Sonbahar kokan kitaplar...
Cumartesileri kendinizi birkaç saat sokağa atanlardan, atıp da kendini kitapçı raflarında bulanlardan mısınız? Bugün kitap kokan dükkanlarda sayfalarını karıştıracağınız ve içlerinden seçip de yarına başlangıç yapacağınız önerilerim var size. Son dönem kitaplardan, öykü, kurgu roman, anı, bilimsel temelli, herkesin kalbine, beynine farklı notalardan dokunacak kitap tavsiyeleri...
Zülfü Livaneli’den iki kitap birden...
Huzursuzluk ve Elia ile Yolculuk. Huzursuzluk, yılın başında çıkmasına rağmen, yaz boyu çok fazla yazıldı çizildi. Çok içerden bir hissi besleyen, aşk, vicdan, merhamet duygularıyla okuyucuyu hikayesinin peşinden sürükleyen bir roman. Yakında dizi film yapmak için yapımcılar kolları sıvarsa şaşırmayın. “Elia ile yolculuk” ise Zülfü Livaneli’nin yazın okuyucu ile buluşturduğu bir anı-yol kitabı. Huzursuzluk romanının gölgesinde kaldığını düşündüğüm bu kitabı, özellikle sinema sanatı ve politika seven okuyuculara tavsiye etmek istiyorum. Zülfü Livaneli ve bu topraklarda doğan efsane yönetmen Elia Kazan’ın, birlikte Anadolu’da yaptıkları seyahati, yıllar içinde kesişen yollarını , ayrı politik koşullarda birbirine dolanan köklerini, Livaneli’nin itiraf gibi satırlarında bulabileceğiniz bir yol roman bu... Sanatçılar açısından içinden geçtiğimiz günlere benzeyen McCarthy dönemindeki ihanetiyle tarihe geçen Kazan’ı, faşizmin kanattığı iki sanatçının Anadolu yollarında kendi geçmişleriyle yüzleşmesini, derin bir duygusal anlatımla dinlemek, tarifsiz bir okuma keyfi sunuyor.
Melisa Kesmez-Bazen Bahar
Öykü severlere... İçinde 10 tane öykü bekleten, hepsi insanın içine içine işleyen, kaybedişlere ve yeniden buluşlara dair hikayeleriyle bana tam da ”sonbahara ait” hissi veren kitap... Nerdeyse 2 yıl olacak çıkalı. Hele 80’lerde çocuk olanlar muhakkak bu öykülerin dünyasında dolanmalı. Hatta eliniz değmişken yazarın ilk kitabı “Atları bağlayın geceyi burda geçireceğiz” de alınmalı. Kapağında uluslararası prestije sahip 2017 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü Mansiyonu etiketi bulunan “Bazen Bahar”ın 34.sayfasındaki “Beyaz Kelebekler” öyküsüne gelince, kalbinin kapı aralığından sızan tuhaf bir esinti hissedenler, Dostoyevski’nin şu sözünü hatırlamalı, “İster tatlı, ister acı olsun, hatıra insana ıstırap verir.”
Haruki Murakami-Karanlıktan Sonra...
Edebiyat dünyasının yaşayan isimleri benim için Murakami ve diğerleri olarak ayrılır. Bu tamamen öznel bir yaklaşım ve bu sayfa ve tavsiyelerim de tamamen öznel olduğu için bunu itiraf etmekte bir sakınca görmüyorum. Murakami ile daha önce tanışmamış olanlar için bu tavsiyem muhteşem bir başlangıç olacak, eminim. Murakami severler ise eğer henüz “karanlıktan sonra”yı okumamış ve üstelik “gece insanı” dediğimiz gruptan ise hemen bu karanlık ve gizemli serüvene dahil olmalı. Her sene Nobel Edebiyat ödülleri için açılan bahislerde en kuvvetli aday olarak gösterilen ve belki de tam da bu sebepten hep bir sonraki sefere devredilen Murakami, bunca popülerleşirken, edebiyat tacirlerinin elinde nasıl kendini koruyacak, ayrı bir merak konusu. “Karanlıktan Sonra” 2004 yılına ait bir roman aslında ama ülkemizde bu yıl Türkçe’ye çevrildi. Japonya’da Murakami’nin yeni romanı “Kumandanı Öldürmek” yayınlandı bile. Bu arada, 1985 yılında yazdığı “Fırtına Saldırısı” da bu hafta 32 yıllık bir gecikme ile çıktı. Umarım “Kumandanı Öldürmek” için bu kadar beklemek zorunda kalmayız.
