elinden alındı.

Ülke vekillerden ibaret değil

Biz hayatımıza devam ederken, bayrak inmesin bayramlar bitmesin diye bu toprağa canlarını kurban edenler, kendilerinden sebep memleketin en büyük bayramının kutlanmadığını bilseler, haklarını helal ederler miydi acaba? “Kıyak emeklilik” dışında ortak karar alamayan vekillerimiz, şimdi kuruluşunu kutlamaya zahmet etmedikleri Meclis olmasa, o şişkin maaşları nerden bulacaklardı acaba! Üstelik planlanan hiçbir kutlama iptal edilmemişken, bir tek “23 Nisan” resepsiyonu ile artık tüm dünyanın kabul edip, katılarak kutladığı çocuk gösterileri eğlence kabul ediliyor. Bizim yerimize Almanya, Kanada daha fazla hazırlık yapıyor. Anlaşılıyor ki, bu ülkede bir çocuk olmak, bir de halkın egemenliği rahatsız ediyor.

Elbet bu ülke Meclis’in vekillerinden ibaret değil. Ulu Önder, ulusal egemenliği de çocukların bayramını da vekillere emanet etmedi. Vatanı da bayramı da halka emanet etti. Vekil dediğin bugün gelir yarın gider. Neler neler gördü bu gözler... Payidar kalacak olan, Türkiye’dir; 23 Nisan da ilelebet bizimledir. Çocukluğunun en güzel hatıralarını “23 Nisan” bayramlarında geçirmiş, 2009 yılında 60 ülke çocuğuyla birlikte el ele, sahnede bu büyük kutlamanın keyfini yaşamış, öyle tematik çocuk kanalında değil TRT 1 aracılığıyla bunu canlı paylaşmış ve çocuğunu bile 23 Nisan günü doğurmayı seçmiş bir anne olarak, iktidarından muhalefetine, 23 Nisan için sus pus kalan Meclis’in tüm vekillerine soruyorum şimdi; hadi resepsiyonu iptal ettiniz, çocuklardan ne istediniz? Her gün kurşunlarla ölen, tecavüz edilen bu ülkenin çocuklarına neden bir günlük mutluluk vermediniz? Şehitler için iptal ettiğiniz resepsiyon yerine şehit çocuklarını neden davet etmediniz? Terör yüzünden kaybettiğimiz güvenlik itibarımızı bir nebze inşaa edebilmek için, niye tüm dünya çocuklarını görkemli bir kutlamada bir araya getirmeyi denemediniz? Tüm okullarımızı organize edip büyük bir projeyi neden hayata geçirmediniz? Neden bu ülkenin çocuklarını ATA’mızın binde biri kadar sevmediniz!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.