Şampiy10
Magazin
Gündem

Dizi setlerindeki kavgaların sorumlusu kim?

Magazin basınında sık sık dizi setlerindeki oyuncuların vurdulu kırdılı kavga haberlerini okumak beni utandırıyor. Türker İnanoğlu’nun disiplinli setlerini mumla arıyorum..

Oyuncular arasında çıkan vurdulu kırdılı kavga haberlerini okurken bile bir oyuncu olarak utanıyorum. İşin fenası, gittiğimiz otellerde, lokantalarda illa ki bir oyuncu kavgası dedikodusuna maruz kalıyorum. Eminim pek çok oyuncu arkadaşım benzer utancı yaşıyordur. İşletme sahipleri de karşısında tanıdık bir oyuncu görünce başlıyor dert yanmaya haliyle... "Falanca oyuncuyla filanca, burda bir kavga etti, camlar kırıldı...", "...dizisinde bir olay çıktı mekanım zarar gördü bir daha da vermem...", "... otel odasında rezillik çıkardı, bir daha ünlü filan demem oyunculara oda vermem", inanın bu muhabbetler gittiğim yerde karşıma çıkıyor ve uzayıp gidiyor. Yakında "oyunculara kiralık verilmez" tabelası görsem, şaşırmam. Sonra da "efendim tabii sözümüz size değil, sizi tanıyoruz" diye beni tenzih ettiğini söylüyor karşımdaki mekan sahibi ama benim için iş işten geçmiş oluyor. Mesleğime kara çalınmış hissediyor, hem utanıyor hem öfkeleniyorum. Yanlış anlaşılmasın, "kimse kimseye sinirlenmesin, dünya-dostluk-barış-kardeşlik içinde el ele çalışın" gibi ütopik bir söylem içinde değilim. Elbette ağır çalışma şartları içindeki dizi setlerinde gerginlik de kavga da normaldir. Ama her şeyin bir âdabı, sınırı, terbiyesi olmalı! Birbirinin boğazını sıkmak, setteki kadın oyuncuya tokat atmak, yumruklaşmak, birbirine kültablası fırlatmak da neyin nesi! Setler de, iş için konakladığımız oteller de bizim çalışma alanımızın dahilinde yerlerdir ve kontrolü elden bırakmayarak, "oyunculuk" mesleğinin hak ettiği saygınlık içinde davranmak gerekir.

Peki, gelelim asıl soruya; neden son yıllarda "set kavgaları" bu kadar arsızlaştı? Kanalların, yapımcıların gücünü zayıflatmış olması sebeplerden biri. Daha önceden, asıl patron yapımcılarken, artık televizyon kanalları karar mekanizması olarak çalışıyor. Zaten iş yapması gittikçe zorlaşan televizyon sektöründe, "aman şimdi giden işe zarar gelmesin" mantığıyla setteki her türlü taşkınlık hemen ört bas ediliyor. Eh böyle müsait bir ortamda da biraz terbiye defosu olanlar,meydanı boş bulup, çekinmeden olay çıkarıyor. "Eskiden biz", Türker İnanoğlu ile çalışırken, otoritesinden sıkılıp şikayet ederdik. Her an kontrol, her an düzen, en küçük bir olayda uyarı... 20'li yaşlarım hep İnanoğlu'nun disiplinli setlerinde askerlik gibi geçti. Ama siz hiç böyle vurdulu kırdılı, tokatlı kültablası fırlatmalı haberler okuyor muydunuz, çok değil 15-20 yıl öncesinde? Mümkün mü? Taşkınlık yapan olmuyor muydu o zaman da, ya da terbiye sınırını zorlayan oyuncular; geç gelen, asayişi bozan, içip sızan? Elbette oluyordu. Ama bir bölüm sonra, başrol bile oynasa bir bakıyorduk dizideki rolü kaza kurşununa kurban gitmiş? Kısaca hiçbir suç ve haksızlık cezasız kalmazdı. O zaman da ailesinden yeterli terbiyeyi almamış olanlar, zamanla setlerde meslek terbiyesi alırdı. Ve 20 yıl sonra itiraf ediyorum ki, o mesleğimin ilk yıllarında, hiyerarşisinden şikayet ettiğim setleri şimdi mumla arıyorum. İşinin saygınlığını, reytingin önünde tutan yürekli yapımcıları da, oyunculuk mesleğinin saygınlığına lâf getirmeden, edebini bozmadan çalışan tüm arkadaslarımı da saygıyla selamlıyorum.

