Şampiy10
Magazin
Gündem

Bahar için hafta sonu tavsiyeleri...

Ne yapıp edin, baharda Boğaz’da çay için, tarihi yarımadayı, Karaköy’ün çok eski ama bir o kadar yeni sokaklarını keşfedin. İstanbul’u yaşamak için baharlık tavsiyelerime göz atın...

Bahar gelince her yer güzel ama iddia ediyorum İstanbul bir başka güzel. Hatta, sadece Nisan ve Mayıs aylarının güzelliği için, 10 ay Istanbul’a tahammül ediyor gibi hissediyorum kendimi. Erguvanlarla mor salkımlar, Boğaz boyu birbirine karışmışken, havaya gül kokusu salınmışken, martılar vapurların peşine düşmüşken bu şehir benzersiz olur. Ne yapıp edin, baharda yolunuzu İstanbul’a düşürün. İstanbul’u yaşamak için daha kuvvetli sebeplere ihtiyaç duyarsanız, baharlık tavsiyelerime göz atın derim.

Banksy’yi tanıyın

31 Mayıs’a kadar sürecek “The Art of Banksy”, Global Karaköy’de. Duvar resimleriyle, ülkeler arası siyasetin ve savaşların bile ötesine geçen graffiti sanatçısı Banksy’nin, aslında kim olduğu dahi bilinmiyor. Bir sabah dünyanın bir köşesinde birileri, karşılarındaki duvarda Banksy’nin graffitisi ile uyanıveriyor. Savaş karşıtı, hayvan haklarını savunan ve tüketim çılgınlığını eleştiren mesajları resmettiği için “Gerilla Artist” olarak ün salmış durumda. Anjelina Jolie-Brad Pitt, Leonardo diCaprio, Lady Gaga büyük paralar ödeyerek Banksy’nin işlerini koleksiyonlarına katmak için yarışıyorlar. Kimliği gizli olduğu için, satışlar menajeri aracılığıyla yapılıyor. Örneğin Damien Hirst’in resmini değiştirerek oluşturduğu, “Temiz Tutun” isimli çalışması 1 milyon 870 bin dolara satıldı. Sokak sanatçılığından, postmodern bir süper kahramana dönüşen Banksy’nin, dünya üzerinde açılmış ilk ve tek sergisi İstanbul’da. Ben çok etkilendim. Keşke, ücretsiz olarak ya da bağış için sokaklarda sergilenebilseydi bu eserler ve özgür gök kubbenin altında tam da Banksy’nin istediği gibi izleyebilseydik. Yine de kaçırmayın derim. Hele ki benim gibi bir Banksy hayranıysanız. Karaköy’e gitmişken “Dem” deki yüzlerce çay seçeneğinden biriyle akşam üstü keyfi yapmadan dönmeyin.

Festivallerin büyüsüne kapılın

İstanbul Film Festivali: Bu hafta sonu festivalin son cumartesi-pazarı. Bir filmden diğerine koşarak, kafelerde diğer festival katılımcılarıyla aralarda soluklanarak harika bir hafta sonu geçirebilirsiniz.

İKSV Tiyatro Festivali: 3-28 Mayıs İstanbul’daki hemen her sahnede, her gün yerli yabancı oyunlar sergileniyor olacak. Özellikle, Robert Wilson’un sahneye koyduğu Bertolt Brecht’in Üç Kuruşluk Opera oyunu sanatseverler tarafından merakla bekleniyor. 13-14 Mayıs’da Zorlu Center’da izleyebilirsiniz.

‘Hoşgeldin Boyacı’yı kaçırmayın...

Tiyatro demişken Erdal Özyağcılar ve Gözde Çetiner ile iki yıldır birlikte oynadığımız “Hoşgeldin Boyacı”, 7 Mayıs İstanbul Torium, 15 Mayıs Moi İkitelli’de...

Boğaz’da erguvanları koklayın

İstanbul Boğazsız, Boğaz yalılarsız, yalılar ise Saffet Emre’siz düşünülemez. Her yıl bir kere tekne ile Saffet Emre’nin o masalsı anlatımı eşliğinde, deniz üzerinde keyif yaparken, erguvanlarla bezenmiş yalıların hikayelerini dinlemezsem baharın geldiğini anlamıyorum. 16- 23- 24- 30 Nisan ve 8- 14- 22- 29 Mayıs’ta Saffet Emre Tonguç ile Erguvan zamanı Boğaz Yalıları Turu var. 21 Mayıs’ta ise aynı tur dolunay altında gece düzenleniyor. Kaçmaz!

Yazının devamı...

Ruh terapisi gibi festival

Alaçatı Ot Festivali, ülke gündeminden kaçmak için bir cennet gibi... Önümüzdeki sene programınıza mutlaka ekleyin.

