Şampiy10
Magazin
Gündem

Dünya mirası listesinden ömrü uzatan topraklar


İtalyan Rivierası’nın Ligure bölgesindeki “Cinque Terre” beş köy anlamına geliyor. Birbirine çok yakın olan bu köy birbirinden çok farklı görselliğe sahip. İşte; Monterosso al Mare, Vernazza, Corniglia, Manarola ve Riomaggiore’den oluşan, güzel olduğu kadar ulaşımı zor “Beş Toprak” köyleri...

İtalyanca adıyla “Cinque Terre”... Beş köy anlamına geliyor. Ama ne köyler... Hepsi bizim Karadeniz gibi sarp yamaçlarda yer alan, bugün bile ulaşımın çok zor olduğu ve bir zamanlar buraların nasıl olup da kurