Şampiy10
Magazin
Gündem

Çalışkan ve üretken tiyatroculara veda

İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'ndan, çalışkan ve üreten altı oyuncu görevden uzaklaştırıldı ve haklarında soruşturma başlatıldı...

Geçen hafta sonu, "Trumbo" filminden örnekle, Amerika'da sanatçılara yapılan cadı avı döneminden ve bizim de ülkece, aynı uçurumun kenarında dolaştığımızdan bahsetmiştim. "İspiyonculuk silahıyla, halk polisliçilik oynarsa, cadı avı kaçınılmaz olur. Muhaliflerle, darbecileri birbirine karıştıran çok olur" diye de uyarmıştım. Maalesef, yazımın üzerinden üç gün geçmeden, tehlike çanları çalmaya başladı. İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'ndan, altı oyuncu görevden uzaklaştırıldı ve haklarında soruşturma başlatıldı. Hemen "suçu yoksa ortaya çıkar, varsa da cezasını çeker" diyenleri işittik tabii. Oysa o iş öyle kulağa geldiği kadar kolay gelmiyor başa. Basit düşünelim. Bir anda eşinizi aldattığınıza dair dedikodu yayılsa ya da kardeşinizin parasını çalmakla itham edilseniz; ne bileyim, babanızı dolandırdığınız, ananızı sattığınız söylense, söylenmekten de öte resmen suçlansanız, ne hissedersiniz? "Vatanı satmak" ile suçlanmak, bin beter hissettirir işte insana. Masum olduğunuzu bilseniz de böyle bir alçaklıkla suçlanmış olmanın acısı taş gibi oturur yüreğe. Şimdi empati kurun lütfen, terör örgütlüğüne üyelikle suçlansanız, ne hissedersiniz? "Suçsuzsam korkmam" diyecek eminim pek çok kişi. Korkuyu atın kenara, ne hissedersiniz? En basit tarifiyle, haksızlık... İhanet uğramışlık. Öfke. Güvensizlik. Ve hatta, hepsinin karışımı, tarifsiz bir duygu dalgalanması... Telefonda konuştuğum kırk yıllık arkadaşlarımda da zerre kadar korku ve endişe yoktu bu iftira karşısında ama terör örgütüne destek vermekle itham edilmenin buruk acısı oturmuştu seslerine.

Bu kişilerin oyuncu olmak dışında ortak noktası, muhalif olmalarıydı

En fazla oyunda onlar görev aldı

Bugün görevden uzaklaştırılan oyuncular, kurumda en fazla oyunda görev alan, çok çalışkan, çok yetenekli, çok üretken oyunculardır. Sevinç Erbulak mesela, aynı sezon, üçbuçuk saatlik iki ayrı oyunda oynayan, insanüstü enerjisiyle seyirciyi büyüleyen bir oyuncudur. Ki, hacı-hoca ilişkisine göz kırpmak şöyle dursun, tam tersi hurafeliği hicveden "İstanbul Efendisi" oyunuyla da ödül almıştır. Kemal Kocatürk mesela, okuldan üst sınıfımdır. Yıldız Kenter Hoca'nın tam puanıyla mezun olarak, daha yolun başında yeteneğini ispat etmiş, tek kişilik oyunların piri bir oyuncu ve yönetmendir. Ragıp Yavuz, sosyalistliğinden kelli, her iktidara muhalif ve her iktidarca suçlanmış ve hep haklı çıkmış bir sanatçıdır. Mahperi Mertetmişse Arda Aydın deyince, rollerinden başka bir de Atatürk sevdaları ön plandadır. İrem Arslan'ın da dahil olduğu sadece altı "kadrolu" oyuncu değil, 20'nin üzerinde, oyun başına ücret alan yani "yövmeyeli" çalışan genç oyuncu da tiyatrodan uzaklaştırıldı. Oysa, Şehir Tiyatroları'nın en çok faydalandığı, en çalışkan, en üretken grup onlardır. Bu kayıp, asıl tiyatronun kaybı olacaktır.

Yükselemeyenlerin iftira kokusu

- Bu soruşturmaların, Cumhurbaşkan'ı Başbakan veya Vali'nin isteğiyle yapıldığına dair bir veri yok. Açıkçası iktidardakilerin, ülkede bunca eli silahlı terörist varken, tutup da konuyla hiç ilgisi olmayan oyuncularla uğraşarak harcayacak zamanları olduğunu da sanmam. Yani bu işin "yukardan inme" olduğunu şimdilik düşünmüyorum.

