Şampiy10
Magazin
Gündem

Haftanın beyin yakan açıklamaları

İlk sırayı Ekonomi Bakan’ı Nihat Zeybekçi alıyor. Başta, benzin ve mazot olmak üzere, halkın belini büken zamlar sorulduğunda Ekonomi Bakanı şu açıklamayı yaptı: ”Zamları biz yapmıyoruz kendiliğinden otomatik olarak oluyor”. Cep yakan zamlara da beyin yakan bu açıklama yakıştı doğrusu. Artık lafı neresinden tutarsınız, burdan ne anlarsınız, güler misiniz ağlar mısınız, size kalmış!

-Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi Rektörlüğü ilan ile "Şeytan uzmanı yardımcı doçent" arıyor. Aşkolsun, neden şaka yapayım şimdi durduk yerde! Bu ilan hem de ülkemizin en yaygın gazetelerinden birine verilmiş iş ilanı. Başvuracak kişilerin yardımcı doçent olması ve şeytanla mücadele edecek insan eğitimi üzerine çalışmaları bulunması şartı aranıyor. Sosyal medyada epey konu olunca, rektörlük ilanı kaldırdı ve bahsi geçen kadro için bir komisyon kurulduğunu, aranacak özelliklerin yeniden değerlendirildiğini açıkladı. Koskoca üniversite böyle bir ilan çıktığına göre mesele ciddi olabillir, rektörlüğü şeytan çarpmıştır da acil ihtiyaç bundandır, kim bilir! Bekleyip görelim! Atalarımız ne demiş, “Karaman’ın koyunu sonra çıkar oyunu!”

- BJK Başkanı Fikret Orman’ın tarihi kafa karışıklığı

“İspanya’da Barcelona diye bir şehir var. Barcelona kulübünü çıkarın öyle bir şehrin önemi kalmaz. 100 yıllık geçmişi var. Bizim kulübümüz 115 senelik. Şehirden daha eski bir kulübüz”. Bu sözleri duysa İlber Ortaylı içinden ne der acaba? Hani niye böyle bir kıyasa ihtiyaç duymuş, o ayrı dava da, bunca var variyet içinde Barcelona’yı görmemiş olması da mümkün değil ki! Hadi onu da geçtim İspanya’yı kasıp kavuran, ülkeyi dağılma noktasına getiren Katalonya meselesini de duymamış olabilir mi? Barcelona’nın İspanya İmparatorluğu daha kurulmadan var olduğunu, 2000 yıllık geçmişiyle en eski şehirlerden olduğunu, ülkenin en büyük turizm gelirini sağladığını ve tüm İspanya’nın en zengini olup, ülkeyi ayakta tutan bir numaralı şehri olduğundan habersiz olabilir mi? Peki ya Barcelona futbol takımıyla, ülkemizdeki tüm takımları birleştirsek mukayeseye giremeyeceğimizi göremiyor olabilir mi? Ne diyelim, ”Geçmiş olsun Fikret Orman!”

