Şampiy10
Magazin
Gündem

Ergen eğlencesi sektörü neden denetlenmiyor!

Bodrum’daki “beach”ler, 14-15 yaşındaki çocuklara ulu orta içki servis ediyor ve bu mekanlar denetlenmiyor.

Eyyyy yetkililer, size sesleniyorum. Yaşama müdehale olduğu halde, yetişkinlerin içtiğine, gezdiğine, giydiğine her fırsatta karışılan ülkemizde, 18 yaş altındaki ergenlerin gece yaşantısı nasıl oluyor da dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar serbest ve kanun-kural tanımaz bir halde tam gaz gidiyor. Bodrum’da, şimdilik ismi bende saklı ama zaten alemin bildiği “beach”ler, 14-15 yaşındaki çocuklara ulu orta içki servis ediyor. Ha yeni yetme çocuklar, loca kapatacak, sonra 1 votkaya 200 lira verecek parayı ailelerinden nasıl alıyor, o ayrı bir konu ama bu mekanlar neden denetlenmiyor, ciddi para dönen bir sektör haline gelen “ergen eğlencesi”nde, kimler neler karşılığı bu kanunsuzluğa göz yumuyor, işte bunu bilmek istiyorum doğrusu. 18 yaş altını hedef kitle seçen bazı “beach”lerde ne kepazelikler yaşanıyor.

Bilmeyenler için hemen anlatayım, daha enzimleri tam oturmamış pankreasları ve içtikleri içkiyi henüz süzemeyen gelişmekte olan karaciğerleri nedeniyle çocuklar çarçabuk sarhoş olup gündüzden kusmaya başlıyor. Akşam üzeri mekan çalışanları, çocukları sıraya dizip hortumla yıkıyor ki aileler çocuklarını o halde görmesin! Bu arada, ayılmak için denize atlayıp boğulma tehlikesi geçirerek ambulansla hastahaneye kaldırılanlar mı ararsınız, taşkınlaşınca kavgaya tutuşanlar mı! Mesele, hayati tehlike boyutunda ama çocuklarının cebine balya balya para koyan aileler ve utanmadan bundan nemalananlar sayesinde bu öyle bir sektöre dönüşüyor ki, ergenlerden gelen tatlı para ne yazık ki çok kişiyi kanun tanımaz hale getiriyor.

Şimdi soruyorum, eeeyyy yetkililer, nerde içkide yaş denetimi? Ve size sesleniyorum sevgili çocuğuna çok güvenen anne babalar, lütfen “benim çocuğum hayatta yapmaz, içki kesinlikle içmez” demeyin.

Ergenlik, arkadaşa uyma yaşıdır ve en masum görüneni bile şaşırtır. Eğer aileler ve emniyet el ele verip bu meseleyi çözmezse, çok vahim haberler duyarız diye korkum, Allah herkesin çocuğunu korusun.

“Baba” olmak ya da “iskele babası” olmak, işte bütün mesele bu...

Yazının devamı...

Adab-ı muaşeret zorunlu ders olmalı

Memleketteki adı sanı bilinir kişilerin ettiği laflar, karıştığı olaylar hiç normal değil.

Memleketin başına güneş mi geçti? Ülkenin politik dengesi kaydıkça, belli ki insanların da şirazesi kayıyor. Aklı selime muhtaç kaldık. “Yok artık” dedirtecek ne varsa bizde. Annemin yetiştiği dönemde pek bir moda olan “Adab-ı muaşeret” kitabı vardır, işte bu kitap okullarda zorunlu ders diye okutulmalı hatta vatandaşlık görevi olarak, askere gider gibi 7’den 77’e herkes zorunlu “görgü kuralları ve ahlak” kampına alınmalı. Hiç lafı sözü uzatmaya gerek yok, memleketteki adı sanı bilinir, hatırı sayılır kişilerin son günlerde ettiği laflara, karıştığı olaylara bakmak durumun vehametini anlamaya yeterli. Daha beteri sanki tüm bu olup bitenler normalmiş gibi yaşamaya devam ediyor, günden güne adap yoksunluğunu biraz daha benimsiyor hatta yüceltiyoruz. Beyler (beyler diyorum çünkü tüm acayip vukuatlar erkeklerin başının altından çıktı), başınıza güneş mi geçti?

