Şampiy10
Magazin
Gündem

Amerika’dan masallar dinlediniz

Bugün, Küba’nın efsane lideri Castro’nun, vasiyeti üzerine yakılan külleri Santiago’daki Santa İfigenia mezarlığında toprağa verilecek. Castro’nun külleri önce karavanla, Küba Devrimi’ni başlattığı Santiago de Cuba şehrine götürülmüştü. Başkent Havana’da, Castro ve Che’nin dev posterleriyle kaplanan Devrim Meydanı‘nda düzenlenen törene Küba Halkı akın etti. Dünya’nın dört bir yanından gelen sol liderler de törene katıldı. Avrupa solundan, temsilciler dışında, lider olarak sadece Cipras’ın oluşu dikkat çekiciydi. Amerika, Küba’ya resmî bir delegasyon göndermedi.

Zaten Castro’nun ölümünün hemen ardından, tüm dünya liderleri Küba’nın efsane lideriyle ilgili taziye mesajları yayınlarken, Amerika’nın yeni seçilen sürpriz Başkanı Donald Trump, Castro’yu “zalim bir diktatör” olarak adlandırmış ve Küba halkının artık özgürlüğe kavuşacağını umduğunu söyleyerek, soğuk rüzgarlar estirmişti. Trump, Castro döneminde trajediler yaşandığını, dehşetin artık son bulacağını ve kendi başkanlığı döneminde Küba halkının refahı için çalışacağını da belirtti. Küba üzerindeki algı yönetiminde hız kesmeyen Trump, Küba’ya tehditler savurmaya başladı bile. “Daha iyi bir anlaşma yapılamaması halinde”, mevcut anlaşmayı da sona erdireceğini açıkladı. Şaşırdık mı? Hayır! Zaten, Obama, Küba ile ilişkileri iyileştirme çabalarında bulunduğu için Cumhuriyetçiler tarafından çok eleştiriliyordu.

Bundan böyle, Amerika’nın tıpkı “eski günlerdeki gibi”, Küba üzerinden elini çekmeyeceği aşikar oldu böylece. Trump, daha Castro’nun külleri mezara girmeden, Castro ile ilgili dehşet masalları anlatmaya başladı. Ne de olsa Amerika, masallarla Küba halkını korkutmaya alışık. Hatırlayınız 60’lı yıllarda genç olan büyüklerimiz , CIA’dan ne masallar dinlediniz siz! Haydi birini ben hatırlatayım o zaman... Amerika’nın “Peter Pan” masalını hatırlamaya ne dersiniz!

Operasyon Peter Pan!

1960-1962 yılları arasında, CIA ve ABD içişleri bakanlığının tezgahladığı akıl almaz operasyona verdiği isim bu. Hiç de “öylesine” seçilmiş bir masal kahramanı olmadığı apaçık. Peter Pan, “varolmayan ülke” adındaki küçük bir adada (CIA’in Küba algısı) yaşayan, hiç büyümeyen ve büyümek de istemeyen bir çocuktur. Kayıp çocukların üzerine peri tozu serperek onlara uçmayı öğrettikten sonra, hepsini peşine katarak ülkesinin üzerinden uçar ve pek çok maceraya katılır. CIA, Küba’da algı yönetimi yaparak, anne babaları kandırır. Küba karşıtı propaganda başlar. “Castro çocuklarınızı sizden alacak, Sovyet çalışma kamplarına gönderecek” diye başlayan yalanlarla dolu sahte bildiriler, Küba Devrimci Hükümeti adına halka dağıtılır. Amerika’nın bu sahtekar operasyondaki en büyük destekçisi Küba Katolik Kilisesidir. “Çocuklarınız elinizden alınacak” yalanına bolca din sosu da katılınca, halkı kandırmak kolay olur. Ve CIA ne yapar biliyor musunuz? Peter Pan ile uçan çocuklar misali, Amerika’nın “Peri masalı“ vaadiyle tam 14 bin çocuk, ailesinden alınır, uçaklara doldurulur ve Küba’dan kaçırılır. Ailelerin, çocuklarını kurtarmak için bindirdikleri uçakların ardından el sallarken bilmedikleri şey, onları bir daha asla göremeyecekleri ve izlerini bulamayacakları gerçeğidir. Çünkü 14 bin Kübalı çocuk, ABD Katolik kilisesi aracılığıyla “kaybedilir !” Kimlikleri değiştirilen çocuklar Amerika’nın dört bir yanına dağıtılır, evlatlık verilir. Ne yazık ki, gerçek yaşamdaki Kübalı çocukların hikayesi, bir gece pencereden süzülerek evine geri dönen Peter Pan gibi sonlanmaz.

Yazının devamı...

Yavru Vatan sessiz kalmıyor

Ne korkunç bir salı günü geçirdik. Adana Aladağ'da kız çocukları yanarak öldü, Kıbrıs'ta lise öğrencileri okul servisinde trafik kazasına kurban gitti, Brezilyalı futbolcuları maça götüren uçak düştü. Trajediler silsilesi aynı günü buldu. Ertesi gün ise Türkiye'nin en sevilen oyuncularından Erdal Tosun arkadaşımız, İstanbul'un göbeğinde vahim bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Gidenlere "vah" dendi, Ateş düştüğü yerleri yaktı, hayat devam etti. Hayır! Aslında tam olarak böyle olmadı! Yani, Türkiye'de evet, her gün terör ve şehit haberleriyle sarsıla sarsıla yaşadığımızdan, her faciada yaşanan yayın yasaklarıyla susturulmaya alıştığımızdan, evet ağlaşa ağlaşa ama başımız önde "büyüklerimizin", "insan hatasını yokeden bir makine bulunmadı ki" açıklamalarına itaatle, "fıtratımızda var" diyerek, kaldığımız yerden devam ettik belki ve haftanın birbirini takip eden benzer günlerini, benzer acıları yutarak geçirdik. Ama her yer aynı değil belli ki... Yavru Vatan Kıbrıs'ta durum farklıydı mesela, halk sokaklara döküldü, hayat durdu. Kim bilir belki "yavru " büyümüştür ve "ana"sı gibi sessiz sedasız kalıp, kaderine boyun eğen bir itaatkar olmak istemiyordur. Bu satırları, size Kıbrıs'tan yazıyorum. Burada, trafik kazasında ölen iki kız öğrencinin ölümü ardından yaşananları, halkın tepkisini olduğu gibi, yorumsuz paylaşıyorum.

Hatalar kabul edilemez

Salı sabahı, Lefkoşa'dan Girne'ye gelen öğrenci servis aracı, bir tırın altında kaldı. Aslında, sabah saatlerinde, tırların dağ yolundan geçmeleri yasak. İşte, Kıbrıs halkının infiali de tam bu noktada başlıyor. Zaten yapısı gereği tehlikeli yolda yeterli kontrol bulunsaydı, "o tır ordan geçemezdi" diyorlar. Halkı sokaklara döken bir başka sebep ise, Kıbrıs'ın Türkiye'ye uyarak, "yaz saati" uygulamasında kalması... Sabah karanlığında öğrenciler okula gitmek zorunda kaldığından yollarda kaza riskinin arttığını ve bu faciadan yaz saatini kullanmayı seçen hükümetin sorumlu olduğunu söylüyorlar. "Söylüyorlar" derken, bizim gibi arkadaş meclislerinde dert yanmaktan bahsetmiyorum. Önce, halkın yaptığı baskı neticesinde Cumhurbaşkanı derhal tüm etkinlikleri iptal etti. Erdal Özyağcılar ile birlikte sahneye çıkmak üzere hazırlanırken ve bin kişilik seyirci izlemeye hazır iken bizim de oyunumuz iptal edildi. İlk anki şaşkınlığımızı görenler "siz belki alışmışsınız ama bizde böyle şeyler çok sık olmaz ve can alan hatalar kabul edilemez" dediler.

Halk hesap soruyor

Ertesi sabah, Kıbrıs'ta ülke çapında grev vardı. Dükkanlar kepenk kapamıştı. Halk, özellikle gençler Lefkoşa'daki Başbakanlık binası önünde toplanarak hükümeti istifaya çağırdı. Hatta işi ileriye götürerek yumurta, pet şişe ve "Karanlıkta okula gidilmez", "Kara gün uyan Kıbrıs" diye sloganlar attılar. Şimdi Kıbrıs'ta, hükümetten istifalar bekleniyor. Yaz saatinden vazgeçilmesi ya da okulların sabah 09'da başlatılması talep ediliyor. Emin olun, bu yazı size ulaştığında bunlardan bazıları hayata geçmiş olacaktır.

Aynı gün, 11 kız çocuğu ve 1 öğretmen, "yangın çıkarsa camdan atlarlar, genç onlar" diyenlerin usulsüz denetimi yüzünden, 14 yaş altına yasak olmasına rağmen açılan yurtlarda, kapısı olmayan ya da kilitli olan, uygun malzemeden yapılmamış çıkış kapıları önünde, göz göre göre yanarak can verdi. Kıbrıs'ta halk Hükümet'ten hesap sorarken, Türkiye yayın yasağı ile sessiz kalmıştı. Kıbrıs'ta Cumhurbaşkanı halkın acısına saygıyla etkinlikleri iptal ederken, Başbakanımız "insan hatasıdır olur" açıklamalarıyla yaramıza tuz basmaktaydı.

Şimdi düşünelim bakalım, Yavru Vatan, artık büyümüş, dik duran ve hakkını savunan fazlaca gözü kara birey mi olmuş, yoksa vatanın anası, tecavüzcüsüyle evlendirimeye layık görüldüğünden, sokaklarda taciz edildiğinden, baskı ve zulümden sinmiş de sesini çıkaramaz mı olmuş? Yorum sizin.

Yazının devamı...

