Şampiy10
Magazin
Gündem

Hiroşima’ya bombayı bizim ünlüler attı!

Türkiye kor alev... Bu ülkede yaşayıp da yanmamak mümkün değil. Her gün değil her ân hatta eş zamanlı geliyor, şehit haberleri artık. Bir yandan çocuklar ölüyor durmadan. Bir yavru beden kıyıya vuruyor, bir kız çocuğununki ise günlerce buzdolabında defnedilmeyi bekliyor. Alışıyor muyuz? Elbette hayır! Ama çok daha kötüsü oluyor; vahşet normalleşiyor. Sanki bu acı ve korku günlük yaşamın olağan bir parçasıymış gibi kanıksıyoruz. Acı çekerek yaşamaya alışıyoruz ki bu en beteri. Şikâyet ediyor ama asla yadırgamıyoruz.

Böyle zamanlarda elbette gündemle birlikte sosyal medya da hararetleniyor. Normaldir. Üstelik; özellikle Twitter’ın, olan bitenden haberdar olmak konusundaki etkin rolü tartışılmaz. Kimi siyasi gruplar için çalışan troller, gündemi saptırmak için “yalan bilgi üreterek ünlüleri hedef gösterme” çalışmalarını şu ara iyice hızlandırdılar. Memleketin gidişatı ile ilgili serzenişte bulunan bir ünlü olursa, aldığı emirle susturmak için hareke geçip, kuyruğunu sallayan trollerin, kendini bilmez ve dünyadan bihaber yavru trolleri hemen klavye başı yapıyor. Saçma sapan ithamlar havada uçuşmaya başlıyor. Elbette artık Twitter kullanımının bilincinde olan ünlüler de saldırıya uğradıklarında bunun paralı askerlerin kışkırtması olduğunu biliyorlar. Ama cahil cürrettine yenilip, trollere kapı kulluğu yaptığının farkına bile varamadan saçmalama Nirvanasına ulaşan bazı ezik hesaplar, fırsat bu fırsat kendilerini göstereyim derken sabır taşına isabet ettirip tam ortasından çatlatabiliyor.

Twitter sokağa taştı

Bu hafta, troller ve onların kuyruklarıyla birlikte oluşturdukları yaratığın hırlamasından nâsibini almayan ünlü isim kalmadı. Twittera bir giriyorum, takip ettiğim pek çok isim infilak etmiş durumda. Çünkü Twitter iftiraları, sokağa da taştı. Ahmet Hakan için oluşturulmuş yalancı beyanlar mı ararsınız, nerdeyse terörist ilan edilen Beren Saat aleyhine “Aşk-ı Memnu” yalısı önünde düzenlenen gösteriler mi arasınız, Bergüzar Korel’den Atilla Taş‘a kadar hedef gösterilenler mi ararsınız! Gerçi hiçbiri, dünya starı Fransız aktör Gerard Depardieu’yu Türk sanıp memleketten kovmak için küfür yağdıran troller kadar etkileyici değildi! Saldıranların amacı elbette, ülkenin gerçeğini saptırabilmek. Başarılı olabilmeleri mümkün değil kuşkusuz ama el oyaladıkları da bir gerçek. Para karşılığı çalışanlar neyse de sırf aidiyet yakalayabilme uğruna sefil olanların içindeki kötülüğü anlamak gerçekten zor. İftirayı, hakareti geçtik artık olay beddua boyutuna geldi. En son isyân da Bergüzar Korel’den geldi. Bergüzâr Korel ki haksızlıklar karşısında, her daim kibarlığını bozmadan itirazını dile getiren bir Twitter kullanıcısı. Özellikle de çocuk ölümleri söz konusu olunca... Açıkçası, genellikle bu Twitter tacizcilerini görmezden gelerek savuşturma konusunda da gayet başarılı. Ama bu hafta aldığı insanlık dışı bir tweet üzerine, onun da bardağı taştı. Üstelik tweeti atan kişinin profilinde bir kız çocuğu fotoğrafı var. Bir anneden geldiği anlaşılan kan dondurucu tweet şöyle: “@mhtp_ygd: Kocanla ağaçlar kesiliyor diye en önden yürüyordunuz. Şimdi fidanlarımız askerlerimiz gidiyor sesiniz çıkmıyor. Sende yetiştiriyorsun birtane Allah büyüktür!”

Bir annenin, bir başka anneye sırf ünlü diye “inşallah senin de çocuğun ölsün” diyebildiği bir dünyadan söz ediyorum. Ne hâle geldiğimizi görün istiyorum. Sebebi basit ama sonuç akıl almaz. Troller, Gezi Eylemleri sırasında Taksim Gezi Parkı‘na gittiği günden beri saldırıyor Korel’e. Şimdi de HDP’ye oy vermekle, PKK’yı desteklemekle ve hatta adeta terörist ilân edilircesine şehitlerin katliyle suçluyorlar. Sırf ona değil, hoşlanmadıkları her ünlü isme aynı şekilde iftirayla saldırıyorlar. Niyeyse tüm ünlülerin HDP’ye oy verdiğini iddia ediyorlar. Bu arada Bergüzar Korel bu güne kadar kime oy berdiğini hiç açıklamadı aslında. Şehitleri de, öldürülen kadınları da çocukları da hep rahmetle andı. Kürtleri ve HDP’yi, PKK ile özdeş kılmak için çabalayan trollerin oyunlarına şaşırmıyorum. Asıl; evinde fasulye pişirip, okuldan çocuğunun dönmesini beklerken tweet atan bazı annelerin, dizisini hiç kaçırmayacak kadar hayran oldukları bir kadına gizliden besledikleri kine şaşırıyorum. Sokakta görse fotoğraf çektirmek için sıraya girecek olanların aslında içlerinde besledikleri canavardan ürküyorum. Bir kıvılcımla yüzüne güldüğü komşusunu kesebilecek noktaya geldiğimizi görüyorum. Her şeyin faturasının ünlülere kesilebildiği, buna inanan aklı geçmişlerin oy verdiği sahiden benzeri olmayan bir ülkede yaşadığımızı gördükçe dehşete düşüyorum. Bana her gün gelen binlerce trol iftirasına alışkın olmama karşın, 2 yaşımdan hesap sorup “Deniz Gezmiş asıldığında nerdeydiniz” diyen adama yine de şaşırmaya devam ediyorum. “PKK’yı koruruken düşünseydin” diyenle “Ahmet Kaya’ya çatal attın” diyenin aynı iftiracı trolün tohumu olduğunu biliyorum da yine de bu kadar aklı karışık saldırganlığa hayret ediyorum. Hiç açıklamadığım halde, oy verdiğim partiyi uyduruktan ilân eden grupları ve onlara inanları şaşkınlıkla izliyorum. Ve evet artık itiraf ediyorum: İkinci Dünya Savaşı‘nı çıkaran da, Hiroşima’ya atom bombası atan da, bu ülkenin çivisini çıkaran da bizim bizim ünlülerimizdir. Depardieu de ayrıca baba tarafından Karadenizli’dir ve PKK’nın baş destekçisidir. Kesin bilgi. Yayalım lütfen!

