Şampiy10
Magazin
Gündem

İçimizdeki terör?

Gelen gideni aratmasın dilekleri ile girdik yeni yıla... Dünden bugüne bir şeyin değişmediğini, takvim yaprağı değişti diye sihirli değnek değmeyeceğini çok çabuk hatırlattı bize 2017... Yakamızda terör, umudumuz kursağımızda, devam ediyoruz yaşamaya... Ve en sarsıcı olan, terörün bambaşka bir yönü ile yüzleştik yeni yılın ilk haftasında. Aslında hep bildiğimiz, içimizde bir yerde hissettiğimiz ama kabullenmek istemediğimiz bir bataklıkta bulduk kendimizi. Evet, terörün bin türüyle mücadeledeyiz ama ya içimizdeki terörle nasıl mücadele ederiz?

İnancımızı söküp attılar içimizden

Yılbaşı gecesi Reina’ya yapılan terör saldırısı kadar, bu korkunç eylemi gerçekleştiren teröriste alkış tutanlar, yitip giden canlar kadar, bu vahşete “oh” çekenler yaktı yüreğimizi. Terör örgütlerinin bir gün kökünün kazınacağına olan inancımızı, içimizdeki terör sevdalıları söküp attı. Asıl, evinde masum yüzüyle oturan ama kendinden olmayana karşı içinde terörize olmuş bir nefreti çoğaltanlarla nasıl başa çıkacağız? Az önce fasulyenin altını kısan komşu kadının, klavyesine salya akıtarak “içki içenler hepiniz öleceksiniz” diyen terör coşkusuyla mücadele etmek, en azılı teröristle savaşmaktan daha zor değil mi? Eşkalleri belirlenen teröristleri tanıyoruz en azından ama her gün selamlaştığın mahalle esnafı arasında “oh iyi oldu, gebersinler” diye sayıklayan, her an linç yapmaya temayüllü sinsi potansiyel, daha mı az tehlikeli? Şortluya ayar vermeye çalışan, saçma sapan konuştu diye uçaktan inene saldıran, kendinde “cezalandırma” hakkı bulan, “içimizdeki”, SSK’lı, Bağkur’lu terör-seviciler ile nasıl güvende olacağız? “İçimizdeki” teröristlerle, biz nasıl başa çıkacağız?

Noel Baba’ya tehdit...

Sayın Cumhurbaşkanımız, 33’üncü kez buluştuğu “Muhtarlar Toplantısı“ sırasında yaptığı konuşmada, ülkemizde kimsenin yaşam şekline, kılığına kıyafetine vs. karışılmadığından, karışanların da cezalandırıldığından söz etti. Belli ki, danışmanları, yardımcıları, Cumhurbaşkanımıza doğru bilgi aktarmıyorlar ya da en azından eksik bilgi veriyorlar. Çünkü, belli ki Cumhurbaşkanı‘nın fikirlerine riayet edilmiyor. Oysa, içki içtiği için saldırıya uğrayan turistlerin, şort giydiği için tekmelenen, hamileyken spor yaptı diye dövülen kadınların, yılbaşı eğlencesine karşı olanların yasaları çiğneyerek dağıttığı bildiriler ve tehditlerle sokaklarda tacize uğrayan insanların, sözü ya da heykeli beğenilmediğinde saldırıya uğrayan sanatçıların ülkesi burası. Suçluların cezasız kaldığı, onları kahraman yapanların arttığı, şiddetin elini kolunu sallayarak ve pişkin pişkin sırıtarak aramızda dolaşmaya devam ettiği günler yaşıyoruz. Dünyaca ünlü sanatçımızın eserindeki, “Kostantiniyye” yazısını beğenmedikleri için hem eseri hem sergillendiği AVM’yi yakmakla tehdit eden vandalların dediğini yaptırdığı bir kültür ikliminde yetişiyoruz. Sanat ve sanatçının özgürlüğünün değil, sokak eşkiyalarının korunduğu topraklarda, infial çıkarıp halkın canını tehdit edenlerle ve onların istediğini yapmasına müsaade edenlerle aynı havayı soluyoruz.

Milli Eğitim Bakanlığı‘mızın, ilkokul çağındaki çocukların eğlencesine karıştığı, hatta 50 senedir hepimizin çocukken yaptığı gibi, yılbaşında birbirlerine kalem-kitap hediye almasının bile yasakladığı günlerden geçiyoruz. Tüm çocukların Müslüman olduğunu var sayan hatta “Hoşgeldin yeni yıl” diye şarkı söyleyen Müslüman çocukların da dinden - ahlaktan çıkacağına karar verip yasal olarak bunu okullara emretmeyi, eğitim sandığımız sıralarda büyüyoruz. Masalsı bir figür olan “Noel Baba”nın bile silahla tehdit edildiği yollardan yürüyoruz. Anlaşılan o ki, Cumhurbaşkanımız, ülkemizdeki herkes, istediği gibi özgürce yaşıyor, engellemeye çalışanlar cezalandırılıyor diye biliyor ama ne yazık ki kendisinden gerçeği saklayanlar tarafından kandırılmaya çalışılıyor. Cumhurbaşkanımızın tarif ettiği özgür günlere tez vakitte kavuşabilmek dileği ile...

