Şampiy10
Magazin
Gündem

Türkiye’de baba olmak

AÇEV’in “İlgili Babalık” araştırmasına göre, Türkiye’de babalar en çok TV izleyerek çocuklarıyla vakit geçiriyor.

Çocuklarla iligili her tür sorumluluğun annelere yüklendiği ülkemizde, dikkat edin, en iyi baba modeli kendini “Yardımcı olmaya çalışıyorum” diye tarif ediyor. Sadece bu sözden bile babaların çocuğun bakımını üstlenme sürecinden kendilerini muaf tuttuğunu anlamak mümkün. Büyük bir gurur, tevazu ve iyi kalplilikle “Ben her konuda eşime yardımcı olmaya çalışıyorum, elimden bu kadarı geliyor, daha ne yapayım” cümlesindeki yardımcı olmak fiili aslında tüm bilinçaltını açığa vuruyor. Öyle ya, birine yardımcı olmak demek, aslında hiç sorumluluğumuz olmayan bir konuda, sırf iyi kalpli ve yardımsever olduğumuz için, üstümüze vazife olmayan işlerde birine destek vermek demektir.

AÇEV’in, 6’sı profesör olmak üzere güçlü bir uzman ekip ile yürüttüğü saha çalışması ve araştırma, çoğunu tahmin ettiğimiz gerçekleri, bilimsel olarak önümüze koyuyor. Şunu biliyoruz ki, çocuk gelişimi ve sağlığı için anneler kadar babaların da ilgisi ve eğitimi önemli. Babalık, doğumla değil sonradan öğrenilebilir bir kavram. İlgili babalarla büyüyen çocuklar, daha uyumlu, okulda daha başarılı ve daha akıllı oluyor. Hem devlet kurumlarının, hem özel kuruluşların, anne-çocuk sağlığı ve eğitimine verdiği önemi artırıp, babalara çok destek vermesini umuyorum. Toplumsal gelişim, sağlıklı yeni nesil ve sağlam aile yapısı için anne-baba-çocuk birlikte gelişmeli. Teşekkürler AÇEV

Yazının devamı...

Fransa’nın gizli cenneti Colmar

Fransa’nın Alsace bölgesi, üzüm bağları ve şarap üretim tesisleri ile öne çıksa da; bakımlı evler ve leziz yöresel tatlılar bu bölgeyi görmenizi anlamlı kılan detaylardan..

Dünkü Strassbourg yazımın devamı olarak bugün size Alsace bölgesinin diğer yıldızı Colmar ve civarındaki köylerden söz etmek istiyorum. Alsace Bölgesi’ni bir bütün olarak değerlendirip, birbirine 10 dakika mesafedeki büyüleyici köyleri, hele ki Noel için kar küresi misali süslenmişken, kışın bile camlarından sardunyalar sarkıyorken, Noel pazarları kurulmuşken ve ışıl ışıl parlıyorken lütfen keşfedin. Unutmayın, Strasbourg’dan en uzak Alsace yerleşimi bile en fazla 1 saat uzaklıkta. Ve bir hatırlatma daha, Noel pazarları ve şehirlerle köylerin yeni yıl için süslenmiş halleri 24 Aralık akşamı sona eriyor ve sonra herkes evine çekiliyor.

Strasbourg’u 3 günde keşfedin

Dünkü yazımda bahsettim şimdi kısa geçiyorum. Şehir tümüyle UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde. Hiç değilse üç gün kalmalı. Avrupa’nın Başkenti ünvanını taşıyor. Tarih boyunca iki ülke arasında el değiştirdiği için Fransız Alman kültürünün bileşimi. Gutenberg matbaayı burda icat etmiş, Goethe Strasbourg Üniversitesi’nden mezun olmuş, pek çok Nobelli bilim adamı burdan çıkmış. 1000 yıllık Notre Dame katedrali çevresinde kurulmuş şehir. Nehir kenarında masal kitabı sayfası gibi duran Petite France - Küçük Fransa Bölgesi çok çekici. Au Fond du Jardin nefis bir çay salonu, yer bulamazsanız oturma salonunu bir görüp ve bir paket kokulu kış çayı alıp hemen yanındaki Chocolate Bistrot’ta çikolata fondan yiyin, derim. Naegel de eski şehir içinde, tatlı severleri bekleyen mekanlardan biri. Vino Veritas ise Strasbourg’da yaşayan arkadaşım Pelin’in tavsiyesi ile gittiğim beş masalı bir gurme İtalyan lokantası. Notre Dame Katedrali’nin gece ışıklandırıldığında ortaya çıkan üç boyutlu işlemeleri eşliğinde turistik olmayan bir yemek yemek şahaneydi. Şarap kavı çok zengin.

