Şampiy10
Magazin
Gündem

Artık her mevsim kış Türkiyem

Umut, mutluluk üzerineydi yazacaklarım, bombalar ölüm saçmadan önce...

Umut dolu, neşeli bir yazı yazmak üzereydim oysa... Bugün havaya düşen Cemre’den, hikâyesinden, efsanelerinden söz edecektim. Doğanın yeni yılını kutlayacak, geleneklerden filan söz edecektim. Tam “Cemre” düşeyaza, bombalar patladı havada.. Oysa ben, cemre yani kor; havaya, suya, toprağa düşerken, nasıl da düştüğü yeri ısıtacak ve yaşam yeni döngüsüyle nasıl da yeniden başlayacak, onu anlatacaktım. Cemreyi beklerken, kor acı, yüreğimizi ateşe verip yakmadan hemen önce...

Aslında göğe düşen cemrenin, tüm havadaki soğuğu toprağa indirdiği bu yüzden Mart ayının soğuk geçtiğini yazacaktım. Yedi gün sonra suya, yedi gün daha sonra toprağa düşünce, artık baharın müjdelendiğini, hayvanların hareketleneceğini, tohumların ekileceğini, çiçeklerin yeşereceğini yani toprağın doğuma kucak açacağını anlatacaktım tam o sırada... Çocukluğumda her akşam dört gözle beklediğim, hala yolda gördüğümde babamın hayaline gülümsediğim askeri servis araçları içinde, lojmanın kim bilir hangi numarasında, burnu cama dayalı bekleyen çocukların, eve bir daha hiç dönemeyecek babalarını, bombalar toprağa saçmadan, toprak ölüme doymadan evvel...

Sonra Nevruz’dan sonra Hıdrellez’den sonra bildiğim bütün kâdim ve umut saçan, yeniden doğuma işâret eden doğa kutlamalarını anlatacaktım. Hava, su, toprak bir ânda ölüme kesmeden...

Uygurlar’dan, Altaylar’dan, binlerce yıllık, insanlık kadar eski Anadolu tarihinin güzel geleneklerini yüreğinize katacaktım. Yeniden ve yeniden, sonsuzluğa evrilen yaşama övgü yağdıracaktım. Ankara’dan Diyarbakır’a, dağlardan kente, ülkem bir kere, bir kere daha ölmeden hemen önce...

Sivil memur çocuğunu kreşten alıp servise binmeden, gencecik gazeteci Gülşen Yıldız çalıştığı Tarım Bakanlığı’nın kapısından çıkmadan, terhisi yaklaşan Adanalı Ali Öztaş son bir kez şafak saymadan evvel ne güzel bir yazı yazacaktım size... Umut, mutluluk, neşe, bahar kokacaktı anlatacaklarım; anlatamadım. Memleketimizin dört mevsimi yaşayan coğrafyasına methiyeler yağdıracaktım tam o ânda... Türkiyem, artık her mevsim kışa mahkum olmadan az önce....

Sağlıkta Kırmızı Alarm

Çeşitli gazetelerde 32 yıldır sağlık haberleri yapan Coşkun Bel’in üçüncü kitabı “Ölümlerden Ölüm Beğen Sağlıkta Kırmızı Alarm” raflardaki yerini aldı. Bel, yeni kitabında Türkiye’de yaşanan önemli sağlık sorunlarını mercek altına alarak, “Ne yapmalı?” sorularına cevap veriyor. Kitapta, çile çeken sigortalılar, hasta yoğunluğuna dayanamayan doktorların içinde bulundukları güçlükler, tehlikeli hale gelen obezite ve diyabet felaketi, kalp yetmezliğinde ve böbrek hastalıklarında dünya şampiyonu olduğumuz gibi ilginç konular yer alıyor. Kitabın arka kapağında Prof. Dr. Canan Karatay ve birçok ünlü doktorun görüşleri bulunuyor.

Yazının devamı...