Yazının devamı...

Yeter ki biraz huzur bulalım

Yeni yılda en büyük stresimizin derbi maçları olduğu, en çok Milli takım maçlarında kalp çarpıntımızın arttığı, sessiz ve sakin bir yıl olsun!

2016'yı geride bıraktık nihayet. Elbette, yıl dönümlerinin, insan icadı olduğunu, gece yarısı sihirli bir değneğin bizi beklemediğini biliyorum. Ama küçük umutlarımızda olmazsa nasıl kalırız ki ayakta? Hem madem, enerji denilen şeyin gücü artık bilimsel olarak kanıtlandı. Tüm dünyanın, aynı gün, iyi dileklerle güçlü bir frekans yaymasından daha umut verici ne olabilir. Biz gittikçe kutlamaları kaldırıyoruz da ne oluyor, kendi karanlığımızda tükenip gidiyoruz işte. Biraz iyi dilek ve biraz neşeden zarar gelmez. En azından, kutlama meselesinden haz etmeyenler gölge etmesin yeter. Bence, denemeye değer. Kimi şarkı söyleyerek iyi enerji yayar evrene, kimi dua ederek, herkes kendi bildiğince, kendi gönlünden geldiğince. Yeter ki enerjiler bir olsun.

Herkesin dilinde aynı söz vardı bu hafta, "bitsin artık 2016"... Geçen sene 2015 için de böyle demiştik oysa. Bugün, gelen gideni aratmasın" seviyesinde 2017 ile ilgili hislerim. Çıtayı öyle bir düşürdük ki artık ülkece, can sıkıntısından fenalık geçireceğimiz, konuşacak mevzuu bulamayacağımız, heyecansız, rutin ve tek düze günler için duacıyız. Bir İngiliz kanalında, pembe yanaklı güleç yüzlü bir genç kadına rastladım; kendine uzatılan mikrofona yeni yılla ilgili dileklerini sıralıyordu gözleri ışıl ışıl. "Heyecan" diyordu sürekli, "heyecanlı ve macera dolu, kalbimin hızla çarptığı bir yıl olsun". "Tövbe de!" diye geçirdim içimden ve kendime güldüm sonra. Elbette bu İngiliz kızın heyecan beklentisi, benim korkularımla aynı hayali paylaşmıyordu. Ama bir şey dilerken çok dikkat etmek gerektiğini öğrendik artık. Aynı sonuç, çok başka nedenlere bağlı gelebiliyor başa. Eli kalbinde, kalbi ağzında yaşıyoruz biz bu ülkede yıllardır ve artık sükunetten başka şey istemiyoruz. Öyle ya, Allah korusun bizi artık heyecanlı, kalp çarpıntılı günlerden. Ne kadar sıradan ne kadar boş ve sıkıcı, o kadar iyi bizim için. Bir şey dileyeceksek de ne olur iyice detaylandırıp dileyelim. Kişisel gelişim uzmanları bu konuya sürekli dikkat çekerken pek ciddiye almıyordum ama artık çaresizlikten her tür olumlamaya açtım kendimi, yeter ki biraz huzur bulalım. Bu sebeple, "en büyük stresimizin derbi maçları olduğu, en çok Milli takım maçlarında kalp çarpıntımızın arttığı, sessiz ve sakin bir yıl" istiyorum. İnşallah, sükunet dileğim, koyun gibi başımız önümüzde her önümüze gelene boyun eğmek olarak tezahür etmez 2017'de. Standartım o kadar düştü ki, televizyondaki en önemli tartışma, bir penaltı pozisyonunun üç gün konuşulduğu programlarda yaşansın, razıyım. Huzurlu, birlik ve barış içinde bir 2017 için duacıyım. gerisi "laf-ı güzaf" imiş, anladım.

2017 için medya ve sosyal medya iletişimi üzerine beklentilerim

-Birbirimizi biraz anlayalım. Gördüğünüz gibi bu noktada da beklentim düşük. Azıcık anlasak yeter yani. Hatta, ters anlamasak, ilk etapta o bile yeterli.

-"Beğenmiyorsan git orda yaşa" gibi ezber torbasından fırlayan, mesnetsiz ve yobaz "atarlanmalar" son bulsun. "Hep birlikte biz de daha iyisini nasıl yaparız" diye kafa yorulsun.

-Hiç alakası olmayan konular, Hıristiyanlık göndermesine yapıştırılıp, konu saptırılmaya çalışılmasın. Safi saf Anadolu adeti, Osmanlı geçmişi olan ne varsa, üstelik Anadolu çocuğu geçinen, kendine Osmanlı torunu diyen ama ne dediğini bilmeyenler tarafından alakasız Hıristiyan sosuna bulanmasın.

