Şampiy10
Magazin
Gündem

Kıbrıs’a yaz geldi

Bu hafta Hoşgeldin Boyacı oyunumuzla, Kıbrıs’a turneye gittik. Sıcağa alışkın Kıbrıslılar bile havanın Mart başı bu denli ısınması karşısında şaşkınlar. Bildiğiniz yaz gelmiş. Her yer sapsarı hardal çiçekleri ile dolu. Ailem 25 yıldır Girne’de yaşadığından, Kıbrıs benim için ikinci vatan. Hemen yanı başımızda, sıcak, sakin, tertemiz bir hava... Küçük ve pratik seyahat arayışındakilere baharda Kıbrıs’ı tavsiye ederim. Yurt dışı tadı veriyor insana ama vize yok, döviz değil de Lira harcamanın keyfine ise diyecek yok. Yaz sıcağı gerçekten tahammül fersah. Öyle ki denizin içinde bile terliyor insan. Ama şimdi... Kıbrıs’ın tam zamanı.

Baş döndüren yemekler

Elbette Kuzey Kıbrıs’tan yani bizim Yavru Vatan’dan söz ediyorum. Rum kesimine bizi almıyorlar ama Rum kesiminde oturanlar alışverişe bile bizim tarafa geliyor. Kıbrıs, Türkiye’den çok adeta İngiltere’nin Yavru Vatan’ı. İngilizler, kendi ülkelerinin soğuğuna inat her daim güneşli bu adaya aşık. Çoğu burda ev sahibi. Trafik bile İngiltere’deki gibi soldan akıyor, direksiyonlar ise sağda. Uçuşlar, başkent Lefkoşa’daki Ercan Havalimanı‘na yapılıyor. Türkiye içi uçar gibi 1 saat, 1 saat 15 dakika bir uçuş süresi var. Şu anda biletler yurt içinden ucuz.

Cennet böyle bir şey

Üç önemli kenti var Kuzey Kıbrıs’ın, Girne, Lefkoşa, Mağusa. Elbette en cazibelisi Girne. Tarihi limanı ve kalesi eşsiz güzellikte. At nalı şeklindeki liman boyu dizilmiş tekneler, küçük küçük tarihi Rum evleri, sıra sıra kafeler... Aralara dalıp, Akdeniz ve tarih kokan sokaklarda her kaybolmaya çalıştığınızda yollar sizi yine limana sürükleyecek. Girne’nin çarşısı da çok keyiflidir. İngiliz çayı ve içki çok ucuz. Girne ayrıca, birinci sınıf bir kopya ürünler cennetidir. Malum artık ülkemizde sıkı bir denetim olduğundan birebir “çakma” marka devri kapandı ama Kıbrıs’ta serbest. El işi dükkanlarına ve ufak tefek hediyelik satan dükkanlara kendinizi atın. Girne’ye gidenler hep sahil ve çarşıda gezerler. Oysa, Bellapais Manastırı muhteşemdir. Girne’nin hemen tepesinde ve elbette en güzel manzaraya sahip yerdir burası ve pek çok lokanta vardır. İngilizlerin hakimiyetindeki Karmi köyü de muhteşemdir. Denize girmek için şehir içi uygun değil. Çıkarma Plajı tarafını tavsiye ederim.

Lefkoşa, bizim başkent Ankara gibi turistik olarak öyle çok uzun zaman gezmek için vakit ayrılacak bir yer değil. Büyükhan’ı gezmenizi tavsiye ederim. Selimiye Camii ve Barbarlık Müzesi de görülecek yerler.

Mağusa: Denizin en güzel olduğu taraf burası. Hele, biraz uzak da olsa henüz hiçbir yapılaşmanın olmadığı tamamen bakir Karpaz’a yani haritadaki en uç noktaya giderseniz, “Cennet böyle bir şey demek” dersiniz. Mağusa otelleri deniz turizmi açısından çok elverişli. Mağusa’nın tarihi kale bölgesi muhakkak görülmeli. Lala Mustafa Camii ise harika. Aslında barok bir katedral burası. Lüzinyanlı‘lar tarafından yapılmış St. Nicholas Katedrali, Sarı Selim zamanı bize geçip camiye çevrilmiş. Caminin yanındaki 750 yıllık gövdesinden meyve veren gümbez ağacı ise büyüleyici.