7’den 77’e herkes zorunlu “görgü kuralları ve ahlak” kampına alınmalı

Metin Hara: Başına ilk güneş geçen kişi oldu. Çok yazılıp çizildi, üzerinde fazla durmaya gerek yok. Adriana Lima aşkını hiç abes bulmuyorum ve kendisine mutluluklar diliyorum ama röportajında, az gelişmiş Türk erkeği sözü olan “sen benim kim olduğumu biliyor musun” misali “siz benim eski sevgililerim kim biliyor musunuz” diyerek tek tek isim vermesi... Adriana Lima’dan sürekli “yengeniz” diye bahsetmesi, “bu daha başlangıç” diyerek aşk hikayesinden bir başarı öyküsü çıkarma çabası... Eyvah, eyvah... Eğer Türk erkeğinin kendini aşmışı, iç yolculuk ve maneviyat gurusu Metin Hara böyleyse, vay Türk kadınlarının haline!

Fatih Terim: Adana Demirspor’un eski başkanı Selahattin Aydoğdu ile giriştiği “kebapçı paravanı” kavgası...Üstelik, Alaçatı’nın göbeğinde, üstelik yumruk yumruğa... Kim haklı kim haksız bilmem ama şunu bilirim ki gerçek ne olursa olsun böyle bir kavgadan Fatih Terim her türlü haksız çıkardı ve öyle de oldu. Tüm Türkiye’nin ortak paydası Türkiye Futbol Direktörü olacaksın, yıllarca hepimizin göz bebeği Milli Takım’a hocalık yapacaksın, mazinde UEFA gibi şampiyonluğu taşıyacaksın, sonra kebapçı helası yüzünden kopiller gibi kavgaya tutuşacaksın! Yok, “ama”sı yok, her ne sebeple olursa olsun milleti temsil eden insanların irtifayı böyle düşürme hele hele sonra bir de yılların milli kalecisine özrü kabahatinden büyük mektuplar yollayıp, tüm futbol severlerin sevgi ve saygı seviyesiyle oynamaya hiç hakkı yok. Hatta, haklı bile olsa! Baştaki bunu yaparsa, stadtakiler neler yapar sonra!

Kemal Tamer: Kendisi, Üniversite Sporları Federasyonu Başkanı. Herhalde bu ara spor camiasını yönetenler statta fazla güneş altında kaldı, başka açıklaması yok! Beyefendi’nin beyanatı şöyle, “Bizim kültürümüzde sevişmek yok!” Ne diyelim, Allah başka dert vermesin kendisine, ne kadar çaresizse artık... Bunlar hep sıcaklardan!

Alişan: Bir başka güneş çarpması vakası... Nişanlandığı genç kadında ne bulduğunu soran gazeteciye, güzel ve çekici olmadığından memnun olduğunu söyleyerek “adabı muaşeret”e turp suyu sıkmayı başardı. Evet gayet de şeker, saf ve iyi niyetli biri olduğuna eminim. Ve yine eminim ki, göz yaşları içinde kendisine veryansın eden nişanlısına “vallahi öyle demek istemedim aşkım” diye dil döküyordur şimdi. Ama olmaz ki, böyle de konuşulmaz ki! İlle de Sertaç Ortaç’ın karısının güzelliğine atıfta bulunacaksan “ben çok güzel bir kadınla olabilecek kadar özgüvenli değilim” dersin olur biter.

Bu arada Alişan’a bir konuda hak vermemek elde değil, Chloe gerçekten çok güzel.

Yazının devamı...

İkinci beynimi kullandım iyileştim

Bağırsaklarımız ikinci beynimiz konusu şimdi herkesin üzerinde konuştuğu bir durum.

