Şampiy10
Magazin
Gündem

Türk istilasına uğramamış Yunan Adası: Kalymnos

Bodrum’un karşısındaki Kalimnos, Yunanistan’ın 12 Adalar’ı içinde en az bilineni. Sakin koyları, eşsiz plajları ve dalış noktaları ile cazibe merkezi.

Palionisos Koyu’nun sakin denizinin sıcak çakıl taşına attığımız havlumuzun üzerinde cırcır böceklerinin sesini dinleyip, özlediğimiz bakir sahilin tadını,bir ailenin minik kulübesinde işlettiği gerçekten çok ucuz lokantadan söylediğimiz çıtır çıtır ev yapımı incecik patates dilimleri ve kalamar eşliğinde çıkarırken eşim şöyle fısıldadı, “burayı yazmasan olmaz mı?”. Sessizliği bozan bir kahkaha attım ve bir an ona hak verdim. Eğer bayram tatillerimizden birinde Taşöz Adası, Halkidiki ya da Kavala’ya gittiyseniz, şu an ne demek istediğimi çok iyi anladınız. Geçen sene Kurban Bayramı zamanı Taşöz’de, yanımızdan geçen bir Türk turistin şu sözünü unutamam, “yahu yurt dışına çıktığımı anlamadım, Bodrum’da bile bu kadar Türk yoktur”. Zaytung, kamuya 10 gün tatil verildiğinde “Türkiye’de bayram tatili 10 gün oldu Yunanistan OHAL ilan etti” diye şaka haber yaptığında, aslına gayet ciddiydi. Sahiden de bizim resmi tatillerimizde komşuya giderseniz, kendinizi mahallenizde hissedersiniz. Tur otobüsleriyle gelen akın akın Türk turistler, Türkçe konuşan garsonlarla karşılanıp Türkçe mönülerle ağırlanır. Plajda balık istifi sahili dolduran insanların yüzde 99’u da Türkçe konuşmaktadır. Fethiye’de yanınıza yabancı bir turist düşme ihtimali, Yunanistan’dan 90 kat fazladır. Kalymnos hariç.

Issız, yabancı turisti az, Türk misafiri çok daha az bu yüzden de oldukça ucuz bir ada Kalymnos. Merkezi çok matah değil ama adanın arka tarafındaki bakir koylar, küçük köyler ve şahane lokantalar sakin 3-4 gün tatil yapıp, turkuvaz denizin tadını çıkarmak isteyenler için bulunmaz nimet. Öyle çok tarihi gezilecek yerler, şıklık filan beklemeyin, Foça’nın 35 yıl önceki hali gibi hayal edin ve özlediğiniz doğallık için Bodrum - Turgutreis’ten feribota binip 45 dakikada gidin. Hele maceraperest bir sporcu iseniz Kalymnos’un “tırmanma merkezi” olduğunu da bilin. Minik bir araba kiralayıp her koyu kolayca keşfedin. Bir de, Kalymnos’u benden duyduğunuzu eşime söylemeyin...

Bunları yapmadan dönmeyin...

Emporios: Ada’nın kuzey ucunda, tıpkı Sakız Adası’ndaki adaşı gibi, küçük, çakıllı, sakin bir sahil. En güzel yemekleri bu kıyıdaki salaş lokantalarda yersiniz ve tabii ki Türklerin istilası altında olan Sakız, Taşöz gibi adalara göre çok daha az hesap ödersiniz. İsterseniz yemek yediğiniz yerin hemen önünden tertemiz denize de girebilirsiniz. Yemek yemek için “To Kyma” tavsiyemdir.

Palianisos: Emperios’un bulunduğu kuzey ucun hemen karşısında. Denize girmek ve kıyıdaki aile işletmesinden bir şeyler yiyip içip tüm gün keyif yapmak için ideal. Benim favorim.

Vathi: Görülecek ve tepeden fotoğrafı çekilecek yer ama denize burdan girmeyin. Bizim Türk tekneler burdan günübirlik giriş-çıkışı adet edindiği için deniz kıyı tarafında tekne kirliliğine uğramış. Denizden gezince olağan üstü mağaralarına dalmak büyüleyici.

Panormos: İşte gençliğin kalbinin cıvıl cıvıl attığı Kantuni Plajı’nın bulunduğu yerleşim yeri. İnce bir kum, dalgalarda çocuklaşılacak bir deniz, bar, müzik, gençlik, eğlence, plaj topu, keyif. Kantuni plajını sonlandıran büyük kayanın diğer tarafı da Linaria. Burası da yan yana lokantaların bulunduğu çok yerel ve Yunan müziği eşliğinde eğlence bulabileceğiniz bir yer.

Masouri ve Myrties: Hem kalınacak hem takılanacak en güzel bölgesi Kalymnos’un. Ana Studios’un önündeki küçük plajdan gün batarken kıpkırmızıya boyanan denizde güneşle yüzmek, eşsiz. Masouri’nin plajı kristal gibi. Agean Taverna’da yemek ve “Ambiace”ın muhteşem terası Kalymnos’un olmazsa olmazı.