Yazının devamı...

Hediye çöplüğü

Reklam amacıyla şirketler tarafından yollanan hediyeler ciddi para israfı.

Gün geçmiyor ki, her gün en az bir çocuğun karnını doyurabilecek maliyette ıvır zıvırı çöpe atmanın vicdan azabını duymayayım. Ne yollayana ne bana faydası olmayan şeyler her gün kargo ile kapımı çalıyor. Hepsi çok şık ama atsan atılmaz satsan satılmaz türünde insanın eline yapışan, sonra gözünü karartıp, ahlaya vahlaya, "yazık şu harcanan parayla en az 20 tane fidan dikilirdi" dedirten türden şeyler... Davetiyeler mesela, artık şık bir haber verme aracından çıkmış, kuş kondurma derdiyle, "kat kat dürüm dürüm" bir kokoşluk içinde... Üç boyutlu masal kitabı tarzı olanlar mı ararsın, matruşka gibi açtıkça içinden yeni bir numara çıkanlar mı ararsın... Sanki davetiye janjanlı olunca "Aaa aslında istemiyorum ama dur bak gideyim o zaman" diyecek insanlar. Hepsinin ortak noktası, ciddi bir para harcanmış olması. Bir bakıyorsun hop çöpe atıyorsun. Yani, keşke şunları koleksiyon yapan birileri olsa da toplasa, hiç olmasa sobada yakılsa. İçim titiriyor boşa giden paraya!

Takvim vs. gibi hediyelikler... Ahhhh, aslında işe yarar olmaya en yakın olan grup bunlar. Hani takvim kullanılır ya da ne bileyim hediyelikler vs. insanın hoşuna gider, reklam amacıyla şirketler tarafından yollanan bu malzemeler amacına ulaşabilir gibi geliyor değil mi? Aman efendim nerde... Takvim mesela... Çoğunuza geliyordur muhakkak... Ama gelin görün ki, reklam olsun diye yapılan takvimler, her ay için fabrika görsellerini içeren can sıkıcı fotoğraflarla dolu. Yahu, niye ben sene boyu her ayın her gün sizin sanayi tipi fotoğraflarınıza bakayım? Dünyaca ünlü Pireli, otomobil lastiklerinden oluşan takvim yapsaydı bu kadar ünlü olur muydu? Çocukluğumda Vakko, bez üzerine resim baskı, iki yanı ahşap bir takvim yapardı, yeni yılın gelmesini iple çekerdim. Eşimin, şirketi için yaptırdığı takvimlere fena halde karışıyorum bu yüzden. Takvim güzel olsun, firma ismi bit kadar olsun ama en azından masa kenarında yerini bulsun istiyorum.

Plaket çöplüğü

Bir de katıldığımız etkinliklerde verilen plaket ya da anı objesi türü şeyler var ki asıl bunlarla birlikte bir servet çöpe gidiyor. Biriktirmeye kalkarsanız da eviniz "çöp ev" olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Bakırlar, porselenler, neler neler... Ama tam ortasında kocaman bir yazı. Yahu bunları hazırlarken hiç şu soruyu sormuyor musunuz, ortasında kocaman filanca belediyesi, feşmekan üniversitesinden bir teşekkür yazısı olan levhayı ya da tabağı kim evine koyar? Onun yerine, 10 tane fidan dikilse mesela... Ya da hiç değilse canım çini tabaklar, insanın gözüne sokulan ortası koca puntolu yazılar yüzünden çöpe gitmese de insan "aaa bu tabağı da bana şurdan vermişlerdi diye" hafızasındaki anıların eşliğinde keyifle kullansa... Tabii bir de bunların kadife muhafazaları var ki, Allah muhafaza... Onlara söyleyecek söz bulamıyorum. Sadece herkesin bilip, farkedip bir türlü dile getirmediğini apaçık söylüyorum, Allah aşkınıza promosyonlarınızı ya da tanıtımlarınızı gizli reklam gibi düşünün. Alan kişinin hoşuna gidecek, kullanılabilecek ya da hoş bir anı olacak şeyler tasarlatın. Bu kişiye özel düşünülmüş bir obje de olabilir, gezi-konser gibi bir deneyim de olabilir. Ya da , bunca masrafın bedelini, bir vakfa, kişiler adına bağışlayın. Emin olun, hiç değilse hayır dua alırsınız.