Taciz skandalları durmuyor

-Daha önceki haftalarda Hollywood’un en önemli yıldızlarının patlattığı Weinstein taciz skandalını yazmış, Amerika’nın en etkin isimlerinden olan ünlü yapımcının bir anda nasıl sıfır noktasına geldiğini ve bizim ülkemizde taciz kanıksandığı için bu olayın çok da üzerinde durulmadığını, hatta bizde kadın oyuncular taciz edildiklerini açıklasalar muhtemelen düşük ahlaklı olmakla suçlanacaklarını anlatmıştım. Çorap söküldü, o ilk domino taşı devrildi bir kere. Her gün başka skandallar patlak veriyor, herkes içindekini kusuyor, eteğindeki taşları döküyor Hollywood’da. İşin bizim ülkemizden bakınca şaşırtıcı olan yanı, “Dünya yok olsa kılına zarar gelmez” güçteki adamlar, taciz iddiaları karşısında bir haftada yok oluyorlar. En son bomba, Kevin Specey’in başında patladı. İki Oscarlı, “House of Cards“ dizisinin yıldızı Specey, oyuncu Anthony Rapp’in, 30 sene evvel henüz 14 yaşındayken kendisini taciz ettiğini iddia etmesinden sonra, olayı hatırlamadığını söyleyerek özür diledi ve hemen eşcinsel olduğunu açıkladı ama bu sıyrılma gayretleri işe yaramadı. Bu hafta dizi setindeki altı kişi daha taciz iddiası ile mahkemeye başvurdu. Sonuç mu? Mahkemeyi kimse beklemedi. Emmy Ödülleri vereceğini açıkladığı “Uluslararası Emmy Kurucuları” ödülünü geri çekti, House of Cards dizisi final kararı aldı, yıllardır yöneticiliğini yaptığı tiyatrodan ihraç edildi, katılacağı tüm etkinlikler iptal edildi. Tüm bunlar taciz iddialarının cezası. Bizde taciz filan değil düpedüz çocuklara tecavüz edenleri “bir kereden bir şey olmaz” diye akladılar, hatırlatırım!

Yeni bir kavram, yeni bir sözcük: Phubbing

Eh gelişen teknolojinin yarattığı sonuçları ifade etmek için yeni kavramlara ve sözcüklere ihtiyaç oluyor günden güne. Sürekli telefonuyla ilgilenip yanındakileri görmezden gelmeye “Phubbing” deniyor. Phone ve snubbing yani telefon ve hiçe saymak kelimelerinin birleşiminden oluşuyor Phubbing. Yani yanınızda arkadaşınız sevgiliniz filan varken sürekli telefona bakıp kendi kendinize yazılanlara gülüyor, yanınızdakiyle paylaşmıyorsanız Phubbing yapıyorsunuz demektir. Bilginize.

Yazının devamı...

Sanat ve edebiyat dolu bir hafta sonu

Okur oranı düşük bir ülke olsak da nüfus sayımızın fazlalığı Kitap Fuarı’nın büyük talep görmesini sağlıyor.

36’ncı Uluslararası Istanbul Kitap Fuarı bugün açıldı. Ülkemizin sanırım en uzun süreli ve en önemli etkinliklerinin başında geliyor İstanbul Kitap Fuarı. Ne mutlu ki, her ne kadar okur oranı düşük bir ülke olsak da nüfus sayımızın fazlalığı fuarın büyük talep görmesini sağlıyor. Ve ilginçtir ki çoğunluk olarak yeni neslin teknoloji bağımlısı gidişatından ve kitaplardan koptuğundan şikayet etsek de içlerinde “kitap kurdu” olarak niteleyebileceğimiz bir kesim inanılmaz güçlü ve donanımlı geliyor. Aynı şekilde genel nüfusa oran düşük olsa da sayıca oldukça etkili bir genç okur olduğuna kitap fuarına gidecek olanlar şahit olabilir.

4-12 Kasım tarihleri arasında, Büyükçekmece’deki TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nde pek çok yazarla söyleşi, imza buluşması ve panel de düzenlenecek. Bu seneki kitap fuarının ana Teması “İyi ki varsın edebiyat” olarak düzenlendi. Onur yazarı Ayla Kutlu ve Onur Konuğu ülke ise “Kore”. Özellikle çizgi roman tutkunları için Kore’nin katılımının ilgi çekici olacağını tahmin ediyorum. Öğrenci, öğretmen, emekli ve engellilere giriş ücretsiz. Hafta içi 10:00-19:00 arası açık olan fuar hafta sonları bir saat geç kapanıyor. Kitap fuarı 12 kasım pazar günü saat 19:00’da son buluyor.