Yazının devamı...

Glutenden kaçarken lektin’e tutulmak

Glutensiz diye aldığınız ürünlerde genellikle lektin oranı çok yüksek oluyor ve insan yağmurdan kaçarken doluya tutulabiliyor.

Bir süredir bağırsak terapisi için “Gaps” diyeti yaptığımdan algım tamamen market raflarında yiyebileceğim atıştırmalıkları seçmeye yönelik çalışıyor. Eskiden diyabet hastalarına uygun ürün bulmak bile imkansızken, yeterli olmasa da artık herkesin beslenme tipine uygun bir şeyler satılıyor. Çölyak hastalığı başta olmak üzere, son yıllarda tahılların yapısının bozulmasının bizlerin başına açtığı en büyük tehlikelerden “gluten” içermeyen ürünler her yerde karşımıza çıkıyor. Büyük ve üst segment ürün satan marketlerde “gluten free” reyonları var. Bu şahane bir durum çünkü, glutensiz ekmekten, atışatırmalıklara kadar pek çok çeşitle en azından hayat pratikleşiyor. Ama burda da başka bir tehlikeyi fark ettim, glutenden kaçayım derken insan fazladaysa çok tehlike arz eden lektin tuzağı karşımıza çıkıyor..

Domateste bile var!

Şimdi “of Berna bir de başımıza Lektin çıkarma, kafamızı karıştırma” dediğinizi duyar gibiyim. Yavaşça arkanıza yaslanın ve lütfen bir dinleyin! Gluten de lektin de en çok tahıllarda var biliyoruz ki. Aslında yıllardır, daha kolay ve daha çok ürün elde etmek için melezleye melezleye başta buğday olmak üzere tahılların yapısını değiştirmeseydi insanoğlu, başımıza bunlar gelmeyecekti. O yüzden sakın, dedelerinizin ne çok ekmek - makarna yiyip zayıf kaldığından ve 100 yaşına kadar yaşadığından örnek vermeyin, çünkü siz bugün onların yediği ekmeği almıyorsunuz fırından. Hatta çoğu zaman doğal olsun diye aldığınız kara ekmekler, yulafın kepeğini kavurup siyahlaştırdıktan sonra unla karıştırılıp daha da zararlı hale getiriliyor maalesef. Aslında “çölyak” hastası filan değilseniz tamamen glütensiz beslenmek çok saçma ama elbette belli bir oranda uzak durmak faydalı. Burada dikkat edilecek nokta, glutenden ayrıştırılmış, “gluten free” olarak satılan ürünlerdeki lektin oranının yüksekliği ki aslında Lektin, glutenden çok daha tahrip edici. Bendeki “geçirgen bağırsak sendromu” denilen ve yeprimiş bağırsak duvarı diye tarif edebileceğim sorun eminim tahlil yaptırsanız çoğunuzda çıkar. Vücutta bitmeyen ağrılar, halsizlik, sabahları yorgun kalkma, yemek sonrası şişkinlik gibi sorunlarınız varsa lektin ile başınız dertte demektir. Baklagiller de ne yazık ki lektin deposu. Hatta domates ve patlıcanda da var ama mevsiminde yerseniz zarar görmezsiniz. Demem o ki, “glutensiz” diye aldığınız ürünlerde genellikle lektin oranı çok yüksek oluyor ve insan yağmurdan kaçarken doluya tutulabiliyor. Bu yüzden kara buğday gibi gluten oranları düşük tahıllara öncelik verin ama onları da yine de mümkün olduğunca az tüketin. “Siyez” ya da “karabuğdaylı” ekmeklere sakın el sürmeyin. Yediğiniz yüzde 100 siyez ya da karabuğday olmalı. Fiyatı da 15-20 liranın altında olmaz bir ekmeğin ama korkmayın. Günde 1 dilim yemelisiniz ve böylece normal ekmek için harcayacağınızla aynı parayı harcayacaksınız demektir.

Lektinden kaçıp sağlıklı yaşamak için

- Baklagilleri 2 gün ıslayarak pişirin. Hatta 2’nci gün ev yapımı yoğurdun ya da kefirin suyundan 2 kaşık ıslattığınız suya ilave ederek bekletin.

- Yüzde yüz siyez ve karabuğday unu tüketin. Onu da az tüketin. Instagram’da Tazemutfak, Kocamaar, fitmühendisce, diyetisyenim gibi hesapları takip edip, sağlıklı beslenme tarifleri ve adreslerini keşfedin.

- Probiyotik takviyesi alın. Sabahları 1 kaşık ev yapımı elma sirkesi ve 1 kaşık badem yağı tüketin. Yoğurdu, kefiri evde yapın.

- 2 ay Gaps diyeti yaparak ağrılarımdan kurtuldum ve 8 kilo verdim. Tahıl - baklagil - süt ürünleri (yoğurt ve peynir dahil) hiç tüketmedim. Yumurta, zeytin, et, balık, yeşil sebze, salata ve çiğ badem bol bol yedim.