Carlo Rovelli - Fizik Üzerine 7 Kısa Ders...
Fizik üzerine yazılmış en önemli kitapların başında gelen “Fizik üzerine 7 Kısa ders“ dünyada 40’tan fazla dile çevrildikten sonra nihayet Can Yayınları ile karşımızda. Bu bir ders kitabı değil. 72 sayfada Fizik kuramlarına genel bir bakış sağlayan ve evreni algılamamızı kolaylaştıran bu kitap her yaştan herkesin okuyabileceği bir düzeyde ve herkesin evinde mutlaka olması gereken bir önemde. Özellikle, ülkece bilimin yasalarından hızla koptuğumuz şu günlerde...
TEOG neydi ne oldu, ne olacak?
TEOG kalktı, 1,5 senedir sınava çalışan öğrenciler ellerinde kalem, makus talihlerindeki bilinmezlikle baş başa kaldı. İşte en çok sorulan soruların yanıtları...
TEOG, liseye geçiş sınavına son 4 yıldır verilen isim. Aslında son 15 yıldır, farklı isimlerle anılsa da hayatımızda farklı formlarda hep vardı. 2000’li yıllarda sırasıyla LGS, OKS, SBS ve TEOG adı altında çeşitli sınav sistemleri denendi. 15 yılda altı Milli Eğitim Bakanı değişti ve her gelen, “Bize güvenin, bu seferki en iyisi” diyerek yeni bir model denedi; deneme yanılma yöntemi sürekli yanılma ile sonuçlandı, her gelen gideni arattı, hepsi başarısız olduğu için koltuğunu kısa sürede başka bir isme bıraktı. Bu arada sorun sadece denenen sınav sistemlerinin işe yaramazlığı değildi, skandallar da peşi sıra geldi. İki yıl sonra komple iptal edilen sınavlardan tutun, soruların önceden çalınmış olduğunun ortaya çıkmasına kadar pek çok gencin hakkını yiyen, emeğini çöpe atan ve yaşamını savuran hatalara imza atıldı. Tüm bunlar, bir kere olsun hatasız bir sınav yapamamaktan kaynaklandı.
TEOG’a ne oldu?
Kendinden öncekiler gibi yandı bitti kül oldu. Bir anda... Elbette sınavların hatasız sorulardan oluşması, doğru seviyede bir sınav yapılarak öğrencilerin kapasitelerine göre yerleşebilmesi, yani daha sağlıklı ve ayırdedici bir sınav olması için beklenti içindeydik. Ama yeni bir sistem oluşturulmadan eskisini kaldırmak da neyin nesiydi,kimse bilemedi. Bir başka dal tutmadan, tuttuğumuz dalı da bırakarak muhtemel bir düşüşe geçtik. İşin ilginç yanı, koskoca memlekette ne olacağını bilen yok! Cumhurbaşkanı neyi istemediğini söyledi. İstenilmeyen kalktı, ama istenilen neydi, ona bakacak vakit kalmadı! 1,5 ay sonra girecekleri sınav için 1,5 senedir çalışan öğrenciler ellerinde kalem, makus talihlerindeki bilinmezlikle baş başa kaldı. Veliler de ders kitapları, etüdler ve derslere harcadıkları paraları çöpe attıklarıyla kaldı. Geriye kesif bir panik ve 1,5 milyona yakın öğrencinin kaderini belirleyecek büyük bir bulmaca kaldı.
Bundan sonra ne olacak?
Adı ne olursa olur ama mecbur yine bir sınav olur. Emir şu an büyük yerden olduğu için hiçbir bakan ve eğitimci çıkıp da “sınavsız olmaz” diyemiyor. Belli ki araya zaman girsin, keskin sözler biraz unutulsun da Cumhurbaşkanı’nın emrine riayet edilmemiş gibi olmasın diye bekleniyor. O arada yeni denenecek sınav üzerine çalışılıyordur muhakkak. Muhtemelen mayıs ayında bir sınav yapılır. Özel okullar bu sınava tabii olabilir, ortak olarak toplanıp “özel okullar sınavı” da yapabilir. Bu arada, ortalamalar, sanat spor vs. ile gelen puanlarla torpilin kapısı aralanır, zaten eşitsiz eğitim şartları olan çocukların arasındaki yarık daha da açılır.
