Şampiy10
Magazin
Gündem

Battaniye altı içinizi ısıtacak kitaplar

Çayınız demlikte, tarçınlı mum evinizde ve bir de kitap elinizde... Üzerinizde de yumuşacık bir battaniye... Kışın kendini iyice göstermeye başladığı bugünlerde iyi bir kitap alın ve sayfalarını çevirmeye başlayın. İyi okumalar...

Havalalar buz! İstanbul dahil Türkiye’nin hemen her yeri beyaza kesti. Kar bitse, yağmur başlıyor. Gökten rahmet yağdıkça insanın canı evden, hatta bir koltuk üstüne atılmış battaniye altından çıkmak istemiyor. İlle de keyifli bir hafta sonu için program yapmak, yemeğe çıkmak, eğlenilecek mekan aramak yorucu bir didinmeden öte değil bu mevsimde. Zaten ömrümüz geçiyor, trafikte! Çayınız demlikte, tarçınlı mum evinizde ve bir de kitap elinizde... Üzerinizde de yumuşacık bir battaniye. İşte budur benden size tavsiye...

Tabii söze böyle başlayınca, kitap tavsiye etmek kaçınılmaz oluyor. Bana sorarsanız hayatta en zor önerilecek şeyler seyahat, koku ve kitaptır. Karşınızdakini çok iyi tanımak gerekir. Afâki seçimler, farklı bünyelerde ters tepebilir. Bu yüzden temkinli davrandım, “battaniye altı içinizi ısıtacak kitaplar” listemi yaparken. Kime tavsiye etsem, karşılığında teşekkür aldığım ve benim de yeniden ve yeniden okumaktan zevk aldığım eserleri derledim. Bazı kitapları defatle buluşmak da başka keyifdir. Hele böyle havalarda, sevdiğim kitapları bir kez daha okumak çocukluğumun, beni güvende hissettiren sıcaklığına döndürür yeniden. Bedenimi değil yüreğimi sıcak tutmazsam asla ısınamayacağımı bilirim böyle günlerde.

İflah olmaz romantikler için

Ağrı Dağı Efsanesi - Yaşar Kemal

Kolera Günlerinde Aşk- Gabriel Garcia Marquez

Aşk Mutfakta Pişer-Maeve Binchy

İsyan Günlerinde Aşk ve Kılıç Yarası Gibi-Ahmet Altan

Yalnızlık Şarabı-Irene Nemirovsky

Kürk Mantolu Madonna-Sabahattin Âli

Tiffany’de Kahvaltı-Truman Capote

Kızıla Boyalı Saçlar-Kostas Mourselas

Katya’nn Yazı-Trevanian

Kış İkindisinin Evinde-Kürşat Başar

Yolculuklarla içiniz ısınsın

Doğu’dan Uzakta- Amin Maalouf

Sahilde Kafka- Haruki Murakami

Bir Çift Yürek-Marlo Morgan

Serçe Bulutu-Takashi Matsuoka

Yüzyıllık Yalnızlık: Gabriel Garcia Marquez

Limon Ağacı-Sandy Tolan

Doğu’dan Uzakta-Amin Maalouf

Uçurtma Avcısı-Halit Hüseyni

Midak Sokağı: Necip Mahfuz

Tarihin gizemli sayfalarında kaybolup uzaklara gitmek için

Bab-ı Esrar- Ahmet Ümit

Simyacı- Paulo Coelho

Semerkant -Amin Maalouf

Simyacı-Paulo Coelho

Benim Adım Kırmızı-Orhan Pamuk

Engereğin Gözündeki Kamaşma: Zülfü Livaneli

Filler İçin Su-Sara Gruen

Savaşları Kralları ve Filleri Anlat Onlara-Mathias Enard

Aşk-Elif Şafak

Kaplumbağa Terbiyecisi: Emre Caner

Biraz da gülümsemek için

Aziz Nesin’in tüm hikâyeleri

Ruhi Mücerret- Murat Menteş

Sunay Akın’ın tüm hikâyeleri

Çok Şekerli Ölüm-Ayşe Erbulak

RUH ÜŞÜMESİ OKUMASI

Ruh üşümesi için; sıcak bir çay, çocukluğu hatırlatan bir koku ve dünyamızı değiştirecek bir kitaptan daha etkili ne olabilir ki! Her okunduğunda insanı başka yerinden etkileyen, “Küçük Prens” ya da Mevlana’nın rubaileri ve Halil Cibran’ın Tanrı Elçisi... İşte başucu kitaplarım benim. Ve bir de çoğu kişinin çok seveceğine inandığım, battaniye bedeni ısıtırken, yüreği sıcaklık kaplasın diye bu havalarda keyiflenmek için okunacaklar listesi... İşte size hafta sonu keyfi...

Yazının devamı...

