Şampiy10
Magazin
Gündem

Köpekten karne hediyesi olmaz

Çocuğunuzu sevindirmek uğruna sokağa atacağınız köpekleri alıp, bir canın vebaline girmeyin. Başka hediye alın...

Hani, küçücük köpeklerin üzerinde çocuk kıyafetleri ile tıpkı insan gibi yürüyerek çekilmiş sevimli mi sevimli, eğlenceli mi eğlenceli videoları var ya, yalvarırım onları paylaşmayın. Ya da önce, bu küçük köpeklerin, 3 yaşındaki bir çocuk gibi sürekli iki ayak üzerinde yürümek için nasıl eğitildiklerini gösteren videoları izleyin. Dövüle dövüle, saatlerce korkutularak ve bir duvarın dibine sindirilerek, sürekli patileri işaret edilip sonra burunlarına ve ön patilerine vurularak nasıl işkenceye uğradıklarını görünce zaten bırakın paylaşmayı bir daha izlemek dahi istemeyeceksiniz. Bu arada hemen belirteyim, Maltese, Poodle gibi küçük köpek türleri doğası gereği zaten iki ayak üzerinde durup, 1-2 metre yürüyebiliyor. Benim köpeğim de bunu sık sık yapıyor. Normal şartlarda, sadece çok sevindikleri, heyecanlandıkları ya da bir şey istedikleri zaman yapıyorlar. Ama tabii ki sürekli insan gibi iki ayak üzerinde durmak doğalarında yok, köpek yahu onlar! Bize en sadık dost olan köpeklerin nedir şu insanlardan çektiği! Gösterdikleri bunca sevgi ve sadakate karşı bunca zalimlik reva mı! Uzakdoğulular hele, köpeklere eziyet konusunda ne yapacaklarını şaşırdı! Yedikleri yetmedi, kalanları da böyle işkenceyle terbiye edip, sosyal medya paylaşımları, sirkler, yarışmalar üzerinden para kazanıyorlar. En azından bu eğlenceli ve masum görünen köpek marifetleri içeren videoları beğenerek, yayarak biz de suça ortak olmayalım. Köpek demişken, bir hatırlatma daha yapayım. Okulların kapanmasına az kaldı, nolur çocuğunuzu sevindirmek uğruna, yaz sonu sokağa atacağınız köpekleri karne hediyesi yapmayın. Artık bisiklet çocukları heyecanlandırmıyorsa, gidin akıllı saat filan ne alırsanız alın ama bir canın günahına girmenin vebalini almayın!

Liselerdeki büyük tehlike ‘Bullying’ yani zorbalık

Kısaca "akran istismarı" olarak da nitelendirilebilecek bu durumu eskiden Amerikan filmlerinde görürdük ama şu anda ülkemizdeki lise gençliği için de ne yazık ki büyük tehlike. Önceleri erkek öğrenciler arasında güç gösterisi olarak başlayan ve fiziksel alaya dayanan, daha kuvvetli olanın zayıf bulduğunu ezmesine üzerine kurulu bir zorbalık vardı. Kız çocukları bu durumun daha dışındaydı, çünkü ergenlik çağındaki kızların güçlü olmak, fakir olmak ya da kendilerine "inek" denmesiyle ilgili çok büyük problemleri olmuyordu. Bu daha çok erkek dünyasının sorunuydu. Ama sosyal medyanın yan etkileri ortaya çıkmaya başladığında, bu sefer mağdur olan kız öğrenciler oldu. MEB'in yasakladığı ve okuldan atılma cezası koyduğu "Pottins" uygulamasında herkesle ilgili bir iftirada bulunmak serbest , üstelik yazanın kimliği de gizli kalıyor. Geçen gün, gayet iyi puanla girdiği bir Anadolu Lisesi'nden ayrılmak için ailesini ikna etmeye çalışan bir kız öğrenciyle konuştum. "Pottins" de okulunun sayfasına, kendisiyle ilgili cinsel içerikli yorumlar yazan, hatta sanki aralarında cinsel ilişki varmış gibi çeşitli yorumlar yapan kimliği gizli bir öğrencinin iftirası ve yorumlara katılan diğer öğrencilerin yazdıkları yüzünden okulunu değiştirmek istiyormuş. Öğretmenleri "Aman boşver, dedikodulara kulak asma" demekle yetinmiş Okulda yürürken arkasından işittiği fısıltıların, öğrencilerin ona attığı sırıtışların ya da sırasına "o...pu" yazılmasının büyük bir zorbalık olduğunun ve o kızın nasıl acı çektiğinin ve doğabilecek travmatik sonuçların farkında değil çevresindekiler. Bu tip olayları o kadar sık duyuyorum ki... Birbirine gıcık kapanlar, flört teklifine karşılık bulamayanlar, pottins üzerinden "bullying" yaparak, çeşitli iftiralarla "kocasını aldatıyor" yazarak, öğretmenlerinden intikam almaya çalışanlar, depresyona sürüklenen gençler... Bunlar Amerikan filminde değil, Türkiye'nin Devlet Liselerinde yaşanıyor. Ve bu zorbalığa uğrayan gençlerin travması "Dedikodulara kulak asma" demekle geçmiyor. Bu konuyu işleyen "13 reasons why" dizisini lise çağında çocuğunuz varsa birlikte izlemelisiniz...