- Bademi robottan geçirip un haline getirin ve çeşitli tarifler üretin, mesela biraz tuz, baharat, zeytin yağı ve zeytin ile minik atıştırmalıklarla açlığınızı bastırın.

- Sebzeleri mevsiminde tüketin.

Yazının devamı...

Haftanın şokları

12 bin yıllık Hasankeyf 30 yıllık elektrik sağlanacak diye su altında bırakılacak...

12 bin yıllık Hasankeyf dinamitlerle yıkılıyor

Büyük şok, acı, utanç, üzüntü içindeyim. 12 bin yıllık tarihi yerleşim alanı, ülkemizde bulunan en büyük dünya miraslarından, bir antik kent yok ediliyor. Kültür varlıklarını koruma kanununu da hiçe sayan bir projeyle, Hasankeyf’teki kayalar dinamitle patlatılıyor ve başta kale olmak üzere tarihi yapılar harap oluyor, binlerce yıllık 210 tane mağara dolduruluyor. Nedeni de 20-30 yıllık kısa bir süre için elektrik sağlamak. Yapımı büyük ölçüde tamamlanan Ilısu Barajının sular altında bırakacağı 12 bin yıllık Hasankeyf’in ortasına bir de beton dökülüyor. Böyle bir vahşet görülmüş şey değil! Eğer Avrupa’da bir ülkede olsa, Hasankeyf’i korumak ve yaşatmak için bilim dünyası çalışırdı.

ÖSYM Başkanı istifa etti

Geç olsun da güç olmasın diyelim. Bunca gencin hayatıyla oynadıktan, umutlarını çaldıktan sonra “istifa” bir ödül olabilir ancak. Gene de ülkemizde pek istifa haberlerine alışık olmadığımız için şaşırdığımı söylemeliyim.

Altın Portakal’ın sonu

Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde, “Ulusal yarışma” kategorisi kaldırıldı. 53 senedir ülkenin sinema adına en motive edici yarışması Altın Portakal. Oyuncuların Antalya sokaklarında halkla buluştuğu kortejlerle, film gösterisi, söyleşilerle hafızamızda en kıymetli yerlerden birine sahip olan festival bu sene ulusal yani yerli film yarışması kategorisini kaldırmış. Belediye Başkanı Menderes Türel’in bu kararını anlamak imkansız. Festivalin daha önce bir uluslararası bir de ulusal ayağı vardı. Şimdi yerli - yabancı birleşiyor. 10-12 filmden belki iki yerli film Antalya’da yarışabiliyor olacak. Ne tat ne tuz ne de Türk Sineması kalır o Altın Portakal’da. Dilerim yanlıştan dönülür, Altın Portakal “bizim” olarak kalır.

Murat Başoğlu

Buna şok demek hafif kalır. Hani ben daha memleketimizin özellikle az gelişmiş yerlerindeki amca kızı - teyze oğlu evliliğini hazmedememişken, “sabah şekeri” olarak tanınan Murat Başoğlu ve abisinin kızı Burcu Başoğlu ile pornografik fotoğrafları beni gerçekten şoke etti! Özel hayat kısmı kimseyi ilgilendirmez elbette, adam evli, kadın evli, ikisi de eşini aldatıyor, kime ne! Ama ensestin bu kadar mide bulandırıcı bir örneği, akraba evliliğinin kol gezdiği toplumumuzda üstünde durulması gereken bir konu. Bunun bir sapkınlık, hastalık ve iğrenç olduğunu kabullenmek önemli. Başoğlu’nun eşini de zor günler bekliyor. Korkunç bir skandaldan akıl sağlığını koruyarak kurtulmasını diliyorum.

Yazının devamı...

Gurme festivali tadında bayram sofraları

Hayattan aldığımız tad, boğazımızdan geçer bizim. En önemli bayramlarımızdan Kurban Bayramı’nı bir gurme festivaline çevirmek; sofralarda şölen havasında yemek yemek, mutluluktur hepimiz için...

Bizim kültürümüz yemek yeme üzerine kuruludur. Hafta sonu arkadaşlarla buluşmak istiyorsak “yav görüşemedik epeydir, bir akşam yemek yiyelim” der, hemen bir yemekli program yaparız, seyahat duraklarımızı yemek yiyeceğimiz noktalara göre ayarlar Ayvalık - Susurluk’ta tost, Akhisar’da köfte, Söke - Ortaklar’da çöp şiş molası vermeden yapamayız. Hatta sevdiğimiz ve özlediğimiz yemeklere göre tatil planlarız. Sırf kebap yemek için bir günlüğüne Gaziantep’e gidenler parmak kaldırsın? Geçenlerde arkadaşıma “Van’a kahvaltıya gitsek ya” derken kendimi yakaladım ve kendime hiç şaşırmadım, zira pazar günleri İstanbul’dan kalkıp “ıslama köfte” için Adapazarı’na, “İskender” için Bursa’ya gitmişliğim çoktur. Komşu Yunanistan’ı, Türkler olarak istila etmemizin baş sebebi de yemektir mesela. Üç yanı denizlerle çevrili ülkemizde hem deniz mahsüllerini iyi yapan pek yer olmadığından hem de çok pahalı olduğundan... Biz de ne yapıyoruz, ya feribotla çeşme - Bodrum - Marmaris gibi beldelerden 12 adalara geçiyoruz ya da kara yoluyla Dedeağaç, Kavala gibi hala kendimizden saydığımız komşu kapısına gidiyoruz. Porsiyonları bol tabakalardaki koca peynirli salatalara, midyelere, karideslere, kıymak kıymak kesilmiş kabak kızartmalara dalıp, tadı çocukluğumuzda kalan zeytinyağına doyuyoruz.

