Şampiy10
Magazin
Gündem

En acayip şeylerin birincisi Türkiye

Nerde var nahoş ya da acayip bir konuyla ilgili yapılmış istatistik, orda ilk sırada her zaman biz varız. Sosyal medya üzerine yapılan yeni bir araştırmada yine dünya birinciliğini elden bırakmamışız. Bu alanda en son, "Twitter sansürü ile tanınan ülke" seçilmiştik. Bu sefer ise sosyal medyasında "en çok bot" olan ülkeler arasında birinciyiz. Şehirler listesinde ise İstanbul ilk sırada yer alırken, ikincilikte yine Türkiye'den bir şehir var; Ankara. "Bot nedir?" derseniz, "robot" olarak da isimlendirebiliriz. Twitter'ımız, Facebook'umuz , Instagram'ımızdaki yorumlar bile organik değil yani. "Yorumun, sosyal medyanın organiği de olur mu?" demeyin. Kısaca, insan elinden çıkan yorumlar organik oluyor. Robotlar tarafından belli bir fikri manipüle etmek için üretilenler ise enfeksiyona yol açan, bir çeşit "GDO"lu yorumlar oluyor ve hepimizin beynini kirletiyor. Peki bu robotlar ne için kullanılıyor? Elbette siyaset için. Zaten dünya çapında bu araştırmaların yapılmasının sebebi de siyasi manipülasyonu ölçmek. Özellikle Amerika'daki seçimlerin gittikçe hararet kazandığı ve tam bitti derken bir anda Trump'ın puan farkını 1'e indirdiği şu günlerde... Yani, Amerika'da robotlar seçimi nasıl manipüle ediyor diye bakarken en vahim durumun bizde olduğu ortaya çıkmış. Şaşırdık mı? Hayır! Birilerinin işine gelmeyen bir paylaşımda bulunduğunuzda aniden yüzlerce hesap tarafından saldırıya uğradığınızda bilin ki sadece paralı trolleri değil, robotları da kullanıyor siyasiler ve siyasete yön verenler. Siyaseti de geniş çaplı düşünmek gerek. Terör örgütleri ya da dış güçler de kendi robot ordularıyla sosyal medyada iş başında. O yüzden, yazılan saldırgan yorumları, moral bozucu paylaşımları, tehditleri, linç girişimlerini çok da ciddiye almamak lazım yani...

Esas saat dilimi nedir?

"Bu sene kış saati uygulamasına geçmiyoruz" deniyor ya illet oluyorum. "Kış saati" diye bir uygulama zaten yoktur ve hiç olmamıştır. Sonradan icat edilen ve bir uygulama olan "yaz saati"dir. Yani biz şu anda asıl olması gereken saat düzeninden sapıp, bir uygulama olan "yaz saati"ni bir de kışın kullanmaya kalktık. "Yaz saati" dediğimiz, 1895 yılında Yeni Zelendalı bir böcekbilimci tarafından ortaya atılmış bir uygulamadır. Her zamanda tartışmalı olmuştur. Ticaret ve sporda faydaları görülürken, tarım, gece eğlence hayatı gibi alanlarda negatif etkileri olduğu saptanmış. Bu sebeple, kimi ülke kullanmış kimi kullanmamış, kimi ise bazı yıl kullanıp bazı yıl kullanmamayı seçmiş. 45 sene evvel bizim ülkemizde de üç yıl filan yaz saati uygulaması kullanılmamış, o sebepledir ki benim jenerasyonumdaysanız ve internete bakarak yükselen burcunuzu öğrenmeye kalktıysanız yanıldınız. Velhasıl, "yaz saati uygulaması" yapmak iyi midir değil midir, tartışılırken, biz hiç olmayacak bir şey yaparak bu uygulamayı esas saat düzenimiz olarak kabul ettik. Hani, "yaz saati uygulaması yapmıycaz" dense anlamak mümkün çünkü, tarih boyunca kullanılan normal saat akışını kullanıyoruz kışın. Gün ışığından yazın daha çok faydalanmak için sonradan uydurulan yaz saati ise normal saatin bir saat kaydırılmış olanıdır. Aslı dururken, uygulamasını esas almak gibi kafa karıştırıcı bir şey yapıyoruz yani şu anda. Yazlık elbiselerle, kış geçirmeye kalkmak gibi bir şey bu. Üstelik öyle, telefonu otomatikten çıkarmakla da olmuyor. Arabaları da elektirkli aletlerin saatlerini de yılda iki kere düzeltmek gerek bundan böyle. Yurt dışına bağlı bazı istasyonlar ise hepten şaştı. Tabii bunlar dert değil. Bir fayda sağlayacak olsak, her gün düzeltelim saatleri n'olacak! Ama daha kara kış başlamamışken bile, zifiri karanlıkta okula gitmeye çalışan çocukları bekleyen tehlikeleri, umarım yetkililer hesaba katmıştır. Servisle giden çocuklar daha şanslı. Hoş, istatiksel olarak bilindiği gibi karanlıkta trafik kazaları artıyor ve bu durumda çocuklar için de okula giderken kaza riski artmış oluyor. Hadi onları da geçtim, ya okula yürüyerek giden çocuklar? Onların güvenliği için ne gibi tedbirler alınmış acaba? Issız sokakların zift rengi karanlığında okullarına yürüyen küçücük çocuklara ne olacak? Daha bunun doğusu var, varoşları var, köyleri var! Her köşe başında bir çocuk tacizcisi, çocuk katili türemiş olan ülkemizde, çocukları bir de karanlığa atmak... Günden güne daha da karanlığa gömülecek kara kışı, karı, karanlığın zemheri soğuğunu saymıyorum bile. Allah aşkına icat çıkarmayın! Ha ille de ileri geri saat oynatmak istemiyorsanız ona da tamam. O zaman bilim adamlarının sözünü dinleyip, insan doğası için en doğru olduğu ispatlanmış temel saat dilimini seçip -ki onun adı kış saati değildir-, ilkbaharda "yaz saati" uygulamasına geçmeyelim. Ama sonradan uydurulmuş bir saati temel alıp, çoluğu çocuğu karanlığa gömmeyelim.