Tiyatro ile ayakta kalmanın tam zamanı

2014'ü geride bırakıyoruz artık. Ve yeni bir yıla, yeni umutlar ve yeni planlarla giriyoruz. Elbette hepimiz, içimizde bir yerde bu zaman algısını insanoğlunun yarattığını ve aslında aynı döngü içinde dağıldığımızı biliyoruz. Ama yine de dört mevsimlik turu bir kez daha döndük işte. Yeni yıl fikri, bazı şeyleri geride bırakıp, yenilikler ve değişimlere açık olmak için bir fırsat yaratıyorsa içimizde, sadece bu sebeple bile kutlamaya değer bence. İnsanlık tarihi kadar eski bu ritüelin muhakkak ki çok sayıda anlam ve önemi var insanoğlu için. Ne de olsa, binlerce yıldır süren kâdim bir gelenek bizi kutlamaya davet eden. Her şeyden evvel, küçük bir muhasebe yapmak ve yine de "geride bırakabilmenin" erdemine ulaşmak için çabalamak gerek. Hayaller, hedefler, değişimler için ise bir kapı açmak demek. Unutabilmek, affetmek ve umudu hiç bırakmadan yaşamın sürprizlerine kendini açabilmek... En güzeli; hayatımıza gönlümüzce yön verebilecek cesaretimizin olduğu bir döneme girebilmek. Hepimiz için gönlümden geçen dilekler bunlar. Mutlu Yıllaaaaarrrrr... Gazeteler; yeni yıla girerken, geride kalan yılın "en"lerinden oluşan seçkiler hazırlar ya işte ben buna bayılırım ve hemen hepsine göz atmaya çalışırım. Her seferinde de ne çok sığmış dört mevsimin bağrına diye şaşarım. Ben de bugün, 2014 yılının tiyatro dünyasına sizi götürmek ve önümüzdeki yıl için oyunlarla aranıza bir köprü atmak istiyorum. Eleştirmenler, oyuncular ve ödül törenlerinin jüri üyelerinin bu yıl en çok beğendiği oyunlar ve yeni başlayacak oyunlardan kendimce küçük bir seçki derledim size. Bir ân önce 2015 biletlerinizle, salonlardaki yerinizi alın diye. "Tiyatro insan ruhunu kurtarır" diyor ve hepimiz için en çok da "sanat dolu bir yıl" diliyorum.

Baskılar sanatı gübre gibi besliyor

Yeri gelmişken hemen belirtmek isterim ki ülkemizde "tiyatro" günden güne daha iyiye gidiyor. Bütün olumsuzluklara rağmen hatta bence tam da bundan sebep, tiyatro "yeşilleniyor". Her gün yeni bir filiz veriyor bu sanat ve pek çok insanı yanına çekiyor. Baskılar tıpkı bir gübre misâli, mide bulandırsa da besliyor sanatı. Cehov'da, Dostoyovski de, Tolstoy da güllük gülistanlık bir Rusya'da ortaya çıkmadı. Cesur tiyatrocu arkadaşlarımız sayesinde alternatif tiyatro biçimleri, apartman katlarında, garajlarda, bodrumlarda "can" kattı bu sanata. Seyirci de kayıtsız kalmadı bu yenilenmeye. Oyunlar, sadece belli bir yaş grubuna hitap etmekten çıkıp, olması gerektiği gibi gençliği etki alanına aldı. Ve yeni nesilin de katılımıyla, tiyatroyu dönüştürmeye başladı. İstenmedikçe, ötekileştirildikçe daha çok güçleniyor tiyatro da gençlik de. Salonlar her daim doluyor. Ama şu bir gerçek ki, her gün birkaçı kapatılıp yıkıldıkça solon bulmak güçleşiyor. Yine de tiyatro hız kesmiyor. Su gibi "Tiyato" da yolunu buluyor. Belki sonunda parklarda, sokaklarda seyirciyle buluşacak durumda kalsa da, bu ses bu nefes her gün biraz daha güçleniyor. Elbet günün birinde, bu rüzgârı arkasına almayı akıl edecek önderler çıkacak ve işte o zaman bu halk da tiyatro sanatımız da el ele vererek kalkınmayı yaşayacak. O güne kadar... O gün için... Şimdi, tiyatro ile ayakta kalmanın tam zamanı.

2014'te seyirciyi en etkileyen ve kaçırılmaması gereken oyunlardan bazıları:

Bakırköy Belediye Tiyatrosu: Hayvan Çiftliği
Tiyatro Pürtelâş: Savaş
Devlet Tiyatroları: Hamlet Makinesi
Şehir Tiyatroları: Kerbela
Oyun Atölyesi: Dolu Düşün Boş Konuş
Emek Sahnesi: 11'e 11
Craft Tiyatro: Kalp Düğümü
Altıdan Sonra Tiyatro&Pangar: Kral (Soytarım) Lear
Tiyatro Martı: Uçlar

2015 için, seyirciyle buluşan en yeni oyunlardan bazıları:

Şehir Tiyatroları: Sırça Hayvan Koleksiyonu, Şekerpare ve 12 Öfkeli Adam
TiyatroAdam: 5’nci Frank
DOT: İki Kişilik Yaz..
Tiyatro Martı: Hoşgeldin BoyacıSadri Alışık-Çolpan İlhan Tiy. Guguk Kuşu
BKM: Kurusıkı

Yazının devamı...

Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı

Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme tanı”... diye öğütlemiş Mehmet Akif Ersoy, İstiklâl Marşı’mızın şiirinde. Ülkemizin her karış toprağında saklı kâdim uygarlıkları düşündükçe, bu dizede çok daha derin anlamlar yattığını düşünmeden edemiyor insan... Her yıl en az bir kere Konya’ya gittiğimi sıkça dile getiriyorum ve yazılarıma konu ediyorum. Çünkü her ziyaretimde yeni bir yer, yeni şeyler keşfediyorum. Sadece tek bir ilimize misâl Konya’ya baktığımızda bile dünya tarihi ayaklarımızın altında beliriveriyor. Her seferinde bir kez daha şaşırıyorum, Konya ve çevresini keşfe çıktığımda. Dünya tarihinin ilk toplu yerleşimi “Çatalhöyük” ve hatta son yıllarda daha eski olduğu keşfedilen komşusu M.Ö 5500’lere tanıklık ediyor. M.Ö 13’ncü yüzyıla ait Hitit Uygarlığı kalıntıları ise Beyşehir’de yolumuza çıkıyor. M.Ö 7’nci yüzyılda Lidya ve sonrasında Roma... Buram buram Selçuklu kokan bu topraklar daha sonra Osmanlı’ya bürünüyor. Tarafsız baktığımızda, geçmişimizi Osmanlı ile sınırlı sanmak büyük bir yanılgı olarak karşımızda duruyor... Efendim, geçtiğimiz hafta yazımda, Beyşehir’deki Eşrefoğlu Camii’ni tanıtmaya çalışmıştım. Bu hafta da aynı topraklardaki muhteşem Hitit kalıntılarından söz etmek istiyorum. Ülkemizin müthiş rehberlerinden biri olan Serhan Güngör ile geçen yıl Konya’da rastlaştığımızda bana Beyşehir’in Fasıllar Köyü’nün tepelerinde yerde korumasız bulunan “Hitit”eserlerinin varlığından söz etmişti. Bu yıl hemen yol tarifini aldım ve geçtiğimiz hafta sisli bir gün keşfe koyuldum. Açıkçası pek turistik bir yer olmadığı için ve köy de nerdeyse terk edilmiş olduğum için çamurda, sislerin arasında bata çıka tepelerde aranırken birden kayaya yontulmuş at rölyefiyle karşılaşınca sevinçten çığlık attım. Oldukça detaylı bir işçiliğe sahip olan kabartma farklı bir çekim gücüne sahip. Tam karşı tepede büyük bir Hitit heykeli olduğunu sevgili Serhan’dan öğrenmiştim ama sisten dolayı göz gözü görmediğinden ancak karşı tarafa geçince bu dev anıtı bulabildim. Ülkemizdeki en büyük tek parça Hitit heykeliydi bu. Çamurda yan yatmış duruyordu. Kısaca tarif etme istiyorum: İki yanında aslanlar tasvir edilmiş bir tanrı figürü var. Tanrı (ya da imparator) bir ayağını aslan figürüne diğerini dağ tanrısı figirüne basmış ve ayağının yanında bir aslan figürü daha var. Hitit İmparatoru 3. Hattuşil döneminde yapılan son anıtlardan biri olarak kabul ediliyor. 70 ton ağırlığındaki bu eser 3 bin 300 yıldır bizim orta yerde bırakmış olmamıza rağmen varlığını korumayı başarıyor. Ayrıca çevrede hemen her kayada Latince yazılar var. Burada ölmüş bir generalin mezarı olduğu tahmin edilen Roma Mezarı ise Roma İmparatorluğu’na ait bir garnizonun burada olduğu görüşünü kuvvetlendiriyor. Bu küçük köy, zamanı üst üste katlamış gibi hissettiriyor.

Eflatun Pınarı olağanüstü bir güzellik

Gelelim, Beyşehir’de bulunan olağanüstü bir güzelliğe: Eflâtun Pınarı. Bu anıt çok daha şanslı çünkü düzenlenmiş bir alan ve yabancı turistlerin göz bebeği. İnanılmaz büyüleyici. Beyşehir’in 15 km kadar kuzeyinde bulunan bu dev çeşme ve havuz “mutlaka görülmesi gereken yerler” listenizde olmalı. Hitit İmparatorluk dönemine tarihlendirilen eser, doğal su kaynağının yanına yapılmış. 3 bin 300 yıldır kesintisiz bir şekilde su burada ılık ılık akmaya devam ediyor. Nefis bir işçilik. İnsan, Roma’daki “Aşk Çeşmesi”nin buradan esinlenerek yapılmış olması gerektiğini düşünmeden edemiyor. Eğer öğleden sonra giderseniz, ışık tam karşıdan altın tozları saçarak suya vuruyor ve muhteşem bir görüntü ortaya çıkıyor. “Eflâtun” ismi suyun değişken renginden mi yoksa bir dönem burda yaşamış olduğu rivayet edilen düşünür “Aflâtun”dan mı geliyor tam olarak bilinmiyor. Buralara kadar gitmişken eğer konaklamak ya da en azından soluklanmak isterseniz size bir tavsiye: Budak Köyü’nde çiftçilik yapan Süleymen Aydın ve ailesi 20 yıldır yüzlerce Amerikalı turisti evlerinde ağırlıyor. Hoş sohbetleri ve misafirperverlikleri için onlara bir kez daha teşekkür etmek isterim. Evin büyükaanesi 95 yaşındaki, en güleryüzlü insanlardan Ebe Teyze’nin de ellerinden öperim.

