Şampiy10
Magazin
Gündem

Ve Eylül...

Eylül bir ay değil, bir aylık ayrı bir mevsim” demiş Haşmet Babaoğlu... Ne gösterişlidir Ağustos ve dikkat çekici, vurdumduymaz, cüretkâr... Ne zaman gelip, ne zaman gittiğine inanamadan ardından bakakalır insan. Her ay birbirine eklenir, birbiri içinde büyür adeta da bir tek Eylül, kendinden önce gidenden hiç iz taşımaz. Tam tersidir hatta selefinin. İçine kapanık, hüzünlü, sessiz, mağrur ve tüm aylardan daha derin.

Bir kadın olsa Ağustos, uçarı, çılgın ve ateşli; adamı aşkıyla tutuşturan bir kadın olurdu galiba. Eylül ise yüzünde doğum izi gibi taşıdığı hüznü ve müstehzi gülüşüyle hatırlandıkça yüreği burkan bir kadın...

“Depresif” desem değil, “üzgün” desem değil, “bir garip” sadece ruhum. Belki her gün patlayan bombalardan, belki ülkenin hiç durmadan kanayan yaralarından, ama biliyorum ki biraz da Eylül havasından... Benimle aynı duyguları paylaşanlar için ise bol şiirli bir sonbahar diliyor ve en sevdiğim “Eylül” şiirini paylaşıyorum.

Eylül’dü...

Dalından kopan yaprakların

Sararan yanlarına yazdım adını

Sahte bir gülüşten ibarettin oysa.

Ve hiç bilmedin ellerimin soğuğunu.

Eylül’dü.

Di’li geçmiş bir zamandı yaşadığımız

Adımlarımızın kısalığı bundandı

Bundandı gözlerimin durgunluğu.

Sarı sıcak cümlelerde sözün kadar yalan,

Ellerin kadar ıssız,

Sen kadar zamansız molalar veriyordum

Ve çocuksu bir bencillikti hüznümüz.

Eylül’dü.

İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin,

Şimdi yoktu bi anlamı suskunluğun.

Çırılçıplak kalakaldım sessizliğinin orta yerinde.

Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman

En çok sesini aradım.

Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hâlâ.

Gözlerini sildi zaman..

Dedim ya... Eylül’dü.

Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin.

Cemal Süreya

Yazının devamı...

Bütün mesele okumak ya da okumamak

Yetişen zekaları kitaplarla beslemeyen uluslar, yıkılmaya mahkumdur demiş, bizdeki "Kız Kulesi" efsanesinin de babası sayılan Romalı ünlü şair Ovidius... 2016 yılında, okumanın önemi üzerine, çağlar öncesinden gelen sözleri hatırlatmak biraz abes kaçıyor aslında. Gelin görün ki, okuma sevdalılarına nerdeyse kötü gözle bakılan, "entel" kelimesinin hakaret yerine kullanıldığı, okumayı reddetmenin övünç nişanesi sayıldığı, günden güne cehalete özendiren söylemlerin çoğaldığı ülkemizde, bu kadim öğütleri duymaya ihtiyacımız var. Dini kuralların altının çizildiği, siyasetin hızla dindarlaştığı bu dönemde, televizyonda din sohbeti yapan programcılara dahi itaat edilip, en büyük öğüt olan "oku" emrinin, bu kadar şiddetle reddedilmesini ise anlamak imkansız. Hangi yemeği hangi elle yemek gerektiğinden, ayağa batan dikenin oruca etkisine kadar bütün detayların can siparene tartışıldığı günümüzde, inatla "oku" emrinin görmezden gelinmesi, üstünden atlanmaya çalışılması ve dahi anlamının daraltılıp "her şeyi okuma" yorumuyla "cehalet" güzellemeleri yapılmasının, toplumu cahiliyle uçurumunun kenarında tuttuğunu kabul etmemiz gerek. Hz. Muhammed'in "Okumak kadın erkek hem müslümana farzdır" öğüdünü, müslüman alem dışındaki tüm toplumlar tutuyor olsa gerek ki, ilerleme gayesindeki ülkeler her gün yeni bir uygulamayla okuma seviyesini arttırmaya çalışıyorlar. Hz.Muhammed'in, okumayla ilgili öğüdünü sadece "Kur'an okuyun" diye yorumlamaya çalışanlar, ne Peygamber'le ne müslümanlıkla ne de o dönemle ilgili hiçbir şey okumadıklarını peşinen ispatlamış oluyorlar bu fikirleriyle. Oysa sadece ilk emri yerine getirseler, televizyon programlarında sevap-günah cetveli aramaya zaten ihtiyaç duymayacak olanlar, ne yazık ki "Allah bizi okumuşlardan korusun" sözleriyle hem dini, hem insanlığı, hem ülkeyi tarumar ediyor.