-Osmanlı torunu iddiasıyla atıp tutan trollere özet bir Osmanlı tarihi verilsin. Tarih öğretmenleri atansın ki dersler boş geçmesin. Kendi tarihine bu kadar fanatik bağlı görünenlerin bilgisizliğinin önüne geçilsin.

-Okumadan yorum yapılamasın diye virüs programı gibi bir program icat olsun, sırf laf sokmak için yazılan abuk yorumları kendiliğinden spamlasın. Troll savar aplikasyonu bulunsun. Kafalar da parmaklar da biraz huzur bulsun.

Yazının devamı...

Kostantiniyye

Sanatçı Ahmet Güneştekin'in "Kostantiniyye" eseri bir grubun "Bu ismi nasıl koyarsınız, burası 1453’ten beri İstanbul" diye tepki göstermesi üzerine kaldırıldı.

2016’yı bitiriyoruz nihayet bugün. Herkeste kendince bir telaş, biliyorum. Ama lütfen, daha iyi bir gelecek için beş dakikanızı ayırıp yazıma bir göz atın. Bir ülkeyi yok etmek isteyenler önce sanatı vururlar. Atatürk’ün sözlerine bakıp, “bunu 70 yıl önce nasıl da öngörmüş“ dediğimiz günlerden geçiyoruz; “Bir millet sanat ve sanatkardan mahkumsa tam bir hayata malik olamaz... Sanatsız bir milletin, hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” Unutmayın, bir ülkeyi yok etmek isteyenler, önce sanatı vururlar!

Çok değerli sanatçımız, Ahmet Güneştekin’in, Venedik Bienali’nde sergilenen, dünyada büyük heyecanla karşılanan “Kostantiniyye” eserine yapılan hunharca saldırının ardından yazıyorum bu satırları. Hepimizin geleceğini ilgilendiren, hayat damarımıza kasteden bu olaya, yeni yıl rüzgarıyla savrulup gitmesin diye özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum. Olay şöyle oluyor: Sanat sever bir işadamı “Kostantiniyye” eserini koleksiyonuna alıyor, bence çok örnek bir hareketle, eseri halkın ziyaretine açarak, sahibi olduğu AVM’nin önünde sergiliyor. Gelin görün ki, hem tarihini hem kendini bilmez yobazlar, “Vay efendim bu eserde Kostantiniyye ismi kullanılıyor” diye AVM önünde infial yaratıyor. İş, AVM’yi yakma tehditlerine kadar gidiyor. Önce, eser kara çarşafa sokuluyor ama saldırganlar tatmin olmayınca, şehir eşkıyalarına boyun eğilerek sökülüyor. Şimdi söyleyin bakalım, hangi birine yanalım:

- “Burası 1453’ten beri İstanbul” diye naralar atanların, Fatih’in resmi isim olarak “Kostantiniyye”yi kabul ettiğini bilmediğine mi?

- Cumhuriyetçi geçinenlerin “O da Kostantiniyye diye heykel yapmasaydı“ diyen faşist dillerine mi?

- Evlad-ı Osmanlı deyip, İstanbul adının Cumhuriyet dönemi resmileştiğini bilmemelerine mi?

- Bir sanatçının, tarihin her hangi bir döneminden esinlenme özgürlüğü olduğunu idrak edememelerine mi?

- Üç kişi bir arada slogan atsa, üzerine biber gazı atılırken, hem de OHAL varken, kalabalığın vandallığına boyun eğilmesine mi?

- Sanattan koparıldıkça, hayat damarının koparılıp, karanlığa gömülme gerçeğine mi?

Herkese özgürlük içinde sanat soluyabildiği, huzurlu bir yıl dilerim.

Yazının devamı...

Bana sokak isimlerini söyle sana ülkeni anlatayım

Ne yazık ki, bizim ülkemizde sokak adları sürekli değiştirilir. Bu nedenle kimliksiz bir var olma çabasındadır şehirlerimiz.