Yazının devamı...

Kavala ve Thassos'un tam zamanı

Dedemin doğduğu topraklara gidip Kavala'yı görmek istiyordum. Kısmet geçtiğimiz bayramaymış. Adım attığım ân, o kadar tanıdık hissettim ki...

Uzun yıllardır dedemin doğduğu Kavala'yı görmek istiyordum. Kısmet geçen bayramaymış. O kadar tanıdık hissettim ki anlatamam. Kavala 1387'den 1912'ye kadar Osmanlı Devleti'nin bir parçası olduğuna göre, eminim pek çoğunuzun aile tarihi benim gibi Kavala ya da çevresine uzanıyordur. Mübadele çocuklarıyız hepimiz. Türk tarafı da Yunan tarafı da, aynı rüzgarda savrulmuş geçmişimiz. Bu yüzden belki benzerliğimiz. Yemeğimiz, iklimimiz, denizimiz... Kavala'ya gittiğimde çocukluğumun İzmir'ine geldim sandım. Akşam olunca sahile çıkanların elindeki çiğdemi çıtlata alışkanlığımız bile aynı. Mısır Vali'si ünlü Kavalalı Mehmet Paşa'nın doğduğu yer olduğu için, izi her yerde korunmuş, evi müze olmuş. Sahil yolunun trafiğe kapılı oluşunu çok kıskandım ve keşke benim memleketim İzmir'de de böyle olsa diye geçirdim içimden. Kavala merkezin hemen yan koyu, yani "eski liman" denilen kıyıda yan yana şahane balıkçılar. Bence seyahat etmek için şimdi tam zamanı. Bayram tatili bitmişken, Türkler el ayak çekmişken, her yer sakinken... Yollar jilet gibi ve İpsala Sınırı'nı geçtikten sonra 1,5 saatte Kavala'dasınız. Üç günlük biraz uzatılmış bir hafta sonu kaçamağı paha biçilmez anılarla dolabilir.

Kavala'ya gidip görün

Batis Beach'e gidin. Küçük-büyük herkese hitap edecek bir şey var içinde. "Çöl rengi" bir kum. Turkuvaz, gazoz gibi bir deniz. İçindeki (taverna) lokanta şahane. Şu anda ortam sakin hatta artık yarı kapalı olduğu için girişte o 3 Euro ücret bile alınmıyor ama taverna ve bar açıktı. "Eski Liman" denilen Limanaki Sfageion'da yani hemen merkezin yan koyunda Taverna Savvas'ta deniz mahsülleri yiyin. "Hoşgeldiniz" diye karşılanacaksınız ve ardından Türkçe konuşan garsonunuz Türkçe mönü getirecek size. Fiyat gerçekten çok ucuz. Kavala'dan hem daha uzak hem de seyrek feribot olduğu için 35 dakika geriye yani Türkiye'ye doğru gelip "Kerimoti"den feribota binerek, Taşöz (Thassos) Ada'sına geçmenizi öneririm. Yarım saatlik bir deniz yolculuğundan sonra en yeşil Yunan Adası'na ayak basacaksınız.

Thassos'a gidince mutlaka...

-Limenas'ta gezin, yemek yiyin, isterseniz denize girin. Liman bölgesinde uygun fiyata küçük oteller var. Liman'da zeytin yağı fabrikası var, muhakkak alın.

-Limeneria, adanın aşağı tarafında çok tatlı bir belde. Sahilde, Mouragi'de yemek yiyip arka sokaktaki çarşıda Molly'nin dükkanına ve takı tasarımlarına göz atın.

-Panagia, Limenas'a 4 km. uzaklıkta bir dağ kasabası. Mevsimine göre oğlak çevirmesi ve kokoreciyle ünlü.

-Aliki Beach, mutlaka görülmesi gereken bir halk plajı. Kumsalda bir sürü taverna... Yiyip, içip, inanılmaz turkuvaz renkteki denize atlıyorsunuz.

-Mermer Plaj (Marble Beach), yolu zor ama mermer yatağının altında olduğundan, mermer tozu ve parçalarından oluştuğu için ultraviyole beyaz bir plaj olması bakımından oldukça ilginç.

Yazının devamı...