- Bu ispiyonlama meselesi, kifayetsiz muhterisler için öyle bir besin ki, yıllardır ulaşamadıkları ciğerlere "mundar" demek için can atanlara, ilaç gibi gelir. Tam da bu sebeple "Fetöcü" de izi kalsın, mantığıyla iftira atanlar çok olur. Bu olayda da, çekemeyenlerin ya da bir türlü yükselemeyenlerin hırsıyla atılmış bir iftira kokusu alıyorum. Bekleyip, görelim.

- Bu kişilerin oyuncu olmak dışında ortak noktası, muhalif ve sol görüşlü olmalarıdır. Kraldan çok kralcı olmaya çalışanların, "elimiz değmişken" mantığıyla muhalif sesleri ayıklama işgüzarlığına da çok dikkat etmek gerekir. Aksi durum, iktidarın, teröristleri temizleme davasına gölge düşerebilir.

- "Tiyatrocu tayfasından cemaatçilik beklemek, Marx'ın Fetöcü olduğunu beklemek gibi saçma" yazmış Twitter'da biri. Çok haklı. Dinbazlara kanan siyasiler misali, "kandırılmış tiyatrocu" olmaz. Dinbaza kanacak olsa, sanatçı olamaz!

- Olabilecek en iyi son, bu kumpasın küçük insanların işi olduğunun hemen farkedilip, Ohal yetkisiyle Vali tarafından tüm oyunculara görevlilerinin iade edilmesidir.

Yazının devamı...

Rüzgarlar Şehri Bakü

Azerbaycan’ın Hazar Denizi kıyısındaki başkenti Bakü, dünyanın en zengin petrol yataklarına ve alabildiğince uzanan tarihi caddelere sahip...

Bir çekim için gittiğim Bakü'de, havaalanında beni karşılayan ev sahipleri, Azerilere has hoş melodili Türkçeleri ile şöyle seslendi: "Rüzgarın şeherine hoş gelmişseniz. " Zerrece esinti olmayan, çok sıcak ve nemli bir temmuz akşamı bunu duymak biraz şaşırtıcıydı. Ama pilotumuzun da uçağın çok sallanabileceği konusunda yolcuları uyardığını hatırlayınca Bakü için istisnai bir hava şartı içinde olduğumuzu anladım. Bakü'de bulunduğum üç gün boyunca mevsim normallerinin çok üzerinde seyreden, 40 dereceyim aşan sıcaklarda, gram esintiye muhtaç kavruldum. Ve konuştuğum tüm Azeri'lerden aynı sözü işittim "Aslen külekler şeheridir Bakü".

Ferah caddeler, inanılmaz şık binalar

Hazar Denizi kıyısında, Kafkaslar'ın en büyük şehri Bakü, nazik insanları, inanılmaz şık binaları, ferah caddeleri, katman katman tarihi ve modern bugünü ile beni gerçekten çok şaşırttı. Bakü'deki yolların yanında ara sokak kalır bizimkiler. Devasa yollar, geniş caddeler, Sovyet mimarisinin görkem ve düzen anlayışının getiridiği, bizimle mukayese edilemeyecek güzel bir şehir planlama anlayışı hakim. İşte Bakü'nin büyüleyici noktaları

İçeri Şehir: Bakü'nin tam kalbinde yer alan, tarihi tunç devrine uzanan, UNESCO'nun dünya mirasına aldığı kale kent. Şahane korunmuş yapılarıyla Bakü'de görülmesi gereken en önemli yer. Bu eski kente neler var neler:

Şirvanşahlar sarayı: Saray Binası'ndan hamamlara, Divanhanelerden mescidlere, medreselere kadar pek çok bölümü var, inanılmaz işçiliği ile Asya taş mimarisinin en güzel örneklerinden biri kabul ediliyor.

Kız kulesi: Hakkında pek çok rivayet olsa da en kabul gören hikaye, babasının kızını korumak için yaptırdığı bizim kız kulesi hikayesi. İlk başta insana garip gelen, bu kulenin bizimki gibi deniz ortasında değil de şehir göbeğinde olması. Ama daha ilginç olanı, bir zamanlar bu kulenin duvarlarını, dalgaların dövüyor olması.

Dünyanın ilk ve tek minyatür kitap müzesi: 4 binden fazla minyatür kitaba ev sahipliği yapan müzede, 17 mm ölçüsünde ve birebir özellikte Kuran-ı Kerim'den, Atatürk, Che ve Castro'ya kadar büyük liderlerin kitapları bulabilirsiniz.