Sokak isimleri, şehirlerin ve ait oldukları ülkelerin simgelerini taşır. Sokak isimleri, anılardır. Sokak isimleri ne hikayeler anlatır... Ne yazık ki, bizim ülkemizde sokak adları sürekli değiştirilir. Eğer bir evde 10 yıl oturursanız, her gün geçip gittiğiniz yollardaki isimlerin muhakkak en az bir kere değiştiğine şahit olursunuz. Bu yüzdendir ki, çocukluğunuzun geçtiği yerlere gittiğinizde nasıl ki eski evlerin, okulların, bakkalların yerinde olmadığını görürsünüz, aynı şekilde saklambaç oynadığınız sokakların değişen çehreleriyle birlikte isimlerinin değiştiğini de görürsünüz. Her gelen iktidar, tarihi yeniden yazmak ister bu ülkede. Tanık koruma programındaki kaçaklar gibi, sürekli resmini, ismini değiştirerek, kimliksiz bir var olma çabasındadır şehirlerimiz. Hikayelerimize sahip çıkmayız biz. Tarihçi değil magazinel bir yaklaşımımız vardır. Günün getirdiklerini baş tacı yapar, bizi o güne getirenleri çok da umursamayız. Türkiye’de “Kennedy” adında bir sürü meydan, sokak, bulvar olması bu magazin severliğimizden gelir mesela. ABD’nin ünlü Başkan’ı J. F. Kennedy, suikaste kurban gidince, memleketin dört bir yanında yüz yıllık isimler değiştirilmiş, her yanımızı Kennedy adı sarıvermişti. Kennedy ne ülkemizde öldürülmüştü ne de suikastle bir ilgimiz vardı ama olsun, rüzgar Amerika’dan esmekte ise ve popüler olan Kennedy Suikasti ise bizim için yeterliydi. İzmir’de tarihi üç kuyusu ve efsanesi ile anılan “Üçkuyular”ın bir anda Kennedy Meydanı oluşunu, sonra İzmirli’nin mücadelesi ile bu ismin değiştirilip bir Türk komutan olan “Fahrettin Altay” ile değiştirilmesi ama sanıldığının aksine, pek muhafazakar olan İzmirli’nin ısrarla Üçkuyular demekten vazgeçmemesinden kaynaklanan karışıklıkları hatırladım şimdi.

İsimler hikayeler aktarır bize

Bugüne gelelim... Üç yanı denizle, dört yanı terörle çevrili ülkemizde, bir siyasi istikrar sağlanamaz ise “Şehit” adı verilmedik sokak, meydan, köprü kalmayacak herhalde memlekette. Bu sene, her gün bir yerlerin ismi, o hafta teröre kurban verdiklerimize ithaf edildi. Suikastlerle de isim değişiklikleri devam etti. Böyle giderse, anılarıyla, hikayeleriyle, halkın kendi deyişiyle tarihe bıraktığı, bugün şehirleri tarif eden kültür mirası imgelerin zenginliği yok olup yerini bir mezarlığın soğuk havasına bırakacak. “Şehitler Köprüsü‘nden geç, Şehitler Tepesi’nden yukarı çık”... Yol tarifleri giderek bir mezarlıktaki yer tarifine dönüşecek. Oysa, ayakkabıcıların çıkardığı sesten adını alan “Taktakıcı Sokak”, çok dar olduğunu tarif eden halk deyişiyle “Atgeçmez Sokak”, tütün çubukçularından bugüne miras kalan “Ağızlıkçı Sokak”, yokuşun dikliğini yine bir zamanların halk tabiriyle çok eğlenceli anlatan “Yaşmak Sıyıran Sokak”, manzarasıyla ünlü “Ahım şahım sokak”, Othello rolüyle ünlenen bir oyuncudan miras kalan “Othello Kamil Sokak”, bugünün en kıymetli semtinin bir zamanlar kuş uçmaz kervan geçmez bir yer olduğunu hatırlatan “Şaşkın Bakkal”, yedi tepeli İstanbul’un yokuşlarını en güzel anlatan isimlerden biri olan “Merkep Bağırtan Sokak” ve şu an aklıma gelmeyen ama bizden önce bu topraklarda yaşayan halkın kendi taktığı yaratıcı, anlamlı, renkli, insanın içine ısıtan, yüzünü gülümseten isimler ne güzel hikayeler aktarır geçmişten bize. İktidarların emir kipiyle değil, halkın kendi söz sanatıyla memleketini adlandırması ve yüzyıllar boyu kalıcı olması, değer taşır. Yoksa bugün bizim için en önemli olaylar, en yakıcı acılar yarın, isimleriyle birlikte, yerini yenilerine bırakır. Olmaz, bunlar unutulmaz demeyin sakın! Tarih tekerrürden ibarettir! Neler, kimler gördü bu topraklar. Her gelen iktidar sahibi kendi kısa tarihini ölümsüzleştirmek için sokak isimlerini değiştirir, yarın başkaları gelir, başka suikastler başka acılar sokaklara isim olarak verilir. Böyle giderse, Şehr-i İstanbul, gelecek nesillere “Mezarlık Şehri” diye tercüme edilir.

Yazının devamı...