Gurme diyarı Colmar

Alsas Şarap yolunun merkezi ve Alsas Şarap Başkenti olarak tanınıyor. 2-3 gün kalmalı. Özgürlük Heykeli, Amerika’nın kuruluşunun 100. Yıl hediyesi olarak Colmarlı heykeltıraş Bartholdi tarafından burda yapılmış. Aslında önce Mısır için “Müslüman kadın” formunda hazırlanıp sonra şimdiki haline dönüştürülmüş. Muhakkak müzesini gezip, hem özgürlük heykelinin ilk denemelerini hem de Fransa’nın devasa boyuttaki pek çok ünlü heykelinin, küçük olarak yapılmış ilk hallerini sanatçının evinde görme imkanı bulun. Ayrıca Colmar’ın girişinde de bir Özgürlük heykeli bulunuyor. Oyuncak Müzesi de görülmesi gereken yerler arasında. İsveç, Fransa, Almanya arasında el değiştiren bu küçücük masal şehrinde nehrin kenarındaki Petite Venice’deki (Küçük Venedik) kapalı pazar Marche Couvert’den gezmeye başlayarak, yürüye yürüye her yeri keşfedin. Maison Rouge atmosferi ve yerel yemekleri için tavsiye edebileceğim bir yer. Gurme tadlar ararsanız küçük bir aile işletmesi olan “Le Petite Bidon”u öneririm. Bu 150 bin nüfuslu küçücük yerde ve gezeceğiniz tüm köylerde pek çok Michelin yıldızlı mekan olduğunu da meraklısına söylemiş olayım. Öğlenleri 13:30 en geç 14:00 sonrası akşam da 21:30 sonrası Alsas bölgesindeki lokantalar mutfağını kapar, unutmayın.Kaysersberg: Oralara kadar gidip görmeden gelirseniz emin olun pişman olursunuz. Strasbourg- Colmar arasında, Colmar’a 20-25 dakika mesafede, gerçek üstü güzellikte bir yerleşim. Hele Noel zamanı dünyanın gözbebeği. Şarap yolu boyunca ve köylerde tadım yapabileceğiniz şarap evleri ve üretim yerleri olduğunu da meraklısına bildiririm.

Riquewihr: Üzüm bağları ile çevrili bir büyüleyici köy daha. Köy dediysem, hepsinde dev katedraller, pek çok dükkan ve gurme mekanlar var. Özellikle peynir tadım dükkanları ve organik ekmek ve helvacılar şahane. Köylerin içinde turistleri gezdiren mini trenler de bulunuyor. Girdiğiniz köyde büyülenip yıllanmayın çünkü hepsi birbirinden güzel çok yerleşim var.

Eguisheim: Colmar’ın güneyinde beş dakika mesafede, isim anlamı gibi “güzel köy”. Ama öyle böyle değil. Daracık sokaklardaki tüm evlerin çiçek içinde olması ile ünlü. Kış günü bile camlardan sarkan sardunyalara gerçek mi diye dokunmaktan kendimi alamadım. Hele bir de şimdi Noel süsleri içinde...

Obernai: Strasbourg - Colmar yolunda, Strasbourg’a çok yakın. İstikametinize göre Strasbourg - Colmar arasında ya ilk ya son durak köy. La Halle Aux Bles hem dekorasyonu hem yemekleri ile nefis bir Alsas lokantası kesinlikle programınızı ona göre yapın ve hiç olmazsa öğle yemeği için uğrayın. Tavsiyem mönüdeki güveçte dana etli patatesli makarnalı “Pates grand-mere” (anneanne yemeği).

Yazının devamı...