Konuşurken İngilizce klavye kullanan gençlik

Sosyal medya ve hızlı iletişimin getirisi “kestirme mesajlaşma”, kendi “tekno-dil”ini yarattı. Ben tercih etmiyorsam da artık halimi hatrımı sormak için atılan “Nbr Brn” gibi mesajlar karşısında affaladığım dönemleri geride bıraktım. Naparsınız, insan benimsemese de yeni jenerasyonlarla arasındaki iletişimi koparmamak için bazı sevimsiz yeniliklere en azından ayak uydurmak zorunda kalıyor. Genellikle İngilizce klavye ve telefon mönüsü kullanan ve hatta bunu marifet sanan, işi daha da ileri götürüp “aaaaa sen Türkçe klavye mi kullanıyorsun, ya ben hiç anlamıyorum bundan” diyecek kadar işi ileri götüren arkadaşlar hafiften sinir katsayımda artışa sebep olsa da, yine de anlayışı elden bırakmamaya gayret ediyorum. İngilizce klavyede ısrar edenler, “canını sıktıysam...” diye başlayan özür cümleleri kurmasınlar yeter, çünkü “i” harfiyle yazıldığında pek hoş olmuyor! Ha tabii bir de “oldu-öldü“ krizi var! Her defasında cümlenin gelişinden durumu çıkarmaya çalışarak, sevineyim mi üzüleyim mi diye beni yürek çarpıntılarına savuranlara aşkolsun! Neyse, yazımdaki bu tekno-harf devrimini geçtim de konuşurken İngilizce klavye kullanma meselesini aklıma ve kulağıma izah edemiyorum. Şimdi diyeceksiniz ki “Nasıl oluyor, İngilizce klavye ile Türkçe konuşmak?” Şöyle efendim, etrafınızdaki yeni yetmelere bir kulak kabartın! Büyük ihtimalle, yavaş yavaş alışmaya başladığınız için dikkatinizi çekmiyor olabilir ama, özellikle yarım yamalak İngilizce bildiğinin havasını atmaya çalışan yeni nesilde “ş“ harfi tamamen yok olmuş vaziyette. “Kaşınma” diyecek meselâ, “kasınmaaa”, “aşkım” yerine “askııım” diyenlerden bahsediyorum. Gayet net bir şekilde “S” harfi “Ş“yi devirip krallığını ilân etmiş durumda. Ayrıca “ü“ler gittikçe “u” harfine dönüşürken, “i”ler de noktasını başından atmış durumda. “E” harfinin “a”laşma eğilimini ise henüz açıklayabilecek bir teori geliştiremedim ama sanırım o da İngilizce kelimelerdeki harflerin yan yana geldiğinde değişen okunuşuyla ilgili bir durum olsa gerek. “Istamıyoruuum annaaaaa” (istemiyorum anne) diyen kızların sesi, yavaş yavaş kulaklarınızda belirmeye başladı mı? Onlar her yerde! Alışveriş merkezleri, kafeler, sokaklar “kardasııııııım“ (kardeşim) yada “dı mııııııı“ (değil mi yerine kullandığımız di mi) diye konuşanlarla kaynıyor.

Eğer halâ canlandıramadıysanız, açın televizyonu “işte benim stilim” programındaki yarışmacıların konuşmalarını bir dinleyin! Ah teknoloji az daha gelişse de tâklidini yapıp satır aralarında paylaşabilsem sizinle. Ez cümle, İngilizce klavye kullana kullana, konuşma da Türkçe klavyeden çıktı sonunda.

Yazılı her zulüme dayanıyorum da duyduğum konuşmalar ve sesler, bende tahtaya sürten tırnak hissi uyandırıyor.

Şapkaları atmak fikrini kaldıramıyorken, noktaları kaybediyoruz ya, işte buna tahammül edemiyorum.

Yazının devamı...

Roma’nın lezzet durakları

İtalyanların tercih ettiği, parmaklarınızı ısırtacak ve fiyatlarda uçmayacak adresler arıyorsanız bu yazıyı bir kenarda saklayın.

Eskiden, “Yediğin içtiğin senin olsun bize gördüklerini anlat” derlerdi. Şimdi işe tamamen tersi... Ne zaman bir yerlere seyahat etsem ve sosyal medyada fotoğraf paylaşsam, iyi ve yerel lezzet durakları için tavsiye isteyenler soru yağmuruna tutuyor beni. Bugün ise, yarı yıl tatilini fırsat bilip anne-kız kaçamak yaptığımız Roma’dan tavsiyelerim var size. İşte bölge bölge, Roma’nın lezzet durakları...

- İspanyol Merdivenleri’ne yakınsanız ve acıkmışsanız: Matricianella. Cs. San Lorenzo meydanınındaki eczanenin hemen ara sokağında. Ağır ateşte pişmiş etler, kızartmadan ızgaraya enginarın her türü, biberiyeli patates, armut tatlısı ve daha neler neler... Pişman olmazsınız.

- Trevi Aşk Çeşmesi yakınındayken mutlaka: “Eni konu yemek istemiyoruz, şarküteri ve atıştırmalık seviyoruz” diyorsanız Lâ Proseuttera’ya uğrayın. Önündeki uzun kuyruğa katlanmak mecburi ama pişman olmayacaksınız.

Al Moro da yine Trevi çevresindeki bir başka tipik “trattoria”. Özellikle öğle yemeği için aklınızda bulunsun.