Tarihimiz boyunca okumuş, bilgili insanların saygı gördüğü bu topraklarda, artık okumanın bir çeşit suç sayıldığı, eğitimli insanların ahlaken eksik olarak yaftalandığı bir toplumsal dönüşüm yaşanıyor. Osmanlı'nın ilk Türkçe romanını, ilk Türkçe ansiklopedisini, ilk Türkçe sözlüğünü yazan Şemsettin Sami, bugün kendine "evladi Osmani" diyenlerin tuttuğu cahillik yolunu görse bugün ne derdi bilemem ama şu sözünü de hatırlatmadan geçmek istemem: "İnsanlığa başlıca borcumuz, bıkmaksızın okumak, üşenmeksizin okumaktır".

Ne yazık ki tıpkı inancını bilgiden mahrum tutanlar gibi, atalarının mirasını arzularken, bilgi hazinesinin sorumluluğundan kendini muaf tutanlar, savunduklarını sandıkları tüm değerlere nasıl da ihanet ediyorlar.

100 bin kişiye bir kitapçı düşüyor

Yazımın başında da söylediğim gibi, "Oku" emri bizim coğrafyaya gelmiş ama belli ki Avrupalılar daha çok benimsemiş. Okumayı teşvik etmek için adeta yeni bir hareket başladı pek çok "ecnebi" ülkede. Öyle ya, insanlığa yön veren tarihin bütün düşünürleri yanılmış olamaz. "Az bilmek için çok okumak gerekir" diyen Montesquieu'ya da , "Ömrünün dörtte üçünü okumakla geçiren muhakkak namuslu olur" diyen Diderot'a da kulak verseniz, bütün sözlerin aynı kapıya çıktığını görebilirsiniz. İşte bu sebeple olsa gerek, "oku"mak daha çok "oku"mak için yeni yeni teşvikler buluyor ülkeler. Mesela, İtalya'daki yeni bir uygulamaya göre, 18'ine giren gençlere, kitaplara harcanmak üzere 500 Euro verilecekmiş. Tabii ki, tiyatroya da bu paranın içinden bütçe ayrılması öneriliyor. Sadece okumak değil, yazarlık da destekleniyor kuşkusuz. Norveç'te örneğin, kitap yayınlarsanız, devlet kitabınızın ilk 1000 kopyasını ülkedeki tüm kütüphaneler adına satın alıyormuş. Tabii, bu arada, gelişmiş ülkelerde, "kütüphane" diye bize oldukça uzak olan bir kavramdan da bahsetmek gerek. Milliyet Gazetesi'nde okuduğum habere göre, World Cities Culture Forum kitapçılar ve kütüphanelerle ilgili bir istatistik yapmış. İstanbul'da 100 bin kişiye bir kitapçı düşüyormuş. Hong Hong'da ise 100 bin kişiye 21 kitapçı düşüyormuş. Kütüphane sayısına bakarsak hele, dünyada sondan ikinciyiz; Dubai sıralamada bizden yukarıda, gerisini siz hesap edin. İstanbul'da 100 bin kişiye yarım kütüphane bile düşmezken, Edinburgh'da 100 bin kişiye 60 kütüphane düşüyor. Varşova, Brüksel, Paris, kütüphanelerin bol olduğu şehirler olarak gösteriliyor. İnsan da bu tabloya bakınca, "okumak ya da okumamak, işte bütün mesele bu" diye iç geçirmeden edemiyor.

Yazının devamı...

Savaşma seviş!

İsveç’te en büyük sorun yetersiz cinsel ilişkiymiş. En büyük derdiniz bu olsun be güzelim...

İsveç'te Aile ve Sosyal Siyaset Bakanlığı alarm vermiş. Bu hafta, 'terör-şehit-savaş' üçgeninde can çekişen ülkemiz ve an be an yeniden patlayan gündemi takip etmeye çalışırken birden bu haber dikkatimi çekti. 'Kim bilir dünyanın başka yerlerinde de ne dertler var' diye düşünüp, biraz merak biraz da kendimi teselli etmek için haberin detayını okudum. Habere göre, Aileden Sorumlu Bakan Gabriel Wikstrom, yapılan istatistikler sonucunda İsveç cinsel ilişkinin yetersiz olduğunu görüp, sorunu parlamentoya taşımış. İnanın, 45 saniye kadar öylece kalakaldım. İtiraf edeyim, bir süre okuduğumu bile anlamadım. Sonra 'en büyük derdiniz bu olsun be güzelim' diye iç geçirdim. Benim ülkemde o dakikalarda 9 aylık bebeğe tecavüz olayı hafif bir kınamayla geçiştirilmiş,

Hande Kader yakılarak öldürülmüş gene de Meclis'e yaşananlar toplumsal bir sorun olarak taşınmamıştı. Gelin görün ki elin İsveç Aile Bakanı, ülkesindeki insanların, sağlıklı bireyler için yeterli ölçüde sevişmemesini dert edinip, Meclis'i ayağa kaldırmıştı. Önce bir dalga geçesim geldi, sonra hırslandım, sonra ise kıskandım. Dertler içinden dert beğenen bir ülkenin evladı olarak elbette önce dertsiz başlarına dert aramalarını hasetle kınadım. 'Tek derdiniz bu mu?' diye sövüp, sonra 'tek derdimiz bu olsa' diye kendi derdimize yandım. Ama aradan biraz zaman geçince , farklı düşünmeye başladım. Belki de asıl çaresizliğimiz, küçük görünen meselelerin, büyük sorunların temelini oluşturduğunu kabul etmeyişimiz...