Sosyal medyayla, akran istismarı giderek acımasız olmaya başladı.

Yazının devamı...

Sağlıklı bir ay

Araştırmalar gösteriyor ki oruç kansere karşı güçlü bir savunma mekanizmasıymış...

Huzurlu bir Ramazan Ayı diliyorum hepimize... Sofralardan bereket, sohbetlerden kahkaha eksik olmasın. Terör, kaza, doğal afet, evlerden ırak kalsın. Ramazan Ayı gelince, iftar için tarifler, sahurda sağlıklı beslenme için öneriler günlük sohbetleri şekillendiriyor. Ben de çok güvendiğim, çocukların zihinsel problemlerine kadar her tür sağlık sorununu beslenme ile çözme yolunda çalışan, "ikinci beyin" kabul edilen bağırsak sağlığına göre beslenmeyi düzenleyerek, hastalıkların tedavi sürecine katılan diyetisyen Yeşim Temel Özcan'dan, Ramazan Ayı için ilginç bilgiler topladım. Tüm diyetislerin ezber ettiği tariflerden sıkıldıysanız, Yeşim Temel Özcan'la sohbetimizden derlediğim notlarıma bir göz atın.

Aç kalmak kanserden koruyor

- Bu seneki Nobel Tıp Ödülü, "Açlık Oruçları" ile ilgili çalışmasıyla Japon Bilim adamı Yoshinori Ohsumi'ye verildi. Bu çalışmalar gösteriyor ki tıpkı bizim Ramazan orucumuz gibi 17 saat civarı aç kalmak, kansere karşı en iyi savunma yöntemi. Japon bilim adamının da bize ispatladığını göre, vücutta aç kalan hücreler, sonunda gidip uyuyan kanserli hücreleri de yiyor ve vücudu arındırıyor. Dolayısı ile artık tıbben kabul ediyoruz ki oruç tutmak, vücudu kötü hücrelerden arındırıp, başta kanser olmak üzere hastalıklara karşı koruyor. Zaten, hastalandığımızda iştahımızın kesilmesi de vücudun hastalığa karşı direnmek için oluşturduğu doğal bir tedavi yöntemi.

Vücudu susuz bırakmayın

- Eğer kalp-şeker gibi bir sağlık probleminiz yoksa, oruç tutarken uzun süreli aç kalmak vücut için yararlı ancak tek dezavantajı vücudun susuz kalması. Bunu aşmak için Ramazan ayı boyunca su tüketimi konusunda çok dikkatli olmak gerekiyor. Burada çok önemli bir nokta var o da suyu doğru zamanda içmek. Gün boyu eksik kalan 2-3 litre suyu yemek boyu tamamlamaya çalışmak sindirim sistemini bozuyor. Oruç tutanlar en çok bu hataya düşüyor. Gün boyu kaybedilen suyu doğru bir şekilde yerine koymak için şu sıra takip edilmeli; orucu açarken 1 bardak su içmeli ve yemeğe geçmek için 10 dakika beklemeli. Yemek yerken fazla su içmemeli. Yemekten 1 saat sonra yeniden su içmeye başlamalı ve gece boyu bol bol içmeye devam etmeli. Çay ve kahve için de yemekten sonra beklemeli ki yiyeceklerden alınan vitamin ölmesin. Bildiğimiz gibi, yemekten 1-2 saat sonra hafif bir yürüyüş de sindirim için çok faydalı.