Yazının devamı...

Trump’ın Oscar ahı

Pazartesi Oscar töreni vardı malum. Tahmin edildiği gibi, Oscar yine bir sinema olayından çok “anın ruhuna uygun” politik rüzgara kapılmış bir iz bıraktı. Tahmin ettiğimiz üzere, geçen yılki Afro-Amerikan isyanı karşılık buldu ve siyahiler bu yıla damga vurdu. Yine tahmin ettiğimiz üzere, Trump karşıtı bir hava geceye hakim oldu. Gelin görün ki, gecenin finalinde, olmayacak bir şey oldu ve skandal bir hata yaşandı. “En İyi Film” ödülü, çok kişinin beklediği ve gecede altı ödül alan “La La Land” olarak açıklandıktan sonra, filmin yapımcıları çıkıp, ölmüş annelerinden, mavi gözlü eşlerine kadar teşekkür ettikten sonra, “Ay pardon” denildi, Oscar heykelcikleri, onları henüz kucaklamış olan “La La Land” ekibinden alındı ve “Moonlight” filmi “En İyi Film” olarak açıklandı. Kısaca, bu yıl filmleri sönük olsa da Oscar gecesi, tören skandalıyla tarihe geçti. Bizim de içimizden, “Trump’ın ahı mı tuttu” diye geçti.

Elbette Oscar’lar sahiplerini bulduktan sonra, ilk gösterim dönemlerinde çok da izleyici bulmamış filmler, ödülün verdiği reklamla yeniden gündeme geldi hatta çoğu yeniden gösterime girdi. “Oscar almış madem şu filmleri bir izleyelim” diyenler ve hafta sonu sinemaya gitmeyi planlayanlar için küçük hatırlatmalar ve notlar..

En İyi Film: Moonlight (Ayışığı): Eleştirmenlerce çok beğenilen bir film oldu. “En İyi Uyarlama Senaryo” dahil üç ödülle ayrıldı geceden. Sinema dili ve estetiği açısından bence de çok iyi bir film. Konusu ise çok geniş bir izleyici kitlesine hitap etmiyor, bizim ülkemiz için. Uyuşturucu bağımlısı, fahişe, siyahi bir annenin “Siyah” lakaplı eşcinsel eğilimdeki çocuğunun, zencilere ait zorlu sokak şartlarındaki acımasız büyüme hikayesi... İddialı sinema seyircisi için güzel bir film olmakla birlikte pek “aile boyu” değil. Mahershala Ali, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ını aldı bu filmle. Ben de ödül alacağını tahmin etmiştim ama açıkçası Ali çok iyi bir oyuncu olmakla birlikte bu rolün çok performansa dayalı olmamasından dolayı, izleyenlere “bu rolle mi ödül almış“ dedirttiğini belirteyim. Trump’a tepki burda da etkili olmuş olabilir çünkü Mahershala Ali, Oscar alan ilk Müslüman oyuncu oldu. Not: Ali, Hıristiyan vaiz bir annenin oğludur ve sonradan Müslüman olmuştur.

La La Land (Aşıklar Şehri): Her ne kadar son anda “En İyi Film” ödülü elinden alınmış olsa da, altı dalda Oscar ödülü alarak, gecenin en çok kazananı oldu. Ailece gidip, keyifli zaman geçirilecek bir müzikal film. Unuttuğumuz bir zerafet ve naiflikteki filmin müzikleri de oyunculukları da çok başarılı. Hafta sonu için iç açıcı bir film arayanlar için ideal. yönetmen, Chazelle, 32 yaşında bu ödülü alarak, “En Genç Oscar Alan Yönetmen” oldu.