Küçük meselelerin, büyük sorunları oluşturduğunu kabul etmiyoruz

Bastırılmış cinsellik şiddeti doğurur

Büyük resmi, yap-bozun kaybolmuş en küçük parçasının bozacağını kabul etmeyişimiz... Psikanalizin babası Sigmund Freud, dayak, taciz, aşağılanma ya da bastırılmış cinselliğin, bilinç altında tahribat yaratacağını, kendine dayatılmış öğretileri sorgulamadan kabul ederek, biyat kültürüyle büyüyenlerin, korku altında zarar verici davranışlarda bulunabileceğini söyler. Biraz konuyu açmak gerekirse, kendine dayatılan ahlak anlayışını benimsemiş, ama iç güdüleri yüzünden bir türlü gerçekten öyle hissedemeyen ve tam olarak doğru şekilde yaşamayı beceremeyen kişilerin şiddete başvurduğunu söyler. Bastırılmış cinsellik, şiddeti doğurur Freud'a göre. Peki acaba, İsveçli Bakan, bütün bunları hesaba katarak, ülkesindeki cinsellik zaafiyetinin ileride doğurabileceği tüm toplumsal olumsuzlukları ve en başta da şiddet potansiyelini ön görerek meseleyi meclise taşımış olabilir mi? Biraz da aynayı kendimize çevirelim mi?

Toplumsal çözümlere kafa yorun

Bilim insanlarının yeme, içme, barınma ihtiyacından sonra sıraladığı cinsellik ihtiyacı, ülkemizde ahlaksızlık gibi algılanan bir dayatma altında olduğundan bunca şiddet doğuyor olabilir mi? Belki de insanoğlunun temel dürtüsü olan cinselliği bu kadar bastıran, yok sayan, hor gören, ayıplayan bir coğrafyada olduğumuz için bunca kan ve şiddet var başımızda. Belki, bu iklimdeki erkeklerin bu kadar agresif, bu kadar kadına düşman, bu kadar savaşa müptela olmaları, hiçbir zaman sağlıklı yaşayamadıkları cinsellikleri yüzündendir... Belki İsveçli Bakan haklıdır, belki de insanın cinsel açıdan sağlıklı ve dengeli olması toplumsal asayiş açısından en temel düzen birimidir. Her gün kadınlara, hayvanlara hatta bebeklere tecavüz edenlerin çokluğuna bakarsak, belki bizim siyasilerimizin de sürekli 'cinsellik ayıptır, günahtır' ya da 'kadınlar şöyle giyinmeli, böyle davranmalı, şu kadar çocuk doğurmalı' söylemlerinden hızla uzaklaşıp, baskıyla sapkınlaşmış cinsel faşizmi önlemek için toplumsal çözümlere kafa yormaları gerekir. Belki politikacıların, 'Ülkenin bunca sorunu varken...' demeden, iç güdüleri sağlıklı bireylerin, toplumsal huzurun temel direği olduğunu kabul ederek, kişileri daha fazla özgürleştirmeleri gereklidir.

Belki 'Savaşma Seviş' sloganıyla tarihin kabul edilen en tutarlı hareketine imza atan 'Çiçek Çocuklar'ın 50 yıl öncesinden gelen seslerine kulak kabartmak, bunca savaştan kaçmak için gerçekten daha çok sevmek, daha çok sevilmek, daha çok sevişmek gereklidir!

Yazının devamı...

Ganimed’in şifreleri

Binlerce yıl önce yaşayan insanların, evrene dair bizden çok daha fazla bilgiye sahip olduğunu düşünürüm her zaman. Dünya’yı ise bebeğe benzetirim. Tıpkı bebeklerin, evrenin şifreleriyle doğup büyüdükçe beraberlerinde getirdikleri tüm kadim bilgileri unutup, naçar bir insan evladına dönüştüklerine inandığım gibi... Zihninin kuytu köşelerinde, bebeklikten gelen mutlak bilgilerden unutulmamış birkaç kırıntı ile büyüyenlere ise, “deha” diyoruz bana göre. Binlerce yıl önce en ilkel insanların bildiğini, yaratılış hafızasından çağırıp, bugünün sözü ile ortaya koyanlara da “mucit... Bugün bilimin süper teknolojik araçlarla ortaya çıkardığı buluşlar, milyonlarca yıldır gözümüzün önünde olan, tarih öncesi insanların ruh-göz-içgüdü üçlemesiyle keşfedip, mitoloji aracı ile çoktan evrene söyledikleri sözler zaten. Alın size benim de çok inandığım, mitolojinin ve kadim bilgilerin, evrenin tüm sırlarının cevaplarına sahip olduğu düşüncesini destekleyen bir gelişme. Mitoloji - astronomi arasındaki muhteşem bağa şaşıracaksınız.