Yazının devamı...

Sanki Cumhuriyet dün kurulmuş gibi

İyi pazarlar efendim... Herkese mutlu ve huzurlu bir gün dilerim. Sanki dün Cumhuriyet kurulmuş gibi, sanki Atatürk memleketin başında, sanki dünya hayranlıkla bizi konuşuyor gibi... Sanki 93 yıl önce tarihte bugün gibi... Halk kenetlenmiş, birlik beraberlik ruhumuza işlemiş, sanki sokaklar bayram yeriymiş gibi... Sanki bugün tarihimizin en büyük günü, sanki bugün Cumhuriyetimizin ilk günü gibi... Mutlu, geleceğe umutla bakan, kendiyle gurur duyan bir ülkenin evlatları gibi... Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının hakettiği gibi...

Pazar Haberleri...

Contemporary İstanbul-Cİ: Gene İstanbul'dan bir haber. Kabul edelim ki Türkiye'nin sanat başkenti İstanbul. Haliyle, Türkiye'nin en önemli etkinlikleri, uluslararası arenadaki sanat buluşmaları hep İstanbul'da oluyor. Sanat, eğlence, tasarım, gibi alanlarda etkinlik takip etmek isteyenlere de arada İstanbul'u ziyaret etmek düşüyor. İşte yine çok önemli bir organizasyon, Türkiye ve dünya çağdaş sanatının en önemli ve yenilikçi örneklerini buluşturan, uluslararası nitelikteki sanat fuarı Contemporary İstanbul, 3-6 Kasım tarihleri arasında 11’inci kez düzenleniyor. Bu yıl "Collectors' Stories" başlığı altında toplanan proje kapsamında, kişiler kendi özel koleksiyonlarını sergileyecek. Sanatseverlere duyurulur.

Sosyal Medya "Özür dileme servisi": İlginç bir girişim değil mi? Eskişehirli hemşire, doktor, mühendis, memur pek çok meslek grubundan gönüllülerin yer aldığı bir "küskünleri barıştırma" servisinden söz ediyorum. Ücretsiz olarak sosyal medya üzerinden kullanılabilen bu uygulama aracılığıyla, dargın olunan kişilerden özür dilemek mümkün. Sistem şöyle işliyor: Facebook, Twitter ya da Instagram'da "Eskişehir Özür Dileme Servisi"ni bulacaksınız. Burada paylaşılan numaraları arayarak sizi cevaplayan gönüllü çalışandan, küs olduğunuz kişiden sizin adınıza özür dilemesini isteyeceksiniz. Tabii en güzeli kişinin kendi özrünü kendi iletmesi. Ama diyelim kendinizde bir türlü o cesareti bulamıyorsunuz, o zaman dargınlığı uzatmak yerine, gönüllü aracılığıyla özür dileyebiliyorsunuz. Özürünüzün kabul edildiğini öğrendiğinizde de rahat rahat kendiniz arayıp ilişkiyi yeniden düzeltebiliyorsunuz. Gerçekten ilginç olan bu uygulama için henüz söylenecek çok fazla söz yok. Ne diyelim, "Ey sosyal medya, sen nelere kâdirsin"!

Büyüksün Yılmaz Büyükerşen: Geçen pazar, oyunumu oynayıp saat 21:00 civarı evime dönerken Gaziosmanpaşa tarafındaki yol çalışması sebebiyle saatlerce trafikte sıkışınca, sosyal medya aracılığıyla isyan edip biraz içimi döktüm. Modern şehircilik anlayışına sığmayacak akıl almaz uygulama yüzünden mağdur kalınca, Eskişehir'i baştan yaratan Yılmaz Büyükerşen Hoca'ya lâf attım. Hani futbolda teknik direktör, futbolcu filan transfer ediliyor ya sözleşmeli olarak, biz İstanbullular da, Eskişehir'in efsane Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen'i iki yıllığına filan transfer etsek de "Şehir-i İstanbul'u biraz hizaya soksa" dedim. Eskişehirliler, espriyle karışık ortaya attığım fikirden korkup "Hocamızı Eskişehir'den bırakmayız" diye bana isyan ettiler. Duruma açıklık getireyim. "Olmaz" efendim. Elbette ben şaka yapmıştım ama rahmetli dedemin dediği gibi "her şakanın yarısı hakikattir". Samimi fikrimi sorarsanız, gerçekten bu memlekete 80 tane "Büyükerşen" lâzım. Ama elde var bir. Ve o da asla Eskişehir'inden vazgeçmez buna emin olun. Yani "Hayaller Eskişehir" gibi olsa da "hayatlar" yine kendi şehirlerimizin gerçeğine mahkum kalmak durumunda.