Siz bu satırları okurken ben Alaçatı Ot Festival’inde cibes, radika, Şevket-i Bostan, Koruk, Kaya otu, ısırgan, enginar ve daha onlarca yeşillik ve rengarenk çiçekler arasında kaybolmuş durumdayım. Geleneksel Alaçatı Festivali 7 Nisan’da başladı bugün de sona eriyor... Yüzlerce insan bir yandan çeşit çeşit otlar, diğer yandan açık büfeye dönüşmüş Alaçatı sokaklarında, Ege bölgesine ait geleneksel ot yemekleri arasında adeta bir lezzet ayininde kendinden geçmiş durumda. Lâfı uzatmadan sizi, fotoğraflar aracılığıyla da olsa festivale davet ediyor, önümüzdeki sene mutlaka programınıza bu etkinliği eklemenizi tavsiye ediyorum. Unutmadan söyleyeyim, özel şeflerin ot yemekleri yaptığı mekanlarda yemek yemek istiyorsanız, yerinizi haftalar öncesinden ayırtın. Ama sokaklarda ayak üstü şahane lezzetler bulacağınızı da unutmayın. Küçük bir örnek, 5 çeşit zeytinyağlı ve ot yemeği, koca bir gül böreğinden oluşan tabak sadece 5 lira...

İğne atsan yere düşmez

Terör, kavga, cinayet, taciz, siyasal çalkantılar insanları öyle boğmuş ki, burada herkes kendini cennetin koynunda hissediyor. İnsanlar sorunlardan kaçarak ruhunu rehabilite etmek için gelmiş buraya. O yüzden siyaset ve ülkenin gerçekleri hakkında konuşmak üç günlüğüne de olsa festival boyu adeta yasak.

Alaçatı’da Nisan başı olmasına karşın iğne atsanız yere düşmez. Lokantalarda yer yok, ev yemeklerinin sergilendiği festival masalarının ise önünde uzun kuyruklar var.

“Giritliler geldi, tarlada ot kalmadı” bir Ege deyişidir. Festival boyu, “İstanbullular geldi, Alaçatı’da ot kalmadı“ diye bu söz değişime uğradı.

1 liraya börek, 1,5 liraya baklava, 5 liraya komple bir mönü alarak, hiçbir yerde bulamayacağınız lezzette ve ucuzlukta karın doyurmak çok keyifli.

Alaçatı’ya gelmişken, “Keten”den el işi kıyafetler şapkalar almalı. Pazar alanında Refiğin Bahçesi’nde serpme kahvaltı sonrası Hacı Memiş mahallesine geçip “Adı Memiş”te Gülçin’in elinden Kapari Bahçe’de yemek yemek çok keyifli. Camii altında mantı, Dutlu Kahve’de çay ise bir başka...

Festivalde öğrendiğim tarif

İşte Festival yerinde Azize Teyze’den tarifini aldığım, döner dönmez evde yapmayı kafama taktığım geleneksel Enginarlı pilav tarifi:

- 6 adet orta boy çanak enginar

- 2 bardak pirinç

- 1 kuru soğan

- 1 demet taze soğan

- 1 demet dereotu

- 3 limon

- Tuz

- Karabiber ...

2 adet sıkılmış limon suyunda küp küp kesilmiş enginarları haşlayalım.

1 kuru soğanı doğrayıp zeytinyağında kavuralım üstüne pirinç, tuz karabiber,haşladığımız enginarı ilave edelim ve dereotu taze soğanı (ince ince doğranmış) ekleyelim. Üstüne yarım limon sıkalım ve pilavımızı pişmeye bırakalım.

Afiyet olsun...

Yazının devamı...

İstanbul’da lale devri...

İstanbul’un parkları birbirinden güzel lalelerle renklendi. Şimdi şehrin hazinelerini keşfetme zamanı

Bu kentin en güzel zamanı şimdi. 1 Nisan’da başlayan lâle devrini, Boğaz’ın eşsiz manzarası eşliğinde yaşamanız ve bir an tüm sıkıntıları unutup kendinizi cennette zannetmeniz için her Nisan ayı tek tek ziyaret edip fotoğraf çektiğim İstanbul’un en sevdiğim lâleli, parklı saraylı yerlerini derledim... Ferah fühür, leb-i derya gezmeler, eşim Tolga Eşiz’in fotoğrafları eşliğinde keyifli göz gezdirmeler dilerim.