Son zamanlarda kadını erkeği, genci yaş almışı herkesin dilinde aynı konu: Bağırsaklarımız ikinci beynimiz. Sağlıklı beslenme şekilleri, zayıflama reçeteleri sanırım hepimizin ortak konusu. Durum böyle olunca haliyle tüm dünya bu meseleye odaklanıyor ve her gün yeni bir kuram ortaya atılıyor. Üzerinden biraz zaman geçince eskisi çürütülüyor, zararlı denilenler serbest, en çok tavsiye edilenler yasaklı ilan ediliyorlar. Biz de “ortada sıçan” durumunda şu sağlık ve ideal kilo topunu yakalamak için can havliyle koşturuyoruz. Ben kendi adıma “can boğazdan gelir”ciyim. Dedelerden kalma sağlık tavsiyelerinde öteye geçmem, zeytinyağlı sebze, tencere yemekleri ve otların şifasına inanmaktan vazgeçmem. Belki inanmayacaksınız ama asla ve asla tartılmam. Eski pantolonlar benim ideal kilo ölçümdür. “Ay doğumdan önceki kotuma girdim” ya da “yahu emzirirkenki elbisemden başkası olmuyor” gibi ölçütlerim vardır. Kolay kilo almam ama kolay da veremem. Rejim yapmam ama blüzlerin düğmeleri açılmaya başlayınca biraz dikkat ederim. Daha doğrusu “dim”! Ta ki şu “ikinci beyin, bağırsak” olgusu ve hatta sendromuyla karşılaşana kadar. Çünkü benim için mesele artık estetik kaygıdan öte sağlık sorununa dönüştü. Öğlene kadar yatsam da yorgun kalkmalar, vücudumda bana “illallah” dedirten ağrılar, en sağlıklı sebzeyi bile yedikten sonra karnımda başlayan sancılar... İşte bu ve benzeri şikayetlerle tuttum Zorlu Center içinde açılan sağlıklı yaşam kliniği Memorial Wellness’ın yolunu ve Doç. Dr. Gökhan Özışık’a kendimi emanet ettim. Önce, bir kısım Lüksemburg ve İngiltere’ye kadar uzanan çok detaylı tahliller yapıldı. Sonunda bana bir yol haritası çıkarıldı. Tedavi edici beslenme üzerine ülkemizdeki en yetkin diyetisyen Yeşim Temel Özcan kontrolünde, başladım bağırsaklarımı onarmak için diyet yapmaya.

İlk 45 gün hemen her şey yasak. Tüm tahıllar, süt ve süt ürünleri de...

Bir ay oldu. İlk etap olan bağırsakları onarım aşamasını tamamlamak için 10 günüm kaldı. Sonra yavaş yavaş, şu an yasakli besinleri vücuduma alıştırarak yeniden yemeye başlayıp bir yandan da ağır metallerden arındırma dönemi olan 2’nci aşamaya geçecekmişim. Gerçekten öncelikli olarak zayıflamak için çıkmadım bu yola, hayat kalitemi artırmak istedim. Ama ciddi anlamda da bir yandan kilo kaybettim. Peki çok mu zevkli bu diyeti yapmak? Yalan yok, hiç keyifli değil çünkü sevdiğim her şey yasak. Aç kalıyor muyum? Hayır, dilediğim kadar yiyorum ama doğruya doğru, yoksunluk hissim var. Değdi mi? Henüz yolun yarısındayım, 1 ay sonra size daha iyi bir cevap verebilirim ama şu anda kendimi çok daha zinde hissediyorum ve en şahane tarafı uzun zamandır kas ağrılarım yok. Yemek sonrası şişkinlik, gaz, sancı olmaması da cabası.

Listenin başında yumurta

Kuşkusuz her diyet kişiye özel olmalı ve tam olarak tedavi olmak için bu konuda uzman bir doktora danışmalısınız. Şu an tedavi için kullandığım Glutamine oranını paylaşmıyorum çünkü bana göre ayarlanmış dozlar onlar. Ama, en sağlıklı bağırsağı olanların bile arada uygulamasında fayda bulunan, özellikle biraz hamuru veya zararlı yemekleri fazla kaçırdıktan sonra bağırsağın 48 saat içinde kendini onarmasına yardımcı olan diyetimin genel prensibini paylaşmak istiyorum. Bir deneyin. İyi geldiğini hissederseniz benimle aynı sorunlara sahip olabilirsiniz. Bir fark görmezseniz de biraz kilo vermiş olursunuz, ne dersiniz?