İki resim arasındaki “aşk” farkı

Brad Pitt-Anjelina Jolie, Marion Cotillard-Guillame Canet, Jonny Depp-Amber Heard çifti ve skandal iddialar bir haftadır gündemde. 12 yıldır süren, iki yıldır resmilik kazanmış ve tıpkı bir holding gibi kurumsallaşarak "Brangelina" olarak adlandırılan hatta "Jolie Pitt" vakfını kurarak evliliklerini ortaklık haline getiren Anjelina Jolie-Brad Pitt evliliği bitti. Sağır sultanın duyduğu bu ayrılık 6 çocuklu ailenin velayet savaşları ve sadece 400 milyon dolarlık ortak mülk paylaşımları ile beraberinde pek çok skandal iddiayı da getirdi. Jolie'nin, kocası Brad Pitt'in çocuklarına şiddet uyguladığı gerekçesi ile şikayette bulunması ve meselenin FBI'a kadar sevketmesi, Pitt'in telefonunu dahi bloklaması zaten başlı başına bir bomba olarak gündeme düştü. Öte yandan, tam da Hollywood'dan beklenen ve krizi fırsata dönüştürmek üzere işleyen çarklar, çeşitli aldatma ve aşk haberlerini üretmekte gecikmedi. İlk olarak Brad Pitt ve son filmindeki partneri Marion Cottilard arasında aşk ve ihanet dedikoduları çıktı. İlk andan itibaren ikilinin yeni filmi "Allied-Müttefik" için gişe amaçlı üretilmiş olduğunu düşündüğüm dedikodudan elbette en çok Marion Cottilard zarar gördü. Anjelina-Brad çiftinin hayranlarının saldırısına uğrayan Fransız oyuncu, ölüm tehditleri yüzünden epey sıkıntılı günler yaşıyormuş şimdi. Oysa, bana göre sinema dünyasında "rüya çift" varsa o da Marion Cottilard ve Guillame Canet çiftidir. Bunu hissetmek için sadece çiftlerin fotoğraflarına bakmanızı öneririm. "Brangelina"nın buram buram Hollywood yapaylığı ve kurumsallık kokan duruşunun tersine büyük aşk yaşayan Fransız Cottilard-Canet çifti sıcak, samimi ve doğal her zaman. İlişkilerinden bir de çocukları var.

Bir Johnny Deep eksikti...

İkisi de muhteşem oyuncular ve Cotillard'ın Oscar'ına rağmen Hollywood'dan uzak, kendi hallerinde yaşıyorlar. Cotillard'ın doğal güzelliği, Canet'in çekiciliği de rakipsiz bence. Velayet savaşlarında, kurnaz hamlelere kurban gitmek üzereyken, Cotillard'ın sevgilisinden ikinci çocuğuna hamile olduğunu açıklaması dedikodulara şimdilik bir sünger çekti. Elbette hemen yerine bu sefer karşıt bir dedikodu üretildi. Bu sefer Anjelina Jolie- Johnny Depp aşkı gündeme geldi. Johnny Depp'in de karısı Amber Heard'dan boşanıyor oluşu ve Jolie'nin Depp'in avukatını boşanma için tutması dedikoduları alevlendirdi. Daha önce birlikte Turist filminde oynayan ikili hakkında o dönemde de dedikodu çıkmış ve Vanessa Paradis'le Depp'in birlikteliğinin bu yüzden bittiği söylenmişti. Unutmayalım ki, Brad Pitt de Jeniffer Aniston'dan, Anjelina Jolie ile aşk yaşadığı için ayrılmıştı. Anjelina Jolie'nin geçmişine bakınca, aldatılan mağdur kadın rolüne bürünmesi de ayrı bir ironi tabii. Hollywood'un çıkarı bol, duygusu az, reklam soslu karmakarışık ilişkilerini aklamak uğruna Cottilard-Canet'in tutkusu, dostluğu fotoğraflardan taşan aşkı biraz da kıskançlıkla kurban edilmeye çalışıldı bana göre. Jolie-Pitt savaşının acımasız geçeceği ve tarafların zafere giden yolda çok kişiyi kurban edeceği belli. Şimdi fotolara bakın bakalım, resimler arasındaki "sahicilik" ve “aşk" farkı bariz değil mi sizce de?

Yazının devamı...