Manchester by the Sea (Yaşamın Kıyısında): En İyi Orijinal Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini aldı. “Kaybetmek - yas - hayata yeniden tutunmak” üçgeninde ilerleyen film inanılmaz doğal sahneleriyle acıyı seyircinin yüreğinde hissettiriyor. Başrol oyuncusu, Chassey Affleck’in sahici oyunculuğunun da etkisi çok seyircinin kalp sızısında. Biraz kasvetli ve ağır ama güzel bir film. Genellemeye girebilecek “Aile boyu” filmlerden olduğunu söyleyemem.

Lion (Aslan): Tam ailece gidilecek bir film. Hindistan’da kaybolmuş sonra Avustralyalı bir çift tarafından evlat edinilmiş bir çocuğun gerçek hayattan alınmış “yuvayı arayış“ hikayesi. Filmdeki küçük oyuncu, bence bu yılın en iyi performansıydı. Kabaca ifade etmek gerekirse asla “acıklı“ ya da “duygu sömürüsü “yapan türde bir film değil ama finalinde, gerçek görüntüleri izlerken, duygusallıktan göz yaşlarına boğulacağınızı garanti ederim. Filmin, Hindistan ve Avustralya’yı kapsayan görseli de şahane.

Satıcı: En İyi Yabancı Film dalında 2’nci kez Oscar’ı kucaklayan İranlı yönetmen Asghar Farhadi ve oyuncular, Trump’ın kendi vatandaşlarına ambargo koyarak saygısızlık yaptığı gerekçesiyle ödülü almaya gelmeyerek onurlu bir duruş sergilediler. Ne yapıp edip filmi izleyin.

Yazının devamı...

Türk Dil Kurumu uyuyor mu?

Türkçe’yi telef ediyoruz günden güne... Yakında, “Yeni Türkçe” diye bir dil türemesini bekliyorum. “İngilizce - Türkçe” karışımı bu uydurma dile, yerli - yersiz yapıştırılmış Arapça kelimeler eşlik edecek. Her konuda ülkece dezenformasyonun -dilimizde karşılığını bulamadım-dibine vurduğumuz şu günlerden Türkçe de nasibini aldı elbette. 10 yaşındaki çocuklar “bende ifşan var beybiii” diye konuşuyor ve daha kötüsü çok da yadırganmıyor. Dilin, özellikle genç kuşağın ağzında günden güne “İngilizceleşmesi” bir yana, beni en çok geren, kırk yıllık kullanım biçimlenin, moda laflar üretmek uğruna hızla bozuluyor olması. Gayet düzgün konuşma gayretindeki yöneticilerde, TV’deki konuşmacılarda, siyasilerde, haber spikerlerinde aynı bozulmuş kullanımları sürekli duyduğumuzdan normalleştiriyoruz artık. Öyle sinsice harap eden bir durum ki bu, farkına varmadan bünyede ilerleyen bir hastalık gibi pençesine düşürüyor hepimizin dilini. Günden güne biraz daha darp ediyoruz Türkçe’yi.. İşte en sık yapılan kullanım hataları:

Dili yakalamak için...

Adına-için: Bankacıların ve çağrı merkezi çalışanlarının “müşteri memnuniyeti adına” diyerek en çok yaydığı yanlış... “memnun etmek adına”, “... korkutmak adına”. Örnek çok! Doğrusu, “İçin”. “Memnuniyetiniz için”, “korkutmak için”. “Adına” diye bir kullanım Türkçe’de yok. İngilizce’den çeviri yapmak gibi bir işgüzarlığa gerek yok.

Sebep-sayesinde - yüzünden: Ayrımı çok basit, olumlu durumlarda “sebep” ve “sayesinde”, olumsuzluk içerdiğinde “yüzünden” kullanılacak. “Hırsı ve çalışkanlığı yüzünden kazandı“ denmez.