“İkinci beyin, bağırsak” beslenme prensibini, tolerans - intolerans rejimiyle karıştırmayın. İşte genel hatlarıyla yasaklı ve faydalı besinler:

Yasaklar: Kulağa başta korkutucu gelecek ama 45 gün boyu hemen her şey yasak. Tüm tahıllar (GDO’larıyla oynandığı için bağırsaklarımızın asıl katili kabul edildiğinden çavdar, kepek ya da organik denilenler farketmez tümü hatta kinoa bile yasak), süt ve süt ürünleri (peynir, yoğurt, ayran, laktozsuz süt dahil çok çok acı verici ama yasak), baklagiller (nohut, mercimek, kuru fasulye ve aklınıza gelebilecek tüm kurubaklagiller yasak)

Yenilebilecekler: Yumurta, yumurta, yumurta... (gıdaklayana kadar), et-tavuk-balık ürünlerinin tümü, zeytin (her derde deva kötü gün dostumuz), taze sebzeler, domates, otlar, badem - ceviz - fındık, fındığı öğüterek elde edebileceğiniz toz yani un hali ile yapılan çeşitli tarifler, zeytinyağı, badem ya da Hindistan cevizi sütü. Az bir şey meyve de ben verdim gitti.

Yazının devamı...

Gitmek mi zor kalmak mı zor

Psikologların tanısıyla “seperasyon problemi” yani ayrılık acısı çekiyorum...

Bodrum’daki evimdeyim... Dört bir yanım küçük çocuklar ve onların peşinde helak olan annelerle dolu. Bir an evvel çocukları büyüse de bir şezlonga uzanıp kitap okuyabilseler, denizde özgürce kulaç atabilseler diye hayaller kurup bir yandan kumda az sonra yıkılacak olan yeni bir kale için eşeleniyorlar. Zordur bilirim, o yollardan geçtim. Şimdi ben sallana sallana sırtımda havlu ile plaja gelip, güneşte tembel tembel gerindikçe, kendi karnımdan başkasını doyurmak için uğraşmadığımı gördükçe, keyfimce yüzerken, kıyıya tutsak, ardımdan bakarken, nasıl gıpta ettiklerini biliyorum. Bir de ben ya da benim gibi, çocukluk günlerini geride bırakmakta olan genç evlat annelerine sorun bakalım? Ben söyleyeyim, hiç de öyle göründüğü gibi değil durum. Evet, büyük çocuk sahibi olmak kesinlikle fiziksel olarak konforlu bir durum. Bedensel yorgunlukların büyük oranda azalması anlamına geliyor çocukları büyütmek. Peki ya psikolojik yorgunluklar... Ah işte, çocuklar büyüdükçe çığ gibi büyüyen, meselenin bir de bu tarafı var.

