Tevekkeli havalar böyle...
.
Seçimlerin ardından derin bir sessizlik... O kadar ki, insan yadırgıyor! Hani tren yolu kenarı bir daireden, bahçe içi eve taşınırsın da, sessizliğin varlığı her ân hissedilir bir hâle gelir ya... Bir gün, iki gün, üç gün, dört gün, beş gün... Fırtına öncesi misâli; romantik bir hafifliğin içinden geçen sessizlik, yavaş yavaş ağırlaşıyor sanki. Çimenlere mi yayılmalı, sığınaklara mı kaçmalı? Beklemeli... Bekleyip görmeli... Neler, neler görmedik ki!
Rahmetli anneannem, beklenmedik bir olay karşısında “tevekkeli havalar böyle...” derdi. Tembel oğlu birden çok mu çalıştı, asâbi kocası çok mu yumuşak davrandı; anneannem hemen patlatırdı lâfı: “Tevekkeli havalar böyle..” Bunu işitince, annenannemin ne kadar şaşırdığını anlardık. İşin garibi bu söz de hep mevsim normallerinin dışında seyrederdi sahiden. Yani ne vakit cimri komşumuz elinde pasta ile oturmaya gelse ya da 25 yıldır görmediği akraba-i taallukat elini öpse; ya yaz günü sağanak ya da İzmir’e kar yağardı. Anneannem de hayatındaki şaşıtıcı olayları, havaların şaşkınlığına bağlardı. Yani şimdi hayatta olsa; ne Erdoğan’ın bu alışık olmadığımız suskunluğuna, ne de seçim sonuçlarına şaşırmaz, hemen mevzuuyu hava durumuna bağlar, “tevekkeli havalar böyle, baksana yaz gelmiyor...” diyerek, mevsimdeki sapmayı da aynı cümle içinde izâh etmiş olurdu.
Ve okullar tatil oldu
Ve sonunda okullar tatil... Karneler alındı, sevinçli çocukların coşkusu, koca bir yaz çocuklarını nasıl eğleyeceklerini düşünen ailelerin endişesine karıştı. Okul mücadelesinden çıkan annelerin bir gözünde “like” diğerinde ise “error” yazıyor. En zengininde bile bu durum değişmiyor. Çalışan anneler, yaz okullarına baş vuruyor. Çocuklar bir okuldan daha eğlenceli olan diğerine devroluyor. Kalan boş zamanları organize etmek yine annenin maharetine kalıyor. Kiminle konuşsam, “nasıl zaptecez üç ay bu çocukları“ diyor. Yazlıkçıları büyük bir koşuşturma bekliyor. Gelen- giden konuklar, eğlensin diye bir araya getirilen çocuklar, nereye yetişeceğini şaşırmış, “tâtil” adı altında helâk olan kadınlar... Maddi imkânı olmayanların hele, vay hâline! Sonra gel de “çocuklarınızı bilgisayar başından uzak tutun” de! Develetimizin, Avrupa’daki gibi mahallelerde yüzme, tenis, drama dersleri var da anneler yollamıyor sanki! Velhâsıl; anne olmak dört mevsim zor ama yaz tatilinde sanki daha bir zor...
Çocukların da işi kolay değil! Aileleri dünya kadar para verip en alâsından bilgisayarları alıyor almasına da sonra “oynama artık yeter” diyor ya, işte kafalar orda karışmaya başlıyor. Kendi çocukluğumu düşünüyorum şimdi... Yazın, anneannemin yanına İzmir’e giderdim. Orta halli bir memur ailesiydik ama İbn-i Haldun’un “coğrafya kaderindir” dediği gibi, benim de şansım doğduğum yerdi. Tabii ki beni de ailem Amerika’daki dil okullarına yollayamıyordu yazın ama, Karşıyaka’da filmlerden tanıdığımız Miami’yi aratmıyordu nasılsa. Gün gidip de hava bir nebze serinleyince, palmiyeli yolda, hanımeli kokularıyla, sahil boyu kilometrelerce yürürdük. Çarşının içinden kokoreç ekmek ya da o zamanlar pek moda olan külâhta patates kızarması alırdık. Dondurma ise olmazsa olmazdı. Çocukluğumun, o herkesin birbirini tanıdığı Karşıyaka’sında, cep telefonu ile değil, yolda rastlaşan eş-dost sayesinde çocukların her ân nerde olduğunun bilindiği iletişim ağıyla sarılıydık. Altımızda bisiklet, beyaz şortlarımızla, kimsenin çirkin lâflar atmadığı bir ortamda, kızlı erkekli fink atardık.
Dönemsel kaderimiz
Ben gündüzleri genellikle dedemle ve dayımla birlikte, dükkana çalışmaya giderdim. İzmir’in esnâf bölgesi olan ve gayet erkek egemen bir muhit olan Basmane’deki, dedemin kuruyemişçi dükkanında, anneannemin geceden yaptığı limonataları satmak görevi benimdi. Gerçi, karın ağrılarımla birlikte, sattığımdan fazlasını içtiğim anlaşılınca kesekâğıdı yapma işine geçirmişlerdi beni. Sonra, dayımın eczanesine terfi ettim. Öğle yemeğinde Kemalpaşa tatlısı karşılığı rafları silerdim. Pazar günleri, arabanın arkasını 4’ler doğru deniz kenarına giderdik. En çok eski Foça’yı severdik. Köy fırınından dumanı tüten kara ekmek alır, sonra çeşme yakını bir koya yayılırdık. Mangallar, dolmalar, tatlılar... Dönüş yolunda, ayağımın altına batan kestanelerin sızısına rağmen, anneannemin kucağında o tatlı uyuklamalar.
Şimdi anlıyorum ki sadece coğrafya değil dönem de kaderimizmiş. Aman efendim; İstanbul’muş, dil kursları- yaz okulları- teknoloji varmış... Bu devirde çocuk olmak büyük şansmış da şimdikiler kıymet bilmezmiş! Hadi canım ordan! Siz hiç benim anneannemin limonatasını içtiniz mi? Güneşten yanmış burnunuza sürülen yoğurdu dilinizle sıyırmayı denediniz mi? Bisiklet üzerinden düşmekten kabuk bağlayan dizlerinizle övünüp, bilgisayar başında yalnız başına level atlamak yerine, bir yaz boyu o yeşil misket için 10 çocukla mücadele ettiniz mi!