Bulvar: Hazar sahili boyunca kilometrelerce uzanan, Paris'in Sen Nehri kıyısındaki parktan sonra Avrupa'da ikinci sırada yer alan Milli Park alanı. Zaten Bakü'nün tüm ana caddelerinin başı - bitimi parklarla çevrili. Çölün ortasında bu kadar yeşillik,betonlaşan ve kuraklaşan Istanbul'dan sonra beni mest etti. Burası kentin mutluluk kaynağı. Sahil yolundaki Eurovision yarışması için yapılmış olan "Kristal Salon” da mücevher gibi parlıyor.

Bakü'ye dair ilginç notlar:

Çölde bir vaha yaratmayı nasıl başarmışlar biliyor musunuz? Tarih boyunca, petrol karşılığı toprak getirtmişler. Yüzyıllar boyu süren toprak-petrol takası "saçmalık" olarak görülen Bakü yemyeşil güzelliğini, atalarının ağaç ve doğa sevgisine borçlu.

Pek çok ünlü şairin, düşünürün, eserin memleketi... Fuzuli, Nizami, Leyla ile Mecnun'un şehri...

1800'lerin zengin, aydınlık ve hayırsever iş adamlarından Zeynel Abidin Tağıyev'e Bakü çok şey borçlu. Alman mühendis Schaller'e tasarlatılan mühendislik harikası bir taşıma sistemiyle, Azerbaycan'ın Kuba şehrindeki suyu, eski şehire getirimiş. Bugün "Şollar" suyu olarak anılan bu su sistemi, Bakü'ye can vermiş. Okuma yazma dahi bilmeyen Tağıyev, Bakü'de ilk kız okulunu açan, ilk tiyatro binasını yaptıran, şarapçılık okulu kurduran kişi.

Türkçe'de kaybolmak: Azeriler şahane Türkçe konuşuyor. Dolayısı ile Bakü'de "dil" sıkıntısı yok . Ama arada Türkçeler arası kaybolmak mümkün. Çünkü birebir aynı kelimeler bambaşka anlamlar taşıyabiliyor. İşte yaşadığım birkaç örnek:

Çekimin nerede olduğunu sorduğumuzda "çölde " cevabını aldık. Saatlerce çölde nasıl çalışacağımızın derdine düştük. Meğer "çölde", "dışarıda-sokakta" demekmiş.

Dönemin liderleri Demirel ile Aliyev arasındaki birbirlerine "pezevenk" dedikleri komik hikayeyi herkes bilir. Onlarda bir iltifat olan bu kelime bizde kavga sebebidir, malum.

Ekipten biri "yolda azdım, zor geldim" deyince, benim gözlerim büyüdü. Sonra anladım ki, "azmak" , "kaybolmak" demekmiş.

Yazının devamı...

Trumbo bugüne dair çok şey anlatıyor

Bir film önermek istiyorum size... "Trumbo". Hollywood'un iki Oscar ödülü sahibi, efsane senaristi Dalton Trumbo'nun hayatını anlatan filmi, şu anda sinema aşkım kabardığı için değil, ülkece kenarında durduğumuz uçurumu bize anlattığı için seçtim. Başrol oyuncusu Bryan Cranston'a, geçtiğimiz yıl Oscar adaylığı getiren filmin yönetmeni Jay Roach. Komünist Parti sempatizanlarını temizlemek için başta Hollywood olmak üzere büyük bir cadı avına imza atan ünlü senatör McCarthy, Amerikan tarihine simsiyah bir damga vurmuştur. McCarthy, önce komünizm korkusu yaratmış, sonra ülkeyi korumak adına, özellikle ünlü isimleri hedef almış, korkakları ispiyonculuğa sevk etmiş, çok değerli sanatçılara ambargo uygulayıp, işsiz bırakmış. “Trumbo”, işte bu dönemi tüm çıplaklığıyla ortaya koyan harika bir film. Yıllarca birlikte çalışan oyuncu, yapımcı ya da senaristlerin bir anda nasıl ayrıştıklarını, sırf iktidarın kanatlarında konforlu yaşamlarını sürdürmek için "vatanperverlik" adı altında arkadaşlarını gammazlayanları, sadece omurgalı durmayı seçip iktidara alkış tutmadığı için iftiraya, uğratılarak suçlanan, işsiz bırakılarak burnu sürtülmeye çalışılan büyük yetenekleri, kısaca iktidar korkusuna kurban edilenleri anlatıyor bu film. Hollywood'un o unutulmaz "Kara Liste" dönemini..

İfşa olmamak için ödülünü almadı...

Filme adını veren Dalton Trumbo'yu, ismen belki hemen hatırlamadınız. 10 sene boyunca iktidarın "kara liste"sinde olduğu için, senaryolarını takma adlarla yazmış. Oyunculara göre senaristler daha şanslıymış ekmek parasını kazanmakta. Trumbo da takma adlarla yazdığı senaryolarıyla onlarca ödül, iki de Oscar kazanmış. Tabii o dönem, kendini ifşa etmemek için gidip ödülünü alamamış. Akademi yıllar sonra özel törenle, alamadığı heykelcikleri vermiş ona...