Sofraya gergin oturmayın

- Yemek sonrası oluşan şişkinlik, reflü, gaz gibi sindirim sorunlarına en çok sofrada gergin, tartışmalı, kısaca keyifsiz yemek yemek neden oluyor.

- Sahurda mutlaka, yumurta, 1 avuç tuzlu olmayan kuruyemiş, domates-salatalık eşliğinde kahvaltı tercih edilmeli. Tuzlu yiyeceklerden ve insülini tetikleyen makarna-pilav ve hamur işlerinden uzak durulmalı.

- Ramazanda balık pek tercih edilmediğinden, ay boyu balık yağı takviyesi alınmalı.

Yazının devamı...

Hem yakın, hem ucuz hem de cennet gibi Sakız Adası

Sakız'ı sarmalasam da kendime mi saklasam, anlatsam da hepinizle mi paylaşsam? Hem yakın, hem ucuz, hem de cennet gibi... Sanki, Çeşme'nin 50 yıl önceki hali... Şu anda, komşuluktan ötürü sadece İzmirliler’in ikinci adresi. Kos, Rodos, Thassos, Mykonos, Santorini gibi bir sürü Yunan adasını gördüm ve Ege aşkımdan ötürü hepsini sevdim. Ama içlerinde bir tek Sakız diğerlerinden farklı olarak, hala kendi halk yaşamına devam ediyor. Diğerlerinin hepsinde yerli halk çekilmiş, adeta koskoca bir tatil köyüne dönmüş adalar. Sakız öyle mi ya? Çocukluğumun Çeşme'si hatta Alaçatı'sı gibi adeta. Halk kendi evinde ve siz onların yaşamını ve sokaklarını ziyaret ediyorsunuz. Kahvelerinde, onlarla birlikte kahvenizi içiyor, lokantalarında birlikte yiyorsunuz. Gerçek bir Ege köyünün, nostaljik sayfiye yaşamının izini sürüyorsunuz. Eğer, Alaçatı'nın şimdiki o şık, tasarım, havalı, zengin halini arıyorsanız hiç Sakız'a gidip kendinizi yormayın. Ama, kazık yemeden adam gibi bir Egeli sofrada oturayım, bakir koylardan denize atlayayım, tahta sandalyelerde Yunanlı komşularla uzo tokuşturayım diyorsanız, sakın geç kalmayın.

Çeşme'den baktığınızda gördüğünüz kara, Sakız Adası. Aslında Karaburun'un tam karşısı. Bu sebeple, en kolay ulaşım, Çeşme'den feribotla. Ertürk'ün hızlı feribotuyla yarım saatte Sakız'dasınız. Biletinizi de araba kiralama işleminizi de önceden halledin. Ada çok büyük, ne kadar kalırsanız kalın, yeni keşfedecek şeyler bulabileceğiniz bir yer. Yunanistan'ın 5'inci büyük adası ve kıyı şeridi 200 kilometreden daha uzun. Üstelik, diğer Yunan adalarından farklı çünkü sadece mavi - beyaz Ege köylerinden oluşmuyor. Bir yanı Ortaçağ kentlerinin izlerini taşıyan sarı ve taş dokuyu taşırken, bir başka tarafı Santorini gibi sadece volkanik adaların sahip olduğu siyah plajıyla büyülüyor. Sadece bu adaya özgü, uzaktan bakıldığından çini gibi görünen çizik süslemelerin eşsiz kıldığı Pirgi köyü bir yanda, İtalya'dan eklenmiş gibi duran daracık sokaklarıyla Mesta köyü diğer yanda... Dağ başındaki terkedilmiş tarihi Anavatos köyü başka, yol üzerindeki Neo Moni Manastırı ise bambaşka meraktaki gezginlere hitap ediyor. Denizlerin güzelliğini anlatmama gerek yok sanırım. Artık bizim tükettiğimiz o tertemiz turkuvaz - lacivert sular, deniz meraklıları için bir hazine. Üstelik öyle giriş parası yok. Sakız'da hem deniz hem tarih hem muhteşem sakız ağaçlarıyla bezeli doğa, hem de özlenen Ege yaşamını bir arada bulmanın keyfini yaşıyorsun.

Görmeden dönmeyin

Yazının devamı...

Raporlar alarm veriyor

Türkiye’de çalışmayan gençlerin ekonomiye maliyeti 25 milyar dolar...