Tarihler ülkemiz için önemli bir anma günü olana 10 Kasım’ı da kapsadığı için, fuar boyunca ve özellikle 10 Kasım günü Atatürk ile ilgili her yaşa göre ayrı söyleşi ve panele de yer verilmiş. Detayları İstanbul Kitap Fuarı internet sayfasından edinebilirsiniz. Bu arada Kitap Fuarı boyunca büyük indirimlerle kitap satışı yapıldığını da hesaba katıp yanınıza küçük bir tekerlekli seyahat çantası ya da pazar arabası almanızı da tavsiye ederim. Belki önce garip hatta biraz komik görünüyor bu fikir ama o koskoca alanda su gibi geçip giden saatler boyunca taşıdığınız mont ve elinizi kesen torbaların eziyetinden sizi kurtarır. Benden söylemesi.

Alternatif kitap fuarı

Artist: İstanbul için epey uzak bir nokta olan TÜYAP Kongre Merkezi’nde 4-12 Kasım’da Kitap Fuarı’na paralel bir de sanat etkinliği var, Artist. Gününüzü tek bir etkinlikle değerlendirmek istemiyorsanız, o kadar yolu gitmişken çeşitli galeri ve sanat insiyatiflerine ev sahipliği yapan Artist’i de ziyaret edin.

Bienal’in bitmesine az kaldı

Hafta sonunuzu sanat- edebiyat ve tasarımla dolu geçirmeniz için tavsiyeleri sıralamışken Bienal’in de 12 Kasım’a kadar sürdüğünü bir kez daha hatırlatmak isterim. İstanbul Modern, Pera Müzesi, Ark Kültür, Sanatçı Stüdyosu ve Galata Özel Rum İlkokulu da birbirine yürüme mesafesinde keyifli Bienal adresleri. Çukurcuma’daki Cuma Kafe’de tatlı bir tasarım buluşması var.

Yazının devamı...

Yaşasın Cumhuriyet!

29 Ekim, bizim için vatan demek, özgürlük demek, toprak demek, kendi ülkemizde yaşamak, kendi ekmeğimizi yiyebilmek demek... Yaşasın Cumhuriyet!

Bugün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı. Ülkesini, çocuklarını, özgürlük ve demokrasiyi sevenlerin bayramı. Kısaca kendini seven, toprağına sahip çıkarak yaşamayı seçen herkesin bayramı demek daha doğru olur. Bir dikkat edin, medeniyeti, ekonomisi sanayii ve eğitimi gelişmiş, yönetim biçimi olarak Cumhuriyet’i seçmiş ülkelerde en büyük kutlama hep Cumhuriyet adına yapılır. Hele ki bizim gibi, paramparça edilmişken, yoktan var edilen, söke söke toprağını kurtarıp küllerinden doğan bir ülke için eşi benzeri olmayan bir öneme sahip Cumhuriyet Bayramı.

29 Ekim, bizim için vatan demek, özgürlük demek, toprak demek, kendi ülkemizde yaşamak, kendi ekmeğimizi yiyebilmek demek. O sebepledir ki, ülkemizin en büyük bayramının “Cumhuriyet Bayramı” olduğunu çok iyi kavramak gerek. Cumhuriyet ki bağımsız bir Türkiye’de yaşamak isteyen her vatan evladına gerek.

Al bayrağı eline yürü!

Bir devlet biçimi olarak Cumhuriyet’in ilanı ile, 94 yıl evvel, yönetim halkın iradesine bırakmıştır. Halk o günden bu güne kendi kendinin efendisi olarak kalmıştır. 29 Ekim 1923 itibari ile Cumhurbaşkanlığı makamı getirilmiş, ilk Reis-i Cumhur da oy birliği ile Atatürk seçilmiştir. Parlamenter sisteme de yine Cumhuriyetle geçilmiştir. En kaba ifade ile böylece bir adam, aile ya da belirli bir zümrenin değil halkın söz sahibi olduğu bir yönetim biçimi benimsenmiştir. Bu orta mektep bilgilerini kısaca şöyle bir sıraladım çünkü, neye sahip olduğumuzu, Cumhuriyet’imizi kaybedersek neleri kaybedeceğimizi en basit ve açık haliyle görelim istedim. İşte onun için al bayrağını eline, yürü yürüyebildiğin kadar, sana helal edilmiş bu topraklarda. İstiklal Marşını hatırla...

Cumhuriyet Bayramımız için öneriler

Yazının devamı...

Abdülmecid Efendi Köşkü...

Abdülmecid Efendi Köşkü’ndeki sergide insanın gözüne batacak çıplaklıkta işler yok. Ayrıca tabii ki olabilirdi! ‹steyen gezer beğenir, rahatsız olan tercih etmezdi.

Bu hafta, Bienal için ilk defa kapılarını halka açan Abdülmecid Efendi Köşkü’nü ve içinde sergilenen Ömer Koç koleksiyonuna ait seçkiyi gezdim. O kadar etkilendim ki köşke mi bakayım yoksa içindeki eserlere mi şaşırdım. 12 Kasım’a kadar açık olan sergi alanını gezmeniz için tavsiyede bulunmak üzere sabırsızlanırken, sergi saldırıya uğradı. Açıkçası şu anda sergiden mi yoksa yobazlığın dibini bulduğumuz derin çukurdan mı söz etmeliyim bilemiyorum. O kadar çok yanlış ve kepazelik bir arada ki bu meselede! Ne yazık ki, muhtemelen sergiyi gezmeden yorum yapmak gafletinde bulunan köşe sahipleri bile olmuş. O sergiyi gerçekten gezmiş herhangi birinden, “Sevimsiz. Kusturucu. Bağlamsız. Anlamsız. Bir gazete köşesinde yayınlanamayacak kadar berbat şeyler” yorumunu duymazsınız çünkü. Hoş, zaten bu cümleyi azıcık sanat görgüsü olan kimseden duyamazsınız. Beğenip beğenmemek, eserlerin kişinin ruhuna hitap edip etmemesi ayrıdır, sanat eserlerini yargılamak ayrıdır. Eleştirinin bir usulü vardır ki, eleştiri yapma haddini gösterebilmek için bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamayacağı bir yana, en yetkin sanat eleştirmeninin de kişisel zevkiyle “Kusturucu, iğrenç, anlamsız” kelimelerini kullanmak gibi bir hakkı yoktur. Ha ille de, sanat konusunda anlamadan bir söz söyleme ihtiyacı vuku bulduysa, “Bana hitap etmiyor” demek en iyisiyisidir.

Sergiyi gezmiş biri olarak şu kadarını söyleyebilirim ki, Abdülmecid Köşkü’nde insanın gözüne batacak çıplaklıkta işler yok. Ayrıca tabii ki olabilirdi! İsteyen gezer beğenir, rahatsız olan tercih etmezdi. Tavsiyem o ki, gazetenin fotoğrafçılarının objektifine yansıysan görüntülere bakıp ahkam kesmek yerine, ille de gazeteye yorum yazılacaksa, önce bir zahmet kendi yerleştirmesi içinde eserler gezilip sonra fikir beyan etmeli. Ya da sanırım kimi zaman susmak en iyisi. Her şeye rağmen taviz vermeyen ve kapılarını kapamayan Bienal Sponsoru Koç Holding’e ve özel koleksiyonunu paylaşmaktan vazgeçmeyen Ömer Koç’a, tüm sanatseverler adına teşekkürlerimle...

Köşk hakkında bilinmeyenler...

- Osmanlı döneminde de özel mülk bu köşk. Mısır Hidivi’nin av köşkü iken padişah 2’nci Abdülhamid tarafından yeğeni Halife Abdülmecid Efendi için satın alınmış. Köşkü daha sonra yapı Kredi Bankası kurucusu Kazım Taşkent satın almış. Bankanın satışıyla birlikte, köşk de Koç Topluluğu’na devrolmuş. İyi ki de öyle olmuş. 200 dönüm yeşil alan ve tarihi köşk böylece korunmuş. Halife Abdülmecid Efendi, kendisi de ressam ve sanat aşığı olduğu için döneminde de sanat ve sanatçıların buluşma mekanı olarak tıpkı bugünkü amacına yönelik kullanmış bu köşkü. Abdülmecid Efendi’nin yarı çıplak kadınları resmettiği tablosu da oldukça ünlü olmakla birlikte bazılarınca reddedilmeye çalışılmaktadır.

