Gitmek mi zor kalmak mı zor
.
Psikologların tanısıyla “seperasyon problemi” yani ayrılık acısı çekiyorum...
Bodrum’daki evimdeyim... Dört bir yanım küçük çocuklar ve onların peşinde helak olan annelerle dolu. Bir an evvel çocukları büyüse de bir şezlonga uzanıp kitap okuyabilseler, denizde özgürce kulaç atabilseler diye hayaller kurup bir yandan kumda az sonra yıkılacak olan yeni bir kale için eşeleniyorlar. Zordur bilirim, o yollardan geçtim. Şimdi ben sallana sallana sırtımda havlu ile plaja gelip, güneşte tembel tembel gerindikçe, kendi karnımdan başkasını doyurmak için uğraşmadığımı gördükçe, keyfimce yüzerken, kıyıya tutsak, ardımdan bakarken, nasıl gıpta ettiklerini biliyorum. Bir de ben ya da benim gibi, çocukluk günlerini geride bırakmakta olan genç evlat annelerine sorun bakalım? Ben söyleyeyim, hiç de öyle göründüğü gibi değil durum. Evet, büyük çocuk sahibi olmak kesinlikle fiziksel olarak konforlu bir durum. Bedensel yorgunlukların büyük oranda azalması anlamına geliyor çocukları büyütmek. Peki ya psikolojik yorgunluklar... Ah işte, çocuklar büyüdükçe çığ gibi büyüyen, meselenin bir de bu tarafı var.
Depresyondayım, evet. Ve yine evet bu yüzden yazıyorum bu satırları çünkü psikologların tanısıyla “seperasyon problemi”, bizim halk deyişimizle “ayrılık acısı” çekiyorum. Allah korusun, kötü bir sebeple değil çektiğim hasretlik. Artık liseli olan Ada, eğitim için ilk defa bu yaz benden ayrı üç hafta uzaklara gitti. En kötü ayrılığımız böyle olsun o ayrı ama benim durumumdaki anneler için asıl mesele, üç hafta özlem duymaktan öte, çocuğun kendi kanatlarıyla uçtuğunu görmenin verdiği şaşkınlık. Daha acayip olanı, kulağa son derece mutluluk verici gelen bu sürecin annede buruk bir sızı bırakması. Çocuğunun artık bir birey olduğunu, ayakları üzerinde durabildiğini, başının çaresine bakabildiğini görmenin gururuna, kısaca “bensiz de yapabiliyor”u kabul etmenin ağırlığı çöküyor. Demem o ki “bir büyüse de rahat etsem “ diyoruz ya, büyüyüp bir başlarına yaşam yoluna çıktıklarında arkalarından bakmak da o kadar kolay değilmiş. Küçükken çocuklar bizden ayrılmak istemiyor ya, tecrübe ettim ki büyüyünce de biz onlardan... Senden bağımsız da varolabildiğini gördükçe, sevincini alttan dürten bir garip hüzün peydahlanıyor içine. Ve o an anlıyorsun ki, daha ilk adımlarını atarken sana ihtiyacı olan o minik ele sen de tutunmuşsun meğer. Ve o dengesini bulup elini bıraktığında, farketmeden dengeni sen de o küçük elle kurduğunu anlıyor, ne kadar beklesen de bu anı, hazırlıksız yakalanıyor ve boşluğa düşüyorsun. İtiraf etmek istemesen de, artık ihtiyaç duyulmamaktan korkuyorsun. Ne kadar yorucu olsa da anneliğin o “her zaman ihtiyaç hissedilme” halini terketmek istemiyorsun. Çocuğun senden ayrı bambaşka bir evde yaşamaya başladığında, ağlayarak seni arayacağını, sürekli geri dönmek için kafanın etini yiyeceğini zannederken, bir bakıyorsun ayrılık depresyonunu sen yaşıyorsun, gizli gizli yastığına sarılıp ağlarken “yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz gelecek” diye sayıklıyorsun. Şimdi söyleyin, çocuklar küçükken peşinden gitmek mi zor, yoksa büyüyünce yoluna baka baka geride kalmak mı zor? Şu an yol gözleyen anneler beni anladı, o sabahı gel bize sor...
Çocukları refahımıza değil hayatımıza ortak etmek
Bir süredir Psikolog Prof. Acar Baltaş’ın bir TV programındaki sözleri internet ortamında çok paylaşılıyor ve tartışılıyor. Çocuklarımıza sunduğumuz “Yeni moda Türk Usulü başarı yolları” üzerine eleştiri ve tavsiyeler içeren bir konuşma bu. İzlemediyseniz, tavsiye ederim. İlk başta biraz sert hatta geri kafalı gelen saptamaların çoğu, biraz düşününce sarsıcı bir gerçeklikle tokat atıyor insana. En çok da orta ve orta üst sınıf arasında gittikçe yayılan bir anlayışa dair şu uyarısı kaldı aklımda, “Biz Türkler çocukları hayatımıza değil refahımıza ortak ediyoruz artık” diyor Prof. Baltaş. “Benim çektiğimi o çekmesin”ciliğin yarattığı konforun çocuğun gelişimindeki zararlarına dikkat çekiyor. Doğruluğu hepimizin tecrübesiyle sabit olan ama çocuklarımızı steril kozalarda muaf tutmaya çalıştığımız şu önermeyle sarsıyor tüm ebeveynleri, “Acı, üzüntü, hayal kırıklığı ve başarısızlık yoksa bir hayatın içinde, o hayattan bir hikaye çıkmaz”. Elini taşın altına koyabilen, ekmeğini taştan çıkaran çocuklar mı yoksa taşı tutamayan, taşı tanımayan hatta “ben özelim taş beni tanısın” diyen çocuklar mı yetiştireceğiz, sanırım bütün mesele bu!