Ev gezmeleri

Sadece gezerken değil tabii, yemek yeme hali genetik kodlarımıza öyle yerleşmiş ki, “ev gezmeleri” de “yemek” üzerine. Ev aldın, evlendin, çocuk evlendirdin, “hayırlamaya” gelenleri, kayınvalideleri, dünürleri “yemeğe almak” farz olmuştur bizim geleneğimizde. O kadar derine inmeye gerek yok, komşu “çaya geliyoruz” dese, çay içmeyi yanında yenecek tatlı - tuzlu lezzetlerden ayrı düşünemeyiz. “Boş boş da çay gitmiyor” lafına başka kültürde rastlayamazsınız mesela, çay varsa yanında kek, pasta, poğaça, kurabiye olacaktır mutlaka. Pikniğe gitmek deyince, hamak kurup top oynamaktan önce zeytin yağlı sarma, börek ve mangal vardır aklımızda. Uçağa bindirirken bile yanına “yolluk” koyan başka ülke annesi var mıdır mesela? En son ben yaptım vallaha, 3.5 saatlik uçak yolculuğuna sekiz tane sandviç hazırladım Ada’ya, e yanındaki, arkadaki filan da var, başkalarını da düşünmek gerek di mi ama? Annesi böyle olanın çocuğu da dibine düşüyor bu arada, üç hafta yaz okulunda kalan Ada, dönmeden bir hafta önce kuru patlıcan dolmasından taze fasüyeye, mantıdan köfteye istek listesi yolladı bana. Yapacak bir şey yok, kromozomlarımız yemek lafı duyduğunda bile halaya duruyor bizim. Gezerken, kutlarken, özlerken, hasret giderirken, karşılarken, uğurlarken bir ritüel olarak yemek hep eşlik eder bize. “Boş” çay içemediğimiz gibi, “boş” yaşayamayız hiçbir duygumuzu. Yaşama katık ederiz soframızı.

Can boğazdan geçer

Bırakın sürekli bir sebepten ötürü sofra hazırlama merakımızı, yemekte oturmadığımız diğer zamanlarda da sohbetimiz gene yemek! Hatta yemek yerken bile yemek konuşan yegane millet olarak nam saldık dünyaya. Ya keşfettiğimiz kıyıda köşede kalmış bir lezzet durağını anlatır yerini tarif ederiz ya da özellikle kadınlar arasında en sık rastladığımız haliye yemek tarifi veririz. Her yıl Bodrum’da aynı komşularla yazımı geçiririm, 20 koca yazı bitirdik de her Allah’ın günü iskelede buluştuğumuz halde yemek tariflerini bitiremedik. Şunca yıldır birbirimizle paylaştığımız tarifleri kitap haline getirsek, destan olurdu, o kadar söyliyeyim. Bu arada hemen belirteyim, hiçbir şeyi “boş” sevmeyen biz, deniz kenarına inerken de elimiz boş inmedik. Keki, kurabiyeyi plaj sepetinden hiç eksik etmedik. Bu sene bir bağırsak terapisiyle gaps diyetine göre beslenmemden şikayet eden komşum Günsel Abla, “senden de bu sene hiç tad alamadım, ağız tadıyla bir patlıcanlı börek açamadım” dedi az önce mesela. Hayattan aldığımız tad, boğazımızdan geçer bizim anca.

Sofrayı yiyen kaldırsın...

Hal böyleyken, en önemli bayramlarımızdan Kurban Bayramı’nı da bir gurme festivale çevirmek; olabildiğince bolluk içinde, hünerlerin ortaya döküldüğü, masaların uç uca eklenip, hane hane birleşip farklı farklı sandalyelerin bir araya getirildiği, örtülerin peş peşe dizildiği, akraba, komşu, eş - dost kalabalıkların aynı sofrayı çevrelediği bir şölen havasında yemek yemek mutluluktur hepimiz için. Olmayanlarla paylaşmak, bulamayanlara yedirmek önemlidir. Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin” der, hepimize ağız tadı yaşam tadıyla zengin bir bayram dilerim. Yazımı bitirmeden küçük bir yanlışı düzeltmeyi, tüm kadınlar adına bir borç bilirim; “sofrayı kuran kaldırsın” lafı tamamen erkek uydurmasıdır, sözün özü “Sofrayı, yiyen kaldırsın” olmalıdır. Herkese kolay gelsin, bolluk, mutluluk, kalabalık, huzur dolu bayram sofralarınıza da Halil İbrahim Bereketi gelsin. Amin...