Köşkteki Ömer Koç koleksiyonu seçkilerinden oluşan “Kapı Çalana Açılır” sergisi hakkında:

- Öyle gezmeden yazanların dediği gibi “müstekreh” yani iğenç bulunacak çıplak eserlerden oluşan bir yerleştirme yok. Sanat, farkındalık yaratmak için seyircisini rahatsız etmek yolunu da seçebilir, o ayrı. Ama bu sergi, ülkemizin tahammül seviyesi hesaba katılarak düzenlenmiş bana göre. Kısaca şöyle izah edeyim, bir çocuğun görmesinde sakıncalı bulunacak işler yok ortada.

- Saldırıya uğrayan çıplak adam heykeli: Efendim, aslında sanatçı tam da hedefine ulaşmış belli ki. Çünkü bu küçük heykel yerde duruyor ve yukardan bakıldığında sadece hırka altına saklanmış bir adam olduğunu anlıyoruz. Yere kadar eğilip, adamın çıplaklığını gözlemek yani özeline girip röntgenlemek isteyip istememek seyirciye bırakılmış. Kısaca siz kafanızı yere yapıştırmadıkça gördüğünüz şey sadece bir hırka ve onu tutan eller ve dışarda kalan ayaklar. Çok çarpıcı ve çok gerçekçi, insanı seçime zorladığı ölçüde etkileyici.

- Mihrap içine çıplak adam mı konmuş! Koç Holding’den mihrap değil, çini şömine” olduğuna dair açıklama geldi. Ha inanmayanlar olduysa, son Halife Abdülmecid Efendi’nin kıblesi yoktu demek istiyor herhalde. Çünkü mihrap olduğu iddia edilen şömine güneybatı yönünde.

- Ben sergide, “Gözlemci” isimli yaşlı kadın- sandalyelerin üzerindeki çocuk ve “Çok Beklenen” ile “Şüpheci Thomas” isimli olağandışı yaratıklarla çocukların birlikte kullanıldığı işleri sevdim. Buram buram sevgi hissettim. Bir de girişteki havuzun kenarındaki ölümle - yaşam arasında insanı git - gele götüren kuğu heykeli...

Yazının devamı...

Hiçbir zaman geç değil bilmemek değil öğrenmemek ayıp

“Öğrenmenin yaşı olmaz” diyerek yola çıktım ve kendimi bir anda Belçika’daki Ceran dil okulunda öğrenci olarak buldum...

Geçen hafta Belçika’da gittiğim Ceran dil okulundan, “Bilmemek değil öğrenmemek ayıp” başlıklı bir paylaşım yaptım sosyal medyada. O kadar çok ilgi gördü, o kadar çok yorum yapılıp soru soruldu ki, bu konuyu köşeme taşımam şart oldu. Bana gelen yorumlardan anladım ki, eğitim konusunda içinde uhde kalmış, bir yanı yeni başlangıçlar hayal eden ama öte yandan “artık geçti otur oturduğun yerde” telkini veren iç sesiyle mücadele halinde çok insan var.

Ben içtenlikle yaptığım paylaşımımla hem herkesin eksiği olduğunu, hem de hiçbir zaman hiçbir şey için geç olmadığını göstermiş oldum sanırım. Açıkçası ben de çok git-gel yaşadım Ceran dil kampına gitme konusunda. Ama her zamanki gibi içimdeki bitmez tükenmez öğrenme arzusu galip geldi. Yapabilir miyim, başarabilir miyim, altından kalkabilir miyim diye çok korktum. Çünkü 1 haftada, kişiye birkaç seviye atlatan, hatta tek kelime bilmediğiniz bir dilde bile çat-pat konuşur hale gelebildiğiniz çok yoğun bir programdı bu. Ceran’in Türkiye temsilcisi Sertur’dan Nuray Hanım herkesin altından kalkabileceği bir eğitim olduğuna dair beni ikna etti. Sabah 08:15’te başlayıp gece yatmaya gidene kadar süren, günde yaklaşık 14 saatlik bir programdan söz ediyorum! Neyse ki öyle bizim alışık olduğumuz “yaz tahtaya, dinle öğretmeni, ezberle dersi” tarzı bir eğitim modeli değildi, zaten öyle olsa 1 haftada bu kadar yol katedilemezdi. Yaşayarak, pratik yoldan, çabuk öğrenme diyebilirim. Özellikle de hayatı boyu benim gibi sadece devlet okullarında okuyanların beyninde azar azar dağılı duran ama konuşmaya kalkınca insanı sekteye uğratan bilgileri toplayıp, araya kolay yoldan iletişim kalıpları ekleyerek işleyen bir mekanizma kuruyorlar insanın beyninde.