Yazının devamı...

Veli terörü

Arkadaşlarım, "veli olma sanatı" üzerine bir kitap ya da gösteri hazırlamam gerektiğini söylüyor. Ana okulunu da sayarsak, şu aralar lise eşiğinde duran kızımla birlikte yaklaşık 10 yıldır "veli" sıfatı ile, okulluyum. Her ne kadar kırk yılda bir okula uğrayan ve "bir saygısızlığı, uyumsuzluğu var mı" dışında pek sorusu olmayan bir veli olsam da ister istemez kızımın okul hayatı ile ilişki içindeyim. Ada ana okululuna başladığı günden bu yana şahit olduğum olayları ve veliler arasındaki muhabbeti anlatsam sahiden kitap olur. Ya da bazı dost meclisinde anlattığım anne-baba hikâyelerini sahneye taşıyıp bir stand-up gösteri yapabilirim pekâla. O kadar malzeme veren bir dünya ki özellikle çocuk-anne-okul ilişkisi. Bebekken beşiğinde elini yukarı kaldırdı diye çocuğunu dâhi sananlardan, tüm yaramazlıkları zekâya bağlayanlardan, iPad ile küçük yaşta oyun oynayabildiği için bunu öve öve anlatanlara; çocuğu azıcık yorulursa mutsuz olacak diye korkanlardan, sınavda tek yanlış yaptığında ortalığı birbirine katanlara değin yüzlerce farklı veli profili sıralayabilirim. Gene de benim favorim; çocuklarıyla kendini bir bütün zannedip sürekli "biz" diye konuşanlar. Geçenlerde karşılaştığım bir arkadaşım "biz de piyanoya başladık" deyince, ben boş bulunup "aaaa ne hoş anne-kız beraber piyano öğreneceksiniz" deyince uzun bir sessizlik oldu. Sonra anladım ki arkadaşım çocuğundan bahsediyor . Herhalde; çocuğu ne yaparsa, kendi de yapmış sayıyor ve belki de içinde eksik kalanları böylece tamamlıyor. Bu arada yanlış anlamayın; etrafım çatlaklarla dolu demek istemiyorum. Ama emin olun, son derece aklı başında insanlar özellikle de anneler , söz konusu çocuk ve okul olduğu zaman bir ânda tüm dengesini kaybedebiliyor. Hem okula hem çocuğa hem de kocasına fenalık getirecek sorular ve yorumlarla veli olmayı adeta bir iş gibi benimseyen kadınlar sonunda endişeleriyle baş başa kalıp , yine kendilerini yiyip bitiriyor. Gözlemim o ki; yi eğitimli ama genellikle çocukla beraber çalışma hayatının uzağına düşen anneler veli olmayı bir iş ya da meslek gibi konumlama tuzağına daha çok düşüyor. Bu durum öyle bir kelebek etkisi yaratıyor ki bu zincire dahil olan tüm veliler günün sonunda birbirini terörize ediyor. Sanki okul değiştirmek, çocuklarını sınıf arkadaşlarından ayırmak bir travma gibi algılayan aileler ilk önce okul seçiminde kırk kafadan kırk sesi tartarak ve kılı kırk yararak zaten ana sınıfından kaosa düşüyor. Hele ki kapıda kâbus gibi bir lise ya da üniversiteye giriş sınava varsa, "veli terörü" tavan yapıp, hayatı kâbusa çevirebiliyor.

Bu sene kızım Ada, liseye geçiş yani şimdiki ismi ile Teog sınavına girecek."Şimdiki ismi" diyorum çünkü her yıl değişen ismiyle birbirini aratır sınav sistemi bu yıl ne sürprizler yapacak, kestiremiyorum. Hesapta çok sâkin ve kendini sisteme kurban etmeyen "ben", her gün veli terörünün bir parçası olmamak için direniyorum. Daha yaz başı başlayan kurslara karşı direndim ve gâlip geldim. Ama biz Bodrum'da denize girerken veli arkadaşlarımın "aaaaa deli misin hemen dön, biz çoktan kursa derse başladık" diye gelen telefonlarının ardından , "acaba yanlış mı yapıyorum" diye kalp çarpıntıları yaşamadım değil! Taş değilim, elbette etkileniyorum. Neyse ki derin derin birkeç nefes aldıktan sonra bu girdabın uzağına kendimi atmayı yaz boyunca başardım.

Sistemle mücadele ederken sakin olmaya çalışalım

15 gün evvel bizim okul da açıldı ve artık "sınav-özel ders-veli" şeytan üçgeninin tam ortasındayım. Özel ders artık velilerin kanına öyle bir girmiş ki kendileri bile öğretmenlerin ağzından konuşuyorlar. "Mutlaka her dersten özel ders aldırmalısın, bir soru ile istediğin okul kaçar, sonra çok pişman olursun" sözlerini her gün duyuyorum. Özel ders hocalarının bazıları ise bu panik havasını fırsata çevirmeye çalışıyor ve "artık herkes ders aldırıyor, haftada 2 gün aldırmalısınız" diye ısrar ediyor. Sistemin zayıf ortamından doğan kaosta özel hocalar velileri, panik olan veliler de hem kendilerini hem çevrelerini terörize ediyor, girdap da böylece oluşuyor. Bana gelince... Her konuştuğum veli arkadaşımdan sonra kısa süreli bir panik yaşayıp sonra sakinleşiyorum. Bu tutarlılığımı ne kadar sürdürebilirim, bilmiyorum. Ama aşırı ders yüklemesinden atomu versen parçalayabilecek ama bir somun ekmeyi parçalayamayacak hale gelen günümüz sınav mağduru çocuklardan olsun da istemiyorum. Sözün özü; dengede kalmak isiyorum. Gelin; bizi mağdur eden bu sistemle mücade ederken hep birlikte sâkin olmaya çalışalım. Sürekli korku ve pânik üretmek yerine, anne-babalar olarak olumlu paylaşımlarda bulunup hem kendimizi hem de çocukları bu amansız stresten uzak tutmaya çalışarak sınava hazırlayalım. Tüm çocuklara bol şans ve emeklerinin karşılığını alabilecek adil bir sınav dilerim.