Trestevere: Bana göre Roma’nın en keyifli bölgesi burası. En iyi hem de en ucuz pizza yine burada; Pizzeria Lâ Margarita. Kırmızı pizzalardan seçin. Beyaz olunca pide gibi domates sossuz oluyor. Yemeden sakın dönmeyin. İl Duca ve İl Ciak yine Trestevere’nin iyi lokantalarından bazıları.

Trestevere’den tekrar ana kıyıya geçtiğinizde Yahudi Mahallesi sizi karşılıyor. Giggetto ise Roma’nın en gurme ve geleneksel lokantalarından biri. Midyesi şahane.

Tarihi bölge (Collesium ya da Antik kent) yakınlarında: Tam turistik bölgedesiniz, yemek için hiçbir yere oturmayın. Üşenmeyin biraz aşağı doğru yürüyün ve Vis Mastro Giorgio üzerindeki Da Felice’ye gidin.

Yazının devamı...

Bizim dengemizi bozmayınız!

Sizden şikayetçiyiz Trudeau. Her şeyden önce böyle eğlenceli olmak niye? Hele o eğlenceli, herkesle dostane tavırlar, halkla iç içe olmak...

Sayın Justin Pierre James Trudeau, sadece üç aydır Kanada'nın başındasınız ama şimdiden beni ve ülkemdeki kadınların çoğunu alt-üst etmiş durumdasınız! Gün geçmiyor ki, bir fikriniz ya da hareketinizden sonra kafamız karışmasın! Bu arada, yanlış anlaşılmak istemem, asla; mavi gözleriniz, dalgalı saçlarınız, atletik fiziğiniz ve sempatik gülüşünüzün etkilerinden söz etmiyorum. Türkiye Cumhuriyeti'ni, dünyanın en karizmatik, en zeki ve en güzel mavi gözlü lideri kurduğu için, gelecek beş asırlık tüm haklarımızı kullanmış olduğumuzun farkındayız. Ve biz Türkiye Cumhuriyeti kadınları, tarihimiz boyunca bir daha Ata'mızın cazibesinin onda birine sahip bir liderle tekrar karşılaşmamış olmayı, bu sebeple olağan karşılarız. Elbette sizin yakışıklılık konusundaki hakkınızı teslim ediyoruz ama "Bir Mustafa Kemal değil" diye ekliyoruz.


Gelelim sizden şikâyetlerimize! Her şeyden önce, böyle eğlenceli olmak niye! Hele o herkesle dostane tavırlar, halkla sürekli iç içe olmalar, arkadaş canlısı haller filan! Bizim alıştığımız, bildiğiniz Başbakan tavırlarına ters bunlar! Ama siz ülke vatandaşınızla böyle "kanki" takıldıkça, biz strese giriyoruz. Ya Allah muhafaza, biz de yöneticilerimizi öyle "içimizden biri" yerine koyup haddimizi aşar, "iki lâfın belini kıralım" şeklinde lâf atmaya filan kalkarsak, başımıza ne işler açmış olursunuz hiç bunları hesap ediyor musunuz?

Sonra öyle bisiklete binip dolaşmalar, yola çıkıp sanki normal bir insan evladıymış gibi yürümek, yetmedi ulu orta boks yapmak niye? Başbakan dediğin, yoldan geçerken kentin 50 kilometre ötesinde bile trafik durmalı, sadece Başbakan mı, tüm kâbine hatta dini değerlerle ilgili yol yordam göstermek için atananlar bile Mercedes'in özel yapımıyla dolaşmalı! Devlet adamlarının kendi değil, şanı yürümeli! Bizim ülkemizde, milletvekilleri bile insan üstü varlık mertebesine tariflenirken, sizin tavırlarınız bizi bildiğimizden şaşırtıyor. Bir ân, "büyüklerimizin" de normal, anadan babadan doğma insanlar olduğu zannına kapılırsak, sorumlusu sizsiniz, bunu bilin!

NİYE ‘KADININ YERİ ÜLKE İCRAATININ İÇİNDE OLMAKTIR’ DİYORSUNUZ?