Sette çalıştı, Harvard'ı kazandı

Her şey kötü... Evet her şey çok çok kötü. O sebeple, yüzümü güldürecek bir habere hemen dört elle sarılıyorum. Yaşadığımız bu kabus dolu günlerde, kayalıkta açan çiçek görünce nasıl sevinç dalgası geçer insanın yüreğinden, benim de küçük ama umut dolu bir haberle yüreğim ısınıverdi bu hafta. "Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz" dizisinin genç oyuncusu, Hızır Reis (Oktay Kaynarca) ve Meryem (Deniz Çakır) ikilisinin kızı Zeynep rolündeki Ece Hakim, Harvard Üniversitesi Psikoloji bölümüne yüzde 100 burslu olarak kabul edilmiş. 6 yaşından beri ekranlarda Ece Hakim. Ülkemizdeki zorlu dizi sektöründe, bir yandan sabahlara kadar çekim yapıp, bir yandan da sette kıyı köşe ders çalışarak eğitiminde bu büyük başarıyı yakalaması gerçekten mucize. Çocuk oyuncuların eğitiminin setlerden olumsuz etkilendiğine şahit olduğum için, çocuklarını dizi sektörüne sokmak isteyen aileleri hep uyarırım. Ece Hakim benim de ezberimi bozdu ve "isteyince oluyormuş" dedirtti. Bu istisna kaideyi bozacak mı, Ece kendinden sonra gelen oyuncu-öğrenciler için bir örnek teşkil edecek mi, yoksa sektörün acımasız şartlarında, çocuk oyuncuların eğitimleri yarım yamalak kalmaya devam mı edecek, kestirmesi zor. Ama düzensiz saatler, olumsuz şartlarda bekleyerek tüketilen zamanlar biz büyükler için bile çekilmez hale gelmişken, bir öğrencinin bu zorlu çalışma ile eğitim hayatında başarılı olabilmesi gerçekten büyük bir mucize. Bu mucizenin adı, Ece... Dilerim arkası gelir ve zoru başaran genç isimler çoğalır. Üsküdar Amerikan Lisesi öğrencisi Ece Hakim'in bildiğim kadarıyla bugün yıllığı 55 bin lira ücretli okulunda bursu yok. Hem çalışıp hem okuma gayreti bu durumda daha bir anlamlı. Kendi geleceğini, kendi elleriyle yaratan bu kızımız karşısında şapka çıkarmak gerek.

Yürü be Ece!

Öte yandan ülkemizde öğrencilerin eğitim başarısının nasıl "değerlendirilemediğini" de bir kez daha görmüş olduk. Türkiye'nin burs vermediği Ece, çocuklarını sokabilmek için büyük bağışlar yaparak yarışan zengin ailelerin kapısında yattığı Harvard tarafından yüzde yüz bursla kabul edilmiş. Hatta kitap vs gibi masrafları da Harvard tarafından karşılanacağı için yüzde 120 burs sayılıyor. Sanırım Türkiye'den Harvard için kazanılmış en yüksek burs oranı bu. Kısaca önüne kırmızı halı serilmiş. Yürü be Ece kim tutar seni! 25 yıldır oyunculuk yapan biri olarak küçük bir uyarım var, ama sakın burda sana sunulan projelere kapılıp eğitiminden vazgeçme. Korkma, senin gibi akıllı, azimli ve çalışkan gençler için fırsatlar kaçmaz, katlanarak birikir. Yolun açık, başarın daim olsun.

Umarım bu dizi tutar...

Dizilerden söz açılmışken, bugünlük içinde bulunduğumuz kabusların kenarından dolanarak söze gene dizilerden devam edelim. Yeni bir dizi yayına başlıyormuş. Azra Kohen'in ülkemizde çok satan kitap serisi "Fi, Çi, Pi", dizi film haline getiriliyormuş. Şu ana kadar oyuncu kadrosu için kesinleşen isimler şöyle, Mehmet Günsür, Serenay Sarıkaya, Ozan Güven, Berrak Tüzünataç. Şimdi diyeceksiniz ki "Eee her dakika bir dizi yayına başlayıp kalkıyor, bundan neden bahsediyorsun". Şöyle ki, bu dizinin başarılı olmasını iki sebepten dolayı can-ı gönülen diliyorum. Birincisi bu dizi 60 dakika ile sınırlı olacakmış. Bu kısım çok önemli. Yıllardır dizilerin eskiden olduğu gibi dünya normlarına dönmesi için çabalayan, bu sebeple benim gibi dizi setlerinden uzak kalmayı seçen pek çok oyuncu arkadaşım var. Aslında "pek çok" değil bu sayı, çünkü çoğunluk protesto etse de sonunda yaşam gailesi ile düzene uymak durumunda kaldı. Ama, bir kısım da ısrarla insani şartları talep etmeye devam etti. Ben ve benim gibilerin, gönül rahatlığıyla dizi oyunculuğu yapabilmemiz için bu projenin tutması ve iyi bir örnek teşkil etmesi önemli. İkincisi, dizi, dünyada çok fazla örneğini gördüğümüz gibi internet üzerinden yayınlanacakmış. Bu da sektöre kan getirecek ve başarılı olması halinde ortamı çok özgürleştirip zenginleştirecek bir atılım. Belli hegomonyaları kırabilmek, hem izleyici hem de sektör emekçileri için çıtayı yükseltebilmek için yeni bir yol açabilme ihtimalinden dolayı bu dizinin başarılı olmasını önemli buluyorum. Bol şans.

Yazının devamı...

Hz. Mevlana’nın düğün gecesi...