Yazının devamı...

Peki ya bizim cinlerimiz tepemize çıkarsa?

Hemşireye otobüste tekme atan Abdullah Çakıroğlu, savunmasında aklım başımda değil demiş... Artık elimizden bir kaza çıkarsa suç cinlerde!

Şort giydiği için, nöbetinden evine dönen hemşireyi otobüste tekme tokat darp eden Abdullah Çakıroğlu, en absürd televizyon skeçlerini bile sollayan mahkeme savunmasıyla gene Türkiye’yi salladı. Bir adam, otobüste tek başına oturan bir kadını dövüyor ama adalet sisteminiz bu kadar bariz bir suçluyu bile cezalandırmakta aciz kalıyor. Özellikle “aciz kalıyor” diyorum çünkü aksi halde, yargının erkeği kolladığını, kadına kendince “terbiye” vermeye çalışan ve tahakkümü hakkı olarak gören erkek bakışına onay verdiği akla geliyor ki açıkçası bunu düşünmek bile istemiyorum. Hemşire Ayşegül Terzi’yi döverek hastanelik ettikten sonra hemen salıverilen ve sosyal medyadaki infialden sonra tutuklanan Abdullah Çakıroğlu ilk mahkemesinde gene serbest bırakıldı. Üstelik, serbest kalmasını sağlayan ifadesi, gerçekten akıllara durgunluk verici saçmalıklarla doluyken! Abdullah Çakıroğlu, son dönem mahkemelerde geçer akça olan tüm kozları kullanmış savunmasında. Önce, eskiden beri suçluların en çok başvurduğu “Hastayım, aklım başımda değildi” mazaretini sunmuş, üzerisünme maalesef günümüzde en çok beğeni toplayan din sosuyla konuşmasını noktalamış. Efendim, kadının zaten oturmasını beğenmemiş, giyimini Kuran’a uygun bulmamış. Ama zaten de hastaymış, tedavi olmak için üfürükçüye gitmiş, orda da cinler başına musallat olmuş.

Başka sorum yok hakim bey...

Bu abes savunma karşısında, ne beklersiniz? Suçlu ya kodese ya akıl hastanesine değil mi? Ama yok efendim, salınıverilmiş sevimsiz sırıtışıyla sürekli “kadınlar örtünsün” diye vaaz veren tekmeci. Elbette bu karara çığ gibi tepki geldi ve serbest bırakıldıktan yarım saat sonra Başsavcı vekili Abdullah Üşenmez karara itiraz ederek yeniden tutuklama kararı istedi. Mahkeme süreci, suçla ve suçluyla bir dargın bir barışık bildiğiniz çocuk oyuncağına döndü yani. Bu kararın üzerine, 90 yıl önce bu ülkede kadına lâf atmanın mahkumiyet sebebi olduğunu hatırlatır, otobüste tekme tokat kadın dövüp “cinler yaptı“ savunmasına itibar eden mahkemeye “Başka sorum yok hakim bey” demeyi vatandaşlık görevi adlederim! Bu arada, madem cinler, mahkemede delil sayılır oldu, bilin ki biz kadınların da vandal erkekler ve adaletsizlikler yüzünden cini tepesine çıkıyor. Artık elimizden bir kaza çıkarsa, tüm suç tepemizdeki cinlerde, şimdiden böyle biline!

Ülkelerin “en iyi oldukları“ alanlarla ilgili bir harita hazırlanmış. İspanya, eşcinsel haklarına töleransıyla, İsrail tıbbi araştırmalarıyla, Uruguay çiftçilik alanı, Tayland pirinç, Hindistan muz üretimiyle, Küba ise doktorlarıyla... Haritada bizim neyimiz ünlü, Türkiye deyince akla ne geliyor diye baktım hemen. Ve güleyim mi ağlayayım mı kızayım mı şaşırdım! En meşhur icraatımız, Twitter Sansürü!

Emel Anne burs vermek için koşacak

38’inci İstanbul Maratonu 13 Kasım’da koşulacak. 1973 yılından beri yapılan, aslında Avrasya Maratonu olarak bildiğimiz ama 3 yıl evvel şehrin tanıtımı için “İstanbul Maratonu” olarak adı değiştirilen, 100 binden fazla kişinin dostluk ve centilmenlik için Avrupa ve Asya arasında kültürel köprü oluşturmak amacıyla koştuğu, Türkiye’nin en büyük etkinliklerinden hatta şölenlerinden biri. Bu yıl Ali İsmail Korkmaz’ın annesi de dövülerek öldürülen oğlunun anısına kurduğu “Ali İsmail Korkmaz Vakfı“ aracılığıyla 52 öğrenciye burs sağlamak için koşacak. Bu yürekli kadını, Emel Anne’yi desteklemek isterseniz “alikev.org” sitesinden bilgi alabilirsiniz. İster 10 lira, ister bir öğrencinin yıllık burs bedeli olan 2500 lira yardımda bulunmak ya da destek toplamak amacıyla koşmak mümkün. Maksat, memleketin güzel insanlarından güzel insanlara iyilik yayılsın ve sonuçta da bu ülkenin geleceği gençler iyilikle kucaklansın.