Her gün bir ekonomik - sosyolojik - siyasi rapor düşüyor önümüze. Türkiye’nin üyesi olduğu Ekonomik Kalkınma Teşkilatı tarafından hazırlanan, çalışmaları 1-2 yıl süren, dünya genelinde kabul gören istatikler bunlar. İşin aslı, listelerin sonunda, en kötü gidişatta olan ülkelerin başındayız. Tabii bu raporlar, ülkeler eksik ve yanlışlarını görüp, ekonomilerini düzeltsinler diye hazırlanıyor. Biz sadece, gayet farkında olduğumuz kötü gidişatımızı metrik olarak görüp, bildiğimiz şeylerin sayılarla ifadesine bakıp hiç tınmadan, tepetaklak yolumuza devam ediyoruz. Mesela, son 10 yılda, “Basın özgürlüğü“ kategorisinde 56 sıra birden düştüğümüzü hatta listeden çıkıp, “Basın özgürlüğü olmayan ülkeler” listesine geçtiğimizi görüyoruz. Görüyoruz da n’oluyor? “Yav neden böyle, biraz durumu düzeltelim” diyen çıkıyor mu? Yooo, bir sonraki listede, kendi rekorumuzu kırmak üzere hapishaneleri büyütüyoruz. PISA testinde her yıl eğitimde dibe doğru listeye sondaj yapıyoruz ama yanlışlara başka yanlışlar katıp, gençleri telef olmaktan öteye geçiremiyoruz. “Gençler” demişken, Türkiye çalışmayan ve eğitimine devam etmeyen gençler oranında da ilk sırada. Hani, “ne var yani bunları ölçmenin anlamı ne” derseniz, cevap gayet “duygusal”, çünkü bu listelerdeki sonuçların hepsi doğrudan ekonomi ile ilgili. En basit örnekle, yüzde 30 okumayan ve eğitim almayan yani hiç bir şekilde ülkenin kalkınmasına ya da ekonomisine katkıda bulunmayan gençlerin ülkemize maliyeti 25 milyar dolar. Yani, ülkeye katkı sağlamadıkları gibi üstüne ülkenin cebinden tükettikleri rakam bu. En mutsuz gençler de, geleceğe en güvensiz gençler de bizim ülkede. Bu demek oluyor ki gelecek nesil tehlikede. Yeni nesil kendi ayakları üzerinde duramıyorsa, Türkiye’nin geleceği de tehlikede demektir. Artık ekonomik kalkınmaya giden her yolda listelerde dibi bulmuş durumdayız. Başka Türkiye yok! Kafayı kumdan çıkarmalı, “biz şöyle iyiyiz böyle güçlüyüz” masallarıyla uykuya yatmayı bırakıp, araştırmacıların ışığında bu raporları yorumlayıp, çıkış yolları aramalı.

OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı) üye ülkeleri arasında, birkaç örnekle dünyadaki yerimiz:

- En düşük “sosyal bağ“ ülkemizde. Aile bağlarımız, komşuluk, yardımlaşma çok kuvvetli filan zannederiz ya, maalesef durum o değil. Yaşlıların en yalnız ve çevreye güvensiz hissettiği ülkeyiz.

- Sadece yaşlılar değil kişilerarası güven düzeyinde sondan ikinci ülkeyiz.

- Lise eğitimini tamamlamamış gençler arasında da sondan ikinci ülkeyiz.

- Türkiye’de altı kişiden biri gerçek anlamda yoksul.

- 15-29 yaş arası hem çalışmayan, hem eğitimine devam etmeyen, boş gezen gençlerin oranı yüzde 30 genç kadınlarda bu oran yüzde 46.

- Basın özgürlüğünde en sondayız. Dünya üzerindeki tutuklu gazetecilerin yarısı Türkiye’de hapiste.

- OECD’den bu hafta gelen rapora göre, uzun çalışma saatlerinde birinciyiz. Türkiye işsizlikte en önde koşarken aynı zamanda çalışan kesimin en çok yıprandığı ülke. Çalışanların nerdeyse dörtte biri haftada 60 saatten fazla çalışıyor.

- Fen, matematik ve okuduğunu anlama gibi temel eğitim alanlarında yapılan dünya ölçeğindeki sınavlarda Türkiye gene en sonlarda. Daha garibi hem mutsuz hem başarısız olmayı başarmak galiba.

Yazının devamı...