Yazının devamı...

Instagram fenomenleri tüm sınırları zorluyor

Sosyal medya mecraları içinde en yaratıcı kullanılanı kuşkusuz Instagram. Kendi fenomenlerini yaratıp, sonra da onları bambaşka kulvarlara taşıyan, her an sürprizlerle dolu ve adeta canlı bir organizma gibi sürekli dinamikleri değişen başka bir medyum olduğunu düşünmüyorum. Akıl edip de daha Instagram emekleme dönemini yaşarken dahil olup, onunla doğru orantılı büyüyen hesaplar bugün altın değerinde. Ve tabii ki ilk günden itibaren bu medyumu tâkip edip, doğru iletişim dilini yakalayan kullanıcılar şu ân fenomen oldular. Çoğu için hobi olarak başlayan bu serüven ise artık ticari olarak hayatlarının merkezinde... Fotoğrafın evrensel gücüyle, ürünleri ya da markaları sosyalleştirerek takipçileri ile doğru şekilde buluşturmayı başaran kullanıcılar yepyeni bir iş alanı yaratmış oldular. Elbette ki bu kolay değil. 24 saat mesai gerektiriyor. Instagram'ı sürekli takip etmek, anın ruhunu yakalamak, doğru zamanda doğru paylaşımlarda bulunmak gerekiyor. Mustafa Seven gibi zaten fotoğrafçı olan ve başını kaşıyacak vakti olmayan Instagram fenomenleri artık asistanlarla çalışıyor. Hesaplarını bir reklam panosuna dönüştürmeden, çeşitli ürünleri tanıtmaya çalışıyorlar. Başarılı olanlar içinde Sezgin Yılmaz @sezyılmaz gibi çoğunlukla cep telefonuyla çekip, oldukça iyi gelir elde edenler de var. İşte bu hafta, Capitol AVM'nin yeni açılan sergi salonu "Muse Project"te çok farklı bir Instagram fotoğrafları sergisine gittim. Fenomen Sefa Yamak bir ilke imza atmış ve fotoğraflarını altındaki ‘like’ları bile silmeden yani tam da sayfasında yayınladığı hâli ile basıp sergi duvarına taşımış. Fotoğrafların orjinalleri gerçekten büyüleyici. Hem gidip bu şahane fotoğrafları büyük ve orjinal halleriyle yakından görelim hem de Sefa Yamak ile tanışıp biraz Instagram tüyosu almak isterseniz, 15 Eylül'e kadar vaktiniz var...

Sergiden biraz bahseder misin?

Instagram'da paylaştığım ve çok beğeni ve yorum alan fotoğraflarımı seçip, orjinal boyutta , yüksek çözünürlükle yani asıl halleriyle basıp sergiledim. Küçük ekranda ve sosyâl medya kullanımı hızında gözden kaçan detayları doğru ışık altında takipçiler ile buluşturmak istedim.

Altında "13 bin like" gibi yazılar ve kullanıcı yorumları da duruyor. Amacı ne bu like sayılarını göstermenin?

Aslında bu çok tercih ettiğim bir şey değildi ama tam olarak instagramla olan bağı kurabilmek istedim. Sayfamda bu fotoğrafı nasıl yayınladıysam, gelen karşısında aynı şekilde bulsun istedim.

Bu sergiden de fotoğraf satın almak mümkündür sanıyorum?

Evet. "Paris" dışında tüm fotoğraflar 800 liradan satışta. Sadece o 1000 lira.

Peki, alan kişi "ben bu like yazılarını istemiyorum, sadece fotoğrafın kendini istiyorum" derse.

Tabii ki o zaman sadece fotoğrafın ilk çektiğim hâlini basıp veriyoruz. İki seçenek de var yani.

Benim favorim şu Kars-Erzurum yolu üzerinde çektiğin tren fotoğrafın. Bir de şu kedili olana bayılıyorum. Sen en çok hangisinde kendini buluyorsun?

Tâkipçilerim bilirler ben genellikle İstiklâl Caddesi-Beyoğlu'nda dolaşır ve fotoğraf çekerim. Hele kar yağıyorsa kesin ordayımdır. O yüzden Beyoğlu'ndan insan manzaraları ve tramvay fotoğraflarım artık benimle özdeş diyebilirim. Ben sokak fotoğrafçısıyım, Anı yakalamaya çalışırım.

Profesyonel fotoğrafçı mıydın yoksa Instagram ile mi fotoğrafı profesyonel iş hâline getirdin.

Instagram ile birlikte. Ailemin inşaat işlerinde, uzak yerlerde şantiyelerde kalıyordum. Bol zamanım vardı ve hobi olsun diye fotoğraf çekmeye başladım. O arada Instagram çıktı, hemen girdim ve işte burdayım, hayatımı Instagram üzerinden kazanıyorum. Kardeşim profesyonel fotoğrafçı oldu. Anlaşmalı markaların, Instagram projelerinde birlikte çalışıyoruz.

Ne olursa olsun sürekli fotoğraf koymak gerekiyor değil mi?

Kesinlikle "olmazsa olmaz" kural bu! Devamlı yeni fotoğraf yükleyip bir yandan yorumları bir yandan da dünya genelinde kullanıcıların neler yaptıklarını takip etmek gerekiyor. Tüm zamanınızı vermezseniz mümkün değil olmaz. Gerçekten çok zor. Instagram'da nefes alıp vererek ancak yükselmek mümkün. Sürekli sayfayı yenilemeli ve sürekli başkalarını tâkipte olmalısınız.