Yazının devamı...

İstanbullular için aile boyu Pazar gezmeleri:

Her yıl yapılması planlanan “Tasarım Tomtom sokakta” buluşmasının ilki için son tarih bugün.

Tomtom Mahallesi : “Tasarım Tomtom Sokak’ta” etkinliğine katılmak için bugün son gününüz. Nedir peki bu etkinlik? Aslında bir tasarım festivali olarak düşünebilirsiniz. Topton Kaptan Sokak ve komşu sokakların, tasarımcıların eliyle bambaşka renklere bürünmüş hali... Sokaklarda havada asılı duran avizelerden, sanatçıların graffitilerine, modadan aksesuara, birbirimize bağlı olduğumuzu anlatan sokakları birbirine bağlayan iplere kadar, yeniden tasarlanmış bambaşka bir dünya bulacağınız bir etkinlikten söz ediyorum. Tomtom sokak zaten İstanbul’un en özgün dokularından birine sahip. İtalyan Lisesi, Fransız ve Venedik Sarayları‘nın bulunduğu bu çok kültürlü ve tarihi bölge, son yıllarda eski kültürü yaşatan yenilenme çalışmalarıyla bir sanat mahallesine dönüşme yolunda... Elbette birbirinden gurme şef mekanlarını da unutmamak gerek. Eğer bu Pazar’ınızı ailece Tomtom Sokak’ta geçirirseniz, eminim çok keyif alacaksınız. Çocuklar için etkinlikler, mağazalar, söyleşiler, süslemeler... Festival havasında renkli, eğlenceli, sanatla iç içe bir gün geçirmek isteyenlere duyurulur. Her yıl yapılması planlanan “Tasarım Tomtom sokakta” buluşmasının ilki için son tarih bugün. Beyoğlu’nun arkalarındaki, hala tarih kokan ama bugünün tasarımıyla da buluşan mahallelerin bol bol fotoğrafını çekmeyi unutmayın. Bahar Korçan’ın yaratıcı direktörlüğündeki etkinliğin birbirine komşu mekanları şöyle sıralanıyor: Tomtom Garaj, İtalyan Lisesi, Tomtom Garden Avlusu, Tomtom Kaptan Sokak, Boğazkesen pop-Up mağazalar, sokaklardaki 50 stand ve 30’a yakın katılımcı mağaza.

Tomtom Sokak’ta pazar günü etkinlikleri şöyle:

Çocuklarla kitap tasarlamak

Yürütücü: Defne Ongun Müminoğlu Saat:11.30-12.30 (Yer: İtalyan Lisesi-çocuklara ücretsiz)

Sevimli Hayalet Atölyesi Saat:13.00-14.30 (Yer: İtalyan Lisesi-çocuklara ücretsiz)

Sevdiğin yaşamı tasarla Saat:15.00-17.00 (Yer:İtalyan Lisesi)

Nicole Yemek Atölyesi saat:15.00-16.00 (Yer:Tomtom Suites-ücretsiz)

Fotoğrafa dair bir dünya

Fotoğrafçılar için bir vaha, Leica İstanbul: Efsane fotoğraf makinesi markası Leica , muhteşem bir konsept ile artık İstanbul’da... Ben bir Leica hayranıyım, çünkü Leica sadece bir fotoğraf makinesi değil “ fotoğrafa dair bir dünya” demek benim için. Ülkemizde ne yazık ki kendi mağazası olmadığından bugüne kadar hep yurtdışında gitmek zorunda kaldım Leica mağazalarına. Sadece alışveriş için değil, müze gezer gibi gezmek için de, her gittiğim ülkedeki Leica mağazasını ziyaret etmek özel zevklerim arasındadır. 160 yıllık Leica markası, fotoğrafçılar için tarih boyunca hep arzu nesnesi olmuştur. Ve şimdi Doğuş grubu, üstelik de sanırım dünyadaki en özel ve belki de en büyük konsept Leica mekanını, İstanbul’da, markanın tarih ve sanat algısına yakışır bir mekan olan tarihi Bomonti’de açtı. Sakın burayı sadece bir mağaza olarak düşünmeyin. Fotoğraf sergilerine ev sahipliği yapan galerisi, fotoğrafa dair akademik dersler verilmek üzere ve ünlü fotoğrafçılarla buluşmalar için planlanan “Leica Akademisi” ve fotoğrafçıların buluşma noktası olan, içinde pek çok fotoğraf kitabı bulabileceğiniz, tarihi makineleri görebileceğiniz kafesiyle, fotoğraf tutkunlarına aidiyet hissi yaratan tam bir vaha... İstanbul’un ve fotoğrafa gönül vermişlerin artık “fotoğraf kursu”ndan çok daha fazlasına ihtiyacı vardı ve Leica’nın mekanı gerçekten İstanbul’a çok yakıştı. İtalyan bir mimarın restore ettiği mekan gerçekten Leica’nın efsanevi magnum fotoğrafçılarının elinden çıkmış bir kare gibi. Eğer fotoğrafa meraklı iseniz, “Bir bakıp çıkarım” diye düşünmeyin, emin olun içeri girince çıkamayacaksınız. Burası fotoğrafçılar için bir kulüp niteliğinde. Pazar günleri açık. Belki oldukça yüksek fiyattaki ama her kuruşunu fazlasıyla hakeden bir Leica makine almak çok kolay değil ama o kokuyu almak bile güzel ve çok şükür ki bu ücretsiz. Güzel bir haber de şu ki, Leica, sadece dünyaca ünlü çok az Leica fotoğrafçısı için yaptığı “özel imzalı Leica” koleksiyonuna Ara Güler’i de ekledi. Çok az sayıdaki “Ara güler imzalı“ Leica M’i de sergi alanında görebilirsiniz. Bu arada Leica akademinin ilk dersi başlıyor, haberi önce benden almış olun ve “Fotoğraf tarihi” atölyesi için sınırlı sayıdaki katılımcı arasındaki yerinizi alın: Yard.Doç.Dr.Osman Erden’in vereceği 2 seanslık seminer 19 Kasım Ctesi ve 26 Kasım Ctesi günleri 14.00-16.00 arası Leica Akademi, Bomonti’de...