Depresyondayım, evet. Ve yine evet bu yüzden yazıyorum bu satırları çünkü psikologların tanısıyla “seperasyon problemi”, bizim halk deyişimizle “ayrılık acısı” çekiyorum. Allah korusun, kötü bir sebeple değil çektiğim hasretlik. Artık liseli olan Ada, eğitim için ilk defa bu yaz benden ayrı üç hafta uzaklara gitti. En kötü ayrılığımız böyle olsun o ayrı ama benim durumumdaki anneler için asıl mesele, üç hafta özlem duymaktan öte, çocuğun kendi kanatlarıyla uçtuğunu görmenin verdiği şaşkınlık. Daha acayip olanı, kulağa son derece mutluluk verici gelen bu sürecin annede buruk bir sızı bırakması. Çocuğunun artık bir birey olduğunu, ayakları üzerinde durabildiğini, başının çaresine bakabildiğini görmenin gururuna, kısaca “bensiz de yapabiliyor”u kabul etmenin ağırlığı çöküyor. Demem o ki “bir büyüse de rahat etsem “ diyoruz ya, büyüyüp bir başlarına yaşam yoluna çıktıklarında arkalarından bakmak da o kadar kolay değilmiş. Küçükken çocuklar bizden ayrılmak istemiyor ya, tecrübe ettim ki büyüyünce de biz onlardan... Senden bağımsız da varolabildiğini gördükçe, sevincini alttan dürten bir garip hüzün peydahlanıyor içine. Ve o an anlıyorsun ki, daha ilk adımlarını atarken sana ihtiyacı olan o minik ele sen de tutunmuşsun meğer. Ve o dengesini bulup elini bıraktığında, farketmeden dengeni sen de o küçük elle kurduğunu anlıyor, ne kadar beklesen de bu anı, hazırlıksız yakalanıyor ve boşluğa düşüyorsun. İtiraf etmek istemesen de, artık ihtiyaç duyulmamaktan korkuyorsun. Ne kadar yorucu olsa da anneliğin o “her zaman ihtiyaç hissedilme” halini terketmek istemiyorsun. Çocuğun senden ayrı bambaşka bir evde yaşamaya başladığında, ağlayarak seni arayacağını, sürekli geri dönmek için kafanın etini yiyeceğini zannederken, bir bakıyorsun ayrılık depresyonunu sen yaşıyorsun, gizli gizli yastığına sarılıp ağlarken “yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz gelecek” diye sayıklıyorsun. Şimdi söyleyin, çocuklar küçükken peşinden gitmek mi zor, yoksa büyüyünce yoluna baka baka geride kalmak mı zor? Şu an yol gözleyen anneler beni anladı, o sabahı gel bize sor...

Çocukları refahımıza değil hayatımıza ortak etmek

Bir süredir Psikolog Prof. Acar Baltaş’ın bir TV programındaki sözleri internet ortamında çok paylaşılıyor ve tartışılıyor. Çocuklarımıza sunduğumuz “Yeni moda Türk Usulü başarı yolları” üzerine eleştiri ve tavsiyeler içeren bir konuşma bu. İzlemediyseniz, tavsiye ederim. İlk başta biraz sert hatta geri kafalı gelen saptamaların çoğu, biraz düşününce sarsıcı bir gerçeklikle tokat atıyor insana. En çok da orta ve orta üst sınıf arasında gittikçe yayılan bir anlayışa dair şu uyarısı kaldı aklımda, “Biz Türkler çocukları hayatımıza değil refahımıza ortak ediyoruz artık” diyor Prof. Baltaş. “Benim çektiğimi o çekmesin”ciliğin yarattığı konforun çocuğun gelişimindeki zararlarına dikkat çekiyor. Doğruluğu hepimizin tecrübesiyle sabit olan ama çocuklarımızı steril kozalarda muaf tutmaya çalıştığımız şu önermeyle sarsıyor tüm ebeveynleri, “Acı, üzüntü, hayal kırıklığı ve başarısızlık yoksa bir hayatın içinde, o hayattan bir hikaye çıkmaz”. Elini taşın altına koyabilen, ekmeğini taştan çıkaran çocuklar mı yoksa taşı tutamayan, taşı tanımayan hatta “ben özelim taş beni tanısın” diyen çocuklar mı yetiştireceğiz, sanırım bütün mesele bu!

Yazının devamı...

Yaz bitmeden komşuya geçmeli...

Kapı komşumuz Yunanistan’da evinizde hissedersiniz kendinizi, gözümüzde aynı geçmişin izleri...

Yaz bitmeden komşuya geçmeli... Ben sevdim, her yaz bir başka tarafına gidiyorum size de tavsiye ederim. Kapı komşumuz Yunanistan’dan bahsediyorum tabii ki... Siz sakın politikacıların lakırdılarına kanmayın, bir elmanın iki yarısıyız biz, onlar bize benzer biz onlara... Dünkü yazımda, mübadeleden ve kendi aile tarihimden bahsetmiştim, meraklısı internetten okuyabilir. Vatanı bu topraklarda, çoğunun ana dili Türkçe olan binlerce Rum Yunanistan’a, orda yaşan yüzlerce Türk de Türkiye’ye göçe zorlanmış. Bu sırf dini azınlığı eritmek için yapılan acımasız insan takasına da mübadele denmiş. Bu yüzden çok şeyimiz ortak bizim. Yemeğimiz, müziğimiz, zeytinimiz, el işlerimiz... İnsanımız hatta lisanımız ortak çünkü. Bizim parçamız orda, onlarınki bizde kalmış; acılarımız bile ortak çünkü. Komşuda, evinizde hissedersiniz kendinizi... Aile sıcaklığı ile karşılıyorlar hepimizi, gözümüzde aynı geçmişin izleri...