Mitolojideki sırlar...

Geçtiğimiz günlerde, Jüpiter’in en büyük uydusu olan Ganimed ile ilgili muhteşem bir keşif yapıldı. Gaia dergisinde okuduğum habere göre, Ganimed’in yer altı okyanusunda bulunan su miktarı, dünyadaki toplam su miktarından bile fazlaymış. Eh, yeryüzünü hızla tükettiğimiz bu yüzyılda, bilimadamları umudunu insanoğlunu terbiye ve islah etmekten kesince, teleskoplarını gezegenlere çevirdi. Yaşam kaynağımız olan “su” aramaları, tüm hızıyla devam ederken, Jüpiter’in uydusu Ganimed’den gelen haber bir heyecan dalgası yarattı. Bakalım Gaia’da başka canlılar bulunduğuna dair haberler ne zaman gelecek? Hubble uzay teleskobunun bize aktardığı bu bilgi aslında pek de yeni sayılmaz. Yunan mitolojisinde bu sır, binlerce yıl önce fısıldanmış evrene. Mâlumunuz, Yunan Mitolojisi’nde 8 erkek 4 kadın olmak üzere 12 Tanrı var. Tıpkı Zodyak kuşağındaki 12 burç gibi. Ya da, asırlar sonra Hıristiyanlıkla birlikte yeniden kullanılmaya başlayacak “12 Havari” gibi... Tanrıların kralı Zeus, Jüpiter’e denk gelir. Mitlerde, Jüpiter’in uyduları ise çapkın tanrı Zeus’un sevgilileri ile hikayelendirilir. Zeus’un aşıklarından biri de Ganimed’dir. Buraya kadar gayet normal çünkü bugünkü bilim adamlarının, Jüpiter’in uydusuna, mitolojiden isim vermiş olması gayet olağan. Peki ama, Zeus’un sevgilisi Ganimed’in, mitolojide tanrılara su ve her türlü içeceği sunan bir sâki olarak anlatılmasına ne demeli? Bugün Ganimed’de, Dünya’mızdan fazla su olduğunun keşfi, binlerce yıl önceki mitlerde gizliymiş yani. Dünyayı yeniden keşfediyoruz belli ki, her kültüre ait mitolojide kim bilir daha ne sırlar gizli?

Şezlonglara kayyum atansın!

Geçen hafta sayfiyelerin son halini yazmış, klasik “havluyla şezlong tutmaca” üç kağıtçılığından bir türlü vazgeçilmediğinden bahsetmiştim. Bakın İtalya, dünyanın dört bir yanından gelen turistlerin, şezlong tutma edepsizliğine karşı önlem olarak nasıl bir uygulama yapıyormuş. “Güvenli deniz” operasyonu kapsamında plajları gezen sahil güvenlik ekipleri, yer tutmak için bırakılan havlu, mayo gibi eşyalara el koyup, sahiplerine 200 Euro ceza kesiyormuş. Nasıl? Açıkçası ben bayıldım. Bu konuda araştırmalarım devam edecek.

Avaz avaz bağıran çocuklarla, dumanaltı eden mangalcılarla, zorla sevdiği şarkıyı cümle aleme bangır bangır dinletmeye çalışan necip tatilcilerle baş etme yollarını da öğrenebilirsek, gelecek yazlarda belki “insan” gibi tatil yapabiliriz bizde.

Yazının devamı...

Hayatın bütününü keşfetmek için yola çıkın

Seyahat insanı mütevazi yapar. Dünya'da ne kadar küçük bir yer işgal ettiğini görmeni sağlar demiş, Flaubert. Dikkat: Bu yazı, zararlı içerik barındırabilir. Gezgin bünyelerde sakıncalı olabilir. Kesinlikle insanı seyahate teşvik eden bir yazıdır. Ofis çalışanlarını tatile çıkmak için tahrik edecek baştan çıkarıcı saptamalar bulunabilir; kişilere, "Niye çalışıyorum ki böyle deli gibi, bunun için mi geldim dünyaya" diye sordurtabilir, iş yerinde dikkat dağınıklığına sebep olabilir, bir an evvel yola çıkmak için plan yapıp, bavul toplamaya teşvik edebilir. Mutlaka günü gününe yani hafta sonu okunması gerekir. Özellikle, pazartesi okunması yan etkilere sebep olabilir. Ödevleri bir kenara bıraktırıp, anne-babaların başının etini yedirtebileceği için, ergen çocukların erişemeyeceği bir yerde muhafaza edilmesi gerekir. Beklenmeyen bir etki gördüğünüzde, seyahat sitelerine danışınız.