Yazının devamı...

“Cehennem” zamanı

Dan Brown’ın aynı isimli kitabından sinemaya uyarlanan “Cehennem”, haftanın filmi olarak karşımıza çıkıyor. “Da Vinci Şifresi” ile dünyanın en çok okunan yazarlarından biri haline gelen Dan Brown, 2013 yılında çıkan kitabı “Cehennem” ile bir anda Türkiye’nin gündemine oturmuştu çünkü ünlü yazarın gizemli macerası bu defa İstanbul’da geçiyordu. Yazar bir süre önce Türkiye’ye gelmiş, ünlü rehberimiz Serhan Güngör ile İstanbul’da gece yarısı plansız bir gezi yapmıştı. İşte o gece, Serhan Güngör, Dan Brown’u etkilemek ve biraz da İstanbul’a dikkatini çekmek için, yazarı Ayasofya, Çemberlitaş ve Yerabatan Sarayı‘na götürmüş, bu tarihi yapılarla ilgili bolca da mistik ve mitolojik efsane anlatmış. İçinden de “Robert Langdon’un bir macerası da İstanbul’da geçse, ne güzel olur” diye geçirmiş.

Dan Brown şifresi turları başladı

Tüm bu hikayeyi çok yakından biliyorum çünkü kitabı piyasaya çıktığı gün almış ve Robert Langdon’un yeni macerasının İstanbul’da geçtiğini, kitapta bir Türk rehberin kahramanımıza Ayasofya ve Yerebatan’ın sırlarını anlattığı bölümü okuyunca Serhan Güngör’ü arayıp bir röportaj yapmış, tüm yaşananları birinci ağızdan öğrenmiştim. İşte o kitap üç yıl sonra şimdi beyazperdede ve elbette İstanbul da öyle. Dan Brown’un ilk kitabı “Da Vinci Şifresi” Paris’te geçiyordu. Ardından filme de çekilince, Paris’te, “Dan Brown’ın Şifresinin İzinden” adı altında turlar başlamıştı. İkinci kitap, “Melekler ve Şeytanlar” için yazar Vatikan’ı seçmişti. Bu defa Dan Brown turizmi İtalya’ya taşınmıştı. Ve şimdi, “Cehennem”de Dan Brown’un şifresi İstanbul’da çözülüyor. Kitaptan sonra, İstanbul’da turlar başlamıştı ama şimdi filmden sonra yoğun biçimde Tarihi Yarımada’mızda “Dan Brown’ın şifresi” turları yeniden başladı. Umut ediyorum ki önümüzdeki aylarda yabancı turistler de Ayasofya ve Yerebatan’ın sırlarını keşfetmek için İstanbul’u mesken tutacak. Açıkçası, terör sebebiyle turizmde çok kan kaybettiğimiz şu günlerde dilerim, büyük bir terör eylemi üzerine kurulu “Cehennem” bize ilaç gibi gelsin ve turistlerin rotaları yeniden ülkemize çevrilsin. Bu arada filmin, ülkemizde, Amerika’dan önce vizyona girmesi de epey dikkat çekici.

Filmin konusunun, insan ırkında bir temizlik yapmak için büyük bir felaket planı üzerine kurulu olduğu düşünülürse, “Cehennem” kapısı olarak İstanbul’un seçilmiş olması ve temizliğin Orta Doğu’yu işaret ediyor olması, savaşla burun buruna olduğumuz şu günlerde, insanın içini biraz ürpertmiyor değil! Acaba ben mi fazla paranoyak düşünüyorum, izleyin kendiniz karar verin.

Yazının devamı...