Sayın Trudeau, 45 yaşına gelmişsiniz nedir bu delikanlı tavırlar, heyecanlı davranışlar! Biz de "Ağır ol ki molla desinler" diye bir lâf vardır; iktidara gelenlerin ağırlığı hep bu sebeptendir. Sizden molla çıkması biraz zor ama azıcık ağır olun ki bizim de aklımız şaşmasın, yol yordamımız karışmasın, sizden sebep, kıldan ince boynumuz yerinden kopmasın. Sonra siyasi yaklaşımınız da bizim için tehdit oluşturuyor. Bizim kabinede müslümanlar kendi aralarında mezhep-din karmaşasına kapılmışken öyle elin Kanada'sında göçmen bir müslümanı bakan atamak filan bizim bünyeyi şaşırtıyor! Yani kendinden olmayanla el ele verip ülke yönetmeye kalkmak da insanı durduk yere boş hayallere kaptırabiliyor! Nerdeyse mahalle mahalle birbirimize cephe almaya hazırlandığımız şu günlerde, yine hep sizin yüzünüzden kafamız karışıyor ! Hele son yaptığınız açıklama, ülkemiz kadınları için bardağı taşıran son damla! Biz daha kabinenizi kurarken ille de kadın-erkek sayısı eşit olacak diye 15 kadın 15 erkek bakana yer vermenizi hazmedemedik. "Kadının yeri kocasının yanı" deriz. Siz niye "kadının yeri ülke icraatının içinde olmaktır" diye akıl karıştırıyorsunuz! Hadi onu geçtim, hele o son söyleminiz! Bizim ülkede her gün birçok kadını kocası öldürür, biz alışığız; kızlarımız tecavüze uğradığında sapıktan değil "o saatte sokakta ne işin vardı" diye hayatta ise mağdurdan, öldürüldüyse mâktülden hesap soranlara da şaşırmayız. Hamileyken sokağa çıkmamızı hoş karşılamayan hoşgörü timsallerine de alışığız. Hatta 13 yaşında kız çocuklarını eşşek kadar amcalara sattıklarında, terbiyemizden "çocuk gelin" der, üzerine bir de altın takar gene de aklımıza nifak sokmayız. Ama siz çıkıp da koskoca bir ülkenin Başbakan'ı olarak, tarif yerindeyse "feminizm Can'dır" tadında konuşursanız, sürekli "bu devirde kadın eşit olmadan ülke yönetilemez", hatta "ülke bile olunamaz, yaşanılamaz" filan derseniz, işte o zaman biz buna dayanamayız!

Yazının devamı...

Oscar yarışındaki filmleri tanıyalım

Oscar ödülleri yaklaşırken oyuncu kategorisindeki adaylıklar için de rekabet arttı. İşte Leonardo diCaprio’dan Jennifer Lawrence’a aday performansları...

İki hafta önce, Oscar tahmin yarışını başlatmış ve bu eğlenceye katılacak olanların bir an evvel aday filmleri izlemeye başlamaları gerektiğini yazmıştım. Tabii ki ben ödevimi yaptım. Öncelikle ‘En İyi Film’ adaylarının çoğunu ve yavaş yavaş da ‘oyuncu’ kategorisinde adaylığı bulunan filmleri izlemeye başladım. İşte, vizyona giren Oscar yarışındaki filmler ve ilk yorumlarım...

Spotlight: Bana sorarsanız, ülkemizde izlenme zorunluluğu getirilmesi gereken bir film. Özellikle Meclis’te ve mahkemelerde sürekli oynatılmalı. Tüm siyasiler ve yargı mekanizmasında çalışanlar tekrar tekrar seyretmeli hatta sonra tam olarak anlamışlar mı diye filmle ilgili sınava tabii tutulmalı. ‘Boston Globe’ gazetesi muhabirlerinin, Katolik Kilisesi’ndeki çocuk tacizi olayını ortaya çıkarışını anlatan hikaye, bana kalırsa ‘En İyi Film’ Oscarı‘na çok yakın duruyor. Ülkemizde “Gazetecilik nedir ve basın ne işe yarar?” tartışması üzerine kafası karışık olanlara ilaç niyetine günde üç kere izletilmesi gerek. İncelikli, zeki, sahi ve çok çarpıcı.

Bridge of Spies-Casuslar Köprüsü: Tom Hanks ve Steven Spielberg ikilisinden, Amerika yanlısı yeni bir film. Er Ryan’ı Kurtarmak yerine bu kez U2 pilotunu kurtarmak için kolları sıvanıyor. Keyifli izlenen bir film ama daha fazlası değil. Casus rolünde yardım oyuncu adayı Mark Rylance’in performansı ise ayakta alkışlanacak türden.

Revenant-Diriliş: 12 dalda Oscar adayı. Başrolü oynayan Leonardo diCaprio’nun, yıllardır uğruna savaştığı Oscar’ı bu yıl kazanacağına kesin gözüyle bakılıyor. Ben bir Inarritu hayranıyım ama eğer bu filmin yönetmenini bilmeseydim, asla ‘bir Inarritu filmi’ olduğuna inanmazdım. Yönetmenin cesur davranıp kendinden beklenmeyen yeni üsluplar denemesi takdire değer ama ‘Paramparça Köpekler ve Aşk’ ile başlayıp, geçen yıl ‘Birdman’ le Oscar’a uzanan Innaritu filmografisindeki lezzeti bu filmde bulamayacağımız da kesin.