Yazının devamı...

CIA için Türkçe şarkılar

Geçtiğimiz günlerde, CIA, mâlumu ilân etti ve işkence yaptığını itiraf etti. Elbette ki Amerikan filmlerinin vazgeçilmez öğesi olan CIA ve işkence ikilisini artık çocuklar bile biliyordu. Bu sebeple, itiraf büyük şaşkınlık yaratmasa da yine de dikkat çekiciydi. Ama daha ilginç olan CIA’in bir işkence türü olarak bazı şarkıları seçmiş olmasıydı. Sürekli dinlendiğinde insana işkence eden parçaların çoğu, döneme damgasını vurmuş popüler şarkılar, gruplar ya da film müzikleri. Yine, içinde kişilerin inançlarına hakaret eden sözler içeren parçalar da doğal olarak “işkenceci şarkılar” arasında. Elbette bunu anlamak zor değil. Ama listedeki bazı parçalar, herkesçe çok sevilen, hit olmuş şarkılar. Bu yüzden ilk anda insana bu şarkılarla işkence yapılmış olmadı garip geliyor. İşte size bir örnek: Bee Gees grubunun ünlü şarkısı “Stayin’ Alive”. Hani, John Travolta’nın efsane filmi “Saturday Nights Fever” (Cumartesi Gecesi Ateşi) filminin müziği. Hatta, çocukluğumuzun vazgeçilmez programı “Susam Sokağı”nın jenerik müziği bile listede var. Listedeki örneklere bakınca ilk ân işkence için anlamsız gibi geliyor kulağa. Çoğu sevilen parçalar. Elbette CIA, bu şarkıları mum ışığı eşliğinde dinletmiyordur. Dar odalarda kullandıkları kocaman hoparlörler de işin içine girdiğinde, söylerken bizi eğlendiren, “Stayin’ alive, stayin alive ha ha ha haaaa stayin alive...” diye dilimize dolayarak ve sürekli tekrar ederek dans ettiğimiz şarkı, sahiden bir işkence makinesine dönüşüyordur. Açıkçası, çok sevmeme rağmen şarkının sonuna doğru içim daraldı. CIA işkencelerine devam eder mi bilinmez ama bugün işkence için yeni parçalar seçecek olsa eminim Justine Bieber’ın “Huuuu baby baby, hu baby baby” şarkısını kesin liste başı yapar.

ÇALINAN MÜZİK LİSTESİ

Deicide: Fuck Your God
Dope: Die MF Die, Take Your Best Shot
Eminem: White America, Kim
Barney & Friends: Jenerik şarkısı
Drowning Pool: Bodies
Metallica: Enter Sandman
Meow Mix: Bir reklam jingle’ı
Janeane Garofalo/Ben Stiller: Feel This Audiobook bölümü
Susam Sokağı: jenerik şarkısı
David Gray: Babylon
AC/DC: Shoot to Thrill, Hell’s Bells
Bee Gees: Stayin’ Alive
Tupac: All Eyez On Me
Christina Aguilera: Dirrty
Neil Diamond: America
Rage Against the Machine: Hemen hemen tüm şarkıları
Don McLean: American Pie
Saliva: Click Click Boom
Matchbox Twenty: Cold
(hed)pe: Swan Dive
Prince: Raspberry Beret

İŞTE CIA İÇİN ÖNERDİĞİM TÜRKÇE ŞARKILAR

Çikita Muz ve Nane Nane: Ajdar
Neremi Neremi ve kaldıramazsan kaldırırlar gülüm: Banu Alkan
Ananı Niyolay: Volkan
Yine yeni yine yeni yeniden: Nilüfer
Petrol: Ajda
Kıl Oldum Abi: Tarkan
Ben sizin babanızım ben ne dersem o olur: Barbaros Hayrettin
Ham Çökelek: Atilla Taş
Allah Belânı Versin: İsmail YK
Honki Pınki Toni Nok : Faruk K
Domates, Biber, Patlıcan: Barış Manço
Binnaz: Ciguli
İstemiyorum Baba: Rüya Ersavcı
Küstüüüüüm Küstüüüüüm: Lâtif Doğan
Hadi yine iyisin iyisin iyisin: Tayfun
Hey Corç Versene Borç: Hakan Peker
O şimdi asker canı neler ister: Tugba Ekinci
Abu çi çi: Mustafa Topaloğlu
İşte Opera: Çetin Alp

Yazının devamı...

Beyşehir’de mimari bir sanat eseri...

Tüm rehberlerin oy birliğiyle kabul ettiği, Türkiye’nin en güzel beş camisinden biri: Eşrefoğlu Camii...