Komşuda tatile gitmek isteyenler için tavsiyeler

- Varsa muhakkak kendi arabanızla gidin, ailece çoluk çocuk hatta varsa köpeğinizi de alın gidin. Arabanıza da köpeğinize de çıkış için vize benzeri işlem yaptırmanız gerekli. Evcil hayvanların yurt dışı çıkış detaylarını daha önce yazmıştım. Ehliyetiniz için de işlem yaptırmalısınız ya da en iyisi doğrudan yurt dışı geçerliliği olan çipli ehliyete geçerek boşa bir daha masraf etmezsiniz.

- İpsala’dan Yunanistan’a geçince ilk durak Dedeağaç ya da şimdiki adıyla Aleksandrapoli ama hala yabancı sitelerde bile adı Dedeağaç olarak kullanılıyor. Bize yarım saat mesafedeki bu şehir bile başlı başına bir tatil yeri. Eğer 3-4 günlük bir uzatılmış hafta sonu tatiliniz varsa daha uzağa gitmeyin. Nisiotika’da yemeğinizi yiyin. Bir balıkçı köyünde denize girip, taptaze ve çok ucuza balık yemek isterseniz, hiç turistik olmayan Fanari köyüne gidin.

- Kavala-Thassos: Arabayla hiç yorulmadan yapılacak bir güzergah. Yunanistan’ın en yeşil ve denizi muhteşem adası Thassos’a, Kavala’ya gelmeden önce, Keremoti’den yarım saatlik bir feribot yolculuğu ile ulaşmak en rahat olanı.

- Kavala-Selanik: Bir gecelik Kavala konaklamasından, Taverna Savvas’da bir akşam yemeği ya da “Batis beach”de denize girdikten sonra 1 saat 45 dakika yol yapıp Selanik’e geçmek de güzel bir başka güzergah. Sadece Atatürk’ün doğduğu evi ve o muhteşem hissi yaşamak için bile gidilir. İki gece kalmak yeterli gelir. İzmir’in küçük kardeşi değil, modern ve şık ikizi demek daha doğru olur. Nüfusun az olmasının avantajıyla, çirkin yapılaşma olmadan, gecekondular dolmadan, yollar daralmadan yani belki annemin genç kızlığındaki İzmir gibi Selanik... Ve mutlaka, Selanik’in en kadim yapısı, dinler öncesinden günümüze kalan, yıllar içinde kiliseyle minareyi birlikte taşıyan Rotunda’ya gidip, o muhteşem enerjiyi içinize çekin. Anopoli, Aristo Meydanı,Tsimiski, Vlali, Kapani, Modianao...Canlı müzik ve adım başı taverna... Bir de beyaz Kule’nin ordan akşam ücretsiz yarım saatlik gemi turları çok keyifli.

- Selanik’ten bir saat sonra, Yunanistan’ın en güzel beldelerinden Halkidiki’desiniz. Üç parmak şeklinde denize salınan üç yarım ada oluşturuyor Halkidiki’yi. Son adaya zaten kadınlar giremiyor,papazların olduğu boş bir ada. Ortadaki daha yeşil olanı, en baştaki eğlencesi bol olanı. Arabanız altındaysa her kıvrımından denize girin, mayoları arka camda kurutup tüm koyları gezin. Ben ortadaki yarımadada Neo Marmaras’ta, Kelyftos Otel’de kaldım, size de tavsiye ederim. Dönüşte ya dosdoğru Türkiye’ye geçin ya da çok yorgunluk istemiyorsanız Dedeağaç’ı son durak yapıp öyle memlekete girin.

Yazının devamı...

Aşk iksiri gerçek mi oluyor?