Sınavsız olamaz mı?
Olmaz! Keşke sınavsız herkes istediği okula girebilse... Benim de gönlüm Finlandiya modeli ister ama olamaz! Finlandiya’nın 10 katı öğrencimiz olmasına karşın yüzde 1 oranında bile iyi okulun bulunmadığı ülkemizde, 500 bin öğrencinin aynı 15 okul için yarıştığı eğitim sistemimizde sınavsız yerleştirme olamaz! Ha ille de sınavsız yerleştirirsen de orda adalet ve eşitlik olmaz. Ha MEB Bakanı, “bize güvenmiyorsunuz ama Finlandiya da değişim yapıyor” diyor ya, Finlandiya her değişimde eğitimde zirveyi, biz her değişimde dibi zorluyoruz da ondan sayın Yılmaz!
Cumhurbaşkanı, ‘‘eskiden her okul kendi sınavını yapıp, ayrı alırdı” dedi,
bu sistem işler mi?
Maalesef teknik olarak olamaz. 1956 yılındaki sistemi bugünün nüfusuna uyarlamak sizce mümkün mü? Kolejlerde okuyanların parmakla gösterilecek kadar az olduğu günler geride kaldı. O tarihlerde, 100 kişinin başvurduğu Robert Kolej bugün sınav yapsa 500 bin öğrenciyle karşı karşıya kalır. Hiçbir okul maddi-manevi böyle bir sınavı kaldıramaz. Özel Okullar Birliği bünyesinde birleşip, hatta belki ücret karşılığı sınav yapabilirler. O zaman da çok sevdiğimiz “Robert’teki çoban çocuk”, ancak ”bir varmış bir yokmuş” diye başlayan masallarda olur.
Hane adresine göre yerleştirme olur mu?
Adaletsiz olur. Emlak piyasasına faydası olur da Anadolu’daki çocuğun ya da şehirlerin kenar bucak mahallelerindeki umut vaadedecek öğrencinin ocağına kibrit suyu olur.
Öğrencinin puanına göre yerleştirme olur mu?
Bizim ülkemizin bugününde olmaz. Puana göre yerleştirme, yolsuzluğun, rüşvetin, torpilin kökünün kazındığı, vekillerin kendilerine hediye edilen gömleğin bile halka hesabını verdiği, en küçük bir şaibede bakanların istifa ettiği ülkelerde olur. Bizim ülkemizde olursa, olan garibanın çocuğuna olur.
Ne yapılırsa güzel olur?
Hatasız ve öğrencinin algısını ayırt edici sorulardan oluşan nitelikli bir sınav olursa, çocuklardaki psikolojik baskıyı hafifletmek için birden fazla sınav hakkı olursa, ezbere dayalı değil, algı ve düşünme becerisini ölçen Pisa testi benzeri sorular sorulursa, kimlerin işine geldiği belirsiz saçma iptaller yapılmazsa...İşte o zaman sınavla da güzel olur.
Bienal’in keyfini çıkarın
Rahat bir ayakkabı giyin, sırt çantanıza ince bir rüzgarlık koyun ve Şehrin sokaklarında dolaşın, Sanatla kucaklaşmanın tam zamanı.