17 Aralık, Mevlana’nın ölüm günü, yani Şeb-i Arus idi. Her yıl olduğu gibi bu yıl da Konya’daydım. Ve yine her yıl olduğu gibi bu yıl da gitmişken yakın çevrede yeni bir yer görmek üzere yollardaydım. Bu sefer, ünlü rehber Serhan Güngör’ün geçmiş yıllarda bana muhakkak tavsiye ettiği Beyşehir’e gittim. Ve yine O’nun yönlendirmesiyle bir güzel insanla ve hayatımda gördüğüm en güzel camiilerden biriyle tanıştım. Eşrefoğlu Camii hakkında çok kıymetli bir de kitabı bulunan, ülkemizin aydınlık din adamlarından, Eşrefoğlu Camii imam hatibi sayın İsmail Efe eşliğinde bu muhteşem mimari sanat eserini ilk kez görme şansına sahip oldum. Konya-Beyşehir’e “Yolunuz düşerse” demiyorum, mutlaka “bir yolunu bulun ve bu olağanüstü camiyi görmeye gidin” diyorum. Çok kıymetli İsmail Hoca’ya da sevgilerimi iletin, emin olun bu güzel insan, tıpkı bana anlattığı gibi, size de, aşkla bağlı olduğu Eşrefoğlu Camii’ni büyük bir heyecanla anlatacaktır. Tavsiyesi benden, gidip-görüp büyülenmesi sizden.

Eşrefoğlu Camii Anadolu’daki ahşap direkli camilerin en büyüğü ve orjinal olarak muhafaza edilmişi olarak kabul ediliyor. Selçuklu’nun en güzel el işçiliği örneklerini görebileceğiniz bu eser, hem çinileriyle hem ahşap oymacılığıyla, hem mühendisliği hem de mimarisi ile benzersiz. Ahşap direkleri ile ayakta duran bu ulu camide tek bir çivi bile bulunmuyor. Ağaç direkler, yine ahşap kamalar yardımıyla birbirine tutunarak 13’ncü yüzyıldan beri dimdik ayakta duruyor. 35 adet pencere ile gün ışığını içeri alan yapının kapısı Selçuklu geleneğinin tipik bir örneği olan Taç Kapı.

Bu caminin en ilginç özelliklerinden biri; Roma dönemine ait lahitin minarenin altına yerleştirilmiş olması. Zamanında, “sebil” yani su deposu olarak kullanıldığı düşünülen bu insan kabartmalı iki metrelik lahit, üzerindeki tahliye deliğinden anlaşılacağı gibi bir bir çeşit çeşme görevi görmüş. Tuğla, çini ve ahşabın muhteşem uyumuyla insanı büyüleyen Eşrefoğlu Camii’nin en ilginç mimari bölümü ise; Kar Deposu. Vakt-i zamanında “karlık” olarak kullanılırmış. Caminin üzerinden kürene kar, burda depolanırmış. Böylece, yazın, halka dağıtılarak buzdolabı görevi görmesi sağlanırmış.

Caminin baş döndüren güzellikteki buram buram Selçuklu sanatı kokan kısmı ise kukusuz Mihrabı: Bir benzerini Konya Alaaddin Camii’nde görebileceğiniz mihrap, Eşrefoğlu Beyliği’nin nev-i şahsına münhasır el bezeme örneklerini de taşıyor. Kûfi yazı ile Allah, Muhammet ve halifelerinin yazılı olduğu bölüme ise yapan kişi adını da gizleyivermiş: Amele İsa

Bu Cami’yi yaptıran Süleyman Bey ve ailesinin türbesi de yer alıyor. Ziyaretçiler bu güzelliğe vesile olan Süleymen Bey’e ve caminin inşaatında çalışan başta Amele İsa olmak üzere tüm işçilere, teşekkür niteliğinde bir “Fatiha” okumadan bu olağanüstü camiiden çıkmıyor.


Yazının devamı...

“Suni gündem”in Osmanlıcası

Bütün hafta “Osmanlıca”nın liselerde zorunlu ders olma ihtimalini tartışıp durduk. Belli ki önümüzdeki haftalarda da bu mevzuu sürecek. Adeta çocuklarının önüne oyalanması için doğru oyuncakları atan veliler gibi, iktidar mensupları da her hafta önümüze yeni bir oyuncaklı gündem çıkarmakta ustalaştı artık. Ama itiraf edelim, önümüze konan oyuncaklar sahiden çok renkli ve cezbedici. Her ne kadar oyalanmakta olduğumuzu farketsek de yine de bu janjanlı gündemlere el atmaktan kendimizi alamıyoruz. Örneğin bu hafta; Türkiye’nin, gelir adaletsizliği bakımından, Meksika’dan sonra ikinci ülke olduğunu öğrendik. Zengin ve yoksul arasındaki uçurumun giderek derinleştiğini zaten gözlemliyorduk ama Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün 1985-2010 arası döneme ait inceleme raporuyla, bu gerçekle bilimsel olarak yüzleştik. Ekonomimizin son yıllarda iyice küçülmesi ve önümüzde bizi bekleyen ekonomik kriz gibi sorunları şöyle bir konuşup geçtik. Hayatımıza yön verecek sayısal verilere koca bir nokta koyduk, yine Osmanlıca’da düğüm olduk.