Şöhrete tamah etmeyen kaç kişi vardı kaç kişi kaldı şimdi?

İşte, Tarık Akan’ın aramızdan ayrılışının haberini aldığımda aklıma ilk gelen bu soru oldu. Tarık Akan’ı eşsiz kılan sahip oldukları değil, onları bir kenera bırakışındaki cesaretti. Hem yakışıklı hem ünlü hem varlıklı iken, krallar gibi saltanatının keyfini sürmek varken, karşısına çıkan tüm iktidarların yanlışlarına, haksızlıklarına karşı durmuş ve gözünü kırpmadan sahip olduklarının üzerine basarak halkın içinde olmayı seçmiş bir cesur yürekti O. Kaybedecek şeyi olmayanların savaşa girmesi kolaydır ama zengin sofrasından kalkıp, açlar için açlığı göze almaktır yürek isteyen. O tüm egemenlerin ezberini bozacak kadar cüretkârdı. Çünkü o, sadece halkın varettiği şöhretinin saltanatını süren bir yıldız değil, halktan aldığını yine halk için sokağa atan bir kahramandı. O eşsiz, benzersiz “Tarık Akan”dı.

Benim kuşağım oyuncular, Yeşilçam’la birlikte büyüdü, çalıştı, yetişti ve köprü oldu. Biz aramızda ikiye ayrıldık. Haksızlıklara susamayan, bugünün çetin siyasi ortamında bile sözünü sakınmayalar ve bir de kendinden önceki abi ve ablalarının çektiği sıkıntıyı çekmek istemeyenler. Hemen bir liste yapabilirsiniz kafanızdan, eminim. İki düzene uygun tatlı lafla gemimizi sakin sularda yürütebilecekken, kendimize zarar vere vere doğru bildiğini söyleyen, bir Tarık Akan olmasak da, aynı yolda, sahip olduklarından vazgeçebilme pahasına, elimizi taşın altına koyan, kadından çocuğa bu ülkedeki mağdurların sesi olmaya çalışan, itiraz eden, yeri geldiğinde isyan eden küçük bir grubuz belki ama varız. Yolun başında, Tarık Akan ve aynı yürekteki arkadaşlarının yaşadığı sıkıntıları görüp, suya sabuna dokunmayı reddeden arkadaşlarımızsa, elbette ülkede yaşananlardan kendilerini koruma konusunda çok daha becerikliler şimdi. Peki ya yeni nesil genç oyuncular? Şöhret güzeldir, sevilir. Ama “tamah etmek” başka bir şeydir! Elindekini korumak uğruna, başkalarının yaşadığı haksızlıklara itiraz edecek, yeri geldiğinde işsiz kalmaya, yeri geldiğinde en ağır ithamlarla suçlanmaya, ama “ben mi kurtarıcam ülkeyi” demek yerine “bir nebze faydam olur mu bu ülke insanı“ için diyebilecek kaç kişi kalacak acaba? Partiler, arabalar, giysiler, tekneler, derken, haksızlığa “hayır” demek için bunlardan vazgeçebilecek kaç kişi çıkacak ki? Kaç kişi vardı şöhrete tamah etmeyen ve kaç kişi kaldı şimdi?

Yazının devamı...

Sınırı geçerken

İstanbul’da yaşayanlar için yurt dışına gitmek yurt içinde bir yere gitmekten daha kolay ve daha ucuz.

Bayram tatilinde, komşuya gittik. Her sene kapı komşuya gidiyorduk bu sefer sınır komşuya... Çekirdek ailemiz ve elbette ailemizin tüylü üyesi Tonton'la düştük yola. Ben en son 15 yaşımda babam ve annemle geçmiştim sınırdan. Çok garip gelmişti o zamanlar, bir ülkeden bir ülkeye ip gibi bir çizgide geçmek. 30 yıl sonra, bu sefer kızım, benim o zamanki yaşımda tekrar geçtim ve gene garip geldi. İnsan düşünmeden edemiyor, insan neden sınırlarla ayırır kendini yanındakinden? Nehrin bu tarafındaki papatya, diğer tarafındakine farklı geliyor mudur acaba? Ay çiçekleri, başka güne mi bakıyor sınırın ayırdığı iki tarlada? Belki bende gariplik bilmiyorum ama uçakla giderken yaşanmayan başka bir şey var bu sınır geçişlerinde. Toprak aynı toprak, güneş aynı güneş, koku aynı koku; üniformalar başka, diller başka, yazı başka... İnsanlar arafta...