Martian-Marslı: En İyi Film dahil 7 dalda aday. Kitaptan filme, en iyi uyarlamalardan biri olduğunu söyleyebilirim. Uyarlama senaryo dalında çok kuvvetli bir aday.

Room-Gizli Dünya: Her ne kadar son yıllarda klişe ‘Oscarlık filmi’ algısını yıksa da yine de Akademi’nin tarzına çok uygun bir film olduğunu sanmıyorum. Açıkçası, ‘En İyi Film’ dalında adaylığı bile beni şaşırttı. Kesinlikle şahane bir film. Tüyler ürpertici ama bir o kadar sahi, klostrofobik ama son derece heyecan verici; kısaca kesinlikle izlenmeli. Kadın oyuncu adayı Brie Larson, muhteşem...

The Big Short-Büyük Açık: 2008 ekonomik krizini (mortgage krizi) konu alıyor. Bence yılın filmi! Eğlenceli, çarpıcı, hareketli, karmaşık ve bir o kadar net! Christian Bale inanılmaz bir performansla, ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ kategorisindeki tahminlerde öne çıkıyor. 2008 yılında tüm dünya ekonomisini ağına düşüren krize kimler, neden ve nasıl sebep olmuş anlamak istiyorsanız, sakın kaçırmayın.

Trumbo: En iyi Erkek Oyuncu (Bryan Cranston) kategorisinde adaylığı bulunan film, gerçekten izlenmeye değer. Kelebek, Roma Tatili ve Spartaküs gibi efsane filmlerin senaristi Dalton Trumbo’nun hayatı... Komunist ve devrimci olduğunu düşündüğü Hollywood oyuncu ve senatörlerine ambargo uygulayan ve faşist tavrıyla bir dönemi kâbusa çeviren Vali McCarty yüzünden, takma adlarla senaryo yazmak zorunda kalan ve iki kez kazandığı Oscar’ı ancak yıllar sonra eline alan Trumbo’nun yaşamı üzerinden, bize de çok tanıdık gelecek düşünce suçuna, baskıya, sanatçı kayırmaya ve amborgaya bakış. Ve sanatın gücü karşısında her zaman kaybetmeye mahkum faşist iktidar eleştirisi.

Joy: İlk kazandığı Oscar ödülü, sırf sektöre para kazandıracak genç bir kadın oyuncunun tanıtımını yapmak amaçlı verilmeseydi, bu yıl Jennifer Lawrence, ‘En İyi Kadın Oyuncu’ dalında bileğinin hakkıyla kürsüye çıkabilirdi. Sıradan kadının başarı hikâyesini anlatan ‘Joy’ ince detaylarla örülmüş başarılı bir film. Tavsiye ederim.

Yazının devamı...

Eski dizileri kırpıp film yapalım

TV seyircisinin çok sevdiğini bildiğimiz, aile-dostluk-sevgi hikayeleri şu anda tüm yerli filmlerin ortak kümesi. Peki neden sıcak aile dizileri yok?

Kar kış baskısı, sömestrdeki öğrencilerin istilâsı derken, sinema salonları dolup taşıyor. 10 salonu olan AVM sinemalarında bile, önceden bilet almadan yer bulmak nerdeyse imkânsız. Üstelik bu salonların hemen hemen yarısı yerli filmlerin. Çok değil, 10-15 yıl önce, Avrupa'da sinemaya gittiğimde en özendiğim şey, seyircinin Hollywood'a tümden teslim olmadan kendi filmlerine sahip çıkıyor olmasıydı. Yerli filmlerin önünde, "Yüzüklerin Efendisi" kadar kuyruk olduğunu görüp, iç geçirirdim. Bugün, bizde de ibrenin biraz olsun kendi filmlerimizden yana çevrildiğini görmek bana büyük keyif veriyor. Öte yandan, hem televizyon hem de sinema açısından baktığımda, garip bir tablo dikkatimi çekiyor. Televizyon seyircisinin çok sevdiğini yıllardır bildiğimiz, aile- dostluk- sevgi hikâyeleri şu ânda vizyondaki tüm yerli filmlerin ortak kümesi. Peki ama, madem iç ısıtan hikâyeleri seven seyirci, üstüne para vererek, üstelik televizyon figürleri ile bezeli yapımlara akın ediyor, neden televizyonda komedi ve dramın birarada harmanlandığı sıcak aile dizlerine artık rastlanmıyor? Televizyon yapımcılarına sorsanız, artık mafya, entrika, Osmanlı ve holding hikayeleri tutuyor. Türk televizyonunun olmazsa olmazı olarak kendini yıllar önce ispat etmiş aile dizilerinin pabucu ise damda! Dizilerden kalma rüzgâr ise seyirciyi sinemaya topluyor.