Yazının devamı...

Hiç bitmeyen tatil organize etmişler

Efendim ülkenin birinde üç belediye başkanı, esnafın “battık efendim, bittik efendim” sözlerini duyunca çabucak çözüm bulmak istemişler. Hikâyeye göre de bu başkanlık ettikleri belediyeler cennet gibi yerlermiş. Masmavi denizi, sıcacık iklimi ve sokaklarında dolaşan hurileri ile ülkenin pek gözde sayfiyeleriymiş. Tek sıkıntıları fazla gelirleri olmayışıymış. İnsanlar buraları doldurup ziyaret edecekmiş ki bölgedeki esnafın da karnı doyacakmış.. Üç kafadar başkanlar, düşünmüş, taşınmışlar ve “ah şu okullar olmasa” sonucuna varmışlar. Koşarak bu cennet gibi peri ülkesinin sultanına pardon başbakanına durumu anlatmışlar. Hep birlikte bir arpa boyu daha düşünüp, zaten bir arpa boyu eğitimi olan ülkede öğrenimi biraz daha ertelemeye karar vermişler. Sanmışlar ki, okullar olmasa, gittikçe fakirleşen ülkenin hiç de sâkin olmayan sakinleri koşarak kendilerini denize ve eğlenceye vuracak. Sanmışlar ki, o sırada buram buram savaşa kesmiş ülkenin bombalardan sokağa çıkamayan vatandaşları ateşkes yapıp, içlerindeki dinmeyen yangını buz gibi sularda son bulacak. Sanmışlar ki...

Çocuklar tatile çıkarsa

Vallaha ne sanmışlar bilmem, ama masal olsa çocukların inanmayacağı olaylar yaşıyoruz şu günlerde! Sayfiye belediye başkanlarının, Milli Eğitim’i idare ettiğini de gördük ya artık bizi hiçbir şey şaşırtamaz bizi. Gerçi büyük konuşmayalım; ne de olsa “bu kadarı da olmaz” dedirten türde mevzuularda oldukça yaratıcıyız. Meselâ; 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ve tâkip eden 1 Kasım erken seçimi de yaz tatiline eklenebilir bu mantıkla. Velhasıl kelâm; gene “hayatta olmaz” dediğimiz oldu ve “iç turizmi canlandırmak” gerekçesi ile Avrupa genelinde eğitim seviyesi son sıralardaki yerini her yıl biraz daha aşağı çeken ülkemiz, okulların yaz tatilini, bayram tatili ile birleştirdi. Böylelikle 3,5 aylık süreyi aşan tatille, eğitimde yakalayamadığımız birinciliği tatil konusunda elde etmiş hatta belki de “en uzun yatan öğrenciler” kategorisinde bir de rekor kılmış olduk. İşin garibi; okulların tatil olmasının iç turizme nasıl bir katkı sağlayacağını anlayana rastlamadık. Okullar tatil edilince anne-babaların işleri de tatil mi ediliyor yoksa! Ya da değerli büyüklerimiz, çocuklarımızı yalnız başına tatile göndermemizi mi öneriyor? Hani maksat, memlekette turizm kalkınsın gerekirse askere yollar gibi küçük çocukları da marşlarla tatile yollarız. Tabii bir de bütçe meselesi var. Herkes geçen kıştan tatil planını yaptı, gerekli krediler alındı, borç-harç tatile çıkıldı. Şimdi bir ikinci yaz tatili bütçesi için acaba büyüklerimizin teklifi nedir, bilmek isteriz. Hani gerekirse, vatan-millet aşkına var olan gediklerin çapını genişletiriz. Eller havaya yapıp, “Birimiz, hepimiz; hepimiz iç turizm için” deriz. Her şey iç turizm için kendimiz için bir şey istiyorsak namerdiz!

İç turizmi kalkındırmak için yaz tatilini, bayram tatili ile birleştirip tatili 3,5 ay yapma kararında emeği geçen belediye başkanlarından, ülkemiz Başbakanı‘na tüm muhterem yöneticilere soruyorum, kararı verirken şunları hesaba kattınız mı?

- Devlet okulları 28 Eylül’de açılacakken, özel okulların gene de 7 Eylül’de açılacağını ve muhtemelen asıl iç turizme para bırakacak kesimin çoktan evlerine dönmüş olacağını.

- Liseden, üniversite girişe kadar, milyonlarca öğrencinin bir sınav takvimine tabii olduğunu ve tatili uzatarak devlet okullarındaki öğrencinin çalışma süresinden çaldığınızı.

- Pisa’da sonunculuk için yarışan eğitim sistemimize, zaten uzun tatillerimize tatil katarak pek de yardımcı olmadığınızı.

- Şirket CEO’su bile olsa kafasına göre kimsenin izin yapamadığını, dönüp de “pardon mektepler tatil ben yavrumla yüzmeye gidiyorum” demenin mümkün olmadığını.

- Ailesi çalışan çocukların tatile yalnız başlarına çıkamayacağını.

- Okulları tatil edince, anne-babaların da “hükmen tatil” sayılmayacağını.

- Çalışan annelerin, tüm tatil takvimlerini çocukların okul takvimine göre yaptığını ve böyle âni değişikliklerde çocuğunu bırakacak yer bulamayan hanelerin ev düzeninin yerle yeksân olacağını.

- Bu uzatmaların bir tek yazlık sahiplerine yaradığını, onların da semt pazarları dışında esnafa para bırakmadığını.

- Esnafın zor durumda olmasının asıl sebebinin terör sebebi ile yabancı turistlerin ülkemizden elini eteğini çekmiş olması ve iç turizmin bu durumu kurtaramayacağını.

- Dolar seviyesi 3 liraya gelmiş bir ülkenin vatandaşının, bu saatten sonra geçmiş yazın peşinde değil gelecek kar kış masraflarının derdinde olacağını.

Yazının devamı...

Levent Üzümcü yalnız değildir!