Noel’in renkli başkenti Strasbourg

Dünyada noel pazarının kurulduğu ilk yer Strasbourg... Sanki zaman durmuşcasına bir dekor hatta bir müze gibi ilk haliyle korunduğu için yeni yıl pazarları da 24 Kasım - 24 Aralık arasında rengarenk oluyor.

Seyahatseverler genellikle ilkbahar - yaz aylarında Avrupa’yı keşfe çıkar. Kış ve sömestr tatili için ise kayak merkezleri ya da mevsimi yaz olan uzak diyarlar seçilir. Bu noktada, sonbaharın hakkının yenildiğini düşünüyorum. Uzun zamandır bayramların da yaz aylarına gelmesiyle birlikte tatilde gezme programları sonbaharla birlikte askıya alınıyor ve bu muhteşem kızıl günler, evin yerleşik düzeniyle iş arasında kayıp gidiyor. Oysa ki vaktiyle bir Fransız’dan da duyduğum gibi, mesela Paris’in en güzel zamanı Kasım ayıdır. Aslında tüm Avrupa için hemen hemen bu durum geçerli. Ben şahsen Kasım ayının kıymetini son birkaç yılda anladım, ne de olsa yaz insanıyım. Geride kalan yazın hüznü ile kış kabusu arasında araftı benim için kasım. Meğer “aşk” ayıymış... Kuşun yaprağa, insanın güneşe sımsıkı sarıldığı anlarmış. Ne bir mevsimin sonu ne de yeni başlangıçlarmış. Gençlikle de yaşlılıkla da bağı olmazmış. Nev-i şahsına münhasır coğrafyasında, aşkla dalından süzülecek zamansızlıkmış.

Geçen hafta kasımın kızıl aşkı sebebiyle Strasbourg, Colmar ve Alsace Bölgesi’ni gezdim. Strasbourg dünyada ilk noel pazarının kurulduğu yer. Hala da noel’in başkenti olarak kabul ediliyor. Sanki zaman durmuşcasına bir dekor hatta bir müze gibi ilk haliyle korunduğu için, yeni yıl pazarı olarak kurulan şirin kulübeleri ve her ağacı, penceresi, duvarı itina ile ışıklandırılıp süslenen sokakları ile 24 Kasım - 24 Aralık arası bir masal diyarına dönüşüyor. Aman dikkat, 24 Aralık akşamı itibari ile Alsace bölgesinin bayramı ve 25’inde ise yılbaşı dönemi sokaklarda in cin top oynuyor.

Gezmek için üç gün ayırmanız yeterli

Üç ülkeye üç kapı: Basel’e doğrudan uçuşlar var. Basel havalimanı 3 ayrı ülkeye kapısı bulunan ilginç bir alan. Küçücük havaalanında 3 ayrı kapı var ve biri Fransa’ya, diğeri Almanya’ya, öteki de İsviçre’ye açılıyor. Mutlaka araba kiralayın. Strasbourg ve Colmar çevresinde Eguisheim, Kaysersberg, Riquewihr başta olmak üzere rüya gibi köyler var ve bunlar Noel için muhteşem süslendi ve adeta bir kar küresine döndü. Diğer zamanlarda da çiçeklerle bezeli bir üç boyutlu karton masal kitabı gibi hepsi.

Üç gün ayırın: Strasbourg, 1000’inci yılını kutlayan eşsiz Notre Dame Katedrali ve çevresi, nehir boyu uzanan her köşesi bir fotoğraf karesi ”Petite France” (Küçük Fransa) bölgesi etrafında yürüyerek keşfedeceğiniz olağan üstü güzellikte bir şehir. En az üç gün ayırmanızı tavsiye ederim.

Mutfağı bize yakın: Alsace mutfağı bizim ağız tadımıza çok uygun. Anneanne yemekleri tadında etli patatesli güveçler, makarnalar, pide benzeri taş fırından lezzetler, elmalı tartlar, çikolatalı tatlılar... Fransız mutfağı bize ne kadar uzaksa Alsace de o kadar yakın.

Yazının devamı...

TEOG, MEOG ve bizim büyük çaresizliğimiz

Unutmayın, eğitim yoksa ekonomik refah da yok! Kısaca bu kafayla gidersek, Türkiye’ye gelecekte ekmek yok!