"Özgürce gezip, dilediğinizi yapacak enerji ve güçte olacağınız, kaç yazımız var ki..." İşte benim 30’uncu yaş günümde bir anda dilimden dökülüveren, sonra da hayatımın rotası oluveren mottom. Çoğu arkadaşım, bu soruyu duyduktan sonra canlarının sıkıldığını, keyiflerinin kaçtığını söylediler. Oysa ben, tam tersine, bu fikre tutunduktan sonra hayatın keyfini çıkarmaya başladığımı hissettim. O yüzden 30 yaşımı milad saydım ve o hissi hiç unutmamak için omuzuma bir güneş dövmesi yaptırdım.

"Özgürce gezip, dilediğinizi yapacak enerji ve güçte olacağınız, kaç yazımız var ki..." Bu sorunun cevabını ararken iki türlü düşünce modeli mücadele ediyor değil mi? Biri, geçip giden yıllara hayıflanmak ve kendine acımak eğilimindedir ki, bu kesinlikle insanı depresif bir ruh haline iter. Diğeri ise, "sadece çalışmak, mücadele etmek, başarmak, yükselmek daha çok kazanmak, daha çok sahip olmak için mi geldim sahiden dünyaya" diye sorgulama başlatır. İşte o zaman, önümüzdeki yıllara, yazlara daha da önemlisi anlara tutunma arzusu artar. Önce, kendi kocaman şişkin dünyamızın, coğrafya haritasındaki noktasını bulmak için uzaktan bakmak isteriz. Bütünü keşfetmek için yola çıktıkça; yeni yerler, yeni insanlar, başka diyarlar, bambaşka duygularla karşılaştıkça, kabuklarımızdan sıyrılır, çıplaklaştıkça küçülür, küçüldükçe özgürleşiriz. O zaman gözümüzde çok önemli olan hedeflerin, isteklerin, amaçların, fikirlerin, bir bütün içinde eriyip, hiçleştiğini duyumsarız. İçimize yolculuk böylece başlar ve hiçbir seyahatten, gittiğimiz gibi dönmeyişimiz bundandır.

Az bütçeyle çok seyahat mümkün

Seyahat etmenin, gezip-eğlenerek tatil yapmaktan çok daha yaşamsal bir ifadesi olduğuna dair fikrilerimi hemen bilimsel olarak desteklemek isterim. Colarado ve Cornell Üniversite'lerinin ortak yürüttüğü bir araştırmaya göre, daha fazla sahip olmaktansa, daha fazla deneyim yaşamak insanları mutlu ediyormuş. Lafın özü, parayı ve zamanı yeni araba, yeni telefon ya da yeni koltuk takımı için harcamak yerine, yeni ufuklara, yeni keşiflere yelken açmak insanları çok daha fazla mutlu ediyormuş.

İktisat Profesörü Richard Easterlain'in teorisine göre, yüksek gelir mutlu yaşamla ilişkili olsa da, gelir artışı mutluluk artışına yol açmıyormuş. "Easterlin çelişkisi" denen bu durum, sahip olduklarının altında ezilme ve bir zaman sonra sahip olduklarının esiri olma paradoksuna işaret ediyor. Kısaca, bilim insanları daha çok satın almak yerine daha çok yaşamak gerektiğini söylüyor. Bu da, yaşamı daha çok deneyimlemek, dünyayı daha çok tanımak demek.

Şu anda 25-35 yaş aralığında olanların ki Y kuşağı deniliyor eğilimleri incelendiğinde, bilinçli ya da içgüdüsel olarak bilim adamlarının mutluluk artırıcı önerilerine uyduklarını gösteriyor. Az bütçeyle çok seyahat etme, hediye verirken konser, seminer ya da uçak bileti alanlar çoğunluktaymış. Gençler, daha pahalı olana daha çok sahip olmaya çalışmak yerine, görmeye, deneyimlemeye, hissetmeye odaklı yaşamı seçiyormuş artık.

Hiç kimse ve hiçbir şey için geç değildir ama herkes için de her an geç kalınmış olabilir. O yüzden bırakın alınacaklar, değiştirilecekler, yatırımlar listesini, yaz henüz omuzumuzdayken, dokuz günlük bayram tatili kapıdayken çıkın yola... Hem başka coğrafyalara, hem duygulara... Hem bulunduğunuz noktadan ötesi, hem yüreğinizden içeri... "Özgürce gezip, dilediğinizi yapacak enerji ve güçte olacağınız, kaç yazımız var ki..."

Yazının devamı...

Yaz gelinlerine balayı önerileri

Biz Türkler’in balayını deniz tatili olarak geçirme eğilimimiz var. Dolayısıyla bizim yeni evli çiftlerimizde egzotik coğrafyada balayı yapma hayalleri kuruyor. Ama egzotik balayı için kışın evlenmelisiniz. Yazın ise Kuzey Avrupa, İskoçya, İrlanda gibi ülkeleri seçebilirsiniz.