Hz, Mevlana için her yıl dünyanın pek çok ülkesinde etkinlikler yapılıyor. Konya’da yapılan Şeb-i Arus törenleri bunların en önemlisi…

Bugün 17 Aralık.... Şeb-i Arus... Düğün Gecesi. Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin ölüm günü. Mevlana, ölümünü, sevgiliye yani Yaradan'a kavuşma olarak düşündüğü için, ölüm yıldönümleri "vuslat günü" olarak kutlanır. Bu gece, 743. yılında, tüm dünyadan gelen Mevlana dostları, başta Konya olmak üzere buluşacak ve Türkiye'nin dört bir yanındaki Sema Ayin-i Şerifi ile anacak Hazreti Pir'i. Konya'da tüm hafta boyunca süren törenler, Rum'inin ölüm gecesi olan bu gece son bulacak. Birazdan, muhteşem enerjisine 10 yılı aşkın bir süredir müptela olduğum, bugün müzeye dönüştürülen Mevlana Türbesi’ni, ardından yol arkadaşı, ruhunun diğer yarısı, nerede öldüğü tam olarak bilinmeyen Şemsi-i Tebriz'inin sembolik türbesini ziyaret edeceğim ve her köşesi Hitit'ten, Lidya ve Pers'ten Selçuklu'dan, Osmanlı'dan hazineler saklayan Konya ile hasret gidericem. Bu gece TRT'den de izlenebilecek olan Şeb-i Arus ile ilgili çok kısa bilgiler paylaşmak istiyorum. Maksat, Mevlana'yı her fırsatta anmak olsun diye, büyük düşünürün "Hoşgörü" anlayışına her zamankinden daha çok ihtiyacımız var diye, her ne olursa olsun "Aşk Olsun" diye... Hörmet ve sonsuz sevgi ile...

Celaleddin: 1207 yılında, bugünkü Afganistan sınırında kalan Belh şehrinde, Muhammed adı ile doğmuş. Mevlana ise "önder-rehber" anlamına gelen lakap. Moğol istilası yüzünden kaçan ailesiyle birlikte Konya'ya gelir Celaleddin ve ilerde "Rum ülkesinden- Anadolulu" anlamına gelen Rum-i lakabını da alır. O yüzden bugün Mevlana Celaleddin-i Rumi, yani Anadolulu önder Celaleddin olarak anılır ve babasının izinden giderek çok sevilen bir alim olur. Şems-i Tebriz-i ile tanışıp büyük ruh buluşmasından sonra, hoşgörü yolunda muhteşem eserlerini vermeye başlar. Sema ile bedenini aşar. Tebriz'li Güneş'ini kaybettikten sonra, kendi "hamdım - piştim - yandım" deyişiyle anlattığı gibi yanarak olgunluk dönemine geçer ve 25 bin beyitten oluşan, 700 yıldır insan ruhuna ışık tutan Mesnevi böylece tamamlanır.

Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım...

Sema Şerif-i Ayini: Mevlana, müziğin ritmiyle kendinden geçerek, kainattaki her zerre gibi dönerek, kainatın sesine ve ritmine kendini kaptırarak ruhunu bedeninden ayırır ve Rabbi'ne yaklaşır. Sema, ruhani bir yolculukta, hakikate yönelip, aşkla yücelip, nefsi terkederek Hakk'ta yok olup, olgunluğa ererek tekrar bedene dönmektir. Bu bir gösteri değil, ayindir. Sema, gönülden bir selam, cana gelen huzurdur. Sevgide buluşmaktır sema. İki alemden de dışarıda olmaktır. Kemale ermek için yapılan manevi bir yolculuğu, gidiş-gelişi temsil eder. Her biri ayrı anlam taşıyan yedi bölümden oluşur. Semazen hırkasını çıkararak, bedenden soyutlanmak üzere yola çıkar.

İlk bölümde, Nat-ı Şerif yani Peygamber Efendimiz'i metheden bölüm vardır. İkinci bölüme geçildiğinde duyulan Kudüm sesi, "ol" emrini temsil eder. Üçüncü bölümde, ruhtan gelen üflemeyle çalınan ve sazdan yapılmış bir enstrüman olan ney sesi yani "nefes" vardır.

Dördüncü bölüm, Mevlana'nın oğlu ve en büyük yoldaşlarından Sultan Veled devridir. Semazenler üç kere birbirlerine selam vererek dönerler. Beşinci bölümde dört selam vardır. İlki insanın kendi kulluğunun idraki, ikincisi Allah'ın kudrestine duyulan hayranlık, üçüncüsü hayranlığın aşka dönüşmesi ve dördüncü selam ise manevi yolculuğunu tamamlayan insanın kaderine razı olarak kulluğuna dönüşü içindir. Kuran'dan bölümler okunarak bu bölüm tamamlanır.

Altıncı bölüm'de yine Bakara ayetinden bölümlerle devam edilir. Yedinci bölümde, Sema Töreni, tüm salondakilerde birlikte Peygamberimizden, Atatürk'e ve tüm şehitlere uzanan büyük bir dua edilerek, Fatiha ile tamamlanır. Dedeler ve Sema eden dervişler, tek tek selam durarak, mutlak bir sessizlik içinde çekilirler.