“Vah halimize” dedirten haberler

Cinsel istismar tasarısı geri çekilmiş: Konuşulması bile yüz kızartıcı olan, teklifinin dahi utanç verdiği, tecavüzü meşrulaştıran, küçük kız çocuklarının evlendirilmesinin önünü açan yasa şimdilik geri çekildi. Aman efendim bizde bir sevinç, bir zafer naraları! Her an bu yasanın yeniden gündeme gelme tehlikesi bir yana, bugün böyle insanlık dışı bir suçun kabulünü tartışmanın rezilliği bir leke olarak üzerimize kaldı. Tecavüzcüler şimdilik aklanmadı diye sevindiğimizi göre, vah halimize!

Teog’da hatalı soru yoksa büyük başarı: Bu hafta, liseye giriş sınavı olarak tarif edebileceğimiz, dünyanın en saçma ve çocukluk öğütücü sınavı Teog’un birinci dönemi tamamlandı. Nisan ayındaki ikinci sınavlardan sonra, bu yılki öğrenciler kurban verilmiş olacak ve sonra bitmez tükenmez yerleştirme süreci başlayacak. Ben de kızımdan sebep içinden geçtim bu sınavların. Biz bedelimizi ödedik ama durmak yok, bir umut arkadan gelen çocukların ve velilerin sesi olabilirim umuduyla takibe ve yazmaya devam. 2014-2015-2016 yıllarındaki sınavlarda, 3 senede tam 9 soru iptal etti MEB! Alt tarafı orta mektep çocukları için her dersten 20’şer soru hazırlanıyor koca bir sene boyunca ve o kadar eğitimci doğru soru sormayı başaramıyor. Sınav heyecanı yetmezmiş gibi bir de yanlış soruları çözmeye çalışırken aptal oluyor öğrenciler. Bu yıl görünen o ki hatalı soru yok. MEB’i bu başarısından ötürü kutlamalı mıyız! Eh standart bu kadar yerlerde olunca, 20 tane doğru soru sorabilen ekipler büyük başarıya imza atmış gibi görünüyor. Soruları doğru çözen öğrencileri değil, doğru soru sorabildiği için MEB’i kutlamamız gerekiyor. Diyorum ya, vah halimize... Bu arada sevgili veliler hemen sevinmeyin. Geçen yıl doğruluğundan bir an şüphe edilmemiş 2 soru şak diye iptal edilmişti. MEB daha sonra bir açıklama yapmış ve soruların yanlış olmadığını ama artık bir kere iptal etmiş bulunduklarını açıklamıştı. Demem o ki, acele etmeyelim, doğru soruları iptal etmezse, işte o zaman kutlayalım MEB’i.

Finlandiya, eğitimde tüm dersleri kaldırdı: Bizim çocuklar oyun oynamadan gece gündüz çalışarak dünya ölçeğindeki sınavlarda en gerilerde kalırken, Finlandiya’nın lay lay lom eğlenceli eğitimiyle, dünya zirvesinde oturduğu yetmiyormuş gibi, şimdi bir de tümden dersleri ortadan kaldırmaya hazırlanıyorlarmış. Böyle yapıp, gene eğitimde lider olurlarsa kıskançlıktan çatlamamak mümkün değil. Şimdi efendim, yeni sistem şöyle olacakmış: Türkçe-Matematik-Fen-Coğrafya gibi ders başlıkları ortadan kaldırılıyormuş. Öğrenciler belirli konuları işlemek yerine, olayları inceleyerek ve disiplinler arası formatta tartışarak öğrenecekmiş. Yani, diyelim kurtuluş savaşının işlendiği bir derste, tarihsel olduğu kadar matematiksel, istatiksel, coğrafi açılar da öğrenilecek, böylece tek konu tartışırken, tüm dersler bir arada işlenmiş olacak. Ayrıca mesela kafede çalışmak gibi hayatın içinden derslerle İngilizce-ekonomi-işletme çalışmaları uygulamalı yapılmış olacak. 7 yaşından önce okula gidilmeyecek ve günde 5 saatten fazla ders olmayacak. Bizim çocuklar hamal gibi çalışarak ruh hastası olurken, Finliler bu programla eğitimde lider olursa, işte o zaman vay halimize.

Liselilerin başarısı

Yaşar Acar Fen Lisesi öğrencileri, Las Vegas-Amerika’da yapılan Dünya Memoriad (Dünya Hafıza, Zihinsel Matematik ve Fotografik Hızlı Okuma Yarışmaları) yarışmasında 1.,2.,4.lük başta olmak üzere pek çok derece aldı. Helal gençler. Arada böyle güzel haberler de olmasa, ülkece vay halimize!

Yazının devamı...

Paris’ten parfüm kokan bir hikaye

Seine Nehri boyunca yürüyüp tadını çıkardığım Paris’te, tarihten kopup gelen, bir parfüm hediyesiyle değişen aşk hikayesinin peşine düştüm.

Geçtiğimiz hafta Ada ile Paris’te küçük bir anne-kız kaçamağı yaptık. “Paris’e kasım ayında gelinir” derlerdi de oralı olmazdım. Haklılarmış. Parkları, bahçeleri, ağacı, yeşili, altın varaklı kubbeleri bol bu şehir, sonbaharda yolları kaplayan hazan yapraklarıyla bir başka oluyormuş meğer.