Bilim adamları 20 yıl içinde aşk haplarının hayatımıza gireceğini ve bu ilaçları eczaneden ağrı kesici gibi alabileceğimizi söylüyor.

İnanılmaz ama evet! Oxford Üniversitesi, insanların, ilaçla aşık olmasını mümkün kılmanın peşinde. Oxford nörobilimcisi Anders Sandberg, yakın bir gelecekte aşk haplarının hayatımıza gireceğini, 20 yıl içinde de eczaneden ağrı kesici alır gibi bu aşk ilaçlarından alabileceğimizi söylüyor. Sakın bahsettiğim şey cinsel uyarı haplarıyla karıştırılmasın, bildiğiniz aşık olmaktan söz ediyorum. Yapılan araştırmalara göre, aşık olurken oksitosin ve vazopressin yani halk arası deyişimizle ‘aşk hormonu’ salgılıyormuşuz. Aşık bir çiftin aşk hormonlarındaki denge ve karşılıklı olarak oksitosin hormonundaki artış da romantik bağı yani birlikteliği sağlıyormuş. Tabii insanın aklına hemen şu soru geliyor, ‘neden bilim insanları, bizi ilaçla aşık etmeye çalışıyor?’ Tabii ki her konuyu eşelemeyi, doğal akışından çıkarıp kendi eline almayı seven araştırmacıların buna da cevabı hazır; efendim, çiftler çok uyumlu oldukları halde bir süre sonra aşk bitti diyerek yollarını ayırıyor ve uzun evlilikler, kurulu düzenler bu sebeple dağılıyormuş, işte bilim insanlarının amacı, uzun süreli ilişkilerde azalan aşk hormonunu yerine koyarak, çiftlerin birbirine aşık kalmasını sağlamakmış. Kulağa bir çeşit büyü tarifi gibi geliyor değil mi, işte bu yüzden bence adına ilaç, hap vs değil, aşk iksiri demek daha yaraşır. Diyelim ki böyle bir iksir eczanelerde satılır oldu, peki yan etkileri neler olur acaba? Hemen hatırlatayım, Shakespeare’in 400 yıl önce yazdığı “Bir yaz gecesi rüyası” oyunu aşk iksirinin yarattığı yanlışlıklar komedyasıdır. Peki ya aşkını tazelemek isteyen çiftler, Shakespeare’in oyunu misali, birbirine değil de gidip kapı komşuya meylederse ne olacak? Açıkçası, bitmiş bir aşkı yapay yolla canlandırmak fikri ilk duyuşta cazip görünse de ne kadar sağlıklı olur? İyi düşünmek gerek. Hani mutluluk hapı adı altında, serotonin, endorfin gibi mutluluk hormonu içeren ilaçları alıp, kimyasıyla oynanmış zihni sersemlediğinden sürekli yapay bir gülümsemeyle dolaşan günümüz insanlarının mutluluğuna benzemesin sonra yeni ilaçlı aşıklarda... Domatesin hormonlusu ne kadar sağlıklı ve lezzetli ise hormonlu aşk da o kadar olur işte!

‘Yaşam biçimini değiştirin’ sloganı bir psikolojik baskı hasarı...

Yaşam biçimini tümden değiştirmek gerekli mi? Son yıllarda uzmanların nefesi ensemizde yaşıyoruz. Yaşam biçimimizi değiştirip,faydalı kurallarla şekillendirmemiz konusunda sürekli bir baskı var. Ülkemizde politikacılar bunu yaptığında adına ‘faşizm’ diyoruz ama doktorlar, diyetisyenler yaşam biçimimize karıştığında el pençe divan duruyoruz. Her gün, televizyondan, gazetelerden, internette bize karışan, onu yeme bunu içme, şu saate kalk, şu saatten sonra yeme diyen onlarca ses, her lokmamızda Woody Allen filmlerindeki anne figürü gibi bizi gözetleyen Canan Karataylarımız psikolojimizde baskı oluşturmuyor mu peki? Bu da bir çeşit faşizm, insanların yaşam biçimini yargılama değil mi? ‘Ama onlar iyiliğimiz için’ dediğinizi duyar gibiyim. Vallahi, politikacılar da tüm yasakları iyiliğimiz için getirdiğini iddia ediyor ona bakarsanız.