Yazının devamı...

Yüzde 49’a 51’in gizli şifresi

Bu hafta ilginç bir olay yaşadım. Bodrum Müzik Festivali kapsamında Emma Shapplin konserine gittim. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ile sahne aldı Emma Shapplin. Konser sırasında ezan başlayınca ara verdiler ve bir çeşit saygı duruşunda bulundular. İşte tam da bu noktada, seyirci bir anda ikiye bölündü. Bir grup alkışlarla konserin devam etmesini istedi, diğer grup “yahu elin Hıristiyanı saygı gösteriyor, bizim halk göstermiyor” diye tepki verdi. Mesele, ezan sırasındaki adab-ı muhaşeret kuralından çok, konser adabımızın hiç olmayışı ve en aynı kutupta görünen insanlar arasında bile her ortamda ışık hızıyla toplumsal bölünme olmasıydı. Ve daha da acayip olan, sosyal medyada “ezan sırasında konsere ara verilmeli mi yoksa konsere devam edilmeli mi” sorusuyla yaptığım anketin sonucunun, yüzde 49’a 51 oranında çıkmasıydı. Bu oran sürekli yer değiştirdi ama sayısal veri hiç değişmedi. Bir biri, bir diğeri öne geçti ama oran hep yüzde 49’a 51 idi! Ben mi paronayaklaştım acaba yoksa yüzde 49’a 51, bilim kurgu filmleri misali düşmanlar tarafından zihnimize gizlice yerleştirilen bir şifre falan mı? Boyu 1.65 olanlar arasında “Turuncuyu sevenler ve sevmeyenler” diye anket yapsak, yüzde 49’a 51 çıkacak korkarım!

Ezan ve protesto...

- Bir kere ses düzeni kötüydü. Hele, play-back gelen vokal sesler anlaşılır şey değil! Madem öyle yapacaklardı, koskoca Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı yormasalardı.

- Ezan başlarken saygı duruşuna gelen tepki bence orkestranın Cumhurbaşkanlığı’na ait olmasından kaynaklandı. Nihai neticede biri Emma Shapplin’e “ezan başlayınca durulacak” demiş olmalı. Hiç öyle kendiliğinde gelişmiş bir an gibi durmuyordu. Dolayısı ile sürekli yeni yaptırımlar altında hissetmenin oluşturduğu baskıya karşı bir tepki gibi geldi bana.

- Bir süre bekledikten sonra -malum bir camiye diğeri eklendiği için ezan epey uzun sürebiliyor- konserin devam etmesi için alkış tutanlara, ezana saygı icabı müziğin durmasını doğru bulanlar “terbiyesiz, saygısızlar, susun” diye bağıra çağıra tepki vererek, hem en hızlı tarafından bir bölünmeyi gerçekleştirmiş hem de konser adabından yoksunluğumuzu perçinlemiş oldular. Emma Shapplin’e durumu izah etmek nerdeyse imkansız bence. Bin bilinmeyenli bu memleketteki hal ve tavrı ben anlamıyorum ki daha, rock pera sanatçısı Fransız nasıl anlamlandırsın.

- “Ezan sırasında konser durur mu” sorusu ise daha önce çok da aklımıza gelmeyen bir mesele. Aslında duruma göre, sesin geldiği yakınlığa ve seslerin birbirine karışma ihtimaline karşı şekillenecek bir duruş olmalı. Evimizde ya da arabada müziğin sesini kısar, ayağımızı düzeltiriz ama yaşama devam ederiz, konserlerde, tiyatro oyunlarında ya da düğünlerde bunca yıldır durup beklemeyiz. Ezan bir çağrı olduğu için, hayatı durduran bir ses olarak algılanmaz ve yaşam akar. Konser sırasında da herhalde kimse “aaa ezan, bir namaz kılıp geleyim” demez. Bu noktada sahnedeki sanatçının kararına saygı duymak gerekir. Protesto kadar, protestoya karşı durmak isteyenlerin bağırması da sahnedekilere saygısızlıktır. Beğenirsin ya da beğenmezsin ama sessizce beklersin. “Terbiyesizler” diye bağırdığında, ezana saygı göstermiş olmazsın. Saygısızlığını her alanda topluma yayarsın, hepsi bu!

Yazının devamı...

Son pişmanlık fayda etmiyor

Halktan başka bedel ödeyen olmadığı için hataların ardı arkası kesilmiyor. Kimse elini taşın altına koymaya gerek görmüyor. İşte size memleketimizden ihmal manzaraları.

İşin kolayını bulmuşuz ülke olarak, “özür diliyoruz”, olup bitti, geçti gitti sanıyoruz. Aynı hatayı sürekli yapıp, özür dileyince annesini ikna eden küçük çocuklar gibi halkı idare ediyor, memleketi idare etmekle görevliler. “Ah” deniyor, “vah” deniyor, özür dileniyor ama sonuçta halktan başka bedel ödeyen olmadığı için hataların ardı arkası kesilmiyor. Faturalar halka havale edildikçe, kimse elini korkak alıştırmaya, taşın altına koymaya gerek görmüyor. İşte size memleketimizden ihmal manzaraları...