Biz de Seine Nehri boyunca saatlerce yürüye yürüye sonbahara doyduk Paris’te. Ve bu kayboluşta muhteşem bir hikaye bulduk . Anladık ki, romantizm bu şehrin dökülen yapraklarında, akan nehrinde, doğan güneşinde var. Paris’te soluk aldığınız havada bile buram buram romantizm var.

Anlatacağım gerçek yaşam öyküsünün kahramanı Rose Desgranges... Rose, 1940 yılında Paris’e geldiğinde 16 yaşındadır. Aslında piyanist olmak ister Rose.

Varlıklı bir ailedendir ama savaşla rüzgar ters döner ve ailesi için çalışması gerekir.

Parfümle yapılan evlilik teklifi...

Her daim en sosyetik muhit olan St.Honore’de, saç tasarım, aksesuar ve peruklarıyla ünlü The Figaro Club ‘da işe girer. Salonun sahibi Mösyö Albert Meyer, yaptığı saç modellerine getirdiği yeniliklerle Parisli sosyetik hanımların gözdesidir. Meyer, yanında çalışan Rose’a aşık olmuştur. Elbette Parisli bir romantikten bekleneceği gibi, evlilik teklifini tek taş ile değil, sevdiği kadına özel hazırlattığı parfüm ile yapmaya karar verir. Parfümü, kimyageri ile birlikte formüle eder. Rose’un isim anlamı olan gül, elbette parfümün başrolündedir. Ve bu gülün tamamen Türk gülü olmasını istemiştir Mösyö Meyer. Rose, kendisine duyulan aşkı anlatan parfüm eşliğinde yapılan bu evlenme teklifine kayıtsız kalmaz.

Rose, gittiği tüm davetlerde güzelliğiyle olduğu kadar kokusu ile de ilgi çeker, baş döndüren kokusu arzu nesnesi olmaya başlar. Rose, parfümü üretmek ister ama kocası Albert, bu parfümün sadece Rose’a ait olduğunu söyleyerek öneriyi kabul etmez. Sonunda Rose’un ısrarı kazanır. Parfüm üretilir ve o güne kadar görülmedik bir tanıtım yoluyla, ileride Fransa’nın dünyada lider olan reklam anlayışının temelleri atılır. St.Honore ve çevresine parfüm çeşmeleri konur ve kadınlar mendillerine bu parfümü damlatırlar. Bugün kağıda sıkılarak parfüm koklatmanın atasıdır bu tanıtım. Sene 1961’i gösterirken bütün çevre Rose’un adına çıkan “Rose Desgranges” parfümü kokar ve yıllar boyu Fransa’nın en sofistike parfümü doğmuş olur ve yıllarca tahtta kalır.

1950’lerden bugüne ışınlanan dükkan

Ve bugüne gelelim. Ada ve ben St.Honore’den geçerken, camda asılı resmi duran bir eski zaman kadınının güzelliği dikkatimizi çekiyor. Avluda küçücük bir dükkan. Eski ve şimdiden, birbirine çok benzer iki kadın fotoğrafı, bir “puzzle”ın parçaları gibi zihnimizde birbirini bulmaya çalışıyor. İçeri giriyoruz. Tek bir parfüm var. Pudra pembe kurdele ile bağlı klasik şişenin üzerinde “Rose Desgranges” yazıyor. Büyük bir merakla sanki 50’lerden bugüne ışınlanmış gibi duran küçük dükkana adım attım. Rose’un kızı Patricia Meyer ile böylece tanıştım. Bu romantik hikayeyi de parfümün yeniden gün yüzüne çıkmasını sağlayan Rose’un kızından dinledim. Çok etkilendim, gerçekten çok büyüleyici bu kokudan, belki kullanmaya kıyamayacak olsam da bir tane kendime aldım. Paris’in dökülen yaprakları altında aklımda Rose ve aşkı, burnumda memleketimin gül kokusuna karışmış yasemin, menekşe, iris, vanilya, bergamut ve mandalinin eşsiz rayihası eşliğinde buram buram romantizme kestim...

Yazının devamı...

Sezonun favori dizileri: En iyisi İçerde, en çekicisi Cesur ve Güzel

Cesur ve Güzel:

Ekranların en yeni dizisi. Kıvanç Tatlıtuğ ve Tuba Büyüküstün üzerine kurulu bir büyük aşklar, büyük nefretlerden doğar hikayesi. Kıvanç Tatlıtuğ bu defa, küstah, kendini beğenmiş ve sinir bozacak kadar ukala ve hani moda tabirle cool bir karakter çizmiş. Agresif, öfkeli ve hararetli karakterlerden, kıvrakça viraj alarak bu denli serin kanlı ve küstah bir role direksiyon kırmasına bayıldım doğrusu. Tabii ne kadar gıcık bir adam tipi çizse de o kadar yakışıklı ki, ukalalığı bile çekici duruyor üzerinde.