Size tavsiyem, sonbahar bitmeden muhakkak arabayla komşu ülkelerden birine geçmeniz. Aileyle yol yapmak, müthiş sıcak bir ortam yaratıyor. Öyle ya, bir kutunun içinde saatlerce kesintisiz paylaşım. Eh yurt dışına çıkınca internet de kapanıyor, ne televizyon ne telefon ne bilgisayar, tek iletişim insandan insana olan... O yüzden yurt dışına yol yapmak farklı bir duygu yaratıyor belki de. Ayrıca, İstanbul ve çevresinde yaşayanlar için mesela Kavala'ya gitmek, yurt içinde bir yere gitmekten daha yakın ve kolay. Bizim sınırdan geçtikten sonra zaten yollar o kadar kaymak gibi ve dümdüz ki, benim gibi normalde karayolundan pek hoşlanmayalar için bile yolculuk çok keyifli hale geliyor. Zaten sınırdan çıkınca 10 dakika sonra bizim eski Dedeağaç yani Aleksandrapoli, 1,5 saat sonra ise Kavala karşınızda.

Aleksandrapoli bile şık caddesi, yan yana kafe ve balıkçıları ile şahane bir kıyı yerleşkesi. Yemekler gerçekten çok ucuz. Her bütçeye göre aynı kalitede her şey var. Ha birinde örtü janjanlıdır, diğerinde şezlong belki hasırdır ama yediğin karides de girdiğin denizde aynıdır. Hatta ne kadar halk işiyse mekanlar o kadar güzel oluyor bana göre.

Sonbaharda muhakkak arabayla komşu ülkelere gidin.

Bodrum’da bu kadar Türk yok

Köpeğimiz Tonton'u yanımıza almaya karar verdiğimizde önce arkadaşlar itiraz etti. Rahat edemeyiz diye düşündüler. Açıkçası orda Tonton bizden çok itibar gördü. Masada baş köşede oturdu, kumsalda koşturdu, denize girip çıktı ve kimse rahatsız olmadı. Hatta tam tersine bizim Tonton ilgiden biraz bunaldı. Biz tabii ülkemizden kalma alışkanlık dükkanlara girerken hemen kucağa aldık köpeğimizi. "Lütfen yere bırakın biz hayvan dostuyuz" dediler hemen. Buna karşın çocukların tezgahları ellememesi konusunda her yerde uyarı yazısı vardı. Çünkü maaşallah bizim çocuklar dükkanlara girdi mi altını üstüne getiriyorlardı .

Hazır söz çocuklara gelmişken... Bizim çocuklar her yerde hemen kendini belli eder malum. Bayramda yaptığımız Kavala ve Taşöz (Thassos) Adası gezimizde sadece biz Türkiye'den gelen turistler vardı. O kadar ki nerdeyse yolda yabancı görsek fotoğraf çektirecektik. Eminim, Bodrum'da o kadar Türk yoktur bayramda. Mönüler bile Türkçe'ydi. Haliyle çocuk çığlıkları da bizimleydi. Zaten eğer ailesiyle oturmuş muhabbet ederek, koşturmadan yemek yiyen küçük çocuk görürseniz bilin ki o başka bir memleketin evladıdır. Kendimize bir öz eleştiri yapmamızın zamanı geldi galiba, çocukların bakımıyla çok ilgileniyoruz ama sanırım duygusal olarak fazla eğilmiyoruz. Kendimiz rahat muhabbet edelim diye baştan savma dinleyip, toplu halde eğlensinler diye ortalığa salıveriyoruz. Bu yüzden belki çocukları yaşıt birkaç aile bir arada organize ediliyor bizdeki tatiller.

Çocuklar bir arada takılsın, aileler de rahat etsin mantığıyla hareket ediliyor. Ama olmuyor işte... "Bizim çocuklar niye böyle kuduruk" diye hayıflanmak yerine, çuvaldızı acaba büyüklere mi göstermek gerek, ne dersiniz? Kavala ve Taşöz adasına gelince... Fotoğraflarla birlikte keşfetmek isteyenleri, haftaya sayfama beklerim.

Yazının devamı...