İhmali olanlar cezasını bulmalı, polislerimiz şehitlikte değil görevi başında olmalı!

Önce cana saygı duyulmalı

Emniyetin kalbi, İstanbul’un Vatan Caddesi’ndeki müdürlüğünde atar. İşi düşenler bilir, giriş - çıkışı bile adamı mum eder.Hal ve gidiş belirler Vatan Emniyet’ten çıkışınızı. Gelin görün ki, bu kadar sıkı tutulan en büyük emniyet müdürlüğünde, bu hafta “canlı bomba” ihtimali ile yakalanıp getirilen, uzun zamandır aranan azılı bir IŞİD teröristi, onca polisin içinde polis memuru Sinan Acar’ın boğazını bıçaklıyor ve şehit ediyor. Ehliyet için giden vatandaşın bile eli kolu kontrol altında tutulurken, iğneden ipliğe aranırken, sokakta yürüyüşe katılan Berkin’in annesine ters kelepçe takılıp kolu kırılırken, azılı IŞİD teröristi, canlı bomba olduğu düşüncesi ile emniyete getirildiğinde elindeki bıçakla! Polis memurunun boğazına saldırıp şehit edebilecek kadar serbest bırakılıyor! Terörist bir de gerçekten canlı bomba olsaydı, demek ki emniyeti havaya uçurabilir, korkunç bir terör eylemi gerçekleştirebilirdi! Ama olmaz ki! Sadece hamasetle, şehitliğe övgü düzmekle, cennetten söz etmekle olmaz ki! Önce cana saygı duymalı! İhmali olanlar cezasını bulmalı, polislerimiz de şehitlikte değil, görevleri başında olmalı!

ÖSYM felaketleri

ÖSYM’nin hata yapması tabii ki artık kimseyi şaşırtmıyor ama hataların dalga boyu her sene bir öncekini aşıyor. Yine “özür dileriz” dendi, oldu bitti! Ama yaşanan olacak şey değildi. Her yıl hatalı hazırlanan soruları zaten kanıksadık. Hatta, güya alanında uzmanların aylarca düşünüp hazırladığı soruları, öğrencilerin stres altında 30 saniyede çözmesini istemelerine de alıştık; bari yerleştirmede çuvallamasaydınız. Hatalar silsilesi ancak konunun uzmanı olmayan kişilerin ÖSYM’de görev yaptığının göstergesi. Ama nasılsa bedeli gençler ödüyor, mağdur ediliyor, hayatlarıyla oynanıyor, ÖSYM de özür dileyerek bir sonraki senenin hatalarına yelken açıyor. Bu yıl önce puanlar hesaplanırken hata yapıldı, üzerine yerleştirmede. 1500 öğrenci üniversiteyi kazanıp yerleştikleri için sevinirken, kazandıkları haklar geri alındı ve açıkta kaldılar. Bin küsür öğrencinin kazandığı okul değiştirildi. Açıkta kaldığını düşünüp üzülen 1628 aday da birden üniversiteli oldu. Bu hata en çok ilahiyat fakültelerini vurdu. Olan, açıkta kalan öğrencilere oldu.

Açık liseye kalmak

Üniversite adaylarının hatalı yerleşmesine şimdi de TEOG sınavı sonrası lise tercihlerine yerleşemeyen öğrencilerin açık liseye yerleştirilmesi eklendi. Tercihlerinde doğru tahminle sıralama yapamadıkları için açık liseye yerleştirilen yüksek puanlı o kadar çok öğrenci var ki! 20 Ağustos sonrası nakil döneminde örgün eğitime geçecekleri büyük bir kaos bekliyor! “Öğrencilik yılları, gençlik dönemi en güzelidir” diye anlatır ya büyükler, o dediğiniz Türkiye’de olmaz! Bu ülkede gençsen, öğrenciysen hayatın kabus demektir!

Yazının devamı...

Bodrum’a El-Fatiha

Her gün bir yerde mafya usulü kavga... Ülkeyi ele geçiren vandalizmin Bodrum’a sıçraması kaçınılmazdı.