Yıldız Parkı Korusu

Beşiktaş ile Ortaköy arasında konumlanmış, İstanbul’un en büyük ve en ihtişamlı korusu... Efsaneye göre,”Pan” burda flütünü çalarmış. Kanuni Sultan Süleyman’dan beri de şöhreti günden güne büyüyerek tarihteki yerini almış. Lale Devri’nin sembollerinden biri. Lale devrinin ünlü “Çerağan eğlenceleri” denilince, ilk akla gelen mekanlardan biri... 2’nci Abdülhamit ile birlikte taht sahnesine çıkan sarayı ile ayrı bir yer edinmiş Yıldız Korusu. Öyle ki, Abdülhamit anılarında, “Her metre karesine altın döküldü” diye yazmış. Şale, Malta ve Çadır köşkleri, 400 yıllık ağaçları, yüzlerce farklı bitki çeşidi ve özellikle de Nisan ayı boyunca rengarenk laleleri ile Yıldız Parkı cenneten bir köşe gibi.

Emirgan Korusu

Emirgan-Sarıyer’de yer alan muhteşem park. Sarı Köşk kuş evi mimarisiyle, Pembe Köşk Osmanlı Evi stiliyle, Beyaz Köş ise botanik bahçesi ile ziyaretçileri büyülüyor. Buradaki manzara olağanüstü çünkü iki köprüyü birden kucaklıyor. Emirgan Korusu içinde tam gün geçirilebilecek kadar büyük ve yemek servisi veren işletmelerin bulunduğu bir park.

Hidiv Kasrı ve Korusu

Anadolu Yakası’nda Beykoz’a bağlı Çubuklu’ya tepeden bakan art-Nouveau tarzı muhteşem yapıya ev sahipliği yapan koru... Muhteşem Gül bahçesi baharda burayı ziyaret etmek için başlı başına bir sebep. İçinde yine İBB’ye ait Beltur’da her tür yemek servisi veriliyor. Koruda gezinerek manzaraya karşı bol köpüklü bir kahve keyfi bir yana, kasrın kendisi görülmeye değer eşsiz bir yapı. Tarihi asansör de lütfen dikkatinizden kaçmasın.

Küçük Çamlıca Köşkü ve Korusu

İtiraf edeyim, henüz çok bilinir olmamasının güzelliğini bozmamak için burayı yazmaya elim zor gitti. Anadolu Yakası’nda olmasının avantajıyla, Yıldız ya da Emirgan Korusu kadar istila edilmemesi sebebiyle tam bir hazine... Çocuk oyun alanları mı arasınız, yürüyüş yolları mı, süs havuzları mı, çam ağaçları mı, rengarenk lâle tarhları mı... Yine Lütfi Kırdar’ı şükranla anmama vesile olan bir yeşil alan.

Adile Sultan Sarayı - Cemile Sultan Korusu:

İki köprüye de hakim, boğazla çepeçevre sarılı bu saray, İstanbul’un en güzel manzarası. İçinde hali hazırda Kandilli Kız Lisesi’ni barındırıyor. Borsa Lokantası’nın işletmesinde bulunan saray elbette gezmek isteyen ziyaretçilere açık.

Yazının devamı...

Üç günde üç şehir

Adana, Gaziantep ve İskenderun...

Geçen hafta Hoşgeldin Boyacı oyunumun turnesi için Türkiye’nin kendine has şehirlerinin başında gelen Adana, Gaziantep ve İskenderun’daydım. İşte izlenimlerim.

Bu hafta, 18’nci Uluslararası Adana Tiyatro Festivali’nin açılış oyununu oynamak için Adana’ya gittim. 27 Mart, Dünya Tiyatro Günü düzenlenen açılış töreninde , “Sakıp Sabancı Yaşam Boyu Başarı Ödülü“ bu yıl Erdal Özyağcılar’a verildi. Ulusal Tiyatro Bildirisini de ben okudum ve törenin ardından Erdal Özyağcılar ve Gözde Çetiner ile birlikte “Hoşgeldin Boyacı“ ile festivalin açılışını yaptık. 25 yıldan beri farklı oyunlarla Adana seyircisiyle buluştum. Şunu rahatlikla söyleyebilirim ki, Adana’nın tiyatro ile yoğurulan bir seyircisi var. 25 yıl önceki oyunumu benden iyi hatırlayan seyircilerle karşılaşmak büyük mutluluktu. Devlet Tiyatroları ve Sabancı Vakfı‘nın ortak projesi olan ve çok ilgi gören bu festival, Gürcistan’dan Almanya’ya, Hollanda’dan İspanya’ya pek çok yabancı tiyatro topluluğunu ağırlıyor. Elbette, Adana’ya kadar gelmişken, bize yoğun istekte bulunan komşu kentlerde de oynamadan dönmek istemedik. Bu yüzden, çok istememe rağmen oyunları izlemek için kalamadık ve Gaziantep ile İskenderun’da sahneye çıkmak üzere, aklımız yerli ve yabancı birbirinden güzel seçkilerde kalarak Adana’dan ayrıldık. Ama çok merak ettiğim birkaç işi görmek için Nisan ayında, tekrar gitmeye niyetliyim. Size tavsiyem, festival programına bir göz atın ve bu ay Adana’ya küçük bir kültür-gurme kaçamağı yapın. En merak ettiğim ve festivalin bence en ilginç oyunları, İspanya’dan “Simsarlar” 12-13 Nisan’da, Almanya’dan insan-kukla projesi “Hotel Paradiso” 19-20 Nisan’da, İspanya’dan Guguklu Saat 22-23 Nisan’da, Makedonya-Üsküp Arnavut Tiyatrosu’ndan Macbeth ise 28-29-30 Nisan’da Adana’da tiyatro severlerle buluşacak.