Şarkılardan fal tuttuk ülkemize kaç kere...

Murat Meriç'in hazırladığı "100 Şarkıda Memleket Tarihi", şarkıların ardında yatan hikayeleri keyifle anlatıyor....

Başka kültürlerde bizim gibi "şarkılardan fal tutmak" var mıdır, bimiyorum. Ama neşeliyken, efkarlıyken, nişanlıyken, boşanıyorken, fasılda eğlenirken, radyo dinlerken "Şimdiki şarkı sevgilimle bana gelsin" diyerek şansımıza gelen şarkının anlamına göre yorum yapmak üzere sıklıkla şarkılardan fal tuttuğumuzu biliyorum. Hatta arkadaşlarla bir arada iken, "ikinci benim, üçüncü senin" , "aaa olmaz üçüncüyü önce ben istedim" diye sıraya girmeler, tutulan şarkı ayrılık içeriyorsa dudak büküp üzülmeler, şaka ile karışık sinirlenmeler...

En çok şaşırdığım ise, şarkılarımızın hüznü ile bizde yarattığı duygu arasındaki çelişkidir. En hüzünlü şarkıda göbek atar, beddua eden sözleri mesela, "Dilerim Tanrı'dan ki sana açık kucaklar, bir daha kapanmadan kara toprakla dolsun" diye bağıra bağıra en romantik bakışlarımızla sevgilimizin gözünün içine söyleriz. "Halime'yi samanlıkta bastılar" diye düğünlerde neşeleniriz. En eğlendiğimiz , "Eller havaya" dediğimiz şarkılar, ne kederli hikayeler taşır çoğu zaman. Tıpkı ölen Bahriyelilerin çamaşırlarının ailelerine verilmesini anlatan "Gemilerde talim var" gibi "Dom dom kurşunu", "Ormancı", hiç de öyle omuz sallayıp gerdan kırılacak, kadeh tokuşturulacak türküler değildir asına bakılırsa. En fenası "Hey 15'li 15'li" diye 15 yaşında askere yollanmış çocuklar için yakılmış türküde şıkır şıkır göbek atışımızdır mesela. Belki de şarkılardan bu kadar fal tutmayı sevdiğimiz halde, sözlerini pek de kale almıyoruz. Yoksa, "Aman Petrol" diye akar yakıta bile kalça sallamazdık, öyle değil mi?

Memleket tarihin izdüşümü şarkılar...

Peki şarkıların güftelerinde yatan hikayeleri, esin kaynaklarını öğrenmek ister misiniz? Cevabınız evet ise eminim, "100 Şarkıda Memleket Tarihi" ilginizi çok çekecek. "Hazır Bilgi Serisi'nin" 4'üncüsüsü, Murat Meriç'in hazırladığı "100 Şarkıda Memleket Tarihi", hikayesi geçen şarkıları anında dinleyebileceğiniz karekodları ile çok keyifli bir kitap. Memleket tarihinin, şarkılarla açılmış fallarından birkaç örnek size:

Son bakış - Sezen Aksu, 1989- "Amman Amman yandım aman/Kurşun gibi izler/Son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda ..." Aysel Gürel bu dizeleri,12 Eylül'ün büyük utançlarından, henüz 17 yaşındaki Erdal Eren'in idamı üzerine yazmış. Erdal Eren'in idamdan önce çekilmiş son fotoğrafındaki bakışlar Savaş Ay'ın objektifinden zihnimize kazındağı kadar bu dizelerle de duygu hafızamızda kaldı.

Uğurlar Olsun - Selda Bağcan: Uğur Mumcu'nun, 1993'te suikast sonucu ölümüne ağıt olarak yazılmış bir şarkı. Kalemin düştü kana... "Zalimler pusudaydı...Bedenin paramparça...Uğurlar olsun....Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun..."

Güldünya - Aylin Aslım, 2005-: "Bir karında yatmadık mı/ Bir anadan doğmadık mı/ Bir memeden doymadık mı/ Binbir yarayla tek kurşunla/ Gitti Güldünya/ Kim farkında kimin umurunda" Töre cinayetine kurban giden Güldünya, ailesinin kararıyla abisi tarafından öldürülmüştü. Suçu, tecavüze uğradığı akrabasından hamile kalmaktı. Maalesef memleketin bu derin yarası hiç kapanmadı. Aylin Aslım'ın şarkısı, töre cinayetlerine kurban giden sembol isim olarak hafızamıza kazınmış, Güldünya'nın ve pek çok kadının öldürülmesinin hatırlatan bir sızı olarak dillerde kalmıştır.

Zülfü Livaneli: Memleket tarihine en çok not düşen belki de Liveneli'dir. 1972 yılında 25 yaşındayken öldürülen Ulaş Bardakçı'nın ardından "Ulaş", yine aynı yıl idam edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın ardından "Şarkışla" ağıtları, "tarihe not " niteliğindeki eserlerinden sadece bazıları.

Yazının devamı...

Hafta sonu önerileri

İş hayatı yeterince sıkıcı ve monoton... En azından hafta sonları elinize bir kitap alın. Bir sergiye, tiyatroya veya sinemaya giderek yaşadığınızın farkına varın...