Beynim uğulduyor... Tiyatrom adına mı, arkadaşım adına mı yoksa ülkem adına mı üzülüp endişelenmeliyim, şaşırmış durumdayım. Evet, Levent Üzümcü'nün Şehir Tiyatroları'ndan ihraç edilmesinden söz ediyorum. Üstelik bu yıl Tiyatro'nun kıymetli ödülleriyle "en iyi erkek oyuncu" seçilmişken ve daha iki gün önce Harbiye Açıkhava Sahnesi'nde yeni oyunu "Bir Yaz Gecesi Rüyâsı" ile binlerce seyirci ile buluşmuşken... Oyunculuğun deminde, tiyatro yaşamının en üretken dönemindeyken...

Levent Üzümcü'nün, Şehir Tiyatroları'ndan ihraç kararnamesi Belediye Başkanı Kadir Topbaş tarafından imzalanalı nerdeyse 10 gün olmuş aslında. Ama, Üzümcü'nün, Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda önceden planlanan oyun programı sebebi ile olsa gerek tebligat bu hafta geldi. Yani, Levent Üzümcü, Shakespeare'in en sevilen eserlerinden "Bir Yaz Gecesi Rüyası"nın, Avrupa'nın önemli yönetmenlerinden Aleksandar Popovski tarafından çağdaş bir rejiyle sahneye konan ve büyük beğeni toplayan yorumuyla alkışları toplarken, meğer çoktan kurumundan ihraç edilmiş. Sebepler mi? 2013 yılında Sosyalist Enternasyonal'de yaptığı konuşma, Gezi eylemleri sırasında takındığı tavır, Twitter hesabından paylaştığı fikirleri ve basına verdiği demeçler. Kısaca, fikirleri ve bunları açıkça ifade etmesi, Şehir Tiyatroları ve dolayısı ile de memuriyetten ihraç edilmesinin başlıca sebepleri.

Haberi duyduğum ândan itibaren hem öfke hem de endişe yüzünden beynime giren ağrı eşliğinde sarıldım telefona. Levent, her zamanki sakin ve sıcacık sesi ile telefonu açınca bir an olsun haberin yanlış olabileceğine dair bir umut doldu içime. Öyle ya; ne Gezi eylemlerinde kimseye bir fiskesi, ne toplum sağlığını ya da doğal yaşamı tehlikeye atacak bir suçu, ne de başkasının malını, parasını, haklarını gasp etmişliği vardı. Yani Anayasa'nın suç saydığı hiçbir şey yapmamıştı. Bu fikirlerle dolu aklım ve umutla hattın ucunda bekleyen yüreğim, Levent'in sükûnetle "sabır arkadaşım" demesiyle zincirleme kaza yaptı. Demek ki gerçekten böyle şeyler oluyordu. Sadece gazetelerde okuduğumuz ve aslını astarını bilmediğimiz için hep mesafeli baktığımız "düşünce suçu" diye bir gerçek vardı. Belli ki; yazılı olmasa da günümüzde geçerli olan ve söylenmeden yürürlükte olan suçlar sahiden yanı başımızdaydı. Cesaret suçtu besbelli ve bu durumda en kötü şekilde cezalandırılması gereken de fikirlerini cesurca söylemekti. Gelinen noktaya bakarsak, "Bülbülün çektiği dili belâsı" devrinde, her yanlışı dillendirmek gibi bir büyük "yanlış" ve bu yanlışın da büyük bir bedeli vardı.

1402'likler...

Aslında bu pek yeni bir durum değildi. Şehir Tiyatroları'nda "1402"lik dediğimiz büyüklerimiz de ihtilâl döneminde gördükleri yanlışlara itiraz ettikleri için kurumdan atılmış ama sonra mahkeme kararı ile geri dönmüşler ve hatta hayatları boyunca bunu övünçle dile getirmişlerdir. 12 Eylül Darbesi'nden sonra 1983 yılında, 1971 yılında çıkarılan 1402 sayılı yasanın ikinci maddesi Sıkıyönetim Komutanlığı'nca değiştirilerek, başta üniversitelerdeki akademik personelden, devlet memuruna kadar kamuda çalışan birçok kişinin görevine son verilmiştir. Genelkurmay'ın yaptığı açıklamaya göre, o dönem 20 bin kişi, düşünceleri sakıncalı bulunduğu için işini kaybetmiştir. Elbette, kurum tiyatrolarının sanatçıları da ziyadesiyle bu yasadan nâsibini almıştır. Ama gelin görün ki, ilerleyen yıllarda bu durum bir kovulma olmaktan çıkmış ve "1402"lik olmak demek; cesurca fikrini savunabilmiş, ihtilaller görmüş geçirmiş, yine de ayakta kalabilmiş büyük sanatçılar olarak hafızamıza kazınmıştır. İşin ilginci, askeri veraset döneminden kalma bu yasanın düzenlenmesi için ilk karşı tasarıyı da 2003 yılında AK Parti hükümeti hazırlamıştır. Oysa bugün yaşananlara baktığımızda, ne yazık ki 1402'nin adı belki değişse de her zaman iktidarlarca sevilen bir uygulama olduğu, bir zamanlar itiraz edenlerce kanıtlanmıştır.

Peki ya bundan sonra?

Levent ile yaptığımız konuşmada, her zaman herkes için olduğu gibi kendi haklarını koruma konusunda da kararlı olduğunu net olarak seziyorum. Hukuki prosedürü sonuna kadar izleyeceğini, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne kadar yolu olduğunu ve sabırla hakkını alacağına inandığını söylüyor. Öte yandan Şehir Tiyatroları yönetimi ve sanatçı derneği İŞTİSAN ise Levent Üzümcü'nün yanında olduklarını, bu durumu kınadıklarını ama görevde kalıp bu haksızlıkla mücadele etmeyi tercih ettiklerini açıkladı. Genel Sanat Yönetmeni, 1402'liklerin dönemini en iyi bilen oyuncu abilerimizden Erhan Yazıcı, eminim sözünün arkasında duracak ve kurumun üzerine bir kez daha 1402 benzeri bir gölgenin düşmemesi için tüm ekibiyle birlikte her türlü mücadeleyi yapacaktır. Ama, yönetimin bu düşüncesine, siyasi kanattan nasıl bir tepki gelir, bu fikirleri beğenilmediğinde şimdiki Şehir Tiyatroları yönetiminin akıbeti nicedir, onu da yaşayıp görmek gerekir. Ama şu çok belli ki, bu öyle çabucak kapatılabilir bir konu değildir. Ve yine herkes emin olabilir ki ne tiyatromuz ne de #LeventÜzümcüYalnızDeğildir!