Portakal kokuları azalmış

Önemli pek çok festivale ev sahipliği yapan Adana ile ilgili birkaç gözlemimi paylaşmak istiyorum. Adeta bir ayna gibi iki farklı yüzü var bu kentin. Bir tarafı parlak, sanat, kültür ve festivallerle bezeli. Öte yandan, adliyesi ile oldukça ünlü olmasından anlaşılacağı gibi, tehlikesi bol bir şehir. “Ordan gitme”, “şu saatten sonra o taraftan geçme” gibi bolca uyarı aldım her gezintiye çıktığımda. Nehrin kenarına kurulu devasa park alanı son derece şık olmasına rağmen bomboş. Anlatılana göre epey taciz olayı yaşandığı için, insanlar tedirgin burda yalnız gezmek, koşmak ya da çimenlere uzanıp kitap okumak konusunda. Giderseniz, Kahveciler çarşısından geleneksel kahve almayı, Şehmus’da Adana, Ramazanoğlu Küllüyesi önünden “sıkma” yemeği unutmayın. Bir de Kazancı‘lar Çarşısı‘ndaki Mine Hanım’ın şık el işi dükkanına uğrayın.

Adana ile ilgili bir başka üzüntüm, geçen yıllar içinde portakal ağaçlarının şehir merkezinde çok azalmış olması... Üstelik tam da çiçek açtıkları mevsim oradaydım ve bir zamanlar sokakları esir alan o mis gibi portakal çiçeği kokusunu çok az yakalayabildim. Şimdi büyük bir park olan, bir zamanların adeta portakal ağacı ormanı gibi olan bölgede şimdi sadece yürüyüş yolu kenarında ince birer sıra portakal ağacı bırakılmış. Adli vakaları önlemek için daha açıklık bir alan yaratılmak istendiğine dair bir halk görüşü var. Gerçekten öyleyse, bir güvenlik metodu olarak ağaçları ortadan kaldırmak açıkçası kulağa pek doğru bir yol gibi gelmiyor. Portakal bahçelerini yoğunlukla görebilmek için, Fellah mahallelerinin ilerisine gitmem gerekti.

Antep’in eşsiz lezzetleri

Gaziantep:Tiyatro turnemizin ikinci uğrak yeri. Yılda birkaç kere gittiğim,daha önce de detaylı gezi ve yeme-içme yazısı kaleme aldığım büyüleyici şehir. Elbette ilk işim Halil Usta’ya gidip, simit kebabı yiyerek bol bol muhabbet etmek oldu. Bakıcılar Çarşısı’ndan yeni bir bakır cezve ve yan dükkandaki Kasım Ağabey’den şahane Kutnuk şallar almayı ihmal etmedim. Çok sık gittiğim halde, Gaziantep’teki Suriyeli artışı beni gerçekten şaşırttı. Ne zaman adres sormaya kalksam, “No Suri” cevabını alıp, kendi ülkemde yabancılık çektiğimi farkettim. Esnaf da maalesef turizmin ve dolayısı ile gelirlerinin yüzde 70 oranında düştüğünden şikayetçi. Bir de günden güne artan adli vakalardan...


Ve İskenderun...

İskenderun: Turnemizin son durağı...Tam bir vaha... Palmiyeleri, turkuvaz denizi ile henüz tam olarak hakkını veremediğimiz bir güzellik. Hele sayfiyesi Arsuz, büyüleyici... Biraz destek ve biraz bölgede huzur sağlanabilse, İspanya’nın kıyı kentleri gibi yabancılar için bir arzu nesnesi haline getirilebilir. Aydınlık insanları, doğası, havası ve meze-et-balık-tatlı karesini oluşturan muhteşem geniş mutfağı ile henüz parlatamadığımız kıymetli bir taş gibi burası. Sahildeki “Petek” ve Şirinyer Balıkçısı kesinlikle tavsiyemdir.

Yazının devamı...

Ben Supermanciyim!

Adaletin Şafağı, Batman v Superman vizyona çok hızlı girdi. Ben Supermanciyim, peki sizin kahramanınız kim?