La La Land’in şapkası düştü

Sahne sahne söyle bana... Sürekli tartışılır, “Sinema oyunculuğu mu, tiyatro oyunculuğu mu?” Oyunculuk, oyunculuktur, araçlar ve mecralar değişir, oyuncu da içinde bulunduğu ortamın ölçeklerine uyumlanır. Ama şu bir gerçektir ki, zor ve belirleyici olan tiyatro sahnesidir. “Tiyatrocular büyük oynamaya çalıştığı için kamera önünde oyunculukları büyük kalır” lafı, sahnede var olamayacakların uydurduğu bir yalandır sadece. Kamera önünde kötü oynayan bir tiyatrocu varsa, ya sahnede de kötü oyuncudur ya da bulunduğu ortama göre ifadelerinin boyutunu ayarlayabilecek zekadan yoksundur. Tiyatroda çok iyi olup da kamera önünde çok kötü olan oyuncu ancak milyonda bir olur. Ama tersi öyle mi ya? Filmlerde bayıldığımız nicelerinin sahnede elini kolunu koyacak yer bulamayacak kadar zayıf oyuncu olduğunu görürüz. Hatta, çoğunlukla bu böyledir. O yüzdendir ki, Julia Roberts, Nicole Kidman gibi Hollywood’un Oscarlı oyuncuları, rüştlerini ispat için tiyatro sahnesine çıkmış ve izleyenleri epey hayal kırıklığına uğratmışlardır. Sinema yönetmenindir çünkü. Kısa kısa hazırlanmış, en güzelleri seçilerek montajlanmış, yakın çekimlerle, etkili ve güzel kurgulanmış sahnelerle, bir odunu bile parlatır, yönetmen. Tiyatro oyuncusu ise çıplaktır. Tüm hatalarıyla, defolarıyla ve her an bir bütün olarak var olmak zorundadır. Ve bir oyuncu, sadece gözünden sözünden değil, saçının telinden ayak parmağına kadar mesuldür sahnede. Sadece yüz ifadesi yetmez, tüm bedeniyle bir karakteri yaşatmak zorundadır. Hilesiz, yardımsız, tüm hücreleriyle, araçsız, aracısız tam karşınızdadır. İşte bu yüzden “ama”sız, kayıtsız, şartsız, oyunculuğun terazisi, tiyatro sahnesidir.

Hangisi gerçek oyunculuk?

Nerden geldi şimdi bunlar aklına diyeceksiniz. Geçtiğimiz günlerde, bu senenin en popüler filmlerinden “La la Land”in balonu fena patladı. Daha doğrusu, filmin bol ödüllü oyuncuları ile ilgili ortaya çıkan bir sır şaşkınlık ve hayal kırıklığı yarattı. Konu şu ki, La la Land müzikalinin şahane dans sahnelerinde dublör kullanıldığı ortaya çıktı. Asıl sıkıntı, film şirketinin uzun süre bunu reddetmiş olması ve tüm ödüller dağıtıldaktan sonra durumu kabul etmiş olmaları. Ryan Gosling’in üç dublörü varmış. Emma Stone’un dans sahnelerini ise Emilie Livingstone canlandırmış. Çok istisnai örnekler dışında bir müzikal filmde oynamak, zor değildir. Zaten en uzunu iki dakika olan planlar defalarca tekrar edilip, hatasız olan seçiliyor. Aralara, yönetmenin hayal gücünden kopan şahane detaylar eklenerek sahne güçlendiriliyor.

Oysa tiyatro sahnesinde müzikal oynamak demek, üç saat durmadan dans edip aynı anda o şarkıları söyleyebilmek ve bir yandan karakteri yaşatabilmek demek. Bol Oscarlı Chicago müzikalini hatırlayın, hani 13 dalda Oscar’a aday olup en iyi film dahil 6 dalda ödül alan Chicago.... Kamera arkalarını izledim. Bir kısa dans figürü, kes; ayak hareketini çek, gerekirse bir dansçı dublörle detay çek, sonra stüdyoda dijital düzeltmeleri de yaparak rahat rahat şarkıları kaydet... Oysa ben Chicago’yı Londra’da sahnede, izledim. Dakikalarca durmadan dans eden, ardından metrelerce çelik konstrüksiyona tırmanıp, sonra baş aşağı kendini bırakarak gene de hiç detone olmadan şarkılarını söyleyen, 3 saatlik insan ötesi bir performansla seyirciyi büyüleyen tiyatrocuların, “olmadı baştan” demek gibi bir lüksü de yoktu tabii. Şimdi söyleyin bana, “hangisi gerçek oyunculuk”? Kısaca, gözünüzle kanlı canlı izlemediğiniz, kolunu bacağını aynı anda tek parça görüp, nefesini duymadığınız hiçbir oyuncuya çok da itibar etmeyiniz.