Bu arada baba rolünde Tamer Levent bence sezonun en çok konuşulacak oyuncusu olacak. Her sezon dizlerin olmazsa olmazı kötü yenge karakteri bu sene Cesur ve Güzel'de Sezin Akbaşoğlu.

Tuba Büyüküstün'ün güzelliğine lâf yok ama bence kısa saçla daha bir çekici olmuş. Ben kısa saçı çok sevdiğimden mi bilmem, role de Tuba Büyüküstün'e de çok yakıştırdım. Nedense başroldeki kadınların hep dalga dalga uzun saçları vardır. 16 sene evvel bu durumdan sıkılıp, bir cesaret saçlarımı kısacık kestirerek Evdeki Yabancı'da oynamıştım. Tuba'nın da bir kalıbı yıkarak cesur davranması çok hoşuma gitti, çünkü her dizide sakallı adam ve upuzun dalga dalga saçlı kadın görmekten çok sıkılmıştım. Özetle Tuba hem güzel, hem cesur görünmeyi başarmış.

İçerde:

Yılın dizisi. Ben genellikle dizi izleyebilen biri değilim. Hele yıllardır süreleri uzayıp, hikayelerin tadı kaçtıkça, dizilerle iyice aram açıldı. Hem oyuncu hem seyirci olarak. Dakika doldurmak için mecburen yazılan sıkıcı sahnelerden de birbirine dakikalarca baygın bakan oyunculardan da ikrah etmiştim ki sadece fikrim olsun diye bir bölümüne baktığım İçerde'ye takıldım kaldım. Uzun zamandır ilk defa, mutfaktan çay alıp geri döndüğünde seyircinin mevzuyu kaçırdığı bir dizi yakalamış oldum böylece. Leonardo di Caprio, Jack Nicholson, Matt Damon'ın oynadığı Martin Scorsese filmi Köstebek'ten başarıyla uyarlanan hikaye, zekice kurgulanmış senaryosu, filmin artık çok dışında ilerleyen macerasıyla seyirciyi nefessiz bırakıyor. "Aman zaten fikir orijinal değil bir filmden uyarlama" diye burun bükenlere hemen hatırlatayım efsane Köstebek filmi de Kirli İşler isimli bir Çin filminin uyarlamasıdır.

İçerde, konusunu Köstebek filminden almakla birlikte, pek çok yeni hikaye örgüsüyle ilerliyor. Çetin Tekindor, Çağatay Ulusoy, Mustafa Uğurlu ve Aras Bulut İynemli'nin oynadığı dizinin yönetmeni Uluç Bayraktar. Seyircinin diziye bir eleştirisi, kadın karakterlerin zayıf kaldığı yönünde. Eminim, ilerleyen bölümlerde renkli kadın rolleri ve tıpkı dizinin erkekleri gibi güçlü kadın oyuncular eklendiğinde, seyirci için çok daha çarpıcı olacak.

Hayat Bazen Tatlıdır:

Sezonun en tatlı dizisi. Gani Müjde'nin senaryosunu yazdığı dizide Birce Akalay, biraz huysuz ama bir o kadar tatlı, iyi kalpli ve prensipli bir öğretmen rolünde. İzleyenler hemen farketmiştir, bir okul dizisi olan Hayat Bazen Tatlıdır, Perran Kutman'ın Hayat Bilgisi dizisiyle aynı omurgaya sahip. Zaten iki dizinin de senaristi Gani Müjde. Bir anlamda Gani Müjde, kendi dizisini bu günün liselilerine uyarlamış. Espriler, kullanılan dil, bugünün gençlerini çok iyi yakalamış ve güncel bir okul dizisi ortaya çıkmış ki kızım dahil çevremdeki liseliler dizinin sıkı bir takipçisi oldu bile.

Vatanım Sensin:

Yılın en nostaljik dizisi. İzmir'in işgali döneminde geçen hikayede başrolleri Halit Ergenç, Bergüzar Korel ve Onur Saylak paylaşıyor. Atatürk'e selam çaktığı sahnelerde, seyirciye duygusal anlar yaşatan dizi, ilerleyen bölümlerde tarihi gerçekleri daha çok ekrana getirirse sezon boyu seyircinin ilgisini çekebilir. Taylan Biraderler'in yönetmen titizliği hemen farkediliyor. Büyükanne rolünde izlediğimiz Celile Toyon'u izlemek ise büyük keyif.

Kiralık Aşk:

Geçen seneden yeni sezona devreden Kiralık Aşk gençler arasında vazgeçilmez olmaya devam ediyor. Daha önce izlememiştim ama baktım çevremdeki çocuklar, gençler çok izliyor, eleştirel gözle bir bakayım dedim. Hikayenin içine yerleştirilmiş kitaplar, karakterlere okutulan şiirler, konuşmaların içinde gönderme yapılan filmler o kadar pozitif örnek teşkil edilecek şekilde kurgulanmış ki, gençlerin merakını sevdikleri karakterin parfümüne, ayakkabı-çantasına değil kitaplara, filmlere, şiirlere yöneltiyor. Keşke her dizi bu bilinçle ve bu doğallıkla gençleri iyi şeylere yönlendirebilse.