İkisi de süper kahraman ancak biri ‘tanrıyı oynakla’ suçlanıyor. Çünkü o dünyalı değil, ölümlü de... Ya da öyle sanılıyor. Uzay mekiklerinden bile daha hızlı uçabilmek, en hafif titreşimleri duyabilmek, lavların içinden geçmek hatta nükleer bombadan bile etkilenmemek gibi ‘acayip süper’ beceriler onun varoluşsal özellikleri. Zaten son macerasının adı “Çelik Adam”dı.

Ama o aynı zamanda bir öksüz ve yetimdi. Tek başına doğduğu gezegeninden ayrı düşmüş bir canlı... Diğeri süper kahramanımız ise bir insan. Fani. Ailesi gözlerinin önünde öldürülmüş, acılar içinde büyümüş, yalnız ve depresif biri. Yani hepimiz gibi. Ya da değil. Çünkü zengin hem de kendisini “yenilmez” kılacak kadar. Bu yüzden fani bedenini ‘adalet’ için güçlendiriyor. Delinmez bir zırh, uçan, yüzen taşıtlar, her türlü yüksekliğe tırmanıp derinliğe inebilen sistemler. Hepsi ‘süper bir adalet’ için.

Mitolojik tanrı gibi

Ama gerçek kimliklerini saklayan bu süper kahramanlardan tanrı olmaya öylünmekle suçlanan yine de uzaylı olanı. Çünkü o ötekidir. Halbuki kendisini asıl tanrılaştıran tüm insanlardan farklı ve üstün gören Batman.. Zira ona göre ailesini yitirmiş, eşi dostu acı çekmiş tek kişi kendisidir. Amacı ise Superman gibi yardıma ihtiyacı olan insanları kurtarmak değil suçluları bulup onları yargılayıp cezalandırmaktır, adalet dağıtmaktır. Tıpkı mitolojik bir tanrı gibi. Üstelik o, Superman gibi sevdiği kadın için çırpınan romantik bir erkek de değil. Belli ki bu kas abidesi kadınları seviyor ama kibirli bir Apollon gibi sadece bedenlerini.

İlk mücadele kendine karşı

İşte ezcümlem bu. Pek çok kişi “Adaletin Şafağı”nı alt okuması olmayan ve ismi tamamen ticari kaygılarla konmuş bir film olarak yorumlamış. Bana göre ise filmin en keyif veren yanı iki süper kahramanın dövüştüğü “şafak”ta ortaya çıkan bu adalet tanımıydı. Batman’in yani bir insanın tanrı olmaya öykünmesine rağmen tam aksine ölümsüz bir uzaylının insana özgü sanılan duygusallığa ve erdemlere sahip olabildiği. Tanrı kompleksinin ölümsüzlüğe sahip olmak değil kişinin güçlerini terbiye edememesi olduğu... Superman’in ilk mücadelesi kendine karşıydı; güçlerini kontrol etmek ve zarar vermemek üzerine... Bu yüzden ben her daim Supermanciyim!

Yazının devamı...

Çocuğunuzun yaşam başarısını ölçün

Marşmelov deneyinin günümüze uyarlanıp yenilenmiş biçimini sizlerle paylaşmak istiyorum...

Marşmelov Deneyi; 1970’lerde, Stanford Üniversitesi’nin içinde bulunan anaokulu çocuklarına, üniversitenin psikologlarından Prof. Dr. Walter Mischel tarafından uygulanıp, yıllar içinde çocuklar ve gelişimleri takip edilmiş. Sonuçta, iradenin, sadece kariyer ya da akademik başarı için değil, hayatın her alanında en belirleyici etkenlerden olduğu sonucuna varılmış. Özellikle 4-6 yaş arasındaki çocuklara uygulanan bu deneyi, farklı araçlarla kendi kendimize yapmamız da kolaylıkla mümkün. Deney şöyle, çocuğunuzla bir odaya giriyorsunuz. Önüne bir tabak ve içine en sevdiği çikolata, şeker, lokum ya da her neyse ondan tek bir adet koyuyorsunuz. Testin orjinalinde marşmelov kullanıldığını hemen belirteyim. Çocuğunuza şöyle diyorsunuz: “İstersen bu lokum senin ve hemen yiyebilirsin. Ama ben ben tekrar gelene kadar beklersen sana bir tane daha veririm ve böylece iki tane lokum yersin.” Sonra odadan çıkıyorsunuz. 15 dakika sonra geri döndüğünüzde, çocuğunuz ikinci lokumu kazanmak için beklemişse, iradeli bir yapıya sahip anlamına geliyor. Ve araştırmanın sonucuna göre, iradeli insanlar, akademik sınavlarda daha başarılı oluyor ve de bağımlılık problemleriyle karşılaşmıyor. Testte irade gösteren çocuklar, büyüdüklerinde daha iyi konsantre olabilen, kendi kendine yetebilen, stres altında bile kontrol sağlayabilen, hatta kilo konusunda bile sıkıntı çekmeyen kişiler olmuşlar.