Abide filmleri hafızalarda

Tarih, gammazcılığıyla iş kapan ünlüleri Hollywood günlüklerinde çıkmamış bir leke gibi taşırken, Trumbo'nun filmleri bir abide misali ayakta... Ah, çok özür dilerim, hala şu ambargoya uğradığı dönemde, ailesini geçindirmek için takma adla yazdığı filmleri hatırlatmadım değil mi size... “Roma Tatili” desem mesela, hani Audrey Hepburn'ü sinemaseverlerle tanıştıran ve Gregory Peck ile buluşturup, efsane filmler arasında yerini alan; ya da “Spartaküs” desem, hani Kirk Dougles'ı kahramanımız yapan, hani efsane yönetmen Kubrick'in başyapıtlarından olan, hani sinema tarihinin klasikleri arasında en yukarlarda ismi sayılan... O kadar çok ki hangi birini saysam...

Halka polisçilik oynatmayın

Şu yaşadığımız bıçak sırtı günlerde, Trumboyu hatırlayarak, “Ben bu filmi daha önce de görmüştüm" dememek için çok ama çok dikkat etmek gerek. Muhalif olmakla darbeciliği çok iyi ayırmak gerek. Muhalif oyunculara karşı ambargo açıklamalarına çok dikkat etmek gerek. "Hazır elimiz değmişken sırf suçluları değil, bizden olmayanları ayıklayıverelim" zihniyetiyle mücadele etmek gerek. İşsizlikten bunalmışların eline "ispiyonculuk" silahını verip, halka polisçilik oynatmamak gerek. Beraberlik için ortak hafızada adımlar atıldığı şu günleri, leke leke yazmamak gerek.

Yazının devamı...

“Keep Calm and” kadınlara güven

Almanya’dan sonra İngiltere’nin Başbakan’ı da kadın oldu. Yani, Avrupa siyasetini artık kadınlar yönetecek. Erkeklerin tarih boyu kanla ördükleri bu dünya düzeni kadınların elleriyle yıkılacak mı hep beraber göreceğiz...

Sakin olun... Arkanıza yaslanın... Derin nefes alın ve kendinizi kadınların yönettiği dünyaya yavaşça bırakın. Korkmayın, hiçbir şey daha kötü olmayacak! En azından şöyle düşünelim, erkeklerin yönettiği dünyanın ne hale geldiğini gördük, bir de kadınların neler yapabileceğini görmekten zarar gelmez! Bunu asla, feminist bir kafayla söylemiyorum. Artık biraz değişim istiyorum. Aslında ben, erkeklerin tarih boyu kanla ördükleri bu dünya düzeninden kurtulmak istiyorum. O yüzden, kadınların dünyasına umutla bakıyorum.

Almanya’dan sonra İngiltere’nin Başbakan’ı da kadın oldu. Yani, Avrupa’yı artık kadınlar yönetecek. Amerika’nın yeni Başkanı ise kuvvetle ihtimal yine kadın olacak. Özetle, dünya siyasetinin, ekonomisinin, kısaca güç dengelerinin ipleri, kadınların elinde bundan böyle.

Kuşkusuz umutlarım kadar değilse de kuşkularım var... Her kadın şefkatli midir? Siyasetin içindeki kadınlar erkekleşmiş midir? Koltuk belası cinsiyetsiz midir? Kendi ülkemizin yakın tarihinde pek de özlemle anmadığımız bir deneyimimiz olduğunu unutmadım. Ama itiraf edelim ki, 60 yıl içinde hep gelen gideni arattığından olsa gerek, yine de kadın başbakanımızı listenin sonuna atamayız. Ayrıca bunca erkek iktidarının arasında, tek bir örnekle faturayı kadınlara çıkaramayız.

Dünyada güç dengelerinin ipleri, kadınların elinde bundan böyle.

İki kadının başbakanlık yarışı

Kadın eli değmiş bir dünya neye benzeyecek hep birlikte bekleyip görecez. Ne çok erkek zulmü gördü bu gözler. O yüzden toz pembe günler beklemesem de yine de umutlanıyorum içte içe... Açıkçası biraz da merak ediyorum. Erkeklerin hırslarına, savaşlarına aşinayız ama kadınlarınki acaba nasıl olacak! Hemcinslerimi biraz tanıdığım için, silahların da savaş taktiklerinin de değişeceğini biliyorum. Kadın cinsinin o denli keskin hali neye benzer, işte onu kestiremiyorum.