Bana sorarsanız dünya üzerindeki en muhteşem coğrafyalardan biri... Her noktası bir cazibe merkezi. Bodrum’un da bu dünyada bir imtihanı var elbette. O da biz Türklerle... Hani İstanbul’un betona gömüldüğünü gördükçe “ah biz kıymetini bilemedik, yabancıların elinde olsaydı adamlar burayı dünyanın gözbebeği yapardı” diyerek içimizden kendimize sövüyoruz ya, işte o hesap, Bodrum da yaratılış itibari sahip olduğu cazibesini bize rağmen korumaya çalışıyor ancak. Neyse ki beyaz küçük evleri ile kendine ait bir mimarisi var da bu ay 7’e vuran depremde tuz buz olmaktan kurtuldu. Ne yazık ki her gün yeni bir koy ranta kurban gidip imara açılıyor ve günden güne Bodrum’da dağ taş beyaza kesiyor. Çarpık yapılaşmadan bıkmış olan biz İstanbul sakinleri için hiç değilse yapılan evlerin naifliği teselli niteliğinde olsa da sorunları dizi dizi çoğalıyor. Çok sevdiğim Hebil- Cennet Koy tarafına geçen gün arkadaşımın teknesi ile gittiğimizde gözlerime inanamadım. Cennet gibi olan bu bakir koyda sıra sıra siteler bitmiş. Son derece kapalı bir koy olduğu için o kadar nüfusu kaldırması mümkün değil ve deniz hızla kirlenmeye mahkum artık. Ne yazık ki, dışardan bakıldığında güzel ev dikmekle bitmiyor iş, Bodrum’un alt yapısı bunca nüfusu kaldırmaya müsait olmadığı gibi yeni yapılan arıtma tesisleri de hatalı yapılıyor. Kendi evimin bulunduğu koya belediye gelip 30 bin kişinin kanalizasyonu için arıtma yaptı. Gelip Bodrum’un en temiz koylarından birini böyle riskli bir iş için seçtiği yetmezmiş gibi onun da sistemini hatalı yaptı; her an devre dışı kalıp kanalizasyonu denize boşaltabiliyor. Başında nöbet tutuyoruz nerdeyse.

Kel başa akıllı kavşak

Trafik deseniz hallaç pamuğu. Avrupa’dan görüp bizdeki trafik ışıklarını kaldırmışlar, al sana kel başa akıllı kavşak! Yahu, biz daha kırmızıda dur, yeşilde geç kuralına adapte olamamış bir ülkeyiz, akıllı kavşaktaki akıl hiç bizim aklımızı tartar mı! Bir de yeni yetme çocuğuna ilk sürüş deneyimini yazlıkta yaşatmaya çabalayan aileler yüzünden acemiler trafiğe çıkınca, tehlikenin boyutları büyüyor. Oysa çok korktuğunuz İstanbul trafiği bile inanın çocuk oyuncağı kalır Bodrum’da araç kullanmanın tehlikesi yanında. Nerden kimin çıktığı belli değil, motorlusu, alkollüsü, acemisi, turisti kördüğüm gibi yollarda çarpışan arabalar gibi ilerlemeye çalışıyor. Denetim mi dediniz? Boşveriniz!

Vandalizm tatilde!

-Her gün bir yerde mafya usulü kavga... Ülkeyi ele geçiren vandalizmin Bodrum’a sıçraması kaçınılmazdı. Türk Bükü’nde silahlı saldırı sırasında ekmek derdindeki 18 yaşındaki komi Furkan yaşamını kaybetti, iki garson ve biri sunucu Jess’in eşi olmak üzere iki müşteri yaralandı. Bu hafta Yalıkavak Marina’da çığlıklar bağırışlar arasından hızla uzaklaştım. Kanunsuz kalan ülkerlerde eşkiyadan geçilmez böyle!

- “Kel başa akıllı kavşak” yazdım ya az önce, izah edeyim. Efendim, Bodrum’daki çok giriş çıkışlı büyük göbekleri “akıllı kavşak” yapmışlar. Tabii kavşağın akıllısı nasıl olur, nasıl kullanılır bilen yok. Bunun için hiçbir zahmetten kaçınılmayıp küçük tabelalara kullanım tarifi yazılmış. Okuma konusunda alerjisi olan bir ülkenin evlatlarının tabeladan trafik tarifi okumasını beklemek ne tür bir iyi niyet acaba! Özellikle, Yalıkavak sapağı, Arap saçı! Bu arada akıllı kavşaklarda, soldan girene yol vermek gerekiyor, aklınızda olsun.

- Marina demişken... Akdeniz’e özgü marina kültürü, tatlı müzikleri, mavi - beyaz çizgileri ve deniz aşığı zarif ama sıcak insanlarıyla tüm dünyada baş tacı. Eh, Yalıkavak Marina da son yıllarda deniz tutkunlarının gözdesi. Bir baktım geçen gün son derece şık bir mekanda avaz avaz müzik eşliğinde dansöz oynatılıyordu. Bütün bir marina, yatlarının içindeki misafirler, farklı mekanlarda kahve eşliğinde sohbete gelenler de oryantalin çın çın öten zillerine ve avaz avaz Arap müziğine maruz kaldı. Eh bizim marina kültürümüz bile eğreti işte! Akdeniz ruhuna, Arap kültürü yeğ bizde!

Yazının devamı...

Gündem yaratmak bizim işimiz....

Bu haftaki güdemimiz “müftülük nikahı.” Biz bunları tartışıp toplumsal liflerimize tek tek ayrılırken, acaba Türkiye’nin kaderiyle ilgili ne gibi kararlar geçiyor kapalı kapılar ardından?