Gerçek hayata dönme vakti

Güllük gülistanlık bir öğrenim yılı beklemek fazla romantik olur. Dilerim yanılıyorumdur, dilerim bu yıl MEB'e bir sihirli değnek değer...

Yaz tatili, bayram tatili derken, sonunda sonbahar yapraklarıyla beraber savrula savrula dönüp geldik yine kürkçü dükkanına. Artık "gerçek yaşama" dönme vakti. Sıcak sever bir insan olduğum halde, itiraf edeyim artık evimin düzenini özledim. Yarın tüm okullar da açıldığına göre, arap saçına dönen uyku ve yemek saatleri bile düzene girecek demektir. Rutin yaşamdan mümkün olduğunca kaçınan ben bile biraz plan ve programlı günlük yaşam hasreti içindeysem, her gün "çocukları nasıl oyalasam" diye helak olan çok çocuklu ve düzenli işi olan ebeveynlerin hali epey vahimdir herhalde. Sakın, tatilden şikayet ettiğim filan sanılmasın ama doğanın "kabuğunuza çekilin" çağrısına bu kadar hevesle koştuğuma göre, herkesin yattığı-kalktığı, eve girip-çıktığı vaktin belli olduğu, yemeklerin aynı saatte yendiği, herkesin işine de kendine ayırdığı zamanı da bildiği, televizyon başında, battaniye altında pineklendiği, günlerin o sakin geçişi de özleniyormuş demek ki... Tüm çocuklara yeni öğretim yılında hem keyifli hem bilgili günler, biz velilere de kolaylıklar dilerim.

Bu yıl bir liseli kız annesi olmanın tadını çıkarıyorum. Çocuğunun, gençliğe ve adına "lise" denen hayatının yeni dönemine yelken açışını izlemek hem çok keyifli hem de yeni endişelere gebe. İlkokul çağının yedi mi- üşüdü mü- üzüldü mü kaygıları, ödeve alıştırmaca düzene sokmaca derken orta okulun sınav kabus bitip de lise gelince üzerinden yük kalkıyor insanın. Ama bu defa da kendi kanatlarıyla uçan yavrunun çarpmasından, düşmesinden, artık yalnız gittiği yerlerden kısaca çevreden zarar görmesinden korkuyor insan. Elini tutmadan ilk yürüdüğündeki kalp çarpıntısı gelip yeniden oturuyor yüreğe yeniden. İşte o ân, bir çocuğu çocuğun kendine emanet etmenin, onu büyütmekten zor olduğunu, yolunu beklerken uykusuz kalmanın bebeklikteki uykusuz gecelerden zor olacağını anlıyor insan. Anne olmak, çocuğunla birlikte yeniden büyümekmiş meğer...

Okulların açılmasıyla birlikte, kısır döngü çarklarını da işletecek tabii. Elbette, sırası gelenler için sınavlar devam edecek. Şunca yıldır tekrar eden problemlere bakınca ne "TEOG" ne de "Üniversite" sınavlarından umutlu olmadığı söyleyebilirim. Bitmeyen hatalı sorular, sürekli doğru soruları iptaller, her yıl yaşanan yerleştirme skandalları... Mâlum, bu yıl kimsenin itiraz etmediği ama son dakikada sürpriz bir şekilde iptal edilen iki TEOG sorusunun da doğru olduğuna dair açıklama yaptı MEB. Ama, yerleştirmelerde vakit kaybı olmasın diye, itiraz etmeme kararı alınmış. Virgülden sonrasıyla sıralanan yüzlerce çocuğun hakkı yenmiş, ne olmuş? "Kader" deyip geçilmiş. Kısaca, güllük gülistanlık bir öğrenim yılı beklemek fazla romantik bir tavır olur. Dilerim yanılıyorumdur, dilerim bu yıl MEB'e bir sihirli değnek değer ve bembeyaz bir sayfa açılır çocukların önünde. Tabii, kapatılan okulların öğrencilerinin mağduriyeti giderilmemişken, pek çok iyi okul boş kontenjanla kalmışken, apar topar alınan sözleşmeli öğretmenlerle yeni öğretim yılına giriliyorken, ancak bir hayal bu... Gene de ne diyelim haydi hayırlı olsun...

Aman Pokemon'a dikkat!