Televizyon kanalları yakında yeniden aile dizilerine yönelecek

Özel kanallar kurulduğunda ve dizi filmler yapılmaya başlandığında, önce sektöre Yeşilçam yönetmen ve yapımcıları hakim olmuştu. Onlar da en sevilen Türk filmlerini kırpıp, yıldız diziler yapmışlardı. Efsane yönetmenlerden rahmetli Osman Seden, çektiği onlarca Türk filminin, seyirci tarafından en can alıcı hikayelerini birleştirmiş ve benim ilk kez "esas kız" oynadığım "Gökkuşağı" dizisi çıkmıştı ortaya. Özel kanallar döneminin de ilk dizilerindendi. Başta Ediz Hun olmak üzere Perihan Savaş'tan Çolpan İlhan'a Yeşilçam starları sayesinde, sinema seyircisini, televizyon ekranına toplamıştı bu dizi. Ve yine film sektörünün duayeni Türker İnanoğlu, yaptığı yüzlerce filmden harmanlayıp, bir o kadar raiting rekortmeni efsane dizi filmler yaptı televizyon kanallarına. "Böyle mi Olacaktı" dizisini çektiğimiz ilk sene, yayın saatleri trafik rahatlardı. Demem o ki, bu dizi furyasının ilk örneklerinde, biz eski filmleri kırpıp dizi yapmıştık, bugün ise diziler kırpılıp film yapılıyor. Peki ama bundan sonra? Televizyon kanalları, çok yakında bu duruma uyanıp, yeniden aile dizilerine dönecektir, buna eminim. Gişesi bile sağlam, ailece izlenecek, iç ısıtan insan hikayeleri, yeniden televizyondaki tahtına sağlam raytinglerle oturacak muhakkak buna kuşkum yok! İşte o zaman daha yeni yeni yerli filme ısınan sinema izleyicisi n'olacak? Şimdi, özlediği ve televizyonda bulamadığı bir eksikliği kapattığı için gidiyor bu filmlere. Peki ya sonra? İşte zaten, sinemamızın gişede tutarlılığı yıllardır yakalayamaması; bir dönem yükselişe geçerken sonra sinek avlaması; bir türlü kendi kimliğini bulamamasından değil mi? Elbette istisnalar var. Ama yerli filmlerin gişede kemikleşmiş bir seyirci kitlesine kavuşması için, televizyonun kanatlarının altından çıkması, özgün, yenilikçi bir tavra yönelmesi gerek. Kendini evdeki tv büyüğü gibi görmekten kurtarıp, gişede "garanticilik" yerine daha cesur olup, seyirciye farklı hikâyeler ve türler sunması gerek.

Sömestr'da çocuklarınıza 'Diren' filmini mutlaka izletin

Sinema ve sömestr demişken hemen ısrarla bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Anneler, size sesleniyorum! Lütfen kadın hakları mücadelesini konu alan "Diren" filmine, özellikle de kız çocuklarınızı götürün.


Biz, Atatürk sayesinde o kadar erken ve o kadar kolay elde etmişiz ki haklarımızı, bu gün sahip çıkamayışımız, biraz da bu hazıra konmuşluk yüzünden! 1930'larda dünya kadınlarından daha değerli yerimiz varken, bugün bu kadar geriliyor olmamız, kıymet bilmeyişimizden ve belki de zamanında bedel ödemeyişimizden! Lütfen, "Diren" filmine çocuklarınızla gidin. Özellikle kızlarınıza, kendi özgürlüklerine, demokrasiye ve Mustafa Kemal'e neden ihanet etmemeleri gerektiğini bir kez de bu film aracılığıyla gösterin.

Yazının devamı...

Mark Zuckerberg kadar sade yaşamak

Facebook’un kurucusu milyarder Mark Zuckerberg’in aynı renk ve kıyafetlerle dolu gardırobu görenleri şaşırttı...

Mark Zuckerberg enteresan adam vesselam! Her hafta muhakkak dikkat çekici bir paylaşım yapıyor. Hatta "reklam koktuğu" gerekçesi ile, oldukça eleştiri aldığı da oluyor. Ama ne olursa olsun, yaşam tarzı, seçimleri, yaptıkları hep alışılmışın dışında. Dünyanın en zengin ve en güçlü üstelik de bunlara sahip en genç kişilerinden biri olduğu halde seçimleri hep "ters köşe"...

Bu hafta da "doğum izninden sonra ilk iş günü, ne giysem" diyerek gardırobunun fotoğrafını paylaştı. Yan yana dizili bir sürü aynı gri tişört ve sıra sıra aynı kapişonlu eşortman üstleri... Milyarder bir adamın doğum iznine çıkması mı yoksa her gün aynı penyeyi giymesi mi daha çok şaşkınlık yarattı, emin değildim. Elbette böyle bir dehanın sıradan davranışlar içinde olmasını kimse bekleyemez ama gene de bu kadar paranın içinde bu yaşta bu olgunluk insanı sahiden şaşırtıyor.