İngiltere’de yapılan referandumda yüzde 52’lik bir oranla AB’den ayrılma kararı çıktı, mâlum. David Cameron da, bizim ülkemizde pek alışık olmadığımız şekilde hemen istifa kararı aldı. Bunun üzerine yeni lider yarışı başladı. Bu yarış da ilginç bir şekilde iki kadın aday arasında yaşandı. İçişleri Bakanı Theresa May ve Enerji Bakan yardımcısı Andrea Leadsom arasındaki çekişmede, Leadsom yarıştan çekilince, koltuk Theresa May’e kaldı.

Ağız dalaşı tatlıya bağlandı

Elbette bu yarışta, kadınların savaş taktiklerine dair ipuçları da vardı. Mesela, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da sıkça kullandığı bir darbe olan “O’nun çocuğu yok” hamlesi, kaybeden taraf Leadsom’dan geldi. Ama tabii kadın zerafeti ile bezenmiş hali olarak... Sonra özür diledi, çiçeği burnunda Başbakan May de kabul etti. Dolayısıyla ağız dalaşı erkekler arasında olduğu gibi sevimsizleşmeden tatlıya bağlandı. Kim bilir belki, kadın siyasetçiler, erkeklerden daha kolay özür dileyebiliyor, stres tırmanmadan uzlaşma sağlayabiliyordur. Sert mizacıyla tanınan ve Margaret Thatcher’e benzetilerek “İngiltere’nin yeni Demir Lady’si” olarak adlandırılan Theresa May, bakalım gelecek günlerde dünya gündemine ne şekilde yansıyacak. Kadın eli değince siyaset nasıl bir hal alacak? Kadını evinde seven, bol bol çocuk doğurmasını öğütleyen, güçlü kadınlardan pek de hazzetmeyen siyasilerimiz, nasıl bir tavır içinde olacak?

Yazının devamı...

Çocuğunuza bisiklet alır gibi evcil hayvan almayın

Karneydi, mezuniyetlerdi, lise-üniversite giriş sınavlarıydı, bir türlü bitmeyen yağmurlardı derken dokuz günlük bayram tatili ile birlikte, yaz resmen başladı. Ülkede bitip tükenmek bilmeyen faciaların etkisiyle bir türlü gelmeyen tatil havası sanki hafiften de olsa esmeye başladı. Okullar kapanır kapanmaz soluğu Bodrum’daki evimde almaya alışık olduğum halde, bir aydır hoşnutsuzluğumun ilk baharında kalakaldım. En sevdiğim şeylere karşı iştahsızlığım hala sürüyor. Biliyorum, benim gibi pek çok insan var. Devlet büyüklerimizin “hayat devam ediyor, hiçbir şey olmamış gibi yapın” öğüdüne uyamayan, kaldığı yerden devam edemeyen, kısaca yaşamla arasına elinde olmadan mesafe koyan benim gibi çokları var... Bizim de kaderimiz, tıpkı çaresiz hastalığını bir uzvu gibi taşıyan insanlar misali, vicdanımızda dinmeyen sızıyla yaşamaya alışmak. Hepinize selam olsun... Geçmiş Ramazan Bayram’ınız kutlu, yazınız hayırlı olsun...

EYLÜL AYINDA TABLO KASVETLEŞİYOR...