7 Ağustos'ta dünyayı kasıp kavuran "Pokemon Go" oyununun, dijital silah olma tehlikesi taşıdığını yazmıştım. Şimdi de uzmanlar, çocuk istismarcılarının, çocuklara yakınlaşmak için "Pokemon Go" yu kullanabileceği konusunda aileleri uyarıyor. Çocuk istismarcılarının, oyunu oynayarak, çocukların yerini rahatlıkla bulabileceğini ve çocuğu başka bir yerde Pokemon bulma ya da oyunla ilgili farklı bir vaadle kandırıp götürebileceklerini söylüyorlar. "Pokemon Go", özellikle çocuklarda ciddi bağımlılık yarattığı için, anlık başarı hazzıyla çocukların normalde kanmayacağı bir yalana inanması maalesef çok kolay olabilirmiş. Aman, dikkat!

Not: Tam da okullar açılırken, bir anne olarak naçizane bir uyarıda bulunmak istiyorum. Çok sık duyduğum ve her defasında içimi ürperten iki küçük noktaya dikkat çekmek istiyorum."Olumsuz şartlama" ve "başarıyı sevgiyle kutlama!" "Olumsuz şartlama" ile kasdettiğim, ailenin doğrudan çocuğa ya da çocuğun yanında "Sen yapamazsın", "Beceremez bizimki" gibi sözlerle etiketleme yapması. Çocuğun yapacağı varsa da yapamayacak hale geldiğine o kadar çok rastladım ve "yapamaz" denilen çocukların, doğru motivasyonla kendilerini nasıl geliştirdiklerine o kadar çok şahit oldum ki! Peki ya, "Şunu başarırsan herkes seni çok sever" diyen aileler, istemeden, "yapamazsa" çocuklarını sevmeyeceklerini söylemiş olduklarının farkındalar mı? Çok naif görünen bu sözler, ne büyük travmalara yol açabiliyor, yaşadıkça görüyor insan. "Ukalalık" değil, bir gözlemim olarak paylaşmak istedim.

Yazının devamı...

Bayram gelir hoş gelir

Bayramlar, yenilenmek için istek oluşturur bende. Bir yanda ritüellerimi tekrar etmek isterken, öte yandan hep yeni bir şeyler yapma hevesindeyim. Çocukluğumun "Bayramlık ayakkabı" heyecanının yerine yeni şeyler koyma telaşındayım belki de... O yüzden mesela, "bayramlık kitap", "bayramlık gezmek", "bayramlık yemek" gibi çeşit çeşit listeler yapıyorum bugün. Bir bayrama hepsi sığmasa da, hayal etmesi bile keyif veriyor bana. İlle de bayram günü başlanacak, ille de özenle seçilmiş bir kitap bulmalıyım mesela. Eğer seçtiğim kitap, bana çok zevk verir de sular seller gibi giderse, yeni gelen günlerin bereket getireceğine dair bir inanç geliştirmişim nasılsa! Hatta bu yıl, o kadar abarttım ki meseleyi, öyle bir kitapçıya gidip seçim yapmak yerine, sosyal medya hesabımdan haber salıp, tavsiye topladım günler öncesinden. Attığım twitten iki saat sonra, kapım çalıp da çok sevdiğim bir dosttan kitap hediye alınca, bir baktım çocukluğumdaki bayram sevinci saklı sayfaların arasında.

Yaşama dair adımlar...

Mutlaka yeni yerler gezmek isterim bayramlarda mesela... Ya da kâbul, belki de zaten keşfe meraklı bünyem, bayram süsü yapıyor gezentiliğime. Çoğu kadının benimle aynı duyguları paylaştığını ama erkeklerin "yorgunluk" bahanesi yüzünden heveslerini çoğunlukla kursaklarında taşıdıklarını görür, hüzünlenirim. Hadi beyler, gezmek kadar dinlendirici çok az şey var bu hayatta. Ya da hanımlar beklemeyin kimseyi, siz kendinizi atın sokağa... Gezmek deyince ille uzak yollardan söz etmiyorum -olsa güzel olur elbet- yaşadığınız şehirlerde turist gibi gezin hele ne güzellikler keşfedecek, her gün geçtiğiniz yolun bir yan sokağında bilmediğiniz ne çok şeyle karşılaşacaksınız. Çoğu zaman, bize misafirliğe gelenlerin, bize bizim oturduğumuz kenti anlatması ondandır. Yol yapmakla, seyahat arasındaki farktır bu. Biri keşfetmek için vakit-nakit ayırarak çıkar sokağa, diğeri dar vakitte hayat gailesi için... Yol aynı yoldur da tadı farklıdır.