Daha kaç başarısız sınav, kaç kayıp nesil gerekli acaba el yordamı, deneme ve hep yanılma tarzını kenara bırakıp, eğitimi dünya çapında takip eden, araştıran, Türkiye’deki öğrencileri, velileri yakından tanıyıp, sorunları bizzat yaşan insanlara danışıp, ince eleyip sık dokuyarak, ihtiyaçlar göz önünde bulundurularak, ülke gerçeklerinin yanına şapkayı koyarak, ayakları yere basan bir sınav sistemi getirilsin. Yeter vallahi yeter! Bu gençlere de ailelere de yazık ama her şeyden önemlisi eğitimi yerlerde sürünen ülkemizin umutsuz geleceğine yazık! Eğitim başarı sıralamasında dünya sonuncusuyuz ve bu bataktan iki ay içinde uydurulmuş bir sistemle çıkış arıyoruz! Saplandığımız çamurdan hızlıca debelenerek çıkmaya çalışmanın bizi daha da batıracağını görmüyoruz. Sanıyoruz ki o kadar kolay! Durumun ciddiyetinin dahi farkına varamadık demek ki henüz. Unutmayın, eğitim yoksa ekonomik refah da yok! Kısaca bu kafayla gidersek, Türkiye’ye gelecekte ekmek yok!

Yeni sisteme dair açıklar

- Hangi okulların “nitelikli” olduğu hala bilinmiyor. Sınava bir ay kala açıklanacakmış, Haziran’ın ilk haftası da isteyen öğrenciler için merkezi sınav yapılacakmış. Belirsizlikler havuzunda kör döğüşü. Belli başlı 10-20 okul değil ki bütün mesele! Bir mahalleden diğerine eğitimin kalitesi değişiyor memlekette. Okullar arası kalite farkında OECD araştırmalarına göre rekor kırmış durumdayız. Her okulun birbirine yakın standartta eğitimi olan ülkelerden alınan tohum bu çorak toprakta tutar mı? Çocukları maddi çaresizliğine terk etmekte karar kılındı. “Coğrafya kaderdir” anladık da artık mahallemiz de mi kaderimiz, anlamadık!

- Altı aylık ikamet gerekliliği balonu patladı. Hatta şakaydı gerçek oldu gazetelerin emlak eklerinde “Nitelikli okul yanı daire”, “Fen lisesi karşısı kelepir” ilanları başladı...

- Hem üniversite hem liseye giriş sınavında hemen her gün yapılan değişikliklerden anlıyoruz ki henüz tam olarak kimse naptığını bilmiyor ve en kötüsü belirlenmiş sorunlara yönelik hedefe yürünmüyor. Bir aşağı tükürülüyor bir yukarı, bir sakal oluyor bir bıyık ama bir türlü akla yakın bir formül ortaya konamıyor. Parmak hesabıyla milyonlarca genç insanın geleceğine rota çiziliyor.

- Bu senelik idareten getiren merkezi sınav sonrası seneye il müdürlükleri sınav ve yerleştirmeyi yapacak? Bu sene özel okullar cesaret edip merkezden kopamadı ama seneye kendi sınavlarını kendileri de yapabilirler. Bu durumda İstanbul’da okumak isteyen çocuklar sınava nasıl girecek? Her il müdürlüğü ayrı sınav yaparsa sorular arası adalet nasıl sağlanacak. Çoban çocuklara ne olacak, İstanbul’daki okullara sesleri nasıl ulaşacak, bursları nasıl alacaklar, yoksa fıtratlarında çobanlık var da hep çoban mı kalacaklar?

- Liseye geçiş sınavı çocukların isteğine bağlı olacakmış bundan böyle. Kaç tane çocuk 13-14 yaşında sınava gönüllü olur? Daha ergenliğin kapısına yeni gelmiş çocuk sokakta top oynamak varken geleceği için hesap yapacak kadar olgunlaşır mı? Kariyerini planlamaya başlayıp daha orta mektepte ”CEO olmak istiyorum iyisi mi endüstri mühendisi olmak için şu topu kenara bırakıp bir fen lisesi sınavına gireyim” diyecek kaç çocuk çıkacak köylerden? Oysa Nobelli Bilim İnsanı Aziz Sancar çıkmıştı Mardin’in Savur ilçesinden. Doğru düzgün, çocukların zihinsel yetilerini ve kavrama becerilerini ölçebilen bir sınav zorunlu olduğunda, ne parlak zihinler tesadüfen keşfedilebilir oysa. Memleketin geleceği, iki dudak arasında! Reva mı bu halka?