Yaz geldi ya, küçücük çocuklar, ellerinde dünya güzeli yavru hayvanlarla sokaklarda koşturmaya başladı. İlk bakışta manzara çok tatlı ama aynanın bir de karanlık yüzü var. Eylül ayı geldi mi, tablo gayet kasvetli görünüyor. Yaz boyu terbiyesiyle kimse ilgilenmediği için oraya buraya çişini-kakasını yapmaya devam eden yavru köpekler, sonbaharla beraber tüy dökmeye başlayan kediler ve evin içinde istediği düzeni yakalayamadığı için deliren anneler, iki ay boyunca hevesini alıp tıpkı eski oyuncağı gibi evdeki hayvana ilgisini kaybetmiş çocuklar, çocuğu ilgisini kaybedince, karısı da sürekli şikayet edince “gene memnun edemedim” duygusuyla sıtkı sıyrılıp, erkek çözüm metodu olan “kestirip atma” yolunu seçen babalar ve sonunda ağızda şeker tadı bitmiş ciklet misali sokağa atılan hayvanlar! İşte, sonbaharda hem büyükşehirlerde ama en çok Bodrum, Çeşme, Ayvalık gibi yazlık beldelerde, binlerce lira değerinde cins köpeklerin sokakta başı boş arzı endam etmelerinin sebebi... Hele ki kışın, yaz başı pırıl pırıl tüyleri ve tombik bedenleriyle tüm ilgileri üzerinde toplayan hayvanların, ölmeye yüz tutacak kadar zayıfladığını, yara bere içinde yaşam mücadelesi verdiklerini görürsünüz! Nesiller boyu evde, aile içinde yaşamaya alışmış türleri alıp, sonra da sanki sokağa attıkları hayvanların önceden fikrini almış gibi, “Köpek yahu, bir şey olmaz, daha iyi ya özgür artık” diyerek vicdanına su serpen anne-babalara sesleniyorum! Yapmayın! Bisiklet alır gibi, karne hediyesi olarak çocuğunuza kedi-köpek almayın! Kendi yavrunuza kıyamayıp, her isteğini yerine getirmeye çalışırken başka yavrulara kıymayın! Evcil hayvan çocuk gibidir, sahip olmaya karar verildiğinde bilinmesi gereken gerçekleri göz ardı etmemek gerekir. Köpekler bebeklikleri kadar tatlı kalmaz, öğretmezseniz ortalığa işer, ilgi ister, yaramazlık yapar, kediler tüy döker, koltukları tırmalar, evcil hayvan sorumluluk ister, sizi evde yanında ister, hastalanır bakım ister, seyahate çıkarken ayak bağıdır, kardeş misali “Çok istiyorum ben bakarım anne” diyen çocuklara kanmamak gerekir çünkü sorumluluğu eninde sonunda sizdedir. Yükü çoktur, bakması zordur, kısaca tıpkı evlat gibi büyütmek için çok ama çok sevmek gerekir, ancak o zaman tüm bu saydıklarım insana hafif gelir. O yüzden söylüyorum, yazdıklarımı tekrar tekrar okuyun; uğraşmayı göze alacaksanız, ömür boyu ailenize can yoldaşı yapacaksanız hayvan alın. Sırf çocuğunuz istedi diye, söz verdiniz diye, karne hediyesi diye bisiklet alır gibi hayvan almayın! (Bu konuya dikkat çekmek için internette dönen çarpıcı kısa filmi de mutlaka izleyin, sonra bana hak vereceksiniz.)

Yazının devamı...

Açtırmayın bayramlık ağzımı

Hani bilgisayara virüs girer de, tüm hafızayı ele geçirip, taşıdığı onca bilgiyi alt-üst eder ya, işte ülkemizin toplum bilincinin de virüsü var: "Dezenformasyon". Bu dezenformasyon illeti cehaletten bin beter... Ve tıpkı bir virüs gibi, kültürümüze, adetlerimize, deyişlerimize, kelimelerimize sinsice sızıyor ve tüm yaşam hafızamızı tehdit ediyor. Aslında şu "Dezenformasyon" kavramı için farklı bir kelime üretmemiz gerek. Her şeyden evvel kabul etmek gerekir ki çok uzak ve soğuk bir kelime ama inanın etkileri hepimize çok yakın. Şimdilik kısaca "bilgiyi çarpıtma" diyebiliriz. Kelimeleri başka bir yazı konusuna bırakıp, bizi en çok tahrip eden, kavramlardaki anlam çarpıtmalarına değinmek istiyorum. Uzun uzun anlatmaya gerek yok, işte size son örnek; Atatürk Havalimanı'ndaki saldırıda hayatını kaybeden insanlara "şehit" denmesi... Dezenformasyonun kuyruklusu bu olsa gerek! Saldırıda ölen polisler elbette şehittir ama yolcusu, görevlisi niye şehit olsun! 43 kişinin aynı ortamda yaşamını yitirip şehit olması için, havalimanına turistik amaçla uçağa binmeye değil, vatanı müdafaa için çarpışmaya gitmiş olmaları gerekir. Öyle lafın gelişi değil, özellikle her terör saldırısından sonra yaşamını yitirenlere "şehit" dendiğine dikkatinizi çekerim! Sakın hafife almayın! Bu, ülkemizde son yıllarda yaşanan ve son derece tehlikeli olan dezenformasyona en net örneklerdendir. Devlet büyüklerinin yaptığı gibi, ölenlerin, Şehitlik mertebesi ile Cennet'e gittikleri algısını yaratmak demek, olaydaki ihmalleri ve aslında şehit değil düpedüz kurban olan insanların katledilişindeki vahim hataları kapamak demektir. Pisi pisine bir ölümün vehametini hafifletmek için "Cennet" ödülünü kullanmak, "bin yıllık "şehit" anlayışını çarpıtarak, yerine yenisini getirmeye çalışmak, yani dezenformasyona uğratmak demektir. Yakında metro kazası olsa, ölenleri şehit ilan etmeye başlarız. Ve bunu öyle kanıksarız ki, bir zaman sonra "şehit değil, ihmal kurbanı" demeye kalkanları cehaletle suçlarız.