Bienal, kelime itibari ile “yıl aşırı” anlamına geliyor. Dünya genelinde ise iki yılda bir yapılan ve uluslararası sanat çevrelerini ve izleyicisini bir araya getiren büyük sanat etkinliklerinin ana başlığı olarakl kullanılıyor. Genel itibari ile de yapıldığı şehir ile anılıyor. Dünyadaki en eski Bienal, 1895 yılından Venedik Bienali ve en yenisi de bu kasım ayında Pakistan’da ilk olarak düzenlenecek olan Lahor Bienali. Farklı ülkelerin sanatçılarının işleriyle sergiler açtığı, oturumlar, konuşmalar ve atölyelerle renklenen bienaller, şehirlere yaşam nefesi veren büyük organizasyonlar olarak çok kıymetli. Bu yıl 15’incisi düzenlenen İstanbul Bienali de şehre yayılan sanat rüzgarı ile en prestijli bienallerden biri. Tophane Meydanı’ndaki İstanbul Modern Müzesi ile Galata’daki Özel Rum İlkokulu, ARK Kültür, Pera Müzesi, bir sanatçı kolektifi olan Asmalımescit’teki Sanatçı stüdyosu, Fatih semtinde Fatih Sultan Mehmet döneminden kalma Küçük Mustafa Paşa Hamamı ziyaret etmeniz gereken sergi alanları. Küçük Mustafa Paşa Hamamı’ndaki kadınlar bölümünde erkek, erkekler bölümünde ise bir kadın sanatçının işleri bulunuyor. Elbette, her bienalin, sanatı ortak paydada buluşturduğu bir başlığı olmalı. İstanbul Bienali’nin bu yılki başlığı ise “İyi bir komşu”. İsmine uygun olarak Bienal, birbirine komşu 6 mekan arasında, rahat bir yürüme mesafesinde düzenlenmiş. (16 Eylül -12 Kasım)
Emmy’de bir Türk
TV dünyasının en büyük ödülleri olan “Emmy” geçtiğimiz hafta sahiplerini buldu. “The Handmade Tale’s” ve “Big Little Lies” ödül gecesine damga vurdu. Veep ise üç yılda 3’üncü Emmy ödülünü alarak başarısını sürdürdü. Buguüne dek 38 Emmy kazanan Game of Thrones ise geç sezon başlangıcı yaptığı için adaylıktan çıkarılmıştı. “Yaratıcı sanatlar” dalında ise, Ekin Akalın, yaptığı animasyon ile Emmy alarak, Türkiye’de son dönem pek çok liselinin hayalini süsleyen ama ülkemizde şimdilik pek geçerli olmadığı için meslek olarak seçmekte tereddütte kaldıkları “animasyon” dalı için yeniden zihinlerde yeşil ışık yaktı.
Kırmızı elbisesiyle Nicole Kidman, alev alev yanıyordu. Big Little Lies ile “En İyi Kadın Oyuncu ödülü”nü de alan Nicole Kidman, son dönemin parlayan oyuncusu Shailane Woodley ile sahnede yan yana dururken, yarı yaşındaki genç yıldızı izleyiciler seçemedi bile. Eh, bizim ülkemizde kadınlarla ilgili çıkan her haberde niyeyse yaş söylenir, hatta sosyal medyada bir söz söyleyen 35 yaş üzeri ünlü kadınlara hemen, üstelik abartılarak yaş üzerinden hakaret edilir. Hele güzel bir fotoğrafı filan Instagram’da varsa, gıcık olunur, yaş unsuru bir kusur gibi ortaya konur. Oysa ki Nicole Kidman örneğindeki gibi güzellik, hava, hoşluk, zerafet, şıklık yaşta değil, kadındadır.
Nasıl zayıfladım?
Yaz boyu yaptığı GAPS diyeti ile 8 kilo veren Berna Laçin sağlıklı kilo verme sırlarını açıkladı.
Bağırsağımdaki bir problemi gidermek için yaz boyu GAPS diyeti uyguladım ve yan etki olarak epey zayıfladım. Açıkçası bu, bir tedavi sırasında maruz kaldığım en tatlı yan etkiydi. Daha önceki yazılarımda “geçirgen bağırsak sendromu” şikayetlerimi, tedavisini, “bağırsak ikinci beyin” mottosunu ve beslenme prensiplerini yazmıştım. Sizin de vücut ağrıları, eklem iltihabı, yemek sonrası karın şişkinliği gibi şikayetleriniz varsa internet tarayıcınıza “Berna Laçin, Vatan Gazetesi, ikinci beynimi kullandım iyileştim” diye aratın ve lütfen önceki yazılarımı okuyun. Ama gazetelerde dolaşan fotoğraflarımdan sonra tedavi bir yana nasıl zayıfladığımla ilgili sorular aldı başını gitti. Anladım ki ben detaylı yazdıkça yazıyorum ama kilo derdinde olanlar meselenin pratik kısmıyla ilgileniyor. O zaman işin bilimsel ve sağlık kısmıyla ilgili detayları merak edenleri eski yazılarımla baş başa bırakıp, meselenin zayıflama kısmına odaklanıyorum bu gün. Ama önce çok önemli bir konuda uyarmak istiyorum, lütfen ünlü isimlerin pazarlamasını yaptığı zayıflama ürünlerine itibar etmeyiniz. Sağlıklı zayıflamak için mucizevi bir içecek var, evet; su.