Yazının devamı...

Dünyanın en güzel kadını

Hollywood pazarında güzellik için genç olmak şarttı. Ama bugün algılar değişti. 25 sene evvelin en güzeli yine en güzel seçiliyor.

People Dergisi her sene “Dünyanın en güzeli”ni seçer. Her sene merakla beklenen isim, medyasıyla dünyayı etkisi altına alan Amerika’daki değişen toplum profilini anlamak açısından önemli. People, 2017 yılının en güzel kadını olarak Julia Roberts’ı seçti ve kapağına taşıdı. Julia Roberts bu ünvanı ilk olarak 1991 yılında 24 yaşındayken almıştı. Bugün 50 yaşında. Geçen yıl Jennifer Aniston “Dünyanın En Güzel Kadını” ünvanını aldığında 47 yaşındaydı ve bir sene öncenin en güzeli Sandra Bullock da seçildiğinde 51’indeydi. Elbette güzel ve kendini çok iyi korumuş kadınlardan söz ediyoruz ama moda dünyasının bize dayattığı güzellik normlarına takılırsak kabul edelim ki koskoca Amerika’daki yeni film yıldızlarının, Victoria Secret mankenlerinin yanına bu kadınların hiçbiri yanaşamazdı. Ama insanlar Julia’nın etki alanına takılı kaldı. Bundan 10 sene öncesine kadar gençlik fetişine tutulan Hollywood pazarında güzellik için genç olmak şarttı. Ama bugün algılar değişti. 25 sene evvel en güzel seçilen isimler tur bindiriyor ve yine en güzel seçiliyor. Moda devleri, en ünlü parfüm ve kozmetik firmaları güzel yaş alan kadınları ikonlaştırıyor. İçinden geçtiğimiz günler, gerçekten güzel hisler verenin, her zaman güzel olarak kaldığı hatta bunun daha kıymetli bulunduğu bir döneme işaret ediyor.

Kim arzu nesnesi?

Son derece basit ve magazinel görünen “güzellik” aslında Antik Yunan’dan beri toplumların algısını yöneten bir kavram. Her ne kadar, “göreceli” olarak ifade edilse de yıllardır kapitalist düzenin dayattığı kalıpların esaretiyle boğuşuyor toplumlar. Twiggy döneminin çeyrek beden kadınlarının yıllar sonra Kate Moss ile yeniden pazarlanması, güzel olana ulaşmak için değil, ulaşılması zor hedeflere itilen kadınların bu uğurda daha çok mücadele etmesi dolayısı ile daha çok para harcamak zorunda kalması içindi. “Bu güzeldir” denilen şeyler dayatılarak bir pazar yaratılıyor ve “kral çıplak” demenin ötekileştirdiği bir dünyanın kuralları sürekli yeniden yazılıyor. Oysa güzel kavramı için belki de hiç değişmeyen en önemli kriter “bakana duygusal haz veren, estetik hissiyle etkileyen” olduğu gerçeğidir. O yüzdendir ki her ne kadar bugün çok tarz kabul edilip moda olsa da pijama kıyafetler, dede terliği şeklindeki ayakkabılar, altı kaval üstü Şeşhane desenli kıyafetler, iki sene sonra bakılan fotoğraflarda çirkin bulunmaktan kurtulamayacaklar. Güzeli tescil eden en önemli kavram zaman belki de. Grace Kelly, Jackie Kennedy ya da Audrey Hepburn’un elbiselerinin hala herkesçe çok beğeniliyor olması, bütünleşmiş, zamansız ve evrensel estetik duygusunun tatmin oluşundan değil mi? Prenses Diana’nın duruşu, Marilyn’in bakışı, Hepburn’un zerafeti, Rita’nın gülüşü hala aynı hazzı vermiyor mu bakanlara? Eskiden şu elbiseyi çok beğenirdim ya da şu aktöre bayılırdım, ne zevksizmişim diye düşünmemiz sadece bir zamanlar bize güzel diye şartlandırılan zorlama fikirleri kabul etmiş olmamızdan değil mi sizce de? Gerçekte güzel olan hakkındaki fikirlerimiz, zamanla zevkimiz değişse de değişmiyor aslında. Medya bombardımanıyla iğdiş edilmiş hisler, yıllar sonra baktığımız fotoğraflarla yüzleşirken bir bir çıkıyor karşımıza. Ne diyelim darısı ülkemizin başına. Gençlik fetişini durmadan pompalayan medyamız, her konuda taklitçisi olduğu ve gençlik hastalığını bir zaman bize bulaştıran Amerika’yı bu noktada da takip eder umarım. “Bir kişi genç ise güzeldir” anlayışı bir bizim memlekette kaldı. Fransız sinemasında en çekici kadın ilan edilen Isabelle Huppert, 63 yaşını sürerken, gittikçe ikonlaşan Michelle Pfeiffer 60 yaş arifesinde yeniden arzu nesnesine dönüşüyor. Bizim ülkemizde ise mesele günlük dilde kadınların yaşını bir hakaret sıfatı olarak kullanmaya varacak kadar aptallaştı. Bir insan güzelse güzeldir.