Terör-seviciler türedi

Gazete Vatan'da okudum geçtiğimiz günlerde, memleketin çeşitli noktalarında aynı olay yaşanmış; birileri çıkıp mağazaların önünde "bomba var" diye bağırıyormuş, insanlar da panik olup, kaçışıyormuş. Tabii, o kaosta çoğu müşteri de mağazalardan, ellerinde ödemedikleri mallarla dışarı fırlıyormuş. İç içe gecmiş suç ve terörize eylemler vukuu bulmaya başlamış yani! Hem, terör sevici bazı mahlukatların garip eğlence anlayışıyla karşı karşıyayız hem de yağmasever fırsatçılarla çepeçevre sarılmışız! Öyle ya, insan o panikle , ödemediği bir ürünle sokağa fırlayabilir elbette, ama kendine geldikten sonra elindekini mağazaya geri getirmiyorsa, bu düpedüz hırsızlıktır. Bursa ve Adana'dan sonra olayların devamı gelirse, mesele organize suça doğru gitmiş demektir. Mağaza önünde biri bağırır, suç ortakları içerden malları kaçırır! Hiçbir suçun doğru düzgün cezalandırılmadığı ülkemizde, böyle terör-sevicilerin yaptığı münasebetsiz şakalar cezasız kalırsa, olacağı o dur.

Yazının devamı...

Anlayamıyorum!

Geçtiğimiz hafta Atatürk Havalimanı’ndaki terör saldırısı sonucunda 44 kişi hayatını kaybetti. Mecliste reddedilen soru önergeleri, teröristlerin elini kolunu sallayarak nasıl hareket ettikleri aklıma takıldı...

Son günlerde 70’lere dönen elektriğimiz gibi sürekli gidip gelen yayın yasakları sebebi ile mayın tarlasına dönen satırlarımızda şu an itibari ile Atatürk Havalimanı‘ndaki terör eyleminin nasıl gerçekleştiğine dair kafamı kurcalayan onlarca soruyu paylaşamıyorum.

- Ben kızımın ana okulundaki kağıt makasını bile çaktırmadan içeri sokamazken, bombalar nasıl meydanda cirit atmış oralara hiç giremiyorum.

- Tıpkı Paris’tekine benzer bir saldırının, oradaki gibi en zayıf halka olan bir diskoya değil de memleketin güvenliği ile en çok övündüğü dış hatlar terminalinde yapılabilmiş olmasının dehşetini üzerimden, atamıyorum.

- Fransızlar bir diskoda bile güvenlik açığını hazmedememişken, Türkiye’nin atar damarı Atatürk Havalimanı‘na üç canlı bombayla düzenlenen, Kalaşnikofların, Glock’ların havada uçuştuğu bu korkunç saldırının araştırılmasına ilişkin CHP-HDP ve MHP’nin birlikte verdiği öneriyi, AK Parti neden reddetti, gerçekten anlayamıyorum! Sırf, “sizden gelecek her öneriyi reddederiz” gibi çocukça bir tavır ise hiç anlayamıyorum! Yoksa, gerçekten bu büyük terör olayının içinde, gizlenmesi gereken detaylar mı var diye düşünmeden edemiyorum!

- Bu ülkenin aklını ve vicdanını ne zaman kaybettik, işte onu hiç hatırlamıyorum.

Okul kayıtlarında kaos

Tüm bu kaos içinde, beklenen yep puanları MEB tarafından açıklandı ve Lise’ye geçecek 1 milyon 600 bin öğrenci için kesin kayıt dönemi Cuma günü itibari ile resmen başladı. Küçük bir yanlışlıkla olsa gerek, sevgili Milli Eğitim Bakanlığı‘mız, iki hafta süren kayıt dönemini, dokuz güne uzatılan Ramazan Bayram tatiline denk getirdi. Bu yüzden, her yıl 10 iş gününde yerleşemeyen öğrenciler için kaldı dört gün. Tam bir köle pazarına benzer ortamda velilerin kayıt yaptırmaya çalıştığını söyleyebilirim. Her öğrencinin istediği kadar ön kayıt yaptırma hakkı olduğu için, toplam kontenjanı 80 ilâ 200 kişi arasında değişen okullar için 600’er civarı başvuru toplandı. Yabancı Özel Okullar için kayıtta süreç şöyle işliyor.

- Taban puanı tutan okullara internetten ön kayıt yaptırılıyor.