Yazının devamı...

Rihanna'nın konserleri iptal olur mu?

Rihanna’nın paylaştığı karikatür Trump’ın Başkan seçilmesinden sonra başına iş açar mı?

Trump ve ABD seçimlerini artık bir kenara bırakmak istiyorum ama gelin görün ki gündem buna izin vermiyor. Bana sorarsanız, rahmetli dedemin "şakanın yarısı hakikattir" argümanı kesinlikle geçerli. Bu yüzdendir ki çoğu zaman politik gündemle ilgili yapılan komik paylaşımlar, ülkelere dair sayfa sayfa yazılan makalelerden daha fazla şey anlatabiliyor. Yeni ABD Başkanı da espri için malzemesi bol biri olduğundan gündem uzun bir süre belli ki Trump çevresinde dönecek. Geleyim Rihanna'ya... Rihanna da, Trump'ın başkanlığından memnuniyetsizliğini gösteren bir karikatür paylaştı. Komik ama bir o kadar da sert bir espriydi. Tabii ilk aklıma gelen, bizdeki gibi şimdi Rihanna'yı da linç etmeye kalkarlar mı? Konserleri filan iptal edilir mi? Sevenleri koruma kampanyası başlatıp "hepimiz Rihanna'yız" der mi? "Olur mu öyle şey" demeyin! "Trump Başkan seçilmez" dendi ama "olmaz" denen oldu. Hem de tam da bizde olacak şekilde, "höt- zöt, asarım- keserim" söylemiyle oldu.

Amerika'daki seçimler baya "Turkish" oldu yani. Belli mi olur, bakarsınız "Yeni Amerika" artık özgürlükler ülkesi değil baya Orta Doğu ülkesi tadına geliverir. Bu noktada, Twitter'da TolgaArslan_ isimli takipçimin bana attığı bir mesajı paylaşmadan geçemem: "Küçük Amerika olacaktık adamlar büyük Türkiye oldu."

Türk erkeği, Başkan'ın yakışıklısını severmiş

Amerika'daki başkanlık seçimleri ile ilgili, halkımızın fikirlerini sormuşlar. Cem Yılmaz'ın sıklıkla şakalarında yer verdiği gibi sahiden bizim insanımız "bilmiyorum" ya da "fikir sahibi değilim" asla demiyor. Donal Trump'ı, Donal Duck ile karıştıran abi bile bir araba dolusu lâf etmiş. En ilginci, delikanlılarımızın yakışıklılığından ötürü Trump hayranı olduklarını söylemeleri. Gerçi, adını Turp'a benzettiği için, Trump'ın zaferini "turp" dağıtarak kutlayan köylü abimiz de beni hayrete düşürmüştü ama bu kadar değil! Neresinden baksan epey tuhaf bir seçmenimiz var demek. Müslümanları hiç hazzetmediğini defalarca dile getiren birine, vatandaşlarımızın bunca destek vermesi, seçimlerde din olgusunun belki de sandığımız kadar etkili olmadığını düşündürüyor insana.

Gelelim delikanlılarımızın kararına... Genç bir erkeğin, ülke yönetecek kişinin tipine bakmasına mı yoksa Trump'ı yakışıklı bulabilmesine mi daha çok şaşırmalı, insan karar veremiyor. Bu çocukların oy verecekleri zaman "halk iradesini" ülkemiz için nasıl kullanacaklarına mı yanmalı yoksa ne ara bu kadar zevksizleştiklerine mi? Üstelik de bu gençler, lider yakışıklılığı deyince standartı en yüksek ülkenin vatandaşlarıysa, dünyanın gelmiş geçmiş açık ara en yakışıklı, en karizmatik lideri Atatürk'ün çocuklarıysa...

Liderlerin tebrik mesajları

Türkiye: Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın tebrik mesajı açıktı, "Terörle mücadelede yanımızda olun." Almanya: Merkel, tebrik ederken "sıkı bir işbirliği" önerdi, dostluktan bahsetti. Fransa: Francois Hollande "Amerikan halkı Trump'ı seçti. İki devlet adamının görevi gereği, Trump'ı kutluyorum" dedi.

Yazının devamı...

Umarım uzayda yaşam vardır

Olmaz denilen oldu, Trump Amerika Birleşik Devletleri Başkanı oldu. Malumunuz, Amerika'da Başkanlık seçimleri epey uzun zamana yayılır. Eyalet temsilcileri, iki büyük partinin kendi adaylarının seçimi derken önce aylar süren bir eleme yaşanır, sonra adayların televizyon düellolarıyla ikili mücadele sürer ve Kasım ayının ilk salı günü de Başkanlık seçimi yapılır. Seçimler genellikle halk tarafından önemsenmediğinden ve ABD Başkanı ülkeyle ilgili kararları alan en yetkili mercii filan olmadığından, oy kullanım oranı da epey düşük olur. Dikkatinizi çekmiştir, Başkan'ın kim olduğu Amerikalıları çok ilgilendirmez.