‘Bu saatten sonra’ sendromu

Elbette ben iş dünyası ve pratik hayat odaklı bir İngilizce eğitimine gittim. Akademik boyutta eğitimler ya da doktor - avukat gibi özel terimleri olan meslekler için ayrı eğitimler var Ceran’da. Sıkıştırılmış dil eğitimi almaya karar verdikten sonra araştırdığım kadarı ile bu tarz, yetişkinler ve iş dünyası için yatılı kamp şeklinde başka okul yok. Ne yalan söyleyeyim, eğitime, yeni başlangıçlara ve kendini geliştirmeye her yaşta varım ama “bu saatten sonra” diyeceğim tek şey, konforum. Kızımın gittiği yaz okulları gibi aile yanı ya da ortak tuvaletli, koğuş mantığına gelemezdim ”bu saatten sonra”. Orman içinde bir şatoda, çok keyifli bir konaklama olması da beynim yorulurken ruhumu dinlendirdi. Şimdi azıcık alt yapı alıp, seyahatte idare edecek kadar Fransızca öğrenmek için seneye tekrar gitmeyi kafama koydum.

Ne gerek var demeyin

Ceran’da aynı anda pek çok dil için eğitim veriliyor. Küçük gruplara bölünerek çalışılıyor. Küçük yaş ve gençlere yönelik yaz kampları tamamen başka kampüste, benim gittiğim sadece yetişkinler için. Yani gelecek nesil için sadece İngilizce yeter diye düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. İş dünyasında sınırlar yaklaştıkça iletişim de yakınlaşma ihtiyacına girmiş belli ki... Amerikalı bir iş adamı çok iyi Almanca da bilirken Fransızca öğrenmek için yollanmıştı şirketi tarafından. Yani siz siz olun, çocuklarınıza küçük yaştan İngilizce yanında başka dil öğrenmesi için destek verin. Bir de unutmayın, hayat yeni başlangıçlarla güzel. Siz siz olun, “bu saatten sonra geçti” demeyin, sanat, dil, yeni bir iş, içinizdeki yeni hevesleri hayata geçirin. Yeni şeyler öğrenmek için “Ne gerek var nerde lazım olacak” demeyin! Bendeniz için bilgi ihtiyaç halinde edinilecek bir şey değil varoluşun ta kendisidir. Ailzeimer gibi hastalıklardan korunmak için uzmanlar yeni bir dil öğrenmenin beyin için en iyi cimnastik olduğunu söylüyor. Özetle, hiç işe yaramasa, spor olur aklımıza.

Yazının devamı...

Kadına tacizi meşrulaştırma

Harvey Weinstein’ın taciz haberi Türkiye hariç tüm dünyada kıyamet kopardı.