- Kesin kayıt günleri, okul bahçesinde 1000 kişiden fazla veli toplanıyor.

- Güneşin altında saatlerce bekledikten sonra, çocuğunun ismi okunan veli, göz yaşları arasında gidip kayıt yaptırıyor. Diğerleri talihine küsüp, eve geri dönüyor ve bayramdan sonraki üç günde aynı şekilde bahçede bekleyerek şansını deneyeceği günü bekliyor.

- Olmadı, 9 Ağustos nakil dönemini olmadı bir sonrakini, olmadı bir sonrakini bekliyor ve bu böyle Eylül ayı dahil uzayıp gidiyor.

- Bu arada şansı yaver giden öğrencilerin, daha çok istediği bir okula geçme şansı doğunca, nakil yapılıyor ama her okul değişiminde 4 bin 500 lira civarı bir para yakılıyor. Kısaca, üzerine tonla para verilip bir sürü rezillik yaşanıyor. Aylar boyu iş-güç hak getiriyor. Çünkü, velisi bahçede olmayan öğrencinin puanı tutsa da hakkı yanıyor.

- Yani eğitim ve okullar yabancı ama, kayıt modeli tam “Türkişi”. Tabii bunca kaosa Özel Okullar Birliği niye matematiksel bir formül üretmiyor onu da anlayabilmiş değilim. Yoksa, memlekette topu topu 10 tane olan Ekol okullar, arzu nesnesi olmanın bir yolu olarak, velilere özellikle mi eziyet çektiriyor, bilmiyorum. Acilen sorularıma cevap arıyorum!

- Neden ön kayıt yapılacak okul sayısına sınır getirilmiyor. Aynı 200 öğrencinin ailesi, nedendir bilmem tüm okullara ön kayıt yaptırıyor. Listeler şişiyor. Herkes yedekte kalınca, okul bahçeleri köle pazarına dönüyor.

Yazının devamı...

Kilolu Mevlana...

Mevlana aşkım mâlum... Her yıl Şeb-i Arus geldi mi, Aralık ayında Konya'ya koşarım. Rumi'nin öğretilerini düşünür, öğütlerini anlamaya çalışırım. Yıllardır anlayamadığım bir şey varsa o da ünlü Mevlana resmidir. Hani şu epey tombul, başında sikkesi, ellerini koca göbeğinin altında kavuşturmuş, başı hafif öne eğik Mevlana tasvirinden bahsediyorum. Öyle ya bu kadar nefsi terbiyeyi, özellikle az yemek yemeği öğütleyen bir insan nasıl olur da bu kadar şişman olur! Hatta itiraf edeyim, ben yemeğe düşkün olduğum için ne zaman sofrada fazla kaçırsam hep aklıma Mevlevi öğretiler gelir ve şişmiş mideme baktığımda hicap duyarım.

İyi ama "imam'ın dediğini yap, yaptığını yapma" misali, koskoca Veli, Celaleddin-i Rumi'nin de çevresine öğüt verip, sonra bu kadar şişman olması mümkün mü! Sevimli bir tasvir olmakla birlikte, Mevlana'yı çıkarılandadır ettiğini düşündüğüm bu resimden hep rahatsız olmuşumdur. Çok şükür bu yanlış sonunda düzeltiliyor. Dünyaca ünlü kişilerin balmumu heykellerini sergileyen Madame Tussauds Müzesi, İstanbul'da açılıyormuş ve içinde Mevlana'nın heykeli de olacakmış. Yenilenen Emek Sineması'nın da içinde yer aldığı Grand Pera'da açılacak olan müzede 60 tarihi kişinin heykeli sergilenecekmiş. Neyse ki müze yetkilileri, Mevlana'nın torunları Esin Çelebi ve Faruk Hemdem Çelebi'ye danışmış.

Torunların anlatısı ve tarih kitaplarının da ışığında, bu tombul tatlı amca resminin Mevlana Hazretleri'ni yansıtmadığına kanaat etmişler. Sonunda, ailenin de onayıyla benzer olduğu söylenen 22. kuşaktan torun Faruk Hemden Çelebi'nin modelliğinde heykelin yapılmasına karar vermişler. Altı aylık bir çalışma yapılmış. Üç boyutlu vücut taramasından, üç ay süren saç-göz detayına kadar müthiş bir inceleme araştırma taslak yapılmış. Nihayet, bir zamanlar İran'da yapılmış olan ve artık simgesi haline gelen resmin yerine, Mevlana'yı daha iyi sembolize edecek bir figür, Madam Tussauds Müzesi'nde, zihinlerdeki imajı değiştirmek üzere yerini almaya hazırlanıyormuş.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.