Ne olur sağlığınızı tehdit eden, “doğal” diye sunulduğu halde içi ne idüğü belirsiz kimyasallarla dolu bu takviyelerle sağlığınızı tehlikeye atmayın. Eğer verilen kilo benimki gibi 7-8 değil de 30-40 ise mide operasyonu işin içine girmiş oluyor ve ne yazık ki çok az isim bunu açıkça söylüyor. Açıkçası bu gibi düzmece ürünlerin reklamını yapanlar kamuya karşı basbayağı suç işliyor! Gelelim benim Memorial Wellnes’te Doç. Dr. Gökhan Özışık denetiminde diyetisyen Yeşim Temel Özcan ile yaptığım diyetin çok kabaca ve pratik olarak tarifine.
Güne 1 kaşık ev yapımı elma sirkesi ve mutlaka 1 kaşık soğuk sıkım Hindistan cevizi yağı ile başlayın ve kahvaltıdan önce mümkünse biraz yürüyüş yapın, öğün aralarını en az 5 saat olacak şekilde ayarlayın. Porsiyonlarınızı kibrit kutusu filan ölçmeyin, güzelce dolu tabak yiyin. Meyveyi makul tutun, tatlı meyveleri tadımlık tutun.
Kemik suyu (bildiğiniz anneanne usulü, kemik iliği bağırsağı yeniliyor), ev yapımı turşu, ev yapımı sirke, Hindistan cevizi yağı, avokadolu, tatlı patates (Brezilya patatesi, şu turuncu eğri büğrü kök sebzesi), kırmızı pancar, iki ay sonra ise balkabağı, yer elması, ev yoğurdu.
Gençler bu eğitimle ülkeyi ayakta tutabilir mi?
Milli Eğitim Bakanlığı, yeni eğitim öğrenim yılına, deneme ve bolca yanılma yöntemini benimseyen yeni müfredatı ile girdi.
Okullar açıldı. Yeni müfredat 1’inci, 5’inci ve 9’uncu sınıflarda her zamanki gibi deneme ve bolca yanılma yöntemini benimseyen Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından yürürlüğe konuldu. Detaylara çok girip kafanızı şişirmek niyetinde değilim. Lise 1’inci sınıfta biyoloji dersi azaltılarak din bilgisi dersine eklenmiş, ilkokulda evrim teorisi kalkmış “cihat” konusu eklenmiş, “kadın kocasına itaat emeli” önermesi kitapta işlenirken, Nobelli Bilim insanımız Aziz Sancar’ın buluşları değil “Müslüman alimlerin başarısı” listesinde ismi din bilgisi kitabına eklenmiş, vesaire vesaire vesaire...
Saymakla bitmez bu yenilikler, zaten dünya ölçeğindeki kalkınma raporu için yapılan PISA testlerinde sonlarda olduğumuz için çok da etkili olmayacak; öyle ya sadece dipte biraz daha derine indiririz seviyeyi olsa olsa. Bir ülkenin ekonomik kalkınmasını, o ülkenin gençlerinin anlama, muhakeme etme, çözüm üretme, ilişkilendirebilme, bilimsel ve kavramsal düşünebilme yetilerinin başka ülke gençleri ile rekabeti belirliyor. Bırakalım detayları, tek bir gerçek var ki bu eğitimin yetiştirdiği gençlerin ülkemizi kalkındırması, dünya ölçeğindeki teknoloji - tasarım - yaratıcılık standartında rekabet etmesi mümkün değil. Kısaca, ülkece batıyoruz yani ey ahaliiiii!
Şimdi okullu olduk, ekranları dondurduk
Yaz boyunca ekrana kilitlenen öğrencilerin bundan kurtulması lazım.
Öğrenciler uzun bir tatilin ardından okullu oluyor. Okul sürecinde sorun olacak bir meseleye dikkat çekmek istiyorum, “Ekran bağımlılığı”. Şu devirde her yer adeta ekran ile kaplı bir hale geldiği için, farkında olmasak da ekranlarla hemhal olma durumu var. Biraz da dünyanın gidişatı bizi bu duruma soktu çünkü, dört bir yanımız ekran kuşatması altında. Yetişkinken tanıştığımız sanal dünyayla bugün nasıl sarmaş dolaş olduğumuz hesaba katılırsa, bu icatların içine doğan çocukların ekran aşkına çok da şaşırmamak gerek.