Geçen hafta dünya basınında Hollywood’un en büyük yapımcılarından Harvey Weinstein’ın taciz haberi kıyamet kopardı. Gelmiş geçmiş en büyük skandal kabul edilen bomba patladığında ben eğitim için yurt dışındaydım. Şöyle bir haberlere göz atayım dedim ve ne gördüm, Avrupa’dan Amerika’ya tüm TV programlarında bu skandal... Hemen Twitter’a girdim baktım, bizde birkaç cılız haber var sadece yani konu bizim ülkenin gündeminden teğet geçmiş. Önceleri iyi niyetli bir yaklaşımla ülkemizin o kadar çok meselesi var ki Hollywood kadınlarının taciz ve tecazüvüyle kimsenin uğraşacak hali yok diye düşündüm. Sonra farkettim ki, halihazırda birbirini parçalamakta olan kadın şarkıcıların savaşı hala gündemimizin tepesinde... Hay benim iflah olmaz iyimserliğime... Öyle memleket ahvalinden filan değil, düpedüz ülkemizde kadına yapılan her tür sapkınlığın olağan sayılmasından taciz skandalına ilgisizlik. Alışkanlık icabı, su testisi su yolunda kırılır gamsızlığı cepte, hem de o kırıklar bir gün büyük abilerin bir yerlerini kanatmasın diye, doğrudan pisliklerin üzerine peşin peşin halı döşenmekte! Eğer kadın ihanet ettiyse, bir dolap çevirdiyse hatta herhangi bir vukuatta küçük de olsa bir ihmali varsa, diller fora! Ama bir erkek ise yakalanan, sus pus kesilir ahali... Öyle bir düzendir bu ki ülkemizde, başına bir bela gelmiş, mağdur edilmek istenmiş kadına ilk taşı gene kadına attırırlar. O kadınlar ki erkek egemenliğini kullanarak ancak ayakta durabiliyor olmalarının zaafını utanmadan üstlerinde taşırlar. O yüzdendir ki eğer bir kadının başına bir şey gelirse, sırf kadın olduğu için zaten olağan şüphelidir ülkemizde. Sonunda tacizlere tecavüzlere ihanetlere bir kaza süsü verilir, erkek ve erkekleşmiş kadın dayanışması başladı mı olay mahalinden geçmek bile suçlu olmak için yeterlidir. İşte bu ahval içinde, sapkın patron bey Amerikalı bile olsa, kadın nefretiyle soslanmış erkek dayanışmasına, lal olup susmak yaraşır. Dünya çapındaki bu skandalın, ülkemizde yankı bulmamış olması tacizi meşrulaştırmaktandır.

- Harvey Weinstein kimdir: Hollywood’un en ünlü film yapımcılarından, filmleri 81 kez Oscar almış Miramax film şirketinin patronu. Amerika’nın en güçlü adamlarından biri. Öyle ki seçimlerde Obama bile desteğine ihtiyaç duymuş. Aşık Shakespeare, Newyork Çeteleri, Marilyn ile Bir Hafta, İngiliz Hasta, Çığlık, The Aviator, The Reader, Yüzüklerin Efendisi filmlerinden bazıları. Geçtiğimiz hafta Hollywood kadınları, yıllardır bu yapımcının kendilerini taciz hatta bazıları tecavüz ettiğini açıkladı.

- Weinstein’ın taciz veya tecavüz ettiği ünlü kadınladan bazıları: Ashley Judd, Gwyeth Paltrow, Anjelina Jolie, Lea Seydoux, Asia Argento, Rosanne Arquette, Kate Winslet, Cara Delevingne, Kate Beckinsale, Erika Rosenbaum, Game of Thrones’un Cersie’si Lena Headey...

- Weinstein ne yapmış: 30 yıl boyunca Hollywood kadınlarının hemen hepsini taciz, bazılarına ise tecavüz etmiş. Kendisine hayır diyenleri, mesela Mira Sorvino gibi ilk filmiyle Oscar kazanmış pek çok başarılı yıldızın kariyerini bitirmiş. Brad Pitt’in “Meet Joe Black” filmindeki partneri Claris’e Forlani gibi, Weinstein’ı reddettiği için bir anda silinen çok sayıda oyuncu var. Pek çoğunu da Hollywood’dan kovma tehditiyle susturmuş.