Mâlum, yaz ayları ülkemizde balayı mevsimidir. Başka ülkelerde insanlar bizim gibi ille de yazın evlenmek konusunda ısrarcı mı, gerçekten bilmiyorum. Sıcak coğrafyalara uçan göçmen kuşlar misali, bizim gelinlerimizde yuva kurmak için havaların ısınmasını şart koşar. Yanlış anlaşılmasın, ben de 25 Temmuz’da evlenmiş, tam da bu tarife uygun bir gelindim. Gelinlik çamur olmasın, askısız giyilebilsin, biraz da yanık ten olsun, düğün şöyle havadar olsun gibi bahaneler, saymakla bitmez. E bir de balayı faktörü var tabii...

Gene ülkemiz insanına mahsus olduğunu tahmin ettiğim bir şekilde, balayını, deniz tatili olarak geçirme eğilimi var bizde. Her yanı, eşsiz güzellikte koylarla çevrili bir ülkede, şöyle mis gibi kumsala uzanıp, akşamları eğlencelerde takılarak balayı yapmak, gayet mâkul elbette. Ama işte tam da bu noktada, yine sadece bizim insanımıza özgü olduğunu tahmin ettiğim bir hayal var: Egzotik coğrafyada balayı yapmak. Her yıl bu vakitler, hep aynı sorularla karşılaşıyorum. “Şöyle Ekvator civarı, egzotik, hem yüzüp hem gezebileceğimiz bir balayı adresi tavsiye eder misiniz?” Cevap veriyorum: Yeryüzünde, şu tarihte öyle bir yer yok! İnanın, dünya haritasını didik didik ettim. Saffet Emre Tonguç dahil, seyahat piri tüm profesyonellere de danıştım, şu aylarda, sorulan tarife uygun yer bulamadım. Sevgili arkadaşlar, ya yaz gelini olacaksınız, ya balayınızı egzotik sularda yapacaksınız. İkisi bir arada olmuyor.

Deniz tatili için Türkiye’den vazgeçmemelisiniz

Biliyorum, balayı bahanesiyle her zamankinden uzun izin ve bütçe ayarlanıyor, sonra da “bir daha nerde denk getiricez, fırsatını bulmuşken gidelim” mantığıyla uzaklar hedefleniyor. Ama maalesef bu hayaller havada kalıyor. Çünkü, bizde yaz iken, bahsi geçen Ekvator çevresi en kötü mevsimini yaşıyor. “Yoooo biz gittik, hava kötü değildi” diyenler, büyük ihtimalle oralara doğru samanda yani bizde kış iken gitmemiş olanlardır. Oraların güzelliğini tam olarak yaşamak için muhakkak doğru mevsimde gitmek gerekir. “Tufan çıkmadı çok şükür, denize de girebildik”, bir ölçü değildir. O coğrafyanın “nemli” ve “kuru” olmak üzere iki mevsimi var. Kuru mevsim ise kasım-mayıs arasıdır. Doğru zamanda gittiğinizde, teninizi okşayan bambaşka bir hisle karşılaşırsınız. Bizdekinden çok farklı bir havadır bu. Bambaşka çiçekler, görmediğiniz kuşlar, yepyeni bir deneyim seyahatinizi unutulmaz kılar. Her yerin doğru zamanı vardır ve oranın güzelliğine ancak o tarihte varılır. “Yani gittik ama fena değildi; güzeldi ama öyle yani çok şaşırtıcı“ değildi diyen birilerini duyarsanız, bilin ki yanlış zamanda yanlış yere gitmiştir.

Egzotik Balayı için kışın evlenmelisiniz. Yazın ise kuzey Avrupa, İskoçya, İrlanda gibi ülkeleri seçebilirsiniz. “İlle de deniz tatili” diyorsanız Türkiye’den vazgeçmemelisiniz. Şu anda ülkemizde yaşanan “OHAL” sebebiyle, zaten ortam karışık. İzinler bile yeni normale dönüyor. Gelin maceraya girmeyin, tavsiyeme kulak verin. Dünya’da çok rahat sıralamaya girecek iki muhteşem adres veriyorum size. Hem deniz, hem romantizm, hem baş-başa, hem konfor. “Sadece sen ve ben” diyebileceğiniz, tatil köyü hengamesinden çok uzak iki konsept. Balayını unutulmaz kılmak isteyenlere, biriktirdikleri tatil parasının hakkını verecek iki lüks öneri.

Karia Bell - Bozburun

Bozburun ve Selimiye, mücevher değerinde. Önümüzde bayram olduğunu da düşünürsek, bu iki beldeyi muhakkak aklınızda bulundurun. Her bütçeye uygun tatil seçeneği var buralarda. Ama balayınızı özel kılmak ister de, “görülmedik güzellikte”, özel bir yer arıyorsanız, Karia Bell’i öneririm. Elbette ucuz değil ama Avrupa’da olsaydı, bundan misliyle ederi olacağına eminim. Günlerinizi renklendirmek için, tekneyle günü birlik Simi’ye ya da çevre koylarda ancak deniz yoluyla ulaşılabilecek balıkçılara gidebilirsiniz.