Seçime ilk defa ilgi vardı

Amerikalılar yaşamında birebir karar verme hakkına sahip olmadığı için kendilerini o temsil etmiş bu temsil etmiş çok da önemsenmez. Ülkenin, dış politikalarını belirlemede etkin kişidir Başkan. Bizim ABD’deki seçimleri, büyük dikkatle takip etmemiz işgüzar merakımızdan değil, seçilecek olan kişinin aldığı kararların yarın bizi tırmalayacak olmasındandır. Bu yıl Amerikalılar, kendi ülkelerindeki seçime uzun yıllar sonra ilk defa bu kadar ilgi gösterdiler ve sandığa gittiler.

Elbette, adaylardan birinin antipatik bulunan sansayonel milyarder Donald Trump diğerinin ise eski "first lady" ve belki de ABD’nin ilk kadın Başkanı olarak tarihe geçecek Hillary Clinton oluşu, bu ilginin en büyük sebebiydi.

Irkçı söylemleri, kadınlarla ilgili amiyane konuşmalarıyla çok büyük bir kesimin nefretini toplayan emlak milyarderi Trump seçilmesin diye, Hollywoood starları "oy ver" kampanyaları bile düzenledi. Amerika'nın "elitleri" Trump seçilmesin diye canını dişine taktı. Söz düellolarında hep kaybeden oldu Trump.

Oylarda açık ara hep geriden geldi. Ama sonunda "olmaz" denilen oldu, Trump Amerika'nın 45. Başkanı oldu. Umarım uzayda yaşam vardır...

Amerikalı seçmenler bize benziyor

Peki, Hıristiyan heteroseksüel beyaz erkek grubu dışında herkese karşı radikal söylemlerde bulunan, mesela Meksikalılarla araya duvar çekmek isteyen, siyahilere ikinci sınıf muamele yapan, Müslümanları ülkesine sokmayacağını defalarca dile getirerek Amerika'da Müslüman düşmanlığını körükleyen, kadından 'para ile satın alınan bir mal' olarak bahseden, vergi kaçakçılığını akıllılık olarak gören, nükleer silah isteyen ve daha pek çok faşist fikri bulunan Trump nasıl oldu da çoğunluğu ikna etti. Aslında çok da şaşırtıcı değil. ABD dünya lideri konumunda olsa da, vatandaşların çoğunluğu için aynı şeyi söylemek mümkün değil.

Amerikalılar, iki uçta insanlar. Bir yanda buluşlar yapıp, eserler üreterek dünyayı yöneten lokomotif azınlığın yaşadığı, öte yanda, genel kültür seviyesi düşük, hayatı sorgulamayan, dünyada ne olup bittiğiyle ilgilenmeden, basit zevklerini elde ettiği sürece mutlu olan insanların çoğunlukta olduğu ülke Amerika. Küresel bir kriz yaşanan bu dönemde, otoriter, maço bir baba figürüne sığınmaya çalışan ABD halkı ile Türkiye seçmeni arasında epey benzerlik var. O yüzden Trump nasıl kazandı sorusunu, biraz kendimizde bulabiliriz.

Bilgiyi önemsemiyor

Avrupalı için korkunç görünen ve asla yandaş kazanamayacak şahsiyetler Amerika ve Türkiye'de makbul olabilir. Avrupa'nın ortak bir bilgi ve kültür seviyesindeki halkı, biçimi, insan hakları önceliği, sorgulayıcı düşünce sistemi, kültür ve eğitim önceliği, sosyal adalet isteği, entellektüel birikim gerektiren siyasi konjonktürü ile politikacıların donanımları yanında belirli bir zerafet ve saygı seviyesinde olması gerekliliğini şart koşarken, ABD ve bizim gibi bilgi sahibi olmayı çok da önemsemeyen çoğunlukların yaşadığı ülkelerde iktidarın dili kaba-saba, tribün maçoluğu üslubunu yeterli sayıyor.

Baba figürü arıyorlar

Avrupa zihniyeti, ülkesini en iyi idare edecek ve kendini en iyi temsil edebilecek yöneticileri ararken, Amerikalı seçmen, etrafa kafa tutacak, kendine sahip çıkacak bir baba figürüne ihtiyaç duyuyor. Tıpkı bizim gibi. İki ülkede de çok zenginler ve fakirler arasında olduğu gibi entelektüeller ve cahiller arasında da büyük uçurum var, ayrıca iki ülke halkalarını da medya yalanları kolaylıkla yönlendirebiliyor.