Üstelik tıp da bugün cici dediğini yarın karalayan, bugün makbul saydığını sonra yasaklayan, zemini oldukça kaygan bir bilgi alanı. Velhasıl demem o ki, kantarın topuzu biraz kaçtı. Önlemli uyarılar ve tavsiyeler anlaşılır ama faşizme varan, ‘yaşam biçiminizi değiştirin’ sloganının psikolojik baskı hasarı, yediklerimizden zararlı olmaya başladı. Cambridge Üniversitesi nörobiyoloji eş başkanı Dr. Michael Hasting’e göre, vücudumuzun ritmini 12 gen belirlermiş.

DNA’mızda yaşam hızımızı belirleyen kodlar varmış. Bu yüzden erken kalkan zayıflar, daha zeki-çevik olur filan gibi bir sabit öneri yanlışmış. Kişiden kişiye değişirmiş, çünkü yeni araştırmalarla, insanın çok daha komplike bir sistem olduğu fark edilmiş. Her hücremizin zamanlaması bile ayrıymış. Beynimiz de bu hücrelerle senkron çalışıyormuş. Kendini zorlamak çoğunlukla bu düzeni bozduğundan, kendimizi kötü hissettiğimiz noktada vücuda daha zararlı oluyormuş.

Sevgili sağlık uzmanları sözüm size, yıllardır pek çok öneriniz var ama günden güne daha kilolu, daha mutsuz, daha sağlıksız oluyoruz, bir rahat bırakın da iç sesimizi dinleyelim biraz da...

Yazının devamı...

Köpekli tatil

Yunanistan’daki bir haftalık tatilimizde yanımızda köpek olmasının farkını hissetmedik. Bizde ise yazlığınız yoksa köpekle zor tatil yaparsınız!

Geçen hafta ailem ile bayram tatiline gittik. Anneanne, dede,

anne-baba, çocuk ve köpek... Doluştuk arabamıza, Tonton kucakta, biraz itiş tepiş de olsa düştük komşu Yunanistan yollarına. Bu gezinin annemin hayali olduğunu ve babasının yani benim dedemin doğduğu toprakları görmek için Kavala’ya gideceğimizden geçen hafta Kavala’yı anlatan yazımda bahsetmiştim. Elbette, Selanik, Halkidiki ve Dedeağaç gezi notlarımı da paylaşacağım. Ama bugün, bana gezi boyunca Instagram’dan en çok gelen soruyu yanıtlamak istiyorum, “Köpeğimizle nasıl tatil yaparız”?

Tekirdağ’a geldik uyarıyla karşılaştık!

Vallahi yurt içinde eğer kendi yazlığınız yoksa köpeğinizle zor tatil yaparsınız. Köpek karşıtı bir ülkede yaşıyoruz. Yunanistan’da geçirdiğimiz bir hafta boyunca, yanımızda köpek olmasının farkını hissetmedik. Ama daha Tekirdağ’a geldiğimiz an, köftecilerin kırlık bahçelerinin girişinde “köpek giremez” tabelasıyla karşılaştık...

Ben çoğu insana göre daha şanslıyım çünkü doğruya doğru bana bu konuda biraz torpil yapıyor mekanlar. Hem tanınırlıktan hem de Tonton’un küçüklüğü ve sevimliliği sayesinde oyuncak muamelesi yapıldığından. Ama ya diğer hayvan dostları? Sevgili Saffet Emre Tonguç, bana Türkiye’de köpek kabul eden bazı özel ve güzel butik otelleri mesaj atmış, ben de hemen paylaşıyorum ki tatilinizi can dostunuz ile yaşamanın keyfini çıkarın. Bu mekanlara da hayvan dostu oldukları için koca bir alkış

Bozburun Yat Kulübü, Argos-Kapadokya, Mandarin Otel-Faralya, Begonville Evleri-Cunda, Olimpos Lodge-Çıralı, Villa Fe-Çatalca- Pastoral Vadi-Fethiye.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.