Yazının devamı...

Çi’nin şifreleri

Fi, boğulan seyirciye nefes aldırmıştı. Dizinin bu hafta başlayan ikinci sezonu “Çi” bakalım bize neler gösterecek?

‘Çi’ başladı. Sevgili Azra Kohen’in “Fi-Çi-Pi” kitap üçlemesinin ilki olan Fi geçen sene internet dizisi yapılmış ve büyük ilgi görmüştü. Bu hafta da serinin devam kitabı “Çi” ile dizinin yeni sezonu, geçen seneki aynı adresinde, internet kanalı olan “Puhu TV” de yayına başladı. Hikaye yaklaşık 2 aylık bir zaman aşımıyla, yeni karakterlerin katılımıyla sürüyor. Geçtiğimiz Nisan ayında Fi gösterime girer girmez bir yazı kaleme almış ve “isteyenin, istediği diziyi, sansürsüz izleyebileceği bir medya anlayışı yerleşiyor” diye yazmış ve sırf bu nedenle bile Fi’nin kesinlikle izleyicisini bulabileceğine emin olduğumu dile getirmiştim. Bugün görüyorum ki haklıymışım!

İzleyici nefes aldı

Fi, temiz ve şık bir çalışma elbette ama açık kanalların karşılıklı saat rekabeti içinde, mozaiklenerek kirletilen görüntüler eşliğinde yayına girseydi bu seyirciyi çekemezdi büyük ihtimalle ve belki de ikinci sezonunu göremeden hızla diziler mezarlığını boylardı. Her şeyden önce, arabaların markasının bile bantlandığı, ellerdeki bardakların sürekli bulanıklaştırıldığı, karakterlerin ağzından durduk yere “biip...“ diye düdükler çalındığı, steril dünya saçmalığında o kadar boğuldu ki artık seyirci, Fi ile nefes aldı. İzleyicinin aldığı keyif, dizinin çok iyi olup olmamasından öte çıplak gözle görünür olmasından kaynaklı. Bu arada medya gücünü elinde tutanların dengesini sarstığı için, işine gelmeyenlerin itham ettiği gibi pornografik bir yapısı yoktu Fi’nin. Sadece sürekli bir örtü altından gösterme gayreti yoktu o kadar.

Sonunu söylemeden Fi’den Çi’ye değişiklikler

Yazının devamı...

Kadının adı da yeri de yok!

Memleketimizi değil, memleketimize bulaşmış mikrop zihniyeti değiştirirsek biz kadınlar bu ülkede cenneti yaşarız.