Yazının devamı...

Kısa saç kadının kendi hayatına yaptığı devrimdir

80’ler devrinin kapanıp 90’ların tahta geçtiği yıllar... Harika Avcı‘nın moda ikonu olduğu, estetik ameliyatların salgına dönüştüğü, taşlı tuşlu kıyafetlerin vitrinlerde gözleri kör ettiği; kaynak sarı saçlı, büyük taşlı küpeli, gösterişli elbiseli, parlak pembe taytlı kadınların çarşı-pazara indiği zamanlar. Benim de televizyon dünyasına adım atıp, dizi ve programlarla adımı duyurmaya başladığım sıralar. Barbie bebekleri yanında silik bırakmadan ekrana çıkılamayan yıllar.

Tiyatroda çok erken gelen bir başarıyla bir anda kendini televizyon ışıkları altında bulan Berna’nın, bu bol yaldızlı dünya ile imtihanı tam da bu şatafatlı döneme rastlıyor işte. Üzerimde, o zamanın olmazsa olmazı “strech” bugünün deyişiyle “skinny” kot pantalonum, babamınmış gibi 3 beden büyük duran bol yazılı “t-shirt”üm ve o yaşıma kadar sahip olduğum tek kıymetli parçam olan “Nike” pabuçlarım ile kısaca İzmir’den kalma hâlimle zamanın ruhundan epey uzaktayım. Önce ünlü bir derginin moda editörüne gönderiliyorum. Beni modaya yani ekrana uygun hale getirsin diye. Kanalın verdiği bütçeyle birlikte editör hanım filmlerdeki gibi elimden tutup beni alışverişe çıkarıyor. Önce “ben bunları giyemem” diyorum ama sonra bu otoriter bilir kişi karşısında boynumu eğiyorum. Saçlarım dümdüz, bu yüzden beni havalı göstermek için maşalanıyor, sanki dudağımı takmaymış gibi gösteren aşırı parlak ve cırtlak bir pembe ruj yüzüme yapıştırılıyor, cânım Nike’lerim dama atılıp, giyer gibi değil de sanki biner gibi hissettiğim taşlı topuklu ayakkabılar önüme geliyor. En janjanlısından paket kâğıdı gibi görünen saten bluz ve mini etekle işlem tamamlanıyor. Artık ekrana çıkmaya lâyığım; daha doğrusu öyle olduğumu söylüyorlar. Böyle yanar döner halde televizyon macerasına atılıyorum. Sonrasında her gün kotumu ve lastik pabuçumu çıkarıp, olmadığım birine dönüşerek ekrana çıkmaya devam ediyorum. Zaman çabuk geçiyor... Artık tanınıyorum, para kazanıyorum, ekranda seviliyorum. Belki biraz daha sözümü dinletiyorum. En azından parlak ruju sürdürtmemeyi başarıyorum. Ama saçlar hâla maşalı. Çünkü, dümdüz saçlarım zamanın gösterişli modası için çok zayıf kalıyor. Ekrandaki beni tanımıyorum dahası gittikçe ondan sıkılmaya başlıyorum. Seyirci, bana baksın, “beni” gerçekten görsün istiyorum. Giydirilmiş bir bebek olarak benden hoşlanacaklarına, olduğum hâlimi, sevmezlerse de sevmesinler istiyorum. Ve bir gün kuaföre gidiyorum, “kes” diyorum. “Kat” mı diyor, “kısacık” diye karşılık veriyorum. Salonda oturan 5 kadından 3’ü kaynaklarını daha uzun ve gür olarak yeniden yaptıracaklarını anlatıyor. “Kadın dediğin uzun saçlı olur” diye onay sesleri geliyor. “Kararlı ama bir o kadar da kararımdan vazgeçme korkusunun aceleciliğiyle “kısacık kes, hemen!” diyorum. “Bir daha kimse saçlarıma maşa yapamayacak” diye içimden geçiriyorum.

Beni süsleyen çerçeve

Böylece, ülkemiz televizyon dünyasının “güzellik” anlayışında ilk radikal hareketi yapan kadın oldum. Kısa saçlarım, gündelik kıyafetlerim ve “ben” gibi hâlimle, “çocuktan al haberi” programını sundum. Sonra elle tutulamayacak kısalıktaki saçlarımla “Evdeki Yabancı“ dizisindeki aşk hikâyesinin kahramanı oldum. Saçımı kesmekle, aslında kendi hayatıma devrim yaptım. Kendimi, kendi ellerime aldım. Beni süsleyen çerçevemden kurtulup, asıl resmimi duvara astım. Her daim güzel görünmek boynumun borcu gibi baskı kuranlara meydan okudum. Ve bir daha kimse izin almadan saçıma dokunmadı. Kimse, istemediğim bir projede, istemediğim şartlarda ve istemediğim insanlarla çalışmaya beni zorlamadı. O kısa saç, dosta düşmana “burda bir ben var” diyebilmekti. O kısa saçı sevmek, kendimi sevmekti.

“Tuba Büyüküstün niye saçlarını kesti” haberini okuyunca yazdım bu satırları. Son derece geçerli ve son derece sahi bir cevap vermiş; ne “yanmıştı“ ne “rol için” ne de “hayranlarıma değişiklik olsun diye” dememiş.” Kendim için” demiş. Olgunlaşma evresidir bu kadının. “Beni kategorize etmeyin” demektir. “Güzelsem, süsümden değil bakışımın derinliğinden, görün bunu” diye isyân etmektir. “Sevecekseniz, her türlü sevin; istemezseniz de sevmeyin” diyebilmek yürekliliğidir. Özgürleşmektir. Umursamazlıktır. Kısaca ipleri eline almaktır. Biraz yorulmuşluk, biraz sıkılmışlık ve en güzeli de o kestiğin saçlarla birlikte üzerinden bir yükü atıp, yeniden doğmaktır.