Perdue, Faralya - Fethiye

Çadır tatilinin, lüksü... Ahşap iskelet üzerine, çadır kurularak oluşturulmuş, Faralya ile Kabaklar koyu arasından geçen Likya yolunun yamacında olan bir vaha. Birbirini görmeyen, hepsi denizle iç içe 11 çadır. Çadır dediysem beş yıldızlı otelden çok daha şık ve konforlu. Sarp kayalarla, envai çeşit ağaç iç içe geçmiş. Zaman durmuş gibi, bilmeseniz, sanki, Ekvator çevresinde bir yer gibi. Romantik ve egzotik hava severlerin cenneti.

Yazının devamı...

Yaz resmen başladı

Kamuda izin yasağı kalkar kalkmaz yazlık beldeler bir anda doldu. Şu boğucu yaz sıcaklarında, tatil hayalleri suya düşenler, haklı olarak vakit kaybetmeden yola koyulmuşlar belli ki. Bir gün önce tenha olan sayfiyelerin, bir gün içinde tıklım tıklım oluşuna bakarsak, herhalde bavullar kapı kenarında bekliyordu memurlar. İyi ki de öyleymiş çünkü zaten zor durumda olan turizmimiz, ülkede yaşanan kabustan sonra iyice dibe vurmuştu. Velhasıl, yaz, böylece geç de olsa resmen başlamış oldu. Yazın kalan günlerini sükunet içinde geçirebilirsek, yazlık bölgelerdeki esnafın yüzü de biraz gülecek. Tabii umarım, her yıl iki aylık sezonda tüm yılın gelirini çıkartmaya çalışan mekanlar, kalan 20 gün içinde zararlarını çıkarmaya çalışıp fiyatları şişirmezler.

Denizde yüzmek artık çok riskli

Peki Bodrum-Çeşme gibi yazlık yerlerde durum nedir? Nelere dikkat etmek gerekir?

- İlk akla gelen denizlerin durumu elbette. Güzelliği dünyaya nam salmış koylarımız hızla kirleniyor. Göcek bile... Böyle giderse, yüzecek kıyı bulmak mümkün olmayacak yakında. En başta tekneler, canım suların canına okuyorlar. Parası olan tekne alıyor da, deniz kültürünü bedavayken kimse almıyor. Kontrol desen hak getire! Gece oldu mu, atıklarını açık denize çıkmaya zahmet etmeden koya bırakan tekneler yüzünden tatilciler sürekli hasta. “Dikkat edin" demek saçma, ancak "hazırlıklı olun" diyebilirim. Açık denize bile sintine basmak artık tehlike yaratıyorken, marinalarda ya da seyyar atık kabul tankerleriyle bu işi halletmek gerekiyorken, koylarda boşaltım yapan mahlukatlar takip edilip ağır cezalar verilmezse, üç tarafı kanalizasyonla çevrili bir ülke haline gelmemiz çok yakın.

- Efendim, öyle geceleri olimpiyatlarda yüzme müsabakalarını seyredip, gündüz de kafanız suyun içinde sporcu havasıyla yüzmeyi planlıyorsanız, hata yapıyorsunuz. Aman diyim! Her an motor sesi dinleyerek, gözünüzü dört açıp, ördek gibi yüzmenizi tavsiye ederim. Geçen hafta, bizim evin önünde yüzerken, beş yaşında çocuğun zodyak bot kullandığını gördük. Özenmişmiş çocuk! Bir önceki hafta da, arkadaşın kardeşi suya dalarak kurtardı kendini hız motorunda arkadaşlarına hava atayım derken önüne bakamayan az gelişmiş delikanlının gazabından. Yüzmek deyip geçmeyin, baya riskli bir eylem artık. Jet-ski'ler zaten çoluk çocuğun eğlencesi. Bunun kayağı var, botu var, "hamburger" denilen hoplamalı oyuncağı var! Aman dikkat!

Havluyu atan tapusunu alıyor

- Teknoloji gelişiyor, dünya hızla ilerliyor filan ama bilim şezlong kapma yarışında naçar kalıyor. Sabah körü, iskelede sadece dört kişi varken, bütün şezlonglar havluyla kaplıysa, Türkiye Rivierası'nda olduğunuza emin olabilirsiniz. Öyle yemeğe gidilmişmiş, öğle uykusuna çekilmişmiş, fark etmiyor. Havluyu bir kere atan, günün tapusunu alıyor. Üstelik bir tek kendine de değil, aile boyu hatta eş-dost-ahbap boyu yer tutuluyor. Sonuçta, herkes kendi adabına yakışan şekilde davranıyor.