Yazının devamı...

Mayıs ayı İstanbul'un iştahını kabarttı

Bir yandan laleler öbür yandan festivaller... İstanbullu'nun aklı nasıl havada olmasın?

Şu İstanbul'un 10 ay kahrını çekeriz ama 2 ay bize cenneti yaşatır. Nisan lale sümbül biçerek gelir, bahar dalları sarar sonra ve hemen ardından Erguvanlar, şehir-i İstanbul'u , tarifi mümkün olmayan rengine boyar. Duymuşsunuzdur Erguvan ağacının efsanesini, Hz.İsa'ya ihanet eden havarisi Yahuda, pişman olunca kendini bir ağaca asar, ağacın bembeyaz çiçekleri vardır ama insanoğlunun ihanetinden çiçekler utanır ve mor desen değil, kırmızı desen değil,pembe desen değil, eşi benzeri olmayan ve artık ağacın adıyla anılacak olan bugünkü rengine bürünür. Nisan giderken, erguvan rengine salkımın moru karışır, tatlı bir rayiha havaya yayılır. Mayıs ise güllerin içinden gelir. Gül kokusu karşısında, tüm çiçekler eğilir. Hıdrellez'de altına dileklerimizi bıraktığımız gül ağaçları, İstanbul'a aşkı getirir. İstanbullu'nun aklı havadadır baharda...Erguvan dallarında, mor salkımlarda, güllerin rayihasında...Eh havada bunca güzel koku, gözümüzün önünde rengarenk bir şölen varken , iştahlar da kabarıyor elbette. İstanbul, baharın coşkusuna cevap verircesine, birbiri ardına damakları şenlendirecek festivallere ev sahipliği yapıyor. Eğer siz de yemek için yaşayanlardansanız, hem birbirinden lezzetli tatlar hem müzik ve eğlence vadeden bu festivalleri kaçırmayın.

5-6-7 Mayıs Tatlı Fest: Tatlı düşkünleri Küçükçiftlik Park'taki festivali kaçırmasın. 3 gün sürecek olan etkinlikte, yüzlerce tatlı deneme imkanının yanı sıra çeşitli gurme atölyeler, söyleşiler ve eğlence de var. Biletler biletix

11-14 Mayıs Gurmefest: Adı üstünde gurme lezzetlere ev sahipliği yapacak olan bir etkinlik. Sarıyer Event Garden'da gerçekleşecek olan festivalde yine atölyeler ve sohbetler var. Festivalin bir başka cazip yanı, konuklarına her gün bir konser sunması. İlk gün Grup Art İstanbul, ikinci gün Özge Fışkın, 3.gün Zeynep Casalini ve kapanışta da Ayhan Sicimoğlu ve Latin All Stars grubu sahne alacak.

Penguen Dergi hayatımızdan kayıp gidiyor mu?

Bu haftanın en çok konuşulan ve sosyal medyada paylaşılan konusu, Penguen mizah dergisinin, 4 sayı daha çıkarıp yayın hayatını noktalayacağı haberi oldu. Sebep tabii ki maddi. Çok sevdiğim arkadaşım Erdil Yaşaroğlu'nu hem "Hayırlı olsun" demek hem de "Bu kampanyalar işe yararsa kapatmaktan vazgeçerler mi?" diye sormak için aradım. Elbette bu sahiplenişten mutluydu ama belli ki bu karardan dönme ihtimalleri de yoktu. Artık basılı olan dergileri alıp okuma alışkanlığının kaybolduğundan ve böyle kampanyaların ancak geçici çözüm olabileceğinden söz edip, dergiyi bu şekilde ayakta tutmaya çalışmanın "yaşam ünitesine bağlı" hayatta tutmaya benzeyeceğini söyledi. Yani, kararları kesin.

İyi haber şu ki, Penguen dijital olarak yine yoluna devam ediyor. Biraz garip görünse de, artık cep telefonlarına bakarak kahkaha atacağız. Tek sıkıntı, fikir-i mülkiyet haklarının ihlali. Yaşaroğlu en çok bu noktaya hassasiyet gösteriyor. Çünkü Penguen'in karikatürleri Facebook hesabından çok paylaşılıyor. Dergiye sahip çıkmak istiyorsak, ücretsiz uygulamasını telefonlara indirerek karikatürleri resmi hesabından takip etmeliyiz ki dergi reklamını alıp ayakta kalsın.