Zihin şekeriniz ne diyor?

Yeni dünyanın “zihin şekeri”, digital araçlarla irade testi: Şimdi gelelim, lokum deneyinin günümüze uyarlanmış ikinci aşamasına... Testimizin yeni hali tabii ki bilgisayar temelli. Pennsylvania Üniversitesi’nden Brian Galla ve Norte Dame Üniversitesi’nden Angela Duckworth yeni deneyi, okul çağındaki çocuklar üzerinde uygulamaya koymuş. Bu deney için ikiye bölünmüş bir bilgisayar ekran yüzü tasarlamışlar. Siz evde çocuğunuza bu testi yapmak istiyorsanız, iki ayrı bilgisayar ya da tablet kullanabilirsiniz. Soldaki ekranda, çocuğun yaşına uygun 4’er dakikalık beş testten oluşan matematik sorular, sağ tarafta ise Angry Birds, Instagram ya da çocuğunuz her neyi seviyorsa... Çocuğa, matematiğin ilk anda sıkıcı gelebileceği ama gelecekteki başarısı için önemi anlatılıyor ve soruları çözmesi isteniyor. İstediği zaman da problem çözmeyi bırakıp, sağ tarafta bulunan bilgisayar oyununu oynayabileceği söyleniyor. Çoğunlukla matematik testini çözüp, aralarda mola verip oyun oynayanların son derece sağlıklı bir çizgide olacağını belirten uzmanlar, ağırlıklı olarak bilgisayar oyununa yönelip, matematik testini ihmal edenlerin ise hayat başarısına giden yolda irade eksikliğine dair sinyal verdiklerine dikkat çekiyor. Noktayı şöyle koyuyorlar: “Yetenek, zeka, yaratıcılık elbette önemli ama bunu hayata geçirebilmek için en önemli unsur yine de irade.”

Yazının devamı...

Edep ya hu!

Kabalık, hassasiyetsizlik, umarsızlık, edepsizlik, empati yoksunluğu günden güne ruhlarımızı zedeliyor...

İstanbul’un yeni suretinde en çok izi olan ünlü müteahhit, teröre nasıl da meydan okuyup İstiklâl Caddesi’ne gittiğini anlatıp, kahramanlığıyla övünürken “Benim ortanca hanım ile beraber...” diye söze başlayarak ortamı daha beter “terörize” etti! Sadece bu kadar değildi elbette infialin sebebi. Teröre kurban gidenleri anmak için, sıradan halk gibi karanfil değil de gül attığını çünkü zengin olduğunu söyledikten sonra bir de kahkaha ile acımasızlığını taçlandırınca, bardaktaki su da taşıverdi. Çok sevdiğimiz Cem Yılmaz’dan çalıp da yerli yersiz kullanmaya çalıştığı “ben zenginim” esprisinin, müteahittin ağzında birden nasıl da sevimsizleşiverdiğinden mi dem vuralım, memleketin göbeğinde patlayan bombalara umarsızlığından mı yoksa daha 7’si çıkmamış ruhların ardından attığı kahkahadan mı... Hepsi birbirinden vicdan yoksunu hal ve ahvali geçtim de ben şu “ortanca hanım” lafına takıldım! İnsanda vicdan yoksa zorla öğretemezsiniz ama hitabet bir “edep” meselesidir ve sonradan öğrenilebilir. İyiden iyiye kaybettiğimiz “nezaket” ve “edep” artık metelik etmese de,” kabalık” bir servet karşılığı maruz görülse de, günden güne daha iyi anlıyoruz ki “nezaket” ve “edep” iyi ve güzel yaşamın paha biçilmez değerleri aslında. Eskiye dönük yaşayan biri değilim ama “Eski İstanbul beyefendisi” diye tarif edilen insanlarla bir arada yaşamak için neler vermezdim. Kabalık, hassasiyetsizlik, umarsızlık, edepsizlik empati yoksunluğu günden güne ruhlarımızı zedeliyor. Sokağa adım attığımız andan itibaren bağırış, küfür, korna sesi, çirkin bakış, taciz eden beden dili, hak ihlali, anlayış yoksunu insan ahvali içinde boğuluyoruz. Tüm bunların günden günü bizi hasta ettiğini ya da bir parçası haline getirmekle tehdit ettiğini hissediyoruz. Çaresiziz ne yazık ki! Ne o İstanbul’un birbirinden güzel evleriyle bezeli yeşil silüetini geri getirebiliriz, ne de betona kesmiş yeni suretinin müteahhittini “Eski İstanbul Beyefendisi” kıvamına getirebiliriz. Var gücümüzle bir “edep ya hu!” çekebiliriz...