Bu noktalarda da Amerika ile benzer kodlar içindeyiz. Temel farkımız ise, Amerikalılar yöneticilerini, özgürlüklerini koruduğu, konforlarını sağladığı sürece bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyerek çıkarları karşılığı kabullenirken, bizler ezile büzüle, kayıtsız şartsız iktidarlara biat etmeyi seçiyoruz. Eminim Trump, Türkiye'de de seçime girebilse, kendi dinini ırkını değil de, bizdeki çoğunluğunkini savunsa, rahatlıkla "Başkan" çıkardı. Ama nefret etme biçimi bunca benzerken, nefret edilenler taban tabana zıt olunca, yandı gülüm keten helva. Trump'un siyaset tarifinde reddettiği her şey bizim coğrafyamızda. Eğer söylemlerinin yarısının arkasında durursa ya da radikal faşistler Trump rüzgarına kapılırsa, dünya üzerinde barışçıl umutlara hepten veda etmek zorunda kalırız.

Yazının devamı...

Korku İmparatorluğunda “Survivor” olmak

Bizim için sosyal medya, hayatta kalma mücadelesinde elinde tuttuğun fener demek.

Geçtiğimiz günlerde yapılan bir araştırmadan bahsetmiş ve Türkiye’nin, “Twitter sansürü“ denilince akla ilk gelen ülke seçildiğini yazmıştım. Bu hafta hemen bu istatistiği kanıtladık ve sadece Twitter değil Facebook, Instagram, WhatsApp gibi tüm sosyal medya uygulamalarımız kapatılmış olarak güne başladık. Çok büyük panik yaşadım. Herhalde bu paniğimi, mesela İsveç‘te yaşayan biri anlayamaz. Öyle ya, “sosyal medya” adı üzerinde; arkadaşlarla muhabbette kalalım, gezip gördüğümüzü paylaşalım, düğünümüz mü var cenazemiz mi haber salalım arada da ünlülere takılalım kafasıyla kurgulanmış bir dünya. Ve kuvvetle ihtimal İsveçli kullanıcılar için sosyal medyasızlık, eğlenceden biraz mahrum kalmak anlamından öteye gitmiyordur. Ama siz beni anladınız, bizim için ne kadar “hayati” önem taşıdığının elbette farkındasınız. Bizim için sosyal medya demek, hayatta kalma mücadelesinde elinde tuttuğun fener demek. Sosyal medya kesilince, Survivor yarışmasında, gece ormanın karanlığında, fenersiz mücadele ediyormuşuz gibi, nerden ne geleceğini bilememenin paniğiyle kalıveriyoruz ortada. “Eyvah” diyoruz, “bir yerlerde kötü bir şeyler oluyor” ve işte o an biliyoruz ki ülkece güvende değiliz ve yine çok iyi biliyoruz ki, nedenini asla bilemeyiz. Bilemeyiz çünkü, öğrenemediğimiz her neyse o konuyla ilgili basın yasağı da çoktan gelmiş demektir. İşte o an, akreplerle yılanlarla kaplı toprak üzerinde, gözü bağlı yalın ayak yürür gibi hissediyor insan. Unutmayın, insan en çok bilmediğinden, görmediğinden korkar. İşte, sosyal medyanın yokluğunda hissettiğimiz bu panik, o an başımıza gelmekte olanı bilmemenin verdiği panik. Korku imparatorluğunda, “Survivor” olmak, Dominik’teki gibi değil. Ödülü ekmek ama elendiğinde gittiğin yer evin değil!

Dünya’da 100 kişi yaşasaydı

Dünya’yı mikro ölçekte ele alan bir çalışmadan çok etkilendim. 7 milyar nüfuslu gezegenimizdeki sayılarda büyük bir sadeleştirme yapılınca dünya üzerindeki pasta paylaşımı çok net ve anlaşılır oluyor. İşte, Dünya’nın 100 kişi olduğunu var sayarsak ortaya çıkan tablo...

Coğrafi kimlik: 60’ı Asyalı 15’i Afrikalı 14’ü Amerikalı,11’i Avrupalı.

Din: 33’ü Hıristiyan, 21’i Müslüman, 16’sı herhangi bir dini seçmeyen, 14’ü Hindu, 5’i Budist, 10’u da farklı dinden

Okur-Yazarlık: 86 kişi okur-yazar, 14 kişi değil

Para dağılımı: 56 kişi yani dünyanın yarısı günde 6-30 lira arası para harcarken, 15 kişi 6 lira ile geçiniyor, 13 kişi günde 30-60 lira, 9 kişi 60-150 lira arası, 6 kişi 150-270 lira arası, 1 kişi de yani gerçeğe oranlarsak dünyanın yüzde birine karşılık gelen 70 milyon kişi günde 300 lira civarı harcıyormuş. Ve tüm dünyadaki paranın yarısını ise geriye kalan tek bir kişi harcıyormuş.

Kilo: Rahat olalım 63 kişi yani dünyanın yarısından çoğu normal kilodaymış. 21’i ise kilolu. 15’i zayıf bir kişi zaafiyet geçiriyor.

Su: 87 kişi temiz su bulabilirken, 13 kişi maalesef kullanılabilir su bulamıyor.

Barınma: 100 kişilik Dünya’nın 77’si barınacak bir yer bulmuşken, 23’ü açıkta. Eğitim: 100 kişiye sadeleştirilmiş dünyada sadece 7 kişi üniversite mezunu.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.