Son durum: Weinstein, ünlü kadın oyuncuların birlik olup kirli çamaşırlarını Hollywood kaldırımlarına dökmelerinden sonra, kendi kurduğu ve patronu olduğu Miramax Film’den atıldı. 81 Oscarlı filme imza atan yapımcının Akademi üyeliği de iptal edildi. Fransa yapımcıya verdiği nişanı geri aldı. İngiliz Akademisi Bafta da üyeliğini iptal etti. Eşi Georgina Chapman ise boşanma kararı aldı, tacize uğrayan kadınların yanında yer aldı. Weinstein hakkında İngiltere ve Amerika’da soruşturma başlatıldı. Yıkılmaz sanılan yapımcı bir anda bitti.

Bizde bu olay yaşansaydı ne olurdu?

“Kadınların da adamla otelde, odada vesaire ne işi varmış, eee su testisi su yolunda kırılır onlar da aranmış, Anjelina filan 40’ı geçti, gündeme gelmek için adama iftira atıyor” denir, kadın oyuncular ahlak düşkünü, tacizci saık Weinstein de mağdur ilan edilirdi. Şimdi soruyorum, bu ortamda Twitter’da başlatılan büyük “me too” kampanyasına katılacak yerli oyuncular çıkabilir mi sizce?

Yazının devamı...

Blade Runner efsanesi ile 2049‘a yolculuk

Dünyanın en etkili 100 filmi arasında yer edinen Bıçak Sırtı 35 yıl sonra “Blade Runner 2049” olarak karşımızda. Geçen hafta vizyona giren bu kült filmi kaçırmayın!

Benim jenerasyonumda olup bir de sinema tutkunu olanların hafızasında Blade Runner (Bıçak Sırtı) filmi muhakkak yer edinmiştir. Belki de yapay zeka, distopik dünya filmlerinin atası saymak mümkün 1982 yapımı, Harrison Ford’a kalbimizde bambaşka bir yer açan bu filmi. Benim gibi çocukluğu 80’lerde geçenler, yeni çıkan filmleri ancak üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra izlerdi. Elbette her film de ülkemize gelmezdi. Blade Runner da kültleştikten sonra hayatımıza girdi ancak. İlginçtir ki dünyada da ilk yayınlandığında çok ses getirmemişti bu film. Bir bilim kurgu filminin sanat güdüsü önde görüntüleriyle ve felsefik yaklaşımıyla toplumsal meseleleri ortaya koyması çok alışılagrldik olmasa da her kıymetli şey gibi bu filmin de değeri geç de olsa anlaşılmış ve seyircisini yakalamıştı.

Her daim dünyanın en etkili 100 filmi arasında yer edinen Bıçak Sırtı 35 yıl sonra devam filmi “Blade Runner 2049” ile karşımızda. İngiliz yönetmen Ridley Scott’un yönetmen koltuğunda bu defa Fransız asıllı Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve oturuyor. Belki de bu sebeple, yapay zeka ve distopik filmlerin atası sayılan bu film, Hollywood filmlerinin janjanlı içeriğinden uzak, Avrupa sinemasının katmanlı ve stilize eden üslubunu koruyor. İlk filmin hayranı olanlar için iyi haber şu ki, yeni film her anlamda kaldığı yerden devam ediyor. Bu sefer başrolde Ryan Gossling’i izliyoruz ama ilk filmin starı Harrison Ford’un hikayesi yine öznede.

Roger Deakis Oscar’ı kazanır

Günümüz bilim kurgu filmlerinin bol hareketli, son sürat ilerleyen modasına kendini kaptırmayan film, tıpkı atası gibi sakin ve fotografik görüntülerle fikrini seyiciye zaman tanıyarak sunuyor. İlk filmi izlememişler ve günümüz bilim kurgu anlayışının macerasını arayan seyirciler için ise biraz uzun, ağır ve izlenmesi zor kalıyor. Fransız sinemasının o derin, çarpıcı ama öte yandan kasvetli havası filmin her anında hissediliyor. Size tavsiyem ilk filmi izleyip gitmeniz. Aksi halde “2049”a yolculuk biraz uzun sürebilir. Bu arada filmin görüntü yönetmeni Roger Deakis en az 10 yıldır aday olup bir türlü verilmeyen Oscar’ını bu yıl kesin alacak bana kalırsa.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.