Film:

Trendeki Kız: İngiliz yazar Paula Hawkins'in geçen yıl yayınlanan ve hala "en çok satanlar" listesindeki yerini koruyan polisiye-gerilim türündeki romanının merakla beklenen beyazperde uyarlaması vizyonda. Yönetmen Tate Taylor tarafından büyük başarıyla sinemaya aktarılan hikayede, alkolik bir kadın günlerini her gün aynı trenle seyahat ederek geçiriyor. Trenin camından eski oturduğu muhitteki evleri ve insanları gözlemler. Mükemmel bir çift, mutu bir aile... Hayatta sürekli kaybeden Rachel'ın sahip olamadığı her şey, tren camının dışındaki gerçek hayattadır. Onun payına düşen ise sadece gıpta ile gözlemek, hayaller kurmak ve kafasındakileri çaresizce bir defter sayfasına çiziktirmektir. Ta ki günün birinde, cinayet örgüsünün içinde kendini buluncaya kadar. Rachel parçalanmış yaşamını, dağılmış zihnindeki kaybolmuş parçaları bir araya getirerek bir puzzle gibi yeni baştan kurması gerekir. Alkolik ve patatik Rachel rolünde Emily Blunt, gerçekten muhteşem. Bu sene Oscar adaylığına kesin gözü ile bakıyorum. Hatta, işi daha ileri götürüp, "Emily, Oscar'ı alır" diyorum . Trendeki Kız, aldatan erkeklerin eşlerine yaptığı duygusal tacizi çok net ortaya koyan, kadına kendini değersiz hissettirerek üzerlerindeki suçu atma eğilimini cesurca masaya yatıran bir film. Emily Blunt, alkolik ve kaybeden kadın rolünde o kadar sahi ki, çok detaylı bir oyunculukla seyirciyi iyi oynadığına değil "o kadın" olduğuna inandırıyor. Filmi mutlaka izleyin...

Sergi:

Usta fotoğrafçı, tecrübeli foto muhabir ve şimdinin Instagram fenomeni Mustafa Seven'in fotoğraf sergisi "Faces of Earth" İstanbul Olympus Galeri- artloft-fototrek'te açıldı. 22 Kasım'a kadar süren sergide,Mustafa Seven'in objektifinden muhteşem portreler , dünyanın dört bir yanından insan manzaraları sizi bekliyor.

Tiyatro:

Ekim demek tiyatro mevsimi geldi demek. Haftanın oyun önerisi, "Akciğer". Mehmet Birkiye'nin yönettiği, "tiyatro.İn" çatısı altında Moda Sahnesi'nde izleyebileceğiniz, Engin Hepileri ve Nergis Öztürk'ün oynadığı, sezonun en yeni oyunu "Akciğer" ilk günden itibaren izleyicilerden aldığı övgüler ve sorguladığı "çocuk yapmalı mı yapmamalı mı" meselesi ile daha şimdiden sezonun en merak edilen oyunu olmayı başardı. Ajandaya not etmeli ve sezonda mutlaka izlemeli.

Kitap:

Dünyanın belki de en çok satan yazarı "Paulo Coelho"nun yeni kitabı, "Casus" bu hafta çıktı. Bir dönemin ünlü dansçısı, sosyetenin fanfatali Mata Hari'nin, kendi mektuplarıyla ve dönemin tanıklarının notlarıyla harmanlanmış yaşam öyküsünü, casusluk yaptığı iddiasıyla idamına neden olan kibirli yaşamını, yazarın akıcı kaleminden okuyabilirsiniz.

Evde dizi ve film keyfi

Eski bir filmden uyarlama, yeni bir dizi keşfettim, hemen paylaşmak ve bir taşla iki kuş vurmak istedim. Yul Brynner'ın oynadığı 1983 yılı filmi "West World" filmi, şu anda aynı isimle HBO yapımı dizi olarak karşımızda. Yazan ve yöneten Micheal Crichton, 33 yıl evvel, o zaman için fazla ileri sayılacak bir konuyu işlemiş. Anthony Hopkins ve Ed Harris gibi oyuncularla aslında bugünün moda konusu "Yapay Zeka" şimdi dizi olarak karşımızda. Henüz iki bölümü yayınlanan bu seriye hemen başlamanızı tavsiye ederim. Ayrıca Yull Brynner'ın oynadığı orjinal filmi de mutlaka hemen izlemelisiniz.

Yapay zeka olarak özel üretilmiş, insan formundaki robotlardan oluşan bir dünya "Westworld". Elbette, oradaki robotlar, kendilerini insan sanıyor. Gerçek insanlar da turistik olarak, tıpkı bir tatil köyüne gider gibi Westworld'e gidip, her tür günahı tadabiliyor. Tecavüz, cinayet her şey serbest. Sonuçta onlar robot ve ertesi günü, hiçbir şey olmamış gibi sıfırdan yeni müşterilerin maceraları için güne başlıyorlar. Ama günden güne "yaratıcı-Anthony Hopkins- tarafından geliştirilen yapay zekalar gittikçe insana daha çok yaklaşıyorlar. Hem film hem diziyi karşılaştırmalı izlemek harika olacak, emin olun. Şimdiden iyi izlemeler.