Attığımız her adım yaşama dairdir oysa... Hedefe varmak için bir an önce geçilmesi gereken araç değil, yaşamın ta kendisidir yollar. Gündelik hayatın koşturması içinde zordur elbette bu dediğimi yapmak ama bayram günleri biçilmiş kaftandır yolcu olmak, koşturarak geçtiğin semtlerde kaybolmak ve gözünün önünde görünmez olanı farketmek için. Bir çay bahçesinde içtiğiniz çaydan farklı bir koku, muhallebiciden yepyeni bir tat, kısaca yaşama dair yeni tariflerle dönersiniz eve... Geleneklerle birlikte, bir coşku, bir heves, bir mutluluk paylaşmaktır "bayram" bence... Her gününüz bayram olsun.

Yazının devamı...

Türk usulü yaşam stili: Emeklilik için yaşamak hayali

Çalışmaya ilk başladığım yıllardan beri hep aynı sözü duyarım: “Emeklilikte rahat edersin.” Türk insanına özgü bir yaşam stili varsa, o da emeklilik için yaşamaktır. 19 yaşında çalışmaya başladığımda henüz öğrenciydim. Üniversite yıllarının, en keyifli dönem olduğunu söylerler ama ben bir gayrete çalışmaktan pek bir şey anlamadım mesela. İşte, “Şimdi gayret et, emeklilikte rahat edersin” mottosuyla da o zaman, henüz “onlu” yaşlarımı sürerken tanıştım. “Bugünlerin bir daha ele geçmez, öğrenciliğin keyfini çıkar” diyen çıkmadı. “Kariyerine erken yaşta başlarsan, daha rahat ilerlersin” ya da “genç yaşta daha iyi bir kariyer sahibi olmanın avantajlarını yaşarsın” filan da değil, ille de emeklilik güzellemesi...

Yaşamın tadını çıkarmak yok!

Kültürümüzde “ömür”, hayallerini ve ihtiyaçlarını bastırarak yaşlanmayı başarmak için geçirilmesi gereken zaman dilimi. Daha üniversite sınavına yeni giren gençlerin dilinde, emekliliğinde bir sahil kasabasına yerleşmenin hayali dolanıyor artık... Madem hayalin bu, gençliğinde yerleşsene güzel kardeşim! O denizde yüzebiliyorken, O dağa çıkıp, atlayabiliyorken...

Memleketindeki köyünü terk edip, çalışmak için İstanbul’a gelen işçilerin de hevesi aynı: Yaşlanınca köyüne geri dönüp, orda yaşamak! Köylerinde yaşayıp, her yıl bir tuğla koysalar dikebilecekleri evleri için, gençliklerini gurbette tüketip emekliliğe varmaya gün sayıyorlar. Orada kalsalar karınlarını doyuramayacaklarından değil, memleketin yaşam mottosu bu olduğu için; gençken yaşamın tadına çıkarmaya dair hiçbir fikrin yeşermediği topraklarda olduğumuz için...

Doktorlarımız bile “emeklilik sendromu” etkisinde. Geçen gün 40’lı yaşların başında bir arkadaşım dizindeki problemden şikayet etti. İstediği gibi seyahat edemediğinden yakınırken, “Ameliyat olsana” dedim. Doktorlar, “Şimdi gençsin idare edersin, daha sonra yapalım da yaşlılığında rahat edersin” tavsiyesinde bulunmuş. Yahu peki en güzel yaşlar, “idareli” nasıl yaşanacak! Yaşam kaliteni bugünden 80 yaşa endeksle... Üstelik yaşlanmanın garantisi varmış gibi!

“Zararın neresinden dönsek kârdır” demeli ve bizdeki zihniyette artık değişmeli. Bir bilinmeze yatırım yapmak yerine, “bugün” seçilmeli. Gençliğin değeri bilinmeli. Elbette, keyif için hem parayı hem sağlığı har vurup harman savurup sonra yaşlılıkta sürünelim, demiyorum, Ama tüm ömrü de gayretkeş bir mücadele içinde yaşlanma hasretiyle kestirip atmayalım. En önemlisi, gencecik zihinleri, “emeklilik” prangasına vurmayalım!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.