Victoria's Secret mankenleri kıvamında kızlarla takılmayıp, uzak doğu asıllı okul arkadaşıyla evlendiğinde, "bildiğimiz zengin adamlardan" olmadığının, basit insanların klişe hayal kalıplarına sığmadığının ilk sinyalini vermişti aslında. Mark Zuckerberg'in, sıradan milyarderler için sıradışı görünen eylemleri elbette devam etti. Mesela, geçtiğimiz 2 ay doğum iznine ayrıldı. Doğuma hazırlık sürecinde eşinin yanında oldu ve bizim deyişimizle "bebeğinin 40'ını çıkardı". En büyük bombasını ise kızı Max doğunca patlattı. Eşinin girişimi olan ve karı-kocanın soyadlarını taşıyan Chan-Zuckerberg vakfına, "gelecek nesillere daha iyi bir dünya bırakmak" için Facebook hisselerinin yüzde 99'unu bağışladı. Tabii bizim gibi bünyesi böyle hareketlere alışık olmayan ülke insanlarında, 45 milyar dolarlık bu bağış da reaksiyon yaptı. Meselenin dünya için faydalı kısmı atlandı, "reklam yapıyor" diye millet ayağa kalktı.

İki aylık doğum izninden sonra, yeniden iş başı yapan Bay Facebook, birbirinin aynı 10'ar tane gri tişört ve eşortman üstünden oluşan gardrobu ile "zenginlik" üzerine algılarımızı yıkmaya devam ediyor. Hayatı ne kadar küçük, sade ve sıradan yaşarsak, konfor alanımızı o kadar genişleteceğimizi hatırlatıyor. Sahip olduğumuz eşyaların, giysilerin hatta paranın bile esaret yarattığına dikkat çekiyor. Sıradanlığın, muhteşem hafifliğine özendiriyor. Mutluluğun ve keyfin, zenginlerin sahip olduklarında değil, "erkeklere doğum izni" gibi, herkesin sahip olması gereken haklarda, aile ve dostluk gibi insanların ortak paydalarında saklı olduğunu gösteriyor. Sadece o mu! Meselâ, 75 milyar dolarlık serveti ile "En Zengin" ünvanlı Carlos Slim Helu orta büyüklükte bir evde oturuyor ve 10 yıldır arabasını değiştirmiyor. 2008'in en zengini Warren Buffet ise 60 yıldır aynı evde yaşıyor. Evin değeri İstanbul'da 2+1 daire parası! Çocuklar için 4 milyar doların üzerinde bağış yapan, "yardım meleği" olarak tanınan Duty Free'nin kurucusu Chuck Feeney ise pahalı ve ihtiyaç fazlası tüketime tamamen karşı! Menüden şarap seçerken bile en ucuz ikinci şarabı ısmarlamasıyla tanınıyor. İkea'nın kurucusu İngvar Kamprad ise akşam yemeğine 50 dolardan fazla ödemeyeceği mekanlara gidiyor.

Örnekler çoğaldıkça, insanın evdeki taksit taksit aldığı eşyalar, elbiseler üstüne üstüne geliyor?

Bir düşünün... Zaten fazlasına ihtiyacımız yoksa, en güzel yemek sevdiklerimizle yediğimizse, giyeceğimiz hepi topu bir gri kapişonlu ise, milyarderden farkımız ne? O vakit, ihtiyacımız olmayan şeyleri elde etmek için hayatı harcamak niye? Milyarder olmak elimizde değil belki ama bu milyarderler gibi sadeliği seçerek yaşamak elimizde.

Yazının devamı...

Bu sistemin hiç mi suçu yok

TEOG sonuçlarının açıklanmasının ardından intihar eden A.B.Y, bu çarpık sistemin değiştirilmesi gerektiğini bir kez daha kanıtladı...

Üzgünüm, kızgınım, canım acıyor, mutsuz ve umutsuzum... Bu satırları, “13 yaşındaki A.B.Y, TEOG sonuçlarının açıklanmasından sonra bunalıma girip banyoda kendini bornoz kemeriyle astı!” haberi üzerine duyduğum tarifsiz keder ile yazıyorum. Bütün hafta, düzineyle köşe yazısı yazıldı. Okudum. Ve ben de bu yazımı, ailelere nasihat veren ve ez cümle aileyi sorumlu tutan köşe yazarlarına karşı yazıyorum! Soruyorum size: Sistemin hiç mi suçu! Ve cevabım da sorunun içinde saklı! Asıl suçlu olan bu sınav sistemidir! A.B.Y. kızımızı da çocukluğundan koparıp, hunharca yutan yine bu saçma sınav sistemidir! Dikkat: Küçük A.B.Y’nin yenik düştüğü bunalım, tüm çocukların hayatına kastediyor! Çok mu biliyorum! Evet çok biliyorum! Benim de kızım, A.B.Y ile birlikte sınavdaydı bu yıl! Ne yaşadığımızı bir Allah,bir de ben biliyorum!