Şans-ihtimal: Mecaz yapmak gibi özel durumlar dışında, “şans” olumlu durumlar içinde kullanılmalı. “Türkiye’nin bu savaşa girme şansı yok” diyen haber yorumcusu dolu programlar. “İhtimal”,doğrusu.

Türkçe’nin yarı yarıya İngilizce konuşulan bir dil haline gelmesinin bütün sorumluluğunu gençlere yıkmak büyük haksızlık olur. Çoğu, Türkçe karşılığını bulamadığı için yabancı dil kelimelere başvuruyor. Çünkü, gelişen dünyaya paralel gelişim döstermiyor dilimiz. Arada bir asla halkın benimsemediği bir kaç yapay üretim dışında Türk Dil Kurumu’muz maalesef işlevsiz. Yaygın tüm diller sürekli bir genişleme halindeyken, ne yazık ki biz 40 yıldır, kelime üzerine kelime koymuyoruz. Önce, gelişen dünyadaki toplumsal ve teknolojik yeniliklere Türkçe isimler bulmak, sonra da bunu yerleştirmek için çaba sarfetmek gerek. Ama tabii bu isimleri bulurken, halkın gündelik dilinden yola çıkıp, başta gençlerin, tüm halkın benimseyeceği, kelimeler üretmek gerek. Dili yakalamak için kulağı yakalamak, kulağı yakalamak için de yüreği yakalamak gerekir. TDK’nın yaptığı gibi, gençlere en çok kullandıkları kelimelerden olan “Fenomen” yerine “görüngü“yü kullanmayı teklif ederseniz, Türkçe hanesine koskoca bir sıfır yazarsınız.

Gündelik hayatımıza yeni giren kavramlara yeni isimler bulmak zorundayız. Günden güne toplumsal tarifler de değişiyor ama ne yazık ki, dil kurumumuz bu konuda da çok atıl kalıyor. Örneğin, Oxford Sözlüğü, İngilizce’ye sürekli yeni kelimeler katıyor. En son, kadın ve erkek tekil şahıslar olan “she” ve “he”ye ek olarak cinsiyetsiz bir zamir olan “ze”yi getirdi. Pek çok üniversite trans (tek kelime ile karşılığını bulamadım mesela) öğrenciler için “Zie”, “Xe” ya da “ze” kullanmaya başladı. Toplumsal olarak varlığını kabul edemediklerimize zamir bulana kadar, “ze” çoktan Türkçe’ye yerleşmiş olur.

Yazının devamı...

Kuyu köpek operasyonu neler öğretti?

Beykoz’da, su kuyusuna düşen köpekten haberiniz vardır mutlaka. 11 gündür, gece gündüz demeden Türkiye’nin en geniş çaplı hayvan kurtarma çalışması yapılıyordu. İtfaiye, belediye, AFAD, hayvan hakları dernekleri, vatandaşlar seferber oldu. Ne kandırmacalar ne yöntemler denendiyse de “Kuyu köpek” bir türlü tepki vermedi. 30 santim çapında ama 48 metrelik bu çukurdaki köpeğin kendi gayreti olmadan kurtarılması imkansız görünüyordu. Soğuk da düşünüldüğünde artık iyice ümidi kestiğimiz sevgililer günü gecesi, Bahçeşehir Fen ve Teknoloji Lisesi öğrencileri yaptıkları bir robot kolla Kuyu köpeği sabaha karşı kurtarmaya çok yakınlaştı ama robotik kolda sorun çıkınca okullarına dönmeye karar verdiler. O sırada, AFAD ve TTK işbirliği ile Kuyu kurtarıldı. Öncelikle emeği geçen herkese binlerce teşekkürü bir borç bilirim. Bahçeşehir Fen ve Teknoloji Lisesi Robotik takımı öğrencilerinin yaşattığı duygular ise tarifsiz... Mutluluk ve gurur ama en önemlisi “umut”... Yakın zamanda ABD’de yarışacak gençler bu projeleriyle. Yarışma için hazırladıkları robotlarını bir proje olmaktan öteye, gerçek hayata geçirip “can” kurtararak ve geleceğe, ülkemize dair umut vererek, onlar en büyük ödülü ülkelerine çoktan verdi. “Kuyu köpek” basit bir “hayvan kurtarma operasyonu”ndan çok daha fazla şeyler ifade ediyor artık.