Yazının devamı...

İtinayla çocuk mutsuz edilir

Çocuklar itinayla mutsuz edilir... Ülkenin kapısına tabela assak, üzerine böyle yazabiliriz pekala. Genç nüfusu en yüksek ülkelerden biriyken bunu avantaja çevirmeyip, onun yerine gençlerin hayatını kabusa çevirmek için her şeyi yapıyoruz. Daha hayatlarının baharında öyle bir yaralanıyorlar ki, ilerde değil memleketlerine, kendilerine hayırları kalmayacak hale geliyorlar. Gençlik, bizim kültürümüzde, yaşamın en tatlı, en rahat yılları değil, ömrün baraj sınavı olarak algılanıyor. Sadece mecazi anlamda değil, gerçek anlamda da sınav kabuslarıyla örülü yılların ağında geçiyor gençlik. Ve ne yazık ki asıl sorun, çok sınava girmek ve bunun için çok çalışmak filan değil, ne de olsa çalışmak iyidir. Adaletsiz bir sistemde, neye yarayacağını bilmedikleri bir mücadelenin ağırlığı altında eziliyorlar. İşte bu yüzden mutsuz bizim evlatlar.

Okula istekli gitmiyorlar

Çarşamba-Perşembe günleri yine liseye geçiş için yapılan TEOG sınavları vardı. Yine, karnı ağrıyan, nefesi daralan, çevresine boş boş bakan daha 13-14 yaşındaki çocukların ızdırabını izledik. Eğer tek bir hakları olan sınavda şansları yaver giderse, baş ağrısı mide bulantısı olmazsa, sınav soruları çalınmadıysa, sorular önceden birilerine el altından yollanmadıysa, belki bir zamanlar çok iyi olan ama bugün içi boşaltılıp sıradanlaştırılması için her şey yapılan okullardan birine girebilecekler. Sonra gelenekselleşmiş festivallerin bile, kafası geri viteste kalmış amcalar tarafından iptal edildiğine şahit olacaklar. Bir darbe de üniversiteye girmek için yiyecekler. NASA hayalleri filan kurarken, okumuş kesimden tüyleri diken diken olduğunu söyleyen büyüklerinin gösterdiği yolda, bari minik bir memuriyet kapayım diye yine torpilin kol gezdiği bir sınavla tekrar kafayı yiyecekler. En yüksek notları alsalar bile “dayı“ eksikliğinden atanamayacaklar. Memleketteki gençlerin durumu tam da böyleyken, biz uluslararası yapılan en büyük eğitim araştırmasına bakıp “aaaa en mutsuz öğrenciler bizim çocuklarmış“ diye şaşıracak mıyız? Ve hiç bir şey yapmadan, her yıl gittikçe en geriye düştüğümüz OECD verilerine öylece bakacak mıyız? Eğitim seviyemizin en gerilerde olduğunu bize gösteren, gençlerimiz geri kaldığı için gelecekte ülke ekonomimizin de geriye düşeceğinin sinyalini veren OECD PISA raporlarının 3’üncüsü, en mutsuz öğrencilerin de bizim çocuklarımız olduğunu gösterdi. 72 ülkede 15 yaş üzeri öğrencileri kapsayan OECD raporuna göre en mutsuz öğrencilerin bulunduğu Türkiye’de gençler ne yazık ki okula istekli gitmiyor. İşte ülkemizle ilgili çarpıcı veriler:

-En mutsuz öğrenciler Türkiye’de. Bir Avrupa ülkesinde hayatından hiç memnun olmayan öğrencililer yüzde 4 civarı iken, bizde oran yüzde 20.

-Yoksul ve göçmen öğrenciler daha mutsuz.

-Kız öğrenciler daha da mutsuz.

-Aileler eğitime destekte başarısız. Çocuklar için madden koştursalar da iletişim eksik ve aileler ilgisiz. Çocuklarıyla sohbet eden, akşam sofra başında buluşan ailelerin çocukları yüzde 60 daha mutlu.