- "Beach"lerde durum çok acayip. Açıkçası ben yıllardır gitmiyorum. Her daim kendi evimin önünde, komşularla çay-kurabiye muhabbeti yaparak deniz keyfi sürüyorum. Mekanlarla ilgili dedikoduları da çoluk çocuktan alıyorum. Evet şaka değil, paralı plajları 14-17 yaş aralığı mesken edinmiş. Malum, pek çok ünlü isim plaj açtı bu yıl. Özellikle de Bodrum'da. Şimdi, ülkedeki tatsız durumdan kimsenin "beach"lere gidip, "happy hour"larda coşacak keyfi kalmayınca, işletmeler memleket meseleleriyle uğraşmayan "teenager"ları hedef almış. Cümlenin yarısının İngilizce olduğunun farkındayım ama maalesef jargon böyle. Kısaca, plajlar, ergenleri eğlendirerek para kazanmayı hedeflemiş. Onları çekmek için de sosyal medyadaki bol makyajlı, komplo estetikli görünümü ile "Ablan star bebeeeem" tarzı video paylaşımlarıyla dikkat çeken Kerimcan Durmaz'ı haftanın belirli günleri mekanlarda ağırlıyorlarmış. Çoluk çocuk da, üstelik yanlarında ebeveynleri olmadan, onu görüp foto çektirmek için giriş parası ödeyip, içkili mekanlara doluyormuş. Bu yeni moda eğlence anlayışı için benden yorum beklemeyin. Ama tercihimin, çoluk çocuk deniz kenarında çiğdem çıtlamaktan yana olduğunu söyleyebilirim.

Yazının devamı...

Dijital silahlar

Dünya savaşmaktan vazgeçmiyor. Ok-mızrak, top-tüfek, nükleer derken, dijital savaşlara doğru evriliyoruz sanırım. Oysa, elimizdeki akıllı telefonlar, bilgisayar oyunları, ışıl ışıl ekranlar ne kadar da masum, ne kadar da eğlenceli ve cazibeli duruyor. Atomun keşfinin muhteşem heyecanının ardından, her buluşu silaha dönüştürmeyi seven insanoğlu, nasıl atom bombasını patlattıysa, dijital devrim de silahlarını ortaya çıkarmaya başlıyor. Sinema da her zaman olduğu gibi, alıştıra alıştıra, gelecek günlerde başımıza gelmesi muhtemel olayları haber veriyor. Yani, dijital silahların kokusu yavaş yavaş çıkıyor.

İlk çıktığı günlerde büyük bir heyecanla aldığımız cep telefonlarının, günün birinde uluslararası savaşlarda bir silah olarak kullanılabileceği aklınıza gelir miydi? Yeni vizyona giren ünlü "Bourne Identity- Geçmişi olmayan Adam" serisinin devam filmi "Jason Bourne"un omurgası, CIA'nın gizli silah olarak, dijital ekranları kullanması üzerine kurulu. CIA'nın internet gözetlemeleri, yakınlarda bulunan herhangi birine ait cep telefonu ile bile takip edilebiliyor hatta tahrip edilebiliyor olmak fikri insanın tüylerini ürpertiyor. Ayrıca, "sosyal ağ" üzerinden dünyadaki tüm insanların takip edilebilmesi için CIA'nın geliştirdiği bir veri tabanı da filmin önemli öğelerinden biri. Filmde, adı söylenmese de milyar kullanıcılı sosyal ağın Facebook olduğunu tahmin etmek zor değil. Zuckerberg'i, Pakistan kökenli İngiliz rap şarkıcısı Riz Ahmed'in canlandırıyor olması ise çaktırmadan Ortadoğu'ya çakılan bir selam gibi duruyor...

Sevimli silah: Pokemon Go...

Dünyayı sarsan oyun Pokemon Go, daha ülkemizde korsan olarak dolaşıyorken, tam da bahsettiğim dijital silah meselesiyle ilgili uzmanlardan "güvenlik" uyarısı geldi. Uzmanların dediğine göre, "Pokemon Go"nun yüklü olduğu telefonların bulunduğu yer tespit edilebiliyor, ayrıca kullanıcı ve çevresi gözetlenip, dinlenebiliyormuş. Uzmanların belirttiğine göre, Meclis'te bile iki tane GYM noktası varmış. Ayrıca, CHP, MHP, AK Parti Genel Merkezleri'nin bulunduğu noktalarda da GYM noktaları varmış. Kullanıcıların GYM noktalarında bulunmasını gerektiren "Pokemon Go", bir yandan kritik bölgelerle ilgili görüntü toplayıp, dinleme de yapabilir demek ki. Gerek terör açısından, gerek ulusal gizli bilgilerin ifşası açısından oldukça tehlike yaratabilir dolayısıyla. Gerçek dünyada, sanal oyun olarak tarif edebileceğimiz "Pokemon Go", beraberinde dijital silah tehlikesini de taşıyarak yakında resmi olarak ülkemize giriyor. Nintendo ekibinden, oyunun fikir babası sayılan Iwata'nın, lansmandan iki ay önce ölmesi de, belki sadece beyin tümörü yüzünden değildir... "Jason Bourne"’de, CIA'nın sosyal ağ kurucusunu öldürmek istemesi gibi, karanlık güçler "Pokemon Go"nun silahlarını kullanmak istiyor olabilir. Kim bilir? Çocuğunuza ya da telefonunuza bu oyunu yüklerken tüm bunları iyi düşünün.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.