Ülkenin geleceği gençlerde...

- Kurtarma çalışmalarında gösterdiği üstün gayret için AFAD, itfaiye ve belediye çalışanlarına koca bir alkış ama belediyenin sokakta o çukuru bırakmış olması da dikkatlerden kaçmadı elbette. İstanbul’un her yanı böyle abuk subuk sondaj kuyuları, kanalizasyon çukurlarının tuzakları ile dolu. O kuyuya düşen küçük bir çocuk da olabilirdi. Geçen gün bir arkadaşımın annesi, belediye tarafından kapatılmamış bir çukur yüzünden ayak bileğini kırdı. Ama olmaz! “Yarın nasılsa çalışma devam edecek” anlayışıyla açıkta bırakılan her çukur büyük tehlike yaratıyor. Belediyeler bu konuya öncelik vermeli ve yollardaki her tür açılmış çukur derhal kapatılmalı.

- ”Bilim olmadan ne kadar çok çabalarsan çabala boş.” İşte bu olayın gözümüze soktuğu bir başka gerçek. Her ne kadar uzun zamandır “okumanın” ne kadar zararlı, “bilimin ise şeytan icadı“ olduğuna dair güzellemelere maruz kalıyorsak da “Dünya yine de dönüyor” işte! “Bizde okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor, cahil kesime güveniyorum... “Bu ülkeyi ayakta tutacak olanlar ilkokul bile okumamış olanlardır” diye beyanat verenlerin YÖK Denetleme Kurulu’na atandığı ülkemizde yine de bilimin ışığında eğitim alan zeki, aydınlık ve çalışkan gençler yetişiyor işte. Bu yüzden, ülkemin geleceğine dair en karamsar olduğum zamanlarda bile içimdeki umut hiç bitmiyor.

- Her türlü testte dünya genelinde sonuncu olan gençlerimiz, ellerine imkan verilirse neler yapabiliyormuş hep birlikte gördük. Ülkemin her köşesindeki gençler, bilimle uğraşacakları imkana sahip olsalar, hayal edin, Türkiye nereye yükselir?

- Uzun zamandır o kadar çok bölündük ve o kadar çok kaybettik ki... “Birlikten güç doğarmış”, bunu kanıtladık.

Yazının devamı...

Donuyoruzzzzz...

Kutuplara dönen illerimizi geçin, İstanbul bile 0 derecenin altında. Gelin, kış soğuğu ile ünlü dünya kentlerine bir bakalım.

Küresel ısınma lafını duyunca çığlık atasım geliyor. "Küresel ısı değişikliği" tanımın doğrusu. Zaten mevzubahis "ısınma" olsaydı şu anda çenemiz takırdayarak soğuktan titriyor olmazdık. Sanırım bu "küresel ısı değişikliği" meselesinde tüm iklimler terse dönerken bizim payımıza "donmak" düştü. Malum memleketimizin en güzel özelliklerinden biri iklimidir. Bilhassa, İzmir, Antalya hatta İstanbul bile kış aylarında Paris, Londra gibi insanın içini donduran Avrupa kentlerinde yaşayanlar tarafından kıskanılır. Biz buralarda üzerimizde kalın paltolarla gezerken, yanımızdan açıkta biri geçerse biliriz ki o kuzeyden gelmiş bir Avrupalı turisttir. "Ah canıııım, bunların memlekette güneş yok ya aylardır, iki damla bulunca n'apacağını şaşırdı gariban" diye dalga geçmişliğim çoktur mesela. Eeee ne demişler, "gülme komşuna gelir başına!" Memleketimizin güzel havasıyla fazlaca böbürlendiğimiz için cezalandırıldık mı acaba? Zaten neresinden tutsan elinde kalır haldeki memlekette bir "havamız" vardı, o da atmosferdeki delikten kaçtı. Bakın, ben bu satırları yazarken, tepemden resmen buz yağıyor. Derece hep eksilerde. Biz böyle dona duralım, asırlardır karlar altındaki Avrupa gayet ılıman bir kış geçiriyor. Her şeyimizde gözü olan "dış mihraklar", "kışımızı da mı çaldı" diye düşünmeden edemiyorum. Bırakın kutuplara dönen doğu illerimizi, İstanbul bile 0'ın altında. Gelin, kış soğuğu ile ünlü belli başlı büyük kentlerde şu an hava durumu nasıl bir bakalım. Sonra, yazın "af, pöf, bıktık sıcaklardan" diye şikayet etmeyelim. Hatta, yaz duasına çıkalım ki şu üzerimizdeki lahana gibi gibi kat kat yük altında bile titremekten bir an önce kurtulup, sıcağın o hafif, özgür, pratik havasına kavuşalım. Bir daha da "kış güzellemeleri" yapan romantiklere aldanmayalım.