-Öğrenciler, ne kadar çok çalışırlarsa çalışsınlar yine de kendilerine güvenemiyorlar. Çünkü, sürekli hatalı sorulan ya da çalınan sorularla yürütülen sağlıksız sınav sitemi ve güvensiz ortam, öğrencileri mutsuz ediyor.

-Tüm olumsuzluklara rağmen, öğrencilerin öğrenme motivasyonu hala yüksek. Yani eğer bir şeyleri düzeltirsek, bizim çocuklarda umut var.

Yazının devamı...

Bugün 23 Nisan

Bugün 23 Nisan... Ülkemiz tarihinin en önemli günlerinden, en büyük bayramlarımızdan biri. Milletin Meclisi'nin açıldığı, egemenliğin kayıtsız şartsız milletimize verildiği günün, bağımsız ulusumuzun 97. doğum günü... Ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, Ulu Önderimiz Atatürk'ün, hepimizi özgür kılarak, hayatlarımızı sonsuza kadar değiştirdiği bu önemli günü, çocuklarımıza bayram olarak armağan ettiği gün. Arada bir bozulsa da dengemiz, dalgalarla boğuşsa da gemimiz, kırılsa da fırtınalardan kalbimiz, yıkılmayız biz! Bu topraklara yüreğimizi kazımışız, Türkiye'yiz, hepimiz! Eyyyyy Büyük Atam, eğer ki biz, açtığın aydınlık, demokratik, laik, özgürlük yolundan yürüyemezsek, bıraktığın tam bağımsız Türkiye'yi çocuklarımıza devredemezsek, miras bıraktığın hakları koruyamadığımız için evlatlarımızın yüzüne bakamayacak kadar acze düşersek; taşa dönelim cümlemiz! 23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'mız kutlu olsun.

Son soğuklar da bitti

Bahar geldi - yaz kapıda- kış geri döndü -çok ısındı - çok soğudu derken, bu hafta iyice serseme döndük diye değil mi? Aslında, yüzlerce yıldır kulağımıza fısıldayan kadim deyişlere kulak verirsek, her sene 18 Nisan'ın, yılın "son soğuk günü" olduğunu ve peşi sıra gelen bir kaç eserekli günden sonra artık kat'i bir şekilde bahar ve yazın sökün edeceğini biliriz. Kaba tabiriyle "Kocakarı" deyişlerinde ne sırlar gizli. Ben hemen günü gelmişken, 18 Nisan soğuğunu bize fısıldayan eski bir deyişi paylaşmak istiyorum.

"Kork Aprilin 5'inden, öküzü ayırır eşinden"... İşte bu hafta başı, tam 18 Nisan günü birden buza kesen hava durumunu haber veren yüzlerce yıllık deyiş. Aslında tamamı şöyle: "Korkma zemherinin kışından, kork Aprilin 5'inden, yolcuyu yolda eğler, öküzü ayırır eşinden"

April diye geçen, tahmin ettiğiniz gibi İngilizcesi de April olan Nisan ayı. Rumca, april - abril - abrul, nisan demek. 16.yüzyılda Yunanca "aprilios" tan Anadolu Rumlar'ına "april" olarak geçmiş. "5 Nisan ne alaka şimdi" derseniz, cevabım hazır: Rumi takvim ile şu an bizim kullandığımız miladi takvim arasında 13 gün var. Nenelerin April 5 dediği, miladi takvimde 18 Nisan. Öküzü eşinden ayıran hikaye ise şöyle, adam bahar geldi havalar güzelleşti diye düşünüp hayvanlarıyla yola çıkmış ama 18 Nisan soğuğuna yakalanınca yolda kalmış ve o kadar soğuk olmuş ki öküzü donarak ölmüş. Zemherinin kışından bile betermiş bu soğuk. Zemheri nedir peki? Rumca'da, Ocak ayı.

Bu haftaki soğukları "koca karı soğukları" ile karıştırmayalım. O, mart ortasına denk gelen, 10-17 haftası için söylenir. Tabirin aslı da "Berdül'acüz"dür. Acüz, kuyruk sokumunun son kemiği demek. Yani öyle bir fırtına var ki,"Artık insanın o son noktasına kadar girip, donduruyor" diye tarif ediliyor. Acüz kelimesi "Acüze" ile benzeştiği için, Acüze de yaşlı demek olduğu için ve yaşlılar da mart ortası soğuklarda çok telef olduğu için, zamanla olmuş adı "Kocakarı soğukları"... Buradan çıkarılacak iyi haber şöyle, güzel havalar bizi bekliyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.