Birkaç gün geçti ki, Med Cezir dizisinin maratonundan yeni çıkan Şebnem Dönmez, asker gibi kesilmiş saçlarıyla çıktı ortaya. O arada, ülkemize gelen Hollywood’un en seksi kadını kâbul edilen Scarlett Johnson kısacık saçlarıyla gazete sayfalarındaydı. Bir başka muhteşem güzel Charlize Theron’un yine kısacık saçlarıyla plajda yakalandığı fotoğraflar vardı hemen yanında. Marilyn Monroe rolü için saçlarını bir kez kesip bir daha vazgeçemeyen Michelle Williams, artık uzattığında tepki çeken kısa saçlıların en seksisi Sharon Stone, siyahi efsane Halle Berry, olağanüstü saçlarını kesip “kendini böyle sevdiği için “Hollywood’un ısrarlarına rağmen uzatmayı raddeden Anne Hathaway, Natalie Portman, gençlerin yeni gözdesi Shailene Woodley ve Jennifer Lawrece...

Şimdi, “aman moda oldu ben geri kalmayayım” duygusu ile bir anda saçlarını kestiren ünlüler artarsa şaşırmayın. Ama hemen uyarayım, kısa saçı taşımak kolay değildir. Özgüven ister. Güçlülük, sağlam bir duruş,umursamazlık, kararlılık, biraz da vazgeçecek cesaret ister. Kısaca, kendin olabilecek yürek ister. Yoksa eğreti durur. Ha bir de iyi kesim yapacak kuaför ister. (Yeri gelmişken çok sorulan bir soruya cevap vereyim; 15 yıldır saçlarımı Salih Pehlivan keser.)

Yazının devamı...

Obama tatilde

ABD Başkanı Barack Obama 15 günlük tatile çıkacak oldu, Beyaz Saray “PR” ekipleri bunu bile fırsata dönüştürmek için reklâm bombardımanına başladı. Bütün hafta, Obama’nın tatil boyunca okuyacağı kitâplar ve dinlemek için seçtiği şarkılar dünya basınına servis edildi. Kendi tatilini bile daha planlayamamış olan milyonlarca insan, Obama’nın 23 Ağustos’a kadar Martha’s Vineyard’da kalacağını duydu. Bu kitap ve şarkılardan oluşan seçkinin anons edilmeden evvel kaç kişi tarafından gözden geçirildiğini, kimlerden onay alındığını hatta Obama’nın bu seçimlerde bir dahli olup olmadığını bilemem ama öyle hesapsız ve gelişigüzel bir liste olmadığını anlamak için dâhi olmaya gerek yok. Şöyle bir göz atınca, “aman her daldan biraz koyalım, hem nostaljik hem yenilikçi takılalım, popüleri atlamadan klasikte kalalım, araya alternatif mutlaka atalım, siyahileri unutmayalım ama milliyetçileri de kızdırmayalım” tavrı ışıl ışıl parlıyor. Zaten şarkı listesini Obama’nın kişisel hesabından paylaşması, tanıtımda sınır tanımayan bir iletişim düşüncesinin başarılı bir ürünü bence. Kitapların arasına, Obama’yı eleştiren yazarlardan sıkıştırılmış olması ayrıca takdire şâyan. Hani, Obama’nın başkan kimliği ile ilgili verilmek istenen bütün mesajlar, “Obama tatilde” tâdında bir ilkokul kitâbı misâli evlere servis edilmiş durumda. Ne diyelim, siyasi iletişimin, tanıtımın böylesine şapka çıkarmak gerek! Hani bir kısmı yalan bile olsa uzlaşmacı ve zarif bir mesaj yollama biçimi olduğunu kâbul etmek gerek. Kim bilir belki bir dahaki yaz aylarında biz de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsi Twitter hesabından yayınlanan, şöyle bir kitap listesiyle karşılaşabiliriz: Bir Sanatçının Portresi, Kadının Adı Yok, Kırık Heykel, Alevilik & Kızılbaşlık Tarihi, Kürtler, Bir Heterofobikten Notlar, 1984. Müzik listesine de bir Tarkan şarkısı bir de Fazıl Say eseri eklenirse, deymeyin siyasi iletişimin keyfine.

Merak edenler için Obama’nın sevdiği (!) ve tatil için seçtiği -en azından bu şekilde servis edilen- şarkı ve kitap listesi:

- All That Is, James Salter;

- All The Light We Cannot See, Anthony Doerr;

- The Sixth Extinction, Elizabeth Kolbert;

- The Lowland, Jhumpa Lahiri;

- Between The World and Me, Ta-Nehisi Coates (Muhalif yazar)

ŞARKILAR

Başkanın yaz listesi: Gündüz

“Ain’t Too Proud to Beg”-The Temptations

“Live It Up”-Isley Brothers

“Memories Live”-Talib Kweli and Hi Tek

“Tombstone Blues”-Bob Dylan

“So Much Trouble in the World”-Bob Marley

“Paradise”-Coldplay

“Tengo Un Trato (Remix)”-Mala Rodriguez

“Wang Dang Doodle”-Howlin Wolf

“Another Star” - Stevie Wonder

“Hot Fun in the Summertime”-Sly & the Family Stone

“Boozophilia”-Low Cut Connie

“Wherever Is Your Heart”-Brandi Carlile

“Good Day”-Nappy Roots

“Green Light”-John Legend

“Gimme Shelter”-Rolling Stones

“Rock Steady”-Aretha Franklin

“Down Down the Deep River”-Okkervil River

“Pusher Love Girl”-Justin Timberlake

“Shake It Out”-Florence+The Machine

“La Salsa La Traigo Yo”-Sonora Carruseles

Başkanın yaz listesi: Gece

“My favorite things”-John Coltrane

“Superpower”-Beyonce and Frank Ocean

“Moondance”-Van Morrison

“Is Your Love Big Enough?”-Lianne La Havas

“How Can You Mend a Broken Heart”-Al Green

“Red &White & Blue & Gold” - Aoife O’Donovan

“Nothing Even Matters”-Lauryn Hill and D’Angelo

“The Best Is Yet To Come”-Frank Sinatra

“You Don’t Know Me”-Ray Charles

“I Found My Everything”-Mary J. Blige

“Help Me”-Joni Mitchell

“I’ve Got Dreams To Remember”-Otis Redding

“Suzanne”-Leonard Cohen

“Feeling Good”-Nina Simone

“Stubborn Love”-The Lumineers

“Until”-Cassandra Wilson

“UMI” Says-Mos Def

“The Very Thought Of You”-Billie Holiday

“Flamenco Sketches” - Miles Davis

Yazının devamı...