Küresel ısı değişikliğinde bizim payımıza donmak düştü...

Stockholm bile bizden sıcak!

- Chicago: Her zaman buz saçaklarıyla ABD'de haberlere konu olan, tarihinde eksi 50'yi bile görmüş olan Chicago, an itibari ile İstanbul ile aynı derece.

- Londra: Kışın, sıcak ülkelere uçan göçmenler misali azıcık ısınmak için ülkemize gelen İngilizlerin başkenti Londra, şu aralar en ılıman iklimli şehrimiz İzmir'den sıcak. Bu günlerde, Bodrum ve Antalya daha yeni Londra'nın sıcaklığını yakalayabildi. Geçtiğimiz haftalarda güneyimiz bile kuzey Avrupa'dan soğuktu.

- Prag: Bu kış üzerimden çıkarmadığım çok kalın bir montum var, onu da yıllar evvel Prag seyahatinde donmayayım diye almıştım. İstanbul'da o kadar soğuk olmadığı için ancak soğuk yerlere seyahat ederken dolaptan çıkarıyordum ama bu sene üzerimden çıkaramıyorum. "Allah'ım bu soğukta nasıl yaşıyorlar" dediğim Prag bile şu an İstanbul'dan 4 derece daha sıcak.

- Berlin: Bodrum'da çok komşum var Berlin'de yaşayan. Her yaz sonu ayrılırken "aaaah ah bitti sıcak havalar, biz şimdi donmaya gidiyoruz" derlerdi. Şu anda Berlin İstanbul'dan 4 derece sıcak.

- Paris: "Çok güzel şehir de kışı adamın içine işliyor" derdim. Şu an Antalya'dan sıcak olduğunu görüp, kaderimize ağlarım.

- Lüksemburg: Hani daha da kuzeye bakalım dedim ama nafile, Lüksemburg güneşli ve bizim mahalleden 7 derece yukarda.

- Stockholm: E artık nerdeyse bir kutuplardaki köyler kaldı, bizimle karşılaştırmadığım. Kuzey'in en tepesindeki büyük kentlerinden ve en dondurucu olanlardan Stockholm'de sıra. En azından, "hahaaa refah tavanda ama ne yapayım zenginliği o kadar soğuk olduktan sonra" filan diyerek bir teselli buluruz dedim ama olmadı. Stockholm'dan gelen bir arkadaşım "aaay burası sıcak sanırdım bizim ordan soğukmuş" deyince, elimin tersiyle kendisini boğaz sularına atasım geldi ve fakat maalesef haklıydı. Şu anda, İsveç'in Başkenti, Buzlar prensesi Stockholm bile Sultan İstanbul'dan 2 derece yüksek ısıda. Özetle bu kış, İstanbul - Ankara, Kanada kıvamında. Bu hafta eksi 30'u gören Ağrı'yı, kış boyu eksi 15 ile eksi 25 arası seyreden Iğdır, Muş, Kars, Erzurum'u ise mukayese edecek şehir bulamadım. "Hay bin Küresel ısı değişikliği", "Hay bin Ozon deliği!"

Yazının devamı...

14 Şubat neden kutlanacak bir gün değil

14 Şubat “Sevgililer Günü“ malumunuz, bu hafta salı gününe denk geliyor. Aslında, yaratılış itibari ile kutlama yapmaya meyilliyim. Her kültürle her kıtayla her gelenekle ayrı ayrı “yeni yıl” kutlaması yapabilirim mesela. Ocak sonu, Çin, yeni yıla girerken bendeki heyecanı görseniz 175 santimlik boyum ve sarışın, yeşil gözlü halime rağmen uzak doğulu olduğuma yemin edebilirdiniz. Mottom şudur, “maksat kutlama olsun, yoksa da kutlanacak bir şeyler buluruz”. Hal böyleyken, “Sevgililer Günü“nü kabullenemeyişim garip görünebilir. Benim de kendime göre kriterlerim var elbette, “deliye her gün bayram” kıvamında da değilim. Mesela, kutlanacak gün, kadim bir geleneğin uzantısı olmalı. Bu gelenek muhakkak “pozitif” duygular içermeli. Bir de topluca kutlamaya uygun olmalı. Yani “Bahar Bayramı“ mesela, yüzyıllarla, farklı kültürlerin etkisiyle şekil değiştirse de binlerce yıldır, insanların,doğanın yeniden canlanmasını kutladığı bir ritüeldir. Nevruz ile kutlarsın, Hıdırellez ile kutlarsın, Çinli isen Çuncie ile kutlarsın, kısaca onlarca şekilde kutlarsın. Hep birlikte kutlanacak bir şeydir, bahar hepimize gelir. Pozitiftir. Bahar, umut,yeniden canlanmak, doğurganlığın kutsanması, güzellik demektir. Peki ya “Sevgililer Günü“ öyle midir? Pek tabii ki değildir!

Tarihsel kökenleri derin...

Öncelikle, kutlama yapmak için, üç kriterimi hatırlatayım. Kadim bir gelenek olmalı. İnsanı pozitif duygularla doldurmalı, umut dolu olmalı. Topluca kutlanacak ortak duygular içermeli.

Sevgililer Günü kadim bir gelenek mi? Yalan söylemeyelim, her ne kadar “Valentine Day” olarak kutlanan bugünkü, hediye alışverişine dönüşmüş hali 1800 yılında, Amerikalı Esher Howland’ın ilk kutlama kartı göndermesine dayandığı için çok da tarihi olmasa da 14 Şubat’ın insanlık tarihindeki kökü epey derinlerde. Bir adım geri gittiğimizde, efsane mi gerçek mi olduğu bilinmeyen, inancı yüzünde öldürülmüş Üç Aziz Valentine ile karşılaşıyoruz. Sevgilileri gizlice evlendiren ama din adamı olduğu için kendi sevdiğiyle evlenemeyen Aziz Valentine’ın efsanevi hikayesinden ise kutlama değil olsa olsa anma günü olur bana göre. Daha daha eskilere, insanlığın kadim geçmişine gittiğimizde, Antik Yunan’da bereket tanrısı onuruna 15 şubat’ta kutlamalar yapıldığına görüyoruz ki konumuzla iilgili olan kısmı, bu bayramın bir gün öncesi yani 14 şubat günü, genç kızların isimlerinin, delikanlılarca kur’a ile çekilip “çift” olma meselesi ki bunun da pek romantik ve aşka dair bir gelenek olduğunu söylemek mümkün değil.

Pozitif duygular mı uyandırıyor: Yani, öldürülen azizler, kur’a ile birleşen çiftler filan... Kısaca, öyle olumlu, yaşatılmak istenecek bir geçmişi yok 14 Şubat’ın. Hele kadınların kesinlikle reddetmesini beklerim. Eh bugünkü kapitalist hali ise, zaten özellikle erkekler için stres sebebi.

Topluca kutlanacak bir şey mi: Asla!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.