Bağımlılık nerede başlar nerede biter
Anlıyoruz ki çocukları, kendimizi ekrandan uzak tutmak mümkün değil. Peki ama “bağımlılık” sınırı ne, nerde başlar, denge nasıl sağlanır? Bağımlılık dediğimiz; bir şeyin yoksunluğuna katlanamama ve içinde bulunduğu halden vazgeçeme halidir. Ekran bağımlılığını, kişinin iradesiyle ekranı kullanabilme ve kapatma tercihini kullanamama noktası olarak görebiliriz. Yani buradaki kritik nokta vazgeçebilme yetisi. “Sofraya oturuyorum”, “arkadaşımla sohbet ediyorum”, “ders çalışmaya başlıyorum” diyerek ekranı kapatabilmek gerekiyor. Eğer tüm bu etkinliklerde göz durmadan ekrana kayıyorsa, el sürekli bir açıp sosyal medyayı ya da mesajları kontrol etme refleksindeyse, sanal alemle bağ koptuğunda, bilgisayar oyunu bırakıldığında, videolar kapatıldığında, mesajlara ya da bildirimlere göz atılmadığında huzursuzluk, mutsuzluk ve davranış bozukluğu başlıyorsa o zaman ekran bağımlılığı oluşmuş demektir. Bu da tüm bağımlılıklar gibi küçümsenmeyecek bir sorundur. Çok yeni bir bağımlılık türünden söz ettiğimiz için ilerde ne boyutta zarar vereceğini şu anda bilmiyoruz. Afyonu da eskiden Anadolu’da çocukları uyutmak için verirlermiş ve sigarının da ilk yıllarda öldürücü olabileceğini kimse hesap etmemiş! Çalışmak dışında ekran önünde oyalanmanın, çocukların derslerini olumsuz etkilediği bir gerçek. Peki biz aileler bu tehlikeden korunmak için neler yapabiliriz?
- Örnek olmak önemli. Sofraya otururken, gezmeye giderken akıllı telefonları ele almamak ve akşam belirli bir saatte, bireysel ekranlı cihazları bir odada toplamak gerek.
- Çocuklara saatle ilgili sınırlama getirmeli. Steve Jobs’un çocuklarına küçükken iPad ve iPhone kullanmayı yasakladığını unutmayalım.
- Bizim evin kum plajı 10 sene evvel kum - kova oynayan küçük çocuklarla dolardı bugün daha bebek yaşta, konuşmayı tam sökmemiş çocuklar elinde iPad’le şezlongtan kalkmıyor. Annelerin, reklamla, çizgi filmle mama yedirmesi ise bu bağımlılığa atılan en tehlikeli adım.
- Uzmanlara göre 0-18 aylık çocuklar ekranlardan tamamen uzak kalmalı. 18-24 ay ise ekrandan uzak kalmalı ya da çok kısıtlı zaman içinde kalmak şartı ile tanışmalı.
- 2-5 yaş arası en fazla 1 saat ekran karşısında geçirmeli (TV - bilgisayar - telefon hepsi dahil).
Bodrum’da hazan...
Bodrum’da sezon sona erdi, tatil bitti... Güz mevsimi ile beraber her yere bir sessizlik çöktü. Tatilcilerin çöpleri ise ortada kaldı!
İnsanın yüreği ile midesi arasında bir yere ruhunu sıkıştıran tuhaf bir burkulma hali... Eylül ayı boyunca etkisini gösterir. Sonbahar tam anlamıyla hakimiyetini kurup, kızıla kesince her yer, yavaş yavaş ruhumuzu terkeder. Güz çökmeye başladığı için değil, yazın birden terkedişe geçişine bizim razı olmayışımızdan; iki mevsimin arasında mulakta kalışımızdan bu sızı. Güneşin hala yaktığı tenlerde, rüzgarın serin tokadı insanı serseme çeviren ve kendine münhasır kokusuyla Eylül, geçip giden ömrün ardından bizi düşündüren. Ne gariptir ki, daha genç olmasına rağmen Eylül bir bitişe işaret eder de Kasım yeni başlangıçalarla yüreğimize su serper. Eylül başka hiçbir aya benzemez bir koku ile geçer içimizden, hüzünlü ama eşsiz güzellikte bir tortu bırakır yazın özünden.
Güz işte bu kokuda saklıdır. Sonra yavaşça yerini renklere bırakır ve kızıl sarhoşluk hüzün ve umudun her tonunu üfler sessizce. Eylül, başlı başına bir başka mevsimdir bana göre. Bu yüzdendir, gelip giden ruh halimiz, bir açılıp bir daralan nefesimiz. Mesele, biten tatiller, deniz - güneş kum sefasına veda değildir aslında, tatlı anların nasıl da kayıp gittiğine şahit olmak, ah işte hep bu kaybediş güz sancısını kıymık gibi içimize saplayan.
Yaz bitti, çöpler ortada kaldı
Yukarıdaki duygularımı anlatmaya çalıştığım satırlardan sonra bunu da mecaz sanmayın sakın. Birkaç senedir Ada’nın sınavları, okul telaşı derken Eylül’ü Bodrum’da karşılayamıyordum ki, en çok bu vakitler hatta Ekim‘de severim Bodrum’u. Ada okula başladı ama ben bir hafta daha kendimle baş başayım Bodrum’da. Eğer okul telaşınız, izin hesabınız yoksa şimdilerde gelin Bodrum’a, balık fiyatları bile yarı yarıya. Evet havada güz kokusu var ama buralarda onun bile ayrı bir rayihası var. Evimde yalnız kaldığım şu birkaç gün öyle iyi geldi ki... Deniz kenarında kitabımı okurken çok net duyduğum Eylül kokusu daha uzun bir süre kalır duygu hafızamda.
Her mevsimin, her ayın hakkını vermek, tam da benim ruhuma göre. Geçiştirmek, uç uca eklemek ne kadar uzaksa bana, hüznüyle rüzgarıyla, yukarda anlatmaya çalıştığım güz sancısıyla, Eylül’ü hissetmek yaşadığımı hissettiriyor bana. Büyük şehirlerde sanki her mevsim bir gibi geliyor bana. Hep aynı havadaki kapalı mekanlarda, hep aynı ısıdaki arabalarımızda, iklimlerle aramızda bile mesafe var aslında. Bodrum’da hayat çıplak, Bodrum’da Eylül sansürsüz şu anda. Ben yine birden bağladım duygusal bir anlatıma. Oysa bunca duygu geçişli güz günlerinde, Eylül’ün o başka hiçbir ayda bulamayacağınız kendine has kokusuna karışan korkunç kokular dolaşıyor ortada.
Bir bakıyorsunuz ağır bir çöp kokusu, sonra garip bir kanalizasyon kokusu ve arada yükselen dumanlarla gelen bir yanık kokusu. “Ne oluyor” demeye kalmadı, işin kokusu çıktı ortaya! Bodrum Belediye Başkanı Mehmet Kocadon’un açıklamasına göre, 5 milyon 300 bin kilo çöp, belediye eliyle atılmış doğanın kucağına. Hiç rakamda bir yanlışlık olduğu zannına kapılmayın, 5 milyon 300 bin kilo çöpten söz ettiğimiz doğrudur! Eh malum tam da yaz sonuna gelen Bayram sebebi ile Ağustos sonunda, 160 bin nüfuslu Bodrum 1,5 milyonun üzerinde turist ağırlamış. Esnaf için sevindirici bu durum, 10 şehrin toplamından çıkan kadar çöp çıkmasına neden olmuş. Ve vahim olan şu ki, memleketimizin hasır altı edilen en büyük sorunlarından “katı atık tesisi” sorunu böylece Bodrum’da patladı! Yıl 2017 ve biz hala 5 milyon küsür kilo çöpü doğaya bırakıyoruz. Sonra çocuklara, “çöpü yere atmamayı” öğretmeye çalışıyoruz. Büyükşehirlerde çöpleri ayrıştırarak toplamaya çalışıyoruz ya iyi niyetli bir gayretle, hepsi için ayrı arıtma var mı sanıyorsunuz? Cevap, koca bir HAYIR! Sonra neymiş efendim, biz çok temizmişiz! Tabii canım hatta şu Evropalılar çöplerimizi de ne kıskanıyordur şimdi bir bilseniz!