"Ortanca hanım" muhabbeti ortamı terörize etti!

Bırakın küfürü, kabalığı, hakareti... Bakın, eski İstanbul’da neler edebe mugayır sayılır, ayıplanırmış. Zerafetten ne kadar uzak düştüğümüze gelin bir de yakından bakalım. İşte İBB Kültür A.Ş’nin İstanbul’un 100 Adeti kitabından derlediklerim:

¦ Sokakakta elleri arkada bağlı yürümek.

¦ Tanıdıklarını sol elle selamlamak.

¦ Tanıdık birine arkasından bağırarak seslenmek.

¦ Misafirliğe gidilince yer göstermeden oturmak.

¦ Misafirliğe gidilince odaya şal,atkı veya eldivenle girmek.

¦ Misafirleri gecelikle karşılamak.

¦ Esnemek.

¦ Parmak çıtlatmak.

¦ İki elini koltuk altına sokmak.

¦ Bir hikaye ve olayı, farklı ortamlarda tekrar tekrar anlatmak.

¦ Kendini överek konuşmak.

¦ Özel hayatından ulu orta bahsetmek.

¦ Birisi konuşurken başka tarafa bakmak.

¦ Yemeğe ev sahibinden önce oturmak ya da kalkmak ve yemeğe önce el uzatmak.

¦ Yuvarlak masada ev sahibi ya da aile büyüğünün oturması gereken sandalyeye, kapının karşısına gelen yere oturmak.

¦ Ellerini yıkadıktan sonra suları yere silkelemek.

¦ Elle diş karıştırmak.

¦ Sofrada küçük çocuğu kucağa almak...

Adetlerden bahsediyorken, Nisan ayına girmekte olduğumuz için bir de bu aya özel “Nisan tası” geleneğinden söz etmek istiyorum: Eskiden, nisan ayında ilk yağan yağmurun bereket ve sağlık getirdiğine inanıldığı için taslarda ilk yağmur suları toplanır, özellikle hastalara, yaşlılara çocuklara içirilirmiş.Hatta, özel yapılmış, üzeri dualarla bezeli “nisan tasları” ile yağmur sularını toplamak daha da makbulmüş. Bu hava kirliliğinde yağmur duları da eskisi gibi saf ve temiz değil elbette hatta ıslanınca insanın saçına, şehrin bütün is ve pisini taşıyacak kadar da kirli olduğunu söyleyebilirim. Ama yine de bereket için Nisan ayının ilk yağmur suyunu toplayıp, ele ve evdeki çiçeklere dökerek bu adeti yerine getirmek de keyifli olabilir. Ayrıca yeri gelmişken eğlenceli bir bahar adetini tarif etmek istiyorum. Efendim , evdeki kırık saksı, güveç , kullanılmayan sürahi, vazo, tek kalmış bardak, gibi gedik eşyaları evden dışarı atacak ve “Mart içeri pire dışarı” diye bağıracaksınız. Bahar’a gereken yenilenecek ve uğursuzlukları dışarı atacaksınız. Tabii eski İstanbul’da bu öyle festival havasında olurmuş ki, cumbalardan pencerelerden , evde eski püskü cam ve topraktan yapılma ne varsa sokağa fırlatılır, her yer kırıklarla kaplanırmış. Bugün de şöyle bir evdeki eski püskü eşyaları sokağa değil de çöpe atmanın eğlenceli bir yolu olarak, konu komşu bu adet uygulanabilir.

Yazının devamı...

Acı, nefret, gözyaşı, entrika, kin, intikam tekmili birden bizde!

Reza Zarraf’ın Miami’de tutuklanmasıyla beraber soru işaretleri de beraberinde geldi haliyle. Kararı veren Savcı Preet Bharaa’nın hayran sayısı da arttı...

Gene çok acayip haftalarımızdan birini yaşıyoruz ülkece! Hani eskiden Yeşilçam filmlerinin reklamını yapmak için “acı- nefret-entrika- intikam- kan- gözyaşı tekmili birden” diye bağıran çığırtkanlar olurdu ya sinemaların önünde, biz de öyle bağırıp duruyoruz işte! Bir hafta içinde hem İstanbul’da ve hemen ardından Avrupa’nın başkenti Brüksel’de masum insanların canını alan patlamalar yaşandı. Terör azdıkça azdı! Şehit haberleri arttıkça arttı! Türkiye’de Galatasaray- Fenerbahçe derbisi, Avrupa’da Belçika-Portekiz dostluk maçı iptal edildi! Yabancı dilde eğitim veren okullar, konsolosluklar güvenlik amaçlı tatil edildi. Herhalde İstanbul sokakları ihtilalden beri hiç bu kadar boş olmamıştı. 80 milyon nüfuslu ülkede evlerinize sinmiş inlerle ve cinlerle top oynarken, Amerika’dan bir haber bombası herkesi canlandırıverdi.