PARAYI VEREN BEDELLİYİ YAPAR

Bu arada “Bedelli askerlik” bir talih kuşu misali yine gelir adaletsizliğindeki dünya ikinciliğimize yakışır biçimde zengin çocuklarının omuzuna kondu. Kelle koltukta, can bedeli bile parayla memleketimde... Ama biz yine de Osmanlıca’yla rol çaldık. Eh ne de olsa Nasreddin Hoca’nın torunlarıyız, “parayı veren düdüğü çalar” dan “parayı veren bedelliyi kapar”a geçmekte zorlanmadık. Bu sözü, “Osmanlıca” nasıl yazardık, işte bir tek bu noktada kusur kaldık!

Türkçe’nin; Arap alfabesiyle yazılan, biraz da Farsça’dan katılan versiyonu olan Eski Türkçe’nin ya da şu günlerdeki moda adıyla ‘Osmanlıca’nın, günümüzde de Saray ve çevresi tarafından kullanılmasına fazla itiraz olmazdı sanırım. Ama liselere zorunlu ders olması fikri, halihazırda günümüz Türkçe’sini doğru düzgün yazamayanlar çoğunluktayken epey ütopik oldu kuşkusuz. Hani, “eski Türkçe kelimeleri gençlere öğretelim, dilimizin zenginliğini kaybetmeyelim, edebiyat dersinin sınırlarını genişletelim” filân değil önerilen. Zorunlu ders olarak, Osmanlıca’nın tüm gençliğe dayatılma teşebbüsü. Durum böyle olunca; sosyal medya kullanıcıları, çevrelerindeki afiş ya da tabelalarda yakaladıkları yazım yanlışlarını paylaştı bolca. Eğlencenin seviyesi yine doruktaydı. Bu arada eğitim seviyemizin son 12 yıldır, fen, matematik ve okuduğunu anlama alanlarında, dünyada ilk 40 ülkenin içinde yer alamaması gerçeği hasır altına atıldı. Tabii ki “Osmanlıca” dersini tartışmak varken gerisi teferruat kaldı.

İşte size bu haftadan bir gündem örneği daha; şiddet mağduru kadınların görünümü devlet eliyle değiştirilecekmiş. Yani “eskisini koruyamadık size yenisini verelim” diyorlar bir nevi. Yoksa “şiddetten şiddet beğen” mi deniyor kadınlara? Pişmanlık yasasından faydalananlara uygulanan yöntem, erkek teröründen muzdarip kadınlara teklif ediliyor. Herhalde, “kadın da kocasıyla evlendiği için pişman olmuştur” diye fikir yürütülüyor ki aynı kefeye konuyor. Kadınların “eşitsizliğe” çekilerek erkek terörünün körüklendiği ülkemizde, kadının, eceliyle ölebilmesi için kaç kere suret değiştirmesi gerek, bunun hesabını kimse yapmıyor! Estetikle yüz değiştirmek yeter mi peki? Hayatta kalmak için suretini değiştirmek zorunda bırakılan kadın, tüm kimliğinden kovulmuş olmaz mı? Ama efendim bunların ne önemi var? Affınıza mahsuben; “kadın” kelimesi Osmanlıca’da nasıl yazılır, biz bunu tartışmaya devam edelim, olmaz mı!

Yazının devamı...

Bugün üç oyun perdelerini açıyor

Başım dönüyor, midem bulanıyor, gözümde yıldızlar çakıyor, bütün eklemlerim ağrıyor, yüreğim sıkışıyor, nefesim daralıyor, hücrelerim bile sızlıyor. Yok yok, aman efendim endişeye mahâl yok hasta filân değilim. Heyecandan ölmek üzereyim sadece. Bu bende baş gösteren belirtiler, tüm tiyatro oyuncusu arkadaşlarımın ilk oyun günü yaşadığı olağan şeyler. Sahne tozu yutmayanların da kolay kolay anlayamayacağı türden tepkiler. Bir de doğum yapan kadınlar anlayabilir beni. İçimden, bedenimi acıtarak ve ruhumu yırtarak bir başkasını çıkarmanın o garip hazzını, yarattığım karakterleri sahneye bıraktığım zamanlar dışında sadece kızımı doğurduğumda yaşamıştım çünkü. Ve işte bugün büyük gün!

HOŞGELDİN BOYACI



Bugün, “Hoşgeldin Boyacı” seyirciyle buluşuyor. Arif Akkaya yönetiminde, Erdal Özyağcılar ile birlikte uzun süredir hazırlanıyoruz bu oyun için. Kısa bir süre önce Gözde Çetinkaya da aramıza katılınca kadromuz tamanlanmış oldu. El ele, heyecan içinde seyircilerimizi bekliyor, alkış sesinin hayalini duyuyoruz. Umarım, yüz akıyla seyircimize selâm dururuz. Oyunumuzun yılbaşına kadar olan programı şöyle; Bugün (cumartesi): 20:30 ve yarın (pazar): 16:00’da Trump Tower Kültür Merkezi’nde, 24 Aralık’ta Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde, 25-26 Aralık Ankara Şinasi Sahnesi’nde ve 27 Aralık’ta Cadde Bostan Kültür Merkezi’nde sahnelenecek.