Yazının devamı...

Eğitimde fena "çaktık"

Uluslararası değerlendirme testi PISA sonuçlarında dibe vurduk. 72 ülke arasında ilk 50 arasında bile değiliz. Matematikte öğrenciler arası eşitsizlikte ise dünya birincisiyiz...

Sabahın kör karanlığında çocukları okula yolluyoruz, cumartesi-pazar demeden ders çalıştırıyor hatta sınav senesinde hafta sonu da okula gönderiyoruz, boğulana kadar ödev yaptırıyoruz. Göz açtırmadan test çözdürüyoruz, sınav altı edip bunalıma sokuyoruz gene de eğitimde fena "çakıyoruz"! Vah halimize!

Ufukta ekonomik refah görünmeyecek...

Uluslararası değerlendirme testi, PISA sonuçları açıklandı. 72 ülkeden, 15 yaşındaki öğrencilerarası yapılan bir sınav PISA. Avrupa Ekonomi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı yani kısa adıyla OECD yürütüyor bu çalışmayı ve üç yılda bir dünya genelinde tekrarlanıyor. Ezbere dayanan, hatalı sorularla bezeli, düşünen bireyleri eleyen sınavlara göre öğrenci yetiştirdiğimiz için, PISA'da her seferinde yinelediğimiz başarısızlığımız sürpriz olmuyor doğrusu. Ama bu defa durum farklı. Bu hafta açıklanan sonuçlar, zaten kötü olan eğitimimizin geçen yıllara göre iyice kötüleşip, dibe vurduğunu ispatlandı. Kıbrıs, Moldovya ve Arap Emirlikleri'nin gerisinde, Trinidad ve Tobago (Karayipler'de 55 bin nüfuslu bir ada) ile beraberiz. Singapur, Japonya, Estonya, Çin, Finlandiya lider. Boşverin dolar kurunu, Merkez Bankası faizini, ekonomik krizi, Türkiye'nin geleceğini tehdit eden asıl " eğitim krizi". Ortaya çıkan tablo gösteriyor ki, derhal iyi niyetli ve radikal çözümler üretilmezse, Türkiye için ufukta ekonomik refah ve kalkınma görünmeyecek.

Matematik ve fende dibe vurduk

Eğitim ve ekonomi nedense ülkemizde ayrı meseleler gibi ele alınır. Ekonomik kalkınma planları yapılırken, eğitimden bahsedilmemesi de bunun ispatı. Ekonomik kriz, faiz, döviz, Merkez Bankası, dış borçlar, iç yatırımlar, uluslararası ticaret konuları bir arada konuşulurken, eğitim politikalarından bahsedildiğini duymayız hiç. Büyük hata! Çünkü, ülkelerin gelecekteki ekonomik kalkınması, bugünkü çocukların eğitimi ve gelecekte yapacaklarıyla doğrudan ilintilidir. Zaten, eğitimi mercek altına alan PISA testinin, "Ekonomi ve Kalkınma Teşkilatı" tarafından yapılması bunun apaçık bir göstergesi. Matematik, fen ve okuduğumu anlama alanlarını ölçen testin amacı, ülkelerin bugünkü eğitimine bakarak, gelecekteki ekonomi ve kalkınma endeksi hakkında bir fikir sahibi olarak, uluslararası yatırımları ve ilişkileri planlamak. Özetle, bugün PISA testinde ülkenin sıralaması kaç ise, gelecekte sanayi ve bilimde de kuvvetle ihtimal o sırada olacağı öngörülüyor. PISA sonuçlarında iyiden iyiye dibe vurduğumuzu gördük. 72 ülke arasında ilk 50 arasında bile değiliz. Daha kötüsü, örneğin matematik alanında öğrencilerarası eşitsizlikte dünya birincisiyiz. Yani ülkenin büyük kısmı aslında dünya sıralamasında en sonda ama bir grup nispeten iyi durumda olanlar sayesinde ancak dipteki 20 ülkeyi geçebiliyoruz. Lafın özü, zaten kötü olan eğitim durumumuz, 12 yıl önceki sonuçlardan daha geriye gitmiş durumda. Özetle, acil olarak eğitim sistemi top yekün değiştirilmezse, ibreler gelecekte Türkiye ekonomisinin en sonlarda yer alacağına işaret ediyor.