Önce hemen olası önyargıları cevaplamak isterim. Evet bu kadar genç nüfus ve bu kadar az sayıda iyi okulu olan bir ülkede sınav olmazsa olmazdır. Yani, sınav karşıtı, hatta “haydi eller havaya, çocuğum mutlu olsun, yan gelip yatsın” yazıları ile köşeleri dolduran annelerden değilim. Her çocuğun ihtiyaçları, kapasitesi, ilgi alanları ve hedefleri farklıdır; gayet bilincindeyim. Yerleştirme için sınav gerekiyorsa ve çocuk da istekliyse, öğrencinin düzenli çalışmasına hiç itirazım olmaz. Ama tek bir şartım var: “Emeğinin karşılığını almak!” İşte ülkemiz insanının trajedisi burda yatıyor, çünkü bu ülkenin büyük çoğunluğu hakettiğini hiçbir yaşta kazanamıyor!

Çark küçük yürekleri acımasızca eziyor

Her yıl sınavlarla ilgili eleştirel yazılar yazıyorum ama bu yıl kızım da girdiği için yanlış anlaşılmamak için yazmamıştım. Ta ki, A.B.Y’nin trajedisini duyana kadar... Ve şimdi anlatıyorum: Sınav sırasında ne yazık ki kızım da bir travma yaşadı. Detaylı olarak anlatamıyorum çünkü Ada’nın özelini paylaşmayı doğru bulmuyorum. Emin olun görüp görebileceğiniz en çalışkan öğrencilerden biridir. Bizim evde konuşmalar hep tersine yaşandı, “çalışma kızım”, “bırak artık elinden o kitabı“, “daha fazla test çözmeni yasaklıyorum”... İşte benim Ada’ya söylenmelerimden bazıları. Kızım da, “Sen bu sınavın önemini bir türlü anlayamadın anne” diye dikildi karşıma her seferinde. Sınav gününe kadar tek korkusu, her yıl tekrarlanan hatalı sorulardı; ne yazık ki korktuğu başına geldi. Fen Bilgisi’nde sonradan iptal edilen o hatalı soruya takılıp panik oldu ve o panik beklediği başarıyı, derece yapmasını engelledi. İlk defa, emeğinin karşılığını alamamayı yaşamıştı. Bu ülkede her gün, bir lokma ekmek için saatlerini verip emeğinin karşılığını alamayan milyonlar ne demek istediğimi çok iyi anlar! Çünkü mesele çalışıp- çalışmama, başarılı olup- olamama değil; mesele, sistemin hatası yüzünden emeğinin çiğnenmesi meselesidir.

Çocukları ve gençleri serseme çeviren bu sistem değiştirilmeli

Her sene psikolojik travmalar görüyoruz

Ne A.B.Y’yi, ne ailesini tanımıyorum! Allah’tan rahmet ve büyük sabır diliyorum. Kim bilir neydi A.B.Y’nin küçücük kalbinin kaldıramadığı telaş? Hayallerini yıkan, haksızlık karşısında aklını başından alan... Ne sarsıntılar yaşanıyor her sene! Öyle aile baskısı filan değil mesele! Çalışkan olup karşılığını beklemek, garipseniyor bu memlekette! Bir arkadaşımın çocuğu bulaşıcı hastalık kaptı sınav öncesi mesela ve bir diğerinin gripten ateşi çıktı sınavda, bir başkası ise kustu. Psikolojik filan değildi bunlar. Mazereti de yoktu... Çünkü öyle “Kendimi iyi hissetmiyorum” deyince, mazeret sınavına almıyorlar kimseyi. En kötüsü ise, tüm sınavı doğru yaptığından emin olan bir öğrencinin sonuçlar açıklandığında cevap anahtarını kaydırdığını farketmesiydi. Aile, çocuğu toparlamak için götürmedik psikolog bırakmadı. Sınav günü arabanın lastiği patlasa, yılların emeği çöpe, gençler de bunalımın pençesine... Lise, üniversite, KPSS ve diğerleri... Ne bilgiyi, ne beceriyi ne zekayı ne çalışkanlığı ölçen; hatalı sorularla, imkânsız sürelerle, bir senelik emeği bir günün şansına bırakan -yurt dışındakilerin aksine- insafsız seçme sistemiyle çocukları ve gençleri serseme çeviren bu sistemi değiştirmenin zamanı geldi de çoktan geçti!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.