ABİM GELDİ



Bu hafta sonu tiyatro severler için epey hareketli ve heyecanlı... İlk oyun heyecanı yaşayan sadece bizim oyunumuz “Hoşgeldin Boyacı” değil. Çok sevdiğim dostlarım da aynı günlerde, farklı tiyatrolarda seyirciyle buluşmanın heyecanını yaşıyor. Bekir Aksoy ve Volkan Severcan’ı buluşturan “Abim Geldi”, bu hafta sonu İzmir’de ilk kez seyirciyle buluşuyor. Yeliz Şar, Seyhan Şeşko, Pekin Akil ve Melda Gür, Marc Camelotti’nin karakterlerinin izinde, Bora Severcan’ın yönetiminde bolca kahkaha vaadediyor.

GUGUK KUŞU, KAFESTEN KUŞ UÇTU



Bugün yani bizimle aynı dakikalarda seyirciyle ilk kez buluşacak bir başka oyun ise çok sevgili arkadaşım Oktay Kaynarca’nın oynadığı “Guguk Kuşu, Kafesten Kuş Uçtu”... Ken Kesey’in muhteşem romanından, yönetmen Milos Forman imzasıyla 1975’te sinemaya uyarlanan Guguk Kuşu filmini nasıl unutabiliriz! Yönetmen olarak Milos Forman, Randle Patrick McMurphy rolündeki Jack Nicholson ve hemşire Mildred Ratched rolündeki Louise Fletcher ise performanslarıyla Oscar’ı kazanmışlardı. Şakir Gürzimar tarafından sahnelenen oyunun 20 kişilik geniş bir oyuncu kadrosu var. Oktay Kaynarca, Deniz Uğur, Galip Erdal, Tuba Ünsal, Levent Can, Kevork Türker, Engin Yüksel ve başlıca rolleri paylaştığı oyun, Çolpan İlhan-Sadri Alışık Tiyarosu’nda izleyicisini bekliyor.

Yazının devamı...

18 yıl aradan sonra sahnede bir büyük usta Erdal Özyağcılar


Fotoğraflar: Barış ACARLI

Şu günlerde yaşadığım heyecanın büyüklüğünü anlatmam mümkün değil. Ancak, oyuncuların anlayabileceği türden şiddetli acılar çekiyorum. Öyle bir yorgunluk ki bu her hücrem sızlıyor. Bir Tiyatro oyunu ortaya çıkarmak bir de doğum yapmak şu hayattaki başka hiçbir şeye benzemiyor.

13 Aralık’ta Trump Kültür Merkezi’nde ilk olarak seyirciyle buluşacak “Hoşgeldin Boyacı” oyununun “Boyacı”sı Erdal Özyağcılar’ın içinde ise fırtınalar kopuyor şu günlerde. Dile kolay, 18 yıl aradan sonra yeniden sahnede, yeniden seyirciyle nefes nefese... Bu hasretin en yakın tanıklarından biriyim kuşkusuz. Çünkü aynı heyecan ateşinde pişiyoruz birlikte. Marcia rolünde ben ve Jane rolünde Gözde Çetiner, Erdal Özyağcılar’la birlikte sahneye çıkacak olmanın mutluluğuyla çalışıyoruz. Yönetmenimiz Arif Akkaya’ya emanet, sahne ve seyirciyle vuslatın eşiğinde, 13 Aralık gününü bekliyoruz.

25 yıldır durmadan dizi film çekiyorum

18 sene çok büyük bir ayrılık. En son ne zaman sahneye çıktın?

1996 yılında, Dinçer Sümer’in yazdığı tek kişilik oyun; “Maviydi Bisikletim”...

18 sene öncesine kadar yoğun bir tiyatro yaşamı, yanı sıra sinema serüveni... Son 18 senede ise ne tiyatro ne sinema sadece televizyon var, öyle değil mi?

O kadar yoğun olarak televizyondaydım ki yıllarca tek bir gün boşluğum olmadan çalıştım. 9 yıl boyunca “Bizimkiler” dizisinde oynadım meselâ ama son 3 yılında aynı zamanda “Şehnaz Tango” da vardı. Yıllarca set dışı bir hayatım olmadı. 25 yıldır dizi çekiyorum ve daha boş bir sezonum olmadı. Bu oyun da bir sene önce çıkacaktı normalde. Provalara başladık ama “Sevdaluk” için Karadeniz’e gitmem gerekti. Ayrıca, bilmiyorum tanır mısınız ama, yeni oyunumuzdaki rol arkadaşım Berna Laçin’in de bir dizi projesi olunca oyunumuzu erteledik.



Piri olan meslek kutsaldır

Peki sen kimlere gülüyorsun? Komedi filmlerini izler misin!

Vallaha ben Şahan’dan, Ata’ya kadar komedi unsurları içeren herkese gülüyorum. Cem Yılmaz’a çok gülüyorum.