Fenomen oldu

Efendim mevzuu o ki, ülkemizin pek muteber addedilen iş adamlarından Reza Zarrab, nam-ı seçmece Rıza Sarraf, Reza Sarraf, Reza Sarrap, Rıza Zarrap, tatil için gittiği Miami’de uçaktan iner inmez yakalanıp, 75 yıl hapis cezasıyla tutuklu yargılanmaya başlamış. Yakalayan savcı da cesareti, kimseye boyun eğmeyişi ve dava kaybetmeyişiyle tanınan, Obama’nın pek güvendiği bir isim Preet Bharara imiş. Elbette birkaç gün öncesine kadar Bharara ismi bize pek de tanıdık değildi. Bugün ise neredeyse milli kahraman haline geldi. Bir gün içinde Twitter’daki takipçi sayısının 5 bin’den 250 bin’e yükseldiğini ve bu rakamın 200 bininin Türkiye’den olduğunu söylemek yeter sanırım. Üstelik sadece takiple kalmayıp, sürekli mesaj yollayan 200 bin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı... Haliyle Savcı Bharara da bir “n’oluyoruz” demiştir! Eh, espri kabiliyeti bir hayli yüksek sosyal medyaseverler arasında, “Yengeyi de al gel ağırlayalım” diyen mi ararsınız “Lokum ve rakı yollayalım mı” diyen mi yoksa çiğ köfte teklif eden mi... Kabusa dönmüş ve nefret dilini ana dili olarak seçmiş Türkiye, Twitter’ı bir anda sempatikleşiverdi. Sonunda o kadar çok “Türkiye’den bir isteğin var mı” mesajı aldı ki herhalde açıklama yapma gereği istedi. Ve savcıdan özetle şöyle bir twit geldi, “Sadece işimi yaptığım için hediye kabul edemem! Reza Zarrab, yakında Amerikan adaleti ile yüzleşecek!” Elbette ki Bharara, yazılanlardaki espriyi tam olarak anlayamamış olabilir ama bu çılgınca tezahürattan sonra herhalde halkımızın Reza Zarrab ile ilgili duygu ve düşüncelerini gayet net anlamıştır. “Hediye bu ülkenin geleceğinde var” diyen dönemin bakanı, hediye lokumu bile kabul etmeyen Savcı’nın dediklerinden ne anlamıştır ya da Savcı bu sözleri Amerika’dan yazarken, Türkiye’de 700 bin liralık saatler kaçı gösteriyordur, onu da zamanla hep birlikte öğreneceğiz elbette. Ama şimdi Reza Zerrab’ın yakalanmasına ilişkin aklımıza takılan detayları, önümüzdeki günlerde bizi pek ilgilendiren bu olayı takip açısından bir kenara not etmek isterim:

- Reza Zarrab, Amerika’ya yakalanacağını bilerek mi gitti? Tahminlerdeki gibi bile-isteye gittiyse, eşi ve çocuğunu yanında niye götürdü. Sırf “haberim yoktu”, “iyi hal verin, ailemle birlikte cici bir seyahatteydim” imajı için ise, Zarrab çocuğuna bile acımıyor mu! Eğlence hayalleri ile kandırıp sonra gözü önünde tutuklanarak çocuğunda bıraktığı travmaya değecek mi, özetle Amerika bunu yer mi!

- Reza Zarrab, bir zamanlar iş adamı olarak ödül aldığı Türkiye’de, başarısında katkısı olan “dost”larının ismini bir bir verir mi! Bir zamanlar “ben konuşursam” diye savurduğu tehditi, adrese teslim eder mi?

- Amerika’ya yardımı karşılığı, filmlerdeki gibi tanık koruma programına filan geçip, ailesiyle Amerika’ya yerleşir mi?

- Amerika ve İran’ın şu sıralar pek kanki oldukları, İran’daki ortağın avukatının suçu kabul ettiği düşünülürse; Zarrab, İran’a teslim edilir mi? Amerika’ya pirince giderken Türkiye’deki bulgurdan olur mu?

- Zarrab’ın önünde yatmaya devam edecek cesur yürekler hala bulunuyor mu?

- Türkiye’nin cari açığı zeval görür mü?

- ”Babam suçlu olsa tanımam” mottosundaki Savcı Bharaba’nın sezonluk Türkiye transferi mümkün olmasa da Miami’den zülfiyare dokunur mu!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.