Yazının devamı...

Kıymetini bilemediğimiz İstanbul tepetaklak

Geçtiğimiz yıllarda ”görülecek yerler” listesinde üst sıralara çıkan İstanbul, ne yazık ki gittikçe terk ediliyor. Şehrin en önemli merkezlerinde dükkanlar birer birer kapanıyor.

İstanbul gizli bir hazine. Aslında ülkemizin hemen her karışı öyle. "Gizli hazine" ile kastım sadece katman katman binlerce yıllık tarihin izini taşıyor olması değil, gerçekten çoğu muhteşem eserin "gizli" oluşu. Aslında, "örtük" ya da "saklanmış" demek gerek belki de. Bile isteye, kararlı ve sistemli bir şekilde ortaya çıkması istenmeyen binlerce hazine bir yana, bir de bilinçli ya da bilinçsiz üstü örtülen muhteşem eserler var. Tarihi mirasına kıymet verilmeyen, mimari değeri hiçe sayılan ve görünmez kılınmaya çalışılan o kadar çok kilise var ki, dikkat çekmesin diye önlerine demir kepenkli dükkanlar dizilen! Bir kiliseyi ya da camiiyi sadece ibadethane olarak görmek, tarihini, hikayesini, mimarisindeki sanatı yok saymak nasıl bir gaflet? Güzeli görmek için bakmak yerine, din- mezhep- ırk gibi ayrıştırıcı unsurlara takılan zihniyet yüzünden ne yazık ki elimizdeki hazineyi har vurup harman savuruyoruz. Ayağını sürtsen binlerce yıllık eser fışkıran bu ülkede, özellikle büyük imparatorluklara ev sahipliği yapmış Şehr-i İstanbul'da, biz geçmişe utanılacak ve hatta derhal yok edilmesi gereken kirli bir sır gibi davranıyor, hoyratça parçalamak için bahane arıyoruz. Hadi "gavur" eserleri ve tarihi sevilmiyor da İslam tarihi ya da Osmanlı'nın mirası baş tacı mı ediliyor? Tabii ki hayır. Çünkü bu bir kültür meselesidir. Toprağındakine miras diye bakamayan, karşısına çıkan yapıda sanat aramayan, kısaca güzeli görmek için eğitilmemiş gözler ne yazık ki ayırt etmeksizin yok ediyor tarihi. Yoksa, Balat"ta Mimar Sinan'dan kalan medrese tarumar edilir de tamirhaneye kurban gider, akücü tabelası asılır mıydı mücevher kıymetindeki taşlarına. Ne güzel camilerimiz var, yıkılmaya yüz tutmuş; sözde herkes "cami" deyince el pençe divan! Yalan, yalan!

Kapalıçarşı'da tam 300 dükkan kapanmış ve bu rakamın iki katına çıkacağı düşünülüyormuş.

Kilise, sinagog ve Bizans yapılarıysa zaten itina ile örtülmeye çalışılmış tarih boyu ve çalışılıyor hala. Karaköy'de bin yıllık manastır, otopark olarak kullanılıyor mesela! En bariz örneği, Taksim Meydanı'nda bulunan ama yıllar önce bilinçli bir şekilde önü büfelerle kapatılmaya çalışılmış, inanılmaz bir tabela kirliliğinin arasından gene de zarifçe meydanı selamlayan Aya Triada Rum Ortodoks Kilisesi. Yıllardır merak ederdim, ilk defa geçen hafta içine girdim. O kadar güzel ki, bir görmenizi tavsiye ederim.

Bir yanda terör belası öte yanda kıymet bilmezliğimiz, ne yazık ki günden güne başta İstanbul, ülkemizden turistlerin el ayak çekmesine sebep oluyor. Geçtiğimiz yıllar, gönül veren insanların büyük gayretleriyle "görülecek yerler" listesinde üst sıralara çıkan İstanbul, ne yazık ki ülkedeki istikrarsızlıktan dolayı gittikçe terk ediliyor. Koca İstiklal Caddesi ve son yıllarda çok şık bir kimliğe bürünen Cihangir'de o kadar çok dükkan, butik otel, restoran ve eğlence mekanı kapanmış ki şu ara...

Sadece Taksim değil, maalesef Saffet'ten aldığım en kötü haberler Kapalıçarşı'dan. Ne yazık ki tam 300 dükkan kapanmış ve yılbaşına kadar bu rakamın iki katına çıkacağı düşünülüyormuş. Bu kadar kısa zamanda, bu tepetaklak oluş çok üzücü. Yunanistan, Hırvatistan gibi ülkelere gidenler bilir, "Türkiye'nin kötü gidişatı sayesinde bizde turizm patladı, zenginleştik" diyorlar. Unutmayın, turizm ülkesi olmak demek görülmek istenen, güzel, özenilen, farklı, kültürel, tarihi, estetik, sanatla iç içe bir ülke olduğunu dünyaya kabul ettirmek demek. Hem refaha kavuşmak hem güzelliğinle, tarihinle Cihan'a nam salmak demek. Artık bir dönüp gidişatımıza bakıp, şapkayı önümüze koymak gerek!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.