Finlandiya kendi geleceğini baştan yazdı

Peki artık dibe vurmuş olan eğitimimiz düzelir mi? "İstenirse", evet... Bunu romantik bir iyimserlik içinde söylemiyorum. Hep verdiğim örneği tekrar etmek istiyorum, Finlandiya yaptı oldu. PISA sonuçlarında gayet vasat sonuçlar alan Finlandiya, eğitimi ters yüz ederek, kendi geleceğini baştan yazdı. Çoğu alanda birinci ya da çok üst sıralarda yer alıyor şimdi ve eğitim reformlarıyla dünyada örnek gösteriliyor. İşin ilginç olan yanı "Yaptık oldu, birinciyiz daha ne isteriz" diye durmuyor Finlandiya. Eğitimde liderlikle yetinmiyorlar, artık kendileriyle yarışıyorlar ve daha iyisini istiyorlar. Geçen ay yapılan resmî açıklamaya göre yeniden büyük bir eğitim reformu yapacaklar ve bu defa bildiğimiz usul derslerin tümünü kaldırarak bambaşka bir eğitim sistemi deneyecekler. Merak edenler bu yeni sistemle ilgili detayları 27 Kasım tarihli yazımda bulabilirler. Bizde de reform yapılmalı. Hala oğlu, amca kızı, senden-benden demeden, Türkiye'deki en iyi eğitimcileri toplamalı, PISA'da çok başarılılar özellikle nüfusu kalabalık Asya ülkeleri incelenmeli, "ben bilirim" inadından vazgeçilmeli. Acilen, şu anki eğitiim sistemine "sil baştan" demeli ve A'dan Z'ye reforma gidilmeli. Aksi halde gelecekte çocuklarımızı bekleyen "bittiğimizin resmi.

Yazının devamı...

Kıbrıs halkı kazandı

Boynuz kulağı geçti, "Yavru Vatan" dediğini dinletti! Geçen haftaki yazımı Kıbrıs'tan yazmıştım. Tiyatro oyunum için gitmiştim. Maalesef, sabah okula giden servisin kaza yapması sonucu iki lise öğrencisi hayatını kaybedince, Kıbrıs haklı olarak yasa boğuldu ve Cumhurbaşkanı tüm etkinlikleri iptal etti. Oyunumuz da iptal olunca, sokağa dökülen halka karıştım ve yaşananları takip edip, köşemde anlattım. Türkiye'ye uyarak "Yaz saati" uygulamasında kaldığı için hükümeti suçlayan halkta ciddi bir infial vardı. "Karanlıkta okula gidilmez" diyen halk Başbakanlık önünde, slogan ve yumurta attı. Tüm gün oldukça sert protestolar devam etti. Ben de bu tabloya şahit olduklarımı anlattığım yazımın sonunu "Görürsünüz Kıbrıs halkı bir yaptırımda bulunacak, hiç olmazsa okul ve mesai saatlerini ileri aldıracak" diye noktaladım. Fikir-i takip yaptığımda, haklı çıktığımı gördüm. Kıbrıs'ta okul ve çalışma saatleri, halkın isteği doğrultusunda yeniden düzenlendi. Bu haftadan itibaren okullar için 08:30- 13:30, kamu personeli için 08:30- 16:00 saatleri belirlendi. Peki ya bu arada bizde karanlık günler nasıl birbirini takip etti?

Yaz saati uygulaması bünyeye uygun değil

"Yaz saati uygulamasından vazgeçilsin" etiketi her gün sosyal medyada zirve yaptı. Haber bültenleri, her gün halkın sorununu ekrana taşıdı. Her sabah, anneler karanlıktan şikayet eden twitler attı, imza kampanyası başlar başlamaz 40 bini geçti. Her sabah karanlıkta işe gitmek zorunda olanlar hükümete yalvar yakar mesajlar attılar. Psikologlar, insanların günden güne bunalıma girdiğini çünkü "yaz saati uygulamasının" insan bünyesine uygun olmadığını söylediler. Okula yürüyerek giden binlerce küçük çocuk, sosyal medya kullanamadığı için sesini yükseltemedi sadece gittikçe zifiriye çalan karanlıkta titremekle yetindi. Anneler, çocukların okul çantalarına fener astı, her gün bir pedofili vakasının yaşandığı Türkiye'de, kapkara sokaklara yürekleri ağızda, bakakaldı. Sabahları 06'da evlerde ışıklar yandı, ikinci ders zili çalana kadar hala lambaya ihtiyaç vardı. Tasarruf edelim derken, elektrik sarfiyatı arttı. 80 milyonluk ülkede şikayetler, yakarışlar arşa yükseldi de gene de duyan olmadı. Korumalı arabalarla, alttan ısıtmalı koltuklarla çocuklarını okula yollayan büyüklerimizin kurşun geçirmez camları belli ki aynı zamanda ses geçirmezdi. Kıbrıs, "katil hükümet sloganlarıyla" isteklerini dinletirken, güzellikle, şikayetini dile getiren vatanın anasında dertler boğazda tıkalı kaldı. Gecesi gündüzüne karışmış bedenler, kör karanlığa uyum sağlayamayan zihinler, gün geçtikçe gecenin derinliğinden gelen soğuğa mahkum, yaşamla mücadeleye bırakıldı. Kısaca, halkın sesine kulak veren bir hükümet kulu çıkmadı.

Demek ki neymiş, "boynuz kulağı geçermiş"... Bundan böyle kimse "Yavru Vatan" demesin. "Ana"sı ağlıyor vatandaşın bu karanlık günlerde, herkes bunu böyle bilsin!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.