Gündem yaratmak konusunda ülkemizden ilerisi yok muassır medeniyetler içinde. Güya, “PR”, “Medya yönetimi”, “Algı yönetimi” hep gavur icadı... Kimin icadı bilmem ama layıkıyla uygulayan biziz maşallah. Bir günümüz dahi geçmiyor ki “büyüklerimiz”, kemik kıvamında hararet yaratacak bir mevzuyu önümüze atmasın. Hepimiz işi gücü bırakıp sosyal medyada çarpışıyoruz. Tartışma programları bu sayede televizyon sektörüne tutunuyor, yorumculara ekmek çıkıyor. Bakınız biz gazetelerde yazanlar, “büyüklerimizin” itina ile sunduğu zengin mönüden, toplumu o hafta galeyana getirecek hangi konunun fitilini ateşlesek diye seçim yapıyoruz. Sonuç: Safsata, gürültü, laf salatası, haybeden çene yarışı... Bu arada, “kapalı kapılar ardında Türkiye reality show”u çekiliyor da hiç birimiz onu izleyemiyoruz. Önümüze atılanları dişleyerek birbirimiz arasında çekiştirirken, memleketin başına çeşit çeşit çorap örülüyor gizlice. Biz de ancak, cihatla matematiği anlamak, Evrim teorisini kaldırıp cahilliğe cahillik katmak, kıyılacak nikahı müftülere bırakmak gibi “seviye bir” konularla, köy kahvesi tadında memleket kurtarıyoruz. Bize tahsis edilen sığ sularda boğulup, ufku görmeden ha babam çakıl taşı saymayı marifet sanıyoruz. Ez cümle, bize servis edilen ve bilinçli olarak toplumun çeşitli katmanlarının fayına basan oyalama gündemlerle, memleketin asıl meselelerini elden kaçırıyoruz. Bu hinliklerle halkı elinde oynatanlara da her seferinde bu numaraları yutan biz saflara da yazıklar olsun! Efendim neymiş, bu haftalık bize oyalanmamız için atılan mevzuu “müftülük nikahı” imiş... Geç bunları anam babam, bekleyelim görelim... Biz tartışa tartışa, toplumsal liflerimize tek tek ayrılırken, acaba Türkiye’nin kaderiyle ilgili ne gibi büyük kararlar geçiyor kapalı kapılar ardından? Bize tutulan kırmızı pelerine şartlanmış halde burnumuzdan soluyarak koşarken, neler var kim bilir gözümüzün önünden kaçan?

Bir anlaşmazlıkta paylaşılacak çocuklar, mallar olmasa, nikaha da gerek olmazdı.

Kalbin sözü imzadan önemli

Bu arada imam nikahı, müftülük nikahı, belediye nikahı, kilise nikahı, sinagog nikahı, bıdı bıdı nikahı herkes atıp tutuyor ya, yok biribirinden farkı!Toplumsal rollerin belirleyiciliğini sabit kılmak için sonradan icat edilmiş düzenleyiciler hepsi. Sanki eskiden belediye vardı da peygamber efendimiz dini nikah istiyordu! Sanırsın “dini nikah”, dini vecibe için yapılan bir şey! Yahu herkesin mi kafası karışık yoksa kimse tarih sayfası çeviremiyor mu bu ülkede? Nikah, nikahtır. Toplumsal ilişkilerde, mal - mülk paylaşımlarında anlaşma sağlansın, roller tarif edilsin, herkesin pozisyonu belli olsun da günlük yaşamda nizam olsun diye yürürlüğe sokulmuş düzenlemelerden biri hepi topu.

Toplumların doğrudan din üzerinden yönetildiği zamanlarda, dini nikahla adı konulan anlaşmaları onaylama görevi, hukuk düzeniyle kamu görevlileri eline verilmiş. Ve evet bu sebeple, hiçbir önemi olmasa da, laik düzende bu aktin hukuki şahidi bir dini kurum olmamalıdır. Yoksa, ha imam kıymış nikahı ha hiç tanımadığın belediye başkanı, ha internetten atmışsın imzayı, ne fark edecek! Eğer ortada, olası bir anlaşmazlıkta paylaşılacak çocuklar, mal - mülk gibi unsurlar olmasa, evlilik için nikaha da gerek olmazdı, kandırmayalım birbirimizi. Nikah dediğimiz şey, birliktelik için değil, ayrılıklarda mağduriyeti önlemek için ortaya konmuş bir düzenlemedir. Bu, ilişkilerin ve rollerin topluma ilanı için yapılan “adına koyma” işlemlerinde maneviyat, duygusallık vs aramak saflıktır. Ama dini, ama belediye ama müftü aracılığı ile onaylanacak tüm evlilik akitlerinin amacı, olası bir boşanma sırasında kazanılacak hukuki haklar için bir teminattır sadece.

Evet, kendini bildi bileli aynı adamın elini tutan, 21 yıllık kanuni evliliği ve çocuğu olan, bir kadın yazdı bu satırları.

Çünkü bir hayatı paylaşmak ve aile olmak, toplum önünde verilen sözlerin ve sağlama alınmak istenen teminatların çok ötesinde, gönlümün sözü imzamdan çok daha kıymetli benim için.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.