Peki ailen nasıl karşıladı oyuncu olma isteğini?

Babam dericiydi. “Ahi” geleneğinden gelen bir adamdı. Büyükannem Nakşibendi, dayım ise Bektâşi... Bizim evde her daim zikr edilirdi. Oyuncu olmak istediğimde başta babam herkes destekledi çünkü geleneğimize zaten uygun düşüyordu.

Nasıl yani! Nasıl bir bağ olduğunu anlamadım?

Babam: “Piri olan meslek kutsaldır” derdi. Tiyatro’nun da piri olarak, Şeyh Külteri Hazretleri’ni (Hacivat-Karagöz gölge oyununun kurucusu sayılan) gösterirdi. Piri olan, usta-çırak ilişkisine dayalı bir meslek olarak tariflediğinden, oyunculuğa büyük saygı duyulurdu ailemizde. O yüzden benim oyuncu olmam çok mutlu etmiştir ailemi.

Tiyatro çok zor ve yorucu

Berna Laçin mi! Hiç hoşlanmam zaten kendisinden.

Aaaaa ben çok seviyorum ama. Bu sene yılbaşına kadar dizi almamaya karar verdik. Başka türlü oyunu çıkaramazdık. Bir seçim yapmalıydık ve tiyatroya öncelik verdik. 23 Arlık’ta oyunumuz çıkıyor. Sonra rahat rahat yeni dizi yapıcaz elbette. Bu işte zor olan oyunu çıkarana kadar ki prova dönemi. O sırada başka bir iş yapmak mümkün değil ama oyun çıktıktan sonra dizi çekmek sorun değil.



Anlaşılan kapıda yeni dizi projesi var.

Olmaz mı! Bir kaç proje var. Birini ben yazdım. Bir de bana gelen iki teklif var. Şu anda televizyonlar biraz karışık olduğu için beklemedeyim. Yeni yılla birlikte yeniden televizyonda olmak niyetindeyim.

Pek çok oyuncu, dizi çekmeyi sevmediklerini ama para için oynadıklarını söylüyor. Senin hissin nedir?

Ben çok ayıplıyorum bu tutumu. Ben dizi çekmeye bayılıyorum. Tiyatrodaki de, sinemadaki de, televizyondaki de seyirci. Dizi telâşını da set hallerini de seviyorum. Ama tabii 90 dakika dizi çekmeyi sevmiyorum. Tek sıkıntım bu. 60 dakika olsa başka hiçbir şeyden şikâyet etmem.

Dizi çekmek çok yorucu elbette ama ya tiyatro sahnesine hazırlanmak?

Yooook, ben dizide hiç yorulmuyorum. Tiyatro çok zor ve yorucu. 1,5 aydır sahiden çok yoruldum. Hem bedensel hem zihinsel ve ruhsal olarak. Sabahları 5’te uyanıp, oyundaki sahneleri zihnimde canlandırmaya başlıyorum. Sonra prova... O zaten başlı başına hem ruhsal hem bedensel bir performans.



Komedi için aslolan şey zamanlamadır

Sen de dedin ki “yahu ben de seyirciyi biraz güldüreyim!”

Yahu benim bütün oyunculuk serüvenimde komedi unsuru vardır. Komiklik yapmayı sevmem ama tıpkı hayatta olduğu gibi bir dramın içinde bile komedi unsurları bulmayı severim. Yıllar sonra sahneden, üç metre mesafeyle, nefes nefese seyirciyle buluşacaksam “bu bir komedi” olmalı diye hissettim.

Nasıl oldu, kimler keşfetti sendeki bu komedi oyunculuğu yeteneğini?

Ben daha konservatuvardayken Müşfik Hoca (Kenter), bana komiklik yapmadan, doğru zamanlamayla küçücük bir oyun yapmanın insanları ne kadar güldürebildiğini farkettim. Sonra büyük usta, Ulvi Uraz’dan da komedi oynamak için aslolan şeyin “zamanlama” olduğunu ondan öğrendim.

Kafamda sürekli rolü çözmeye çalışıyorum

18 yıl sonra sahneye çıkmak... Elbette geçmişte, dayanılacak büyük bir tecrübe yatıyor. Ama yeniden sahnede olmanın heyecanı büyüktür mutlaka?

(Oyundaki bir repliğiyle adeta sahnede gibi cevaplıyor bu soruyu) “Eeeeşşşek kibin, eşşek kibin!” Hem de nasıl heyecanlıyım. Oyunla yatıp oyunla kalkıyorum. Çok çalışıyorum. Kafamda sürekli rolü çözmeye çalışıyorum. Mutluyu ve heyecanlıyım.

Bir yandan da provalarda çok eğleniyorsun ama.

Önce ben eğlenmeliyim ki seyirci eğlensin. Ayrıca benim ilk seyircim yine kendim... Önce, kendime beğendirmeye çalışıyorum, sonra yönetmene sunuyorum. 10 şey yaptıysam, yönetmen tarafından onaylanan üçü ile yola devam ediyorum. Yönetmenimiz Arif Akkaya ile çalıştığım için ise kendimi çok şanslı sayıyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.