Washington Post’un yayınladığı bir araştırma listesine göre dünyanın en mutlu ve refah içindeki kadınları İzlanda’da yaşıyormuş. İlk 10 ülke şöyle sıralanıyor: İzlanda, Norveç, İsviçre, Slovakya, İspanya, Finlandiya, Kanada, Hollanda, İsveç, Belçika. Danimarka, Almanya, İngiltere, Avusturya, Lüksemburg, Fransa da ilk 20’deki ülkeler içinde. Türkiye tabii ki ilk 100’de yok! Togo ile Etiyopya arasında yerimiz. Listeye baktım da hiç öyle İzlanda’ya filan gitmeye niyetimiz olmadığına göre, eldeki malzemeyi harmanlayıp, çürük çarığı çöpe atarak, sağlıklı bir yemek çıkarmaktan başka çaremiz de yok. Bizim ülkemizin güzelliği bir yana, İspanya’yı saymazsak listenin üst sıraları hep soğuk ülkeler, bizim bünye oralarda yapamaz. Hani her eleştiriye “beğenmiyorsan git orda yaşa” diyen aklı eksik bir grup var ya, işte onlara sesleniyorum; ben baktım da ülkem kadınları adına, bu listedekilere memleketimin sınır çizgisini değişemedim. Kararımız kesin, biz memleketimizi değil, memleketimize bulaşmış mikrop zihniyeti değiştiriceğiz. Çok karışık değil durum! Kadını ve çocuğu, sapkın erkeklere doğratan, tecavüzü meşru kılan, kız çocuklarını evlendirip sofradaki yerini öküzden sonraya atan hukuk işle-me-yişimizi bir yoluna koyarsak, biz kadınlar bu ülkede cenneti yaşarız. Ülkeyi yönetenler listede ilk 50’yi hedeflese, biz mutluluğumuzu zirveye çıkarırız.

Taciz skandalları durmuyor

Geçen hafta da yazdığım gibi, çorap kaçtı, dominonun ilk taşı devrildi bir kere, artık kelebek etkisi ile her ülkedeki erkeklerin kirli çamaşırları dökülecek bu gidişle. Hollywood’un en ünlü yapımcısı Miramax’ın patronu Harvey Weinstein’ın taciz soruşturmaları sürerken, Oscarlı oyuncu Kevin Spacey için erkek oyunculardan gelen taciz suçlamaları başlamıştı. Bu haftaki yeni haber ise, Amerika’nın en güçlü kişileri iken birden hayatları duman olan ve sıfır noktasını boylayan bu iki ismin de kendilerini kurtarmak için bazı manevralarda bulundukları yönünde. Arkadaş olan taciz davalı ikili sex bağımlılığı terapisi için sırayla Arizona’da bir rehabilitasyon kliniğine yatmış. Bu arada taciz skandalları İngiltere Parlemontosu’na da sıçradı. Muhafazakar Parti’den 36 ismin karıştığı taciz davaları ülkeyi karıştırdı. İlk anda Savunma Bakanı Fallon istifa etti.

Dustin Hoffman’a da yıllar öncesine dayanan bir taciz suçlaması geldi ve aktör özür diledi. Şu aralar dizi piyasasına da sıçradı taciz suçlamaları ve davalar peş peşe sıralandı. Belli ki bugüne kadar keyfi yerinde olan erkek dünyasını sert bir kış bekliyor. Bizde hemen suç kadına atılacağı için şimdilik kimsenin sesi çıkmıyor belki ama kimse de çok rahat olmasın derim. Ne demiş atalarımız “yavaş atın tekmesi pek olur”.

Absürt bir dava...

Hayatımda duyduğum en absürt davalardan biri ünlü oyuncu Hale Soygazi’ye açılan “analık” davası! DNA testi ile babanın tespit edilmesi sıkça yapılan bir uygulama ama annelik için DNA testi yapılması sadece çocuğun hastanede karışması ihtimalinde yapılıyor bildiğim kadarıyla. Çünkü şu bir gerçektir ki çocuğun babasının kim olduğunu bir tek anneler bilir. Erkek bir çocuğun kendinden olmadığına dair şüphe duyabilir ama her kadın bir çocuk doğurup doğurmadığını bilir.

Edremitli Murat Şar ısrarla annesinin Hale Soygazi olduğunu ve 1 günlükken evlatlık verildiğini iddia ediyor.Soygazi de “saçmalık” olduğunu söylüyor.

Herhalde bir kadına açılabilecek en absürt dava bu olsa gerek.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.