Tatilde öğrenilenlerin 10’da 1’i unutuluyor

Yazın rehaveti çocukların üzerine iyice çöktü. MEB’in verdiği takvime göre ilk ve orta okullar 14 Eylül’de açılıyor. Şu ânda eminim pek çok evde, ebeveynler arasında “hadi çocuğum biraz da ders çalış“ ile “saçmalama yahu bırak çocuk tatilde” tartışması yapılıyor. Gözlemim o ki; toplumumuzun genel fikri, çocukların rahat bırakılmaları, tatil boyunca canları ne istiyorsa onu yapmaları yönünde. Hatta, çocuk sahibi kadın köşe yazarlarının “çocukların tembelliğine övgü“ yağdırdıkları yazıları da sıklıkla okuyoruz. Yani demem o ki okumuşu okumamışı, memleketçe öğrenimden pek haz etmiyoruz.

Yaz ayları öğrenim kaybı ve bu durumu engellemek için yapılan araştırmalar Time’a kapak olacak kadar dünya gündeminde. Amerika’da Duke Üniversitesi öğretim görevlisi olarak araştırmalar yapan Prof. Harris Cooper; devlet okulları için danışmanlık yaparken federal hükümet yaz aylarında okullara yapılan ödeneğin kısıtlanmasını önerince; Cooper bunun üzerine araştırmaya başlıyor. Yaz aylarında öğrencilerin gelişiminin tamamen durduğunu hatta matematik ve okuma becerisinde ciddi gerileme tespit ediyor. Bu durumun uzun vadede hem bireysel hem toplumsal bir kayıp olduğunu, ailelerin çocuklara kitap okutmalarının dışında mutlaka matematik tekrarı yaptırması gerektiğini belirtiyor. Tekrar olmadan yetenek, bilgi ve becerilerin geliştirilemeyeceğinin altını çiziyor. Ülkemin Milli Eğitimi’nden umudunu keseli beri, hem kendi çocuğum hem de ulaşabildiğim tüm çocuklar için faydalı olabilmek adına kendi söküğümü kendim dikmeye başladım. Bu yıl liseye geçiş (TEOG) sınavına girecek olan kızım için yaz tatilinde çalışma düzeni olmalı diye düşünürken, New York Üniversitesi öğretim görevlilerinden Doç. Dr. Selçuk Şirin’in tatilde öğrenme kaybına dikkat çeken twitti üzerine, kendisinden bilgi ve konuyla ilgili fikirlerini istedim. Başta sınav sistemi, daha çözülememiş onlarca temel eğitim probleminin arasına bir yenisini kattığım için üzgünüm ama bunun da diğerleri kadar önemli olduğunu düşünüyorum.

Öğrenme kaybı çocuklara sene kaybettiriyor

Araştırmalara göre bir yaz tatili boyunca öğrenciler, ortalama olarak matematik ve okuma yazma gibi temel derslerde öğrendiklerinin yaklaşık 10’da birini, yani ortalama 1 aylık bir müfredatı kaybediyor. Bu da tüm eğitim hayatı boyunca 1 yıl kaybetmek ya da 1 yıl geri kalmak anlamına geliyor. Bu duruma bilimsel literatürde “tatil öğrenme kaybı“ deniyor.

Yazın da öğrenmeye devam edin

Elbetteki boğucu ve hiçbir işe yaramayan öğrenciye ezber hamallığı yaptıran kötü hazırlanmış ödevler değil önerilen. Selçuk Şirin; iyi eğitim veren okulların, yaz tatili ödevlerini de sıkıcı olmadan geliştirici olacak setler şeklinde hazırladıklarına dikkat çekiyor ve “yaz tatilnin, kitapların rafa kaldırıldığı, her tür örgün öğrenme etkinliğinin sonbahara ertelendiği, çocukların ekran başında tüm zamanlarını heba ettiği bir dönem olmaktan çıkarılmalı“ diyor. Yaz tatilinde, öğrenmenin de tatile girmemesinin gerektiğini özellikle vurguluyor.

Üç aylık blok tatil unutmayı hızlandırıyor

Ülkemizde yaz tatili uygulaması çok uzun bir süre. Örneğin; Güney Afrika’da tatiller 15’er günlük periyoda bölünmüş durumda. İngiltere’de öğretim yılı 3 döneme bölünüyor. Öğrenciler yıl içinde toplam 14 hafta tatil yapıyor ama bu süre en uzunu 5 hafta olacak şekilde pay ediliyor. Bu uzun süre göz önüne alındığında, öğrenme kaybı riski de artıyor. Doç. Dr. Selçuk Şirin aileleri uyarıyor: “Aileler tatilini öğrenmenin de tatil edildiği bir dönem olarak görmekten kaçınmalı.”

Tatil setleri dağıtılmalı

- Uzmanlar; öğrencilerin yaşlarına uygun tatil setlerinden yardım alması gerektiğini söylüyor. Bu setlerin; bir önceki senenin kazanımlarını tekrar eden ödevler, deneyler, projeler ve tatil kitaplarından oluşması gerekiyor. Ayrıca ben, Milli Eğitim Bakanlığı‘nın tüm öğrencilere bu tip tatil setlerini ücretsiz dağıtması gerektiğini düşünüyorum.

- Sportif etkinlikler: Yaz aylarının olmazsa olmazı. Hem çocuklara zaman kullanmayı hem de takım çalışması yapmayı öğretmesi açısından ayrıca önem taşıyor.

- Sanatsal etkinlikler: Bir müzik aletine yönlendirmek, resim yapmaya teşvik etmek, hatta imkân varsa çocukları bu becerileri geliştirecek kurslara göndermek gerekiyor.

- Ailece gezmek: Çok okuyan mı bilir çok gezen mi bilir “ sorusuna, “gezerken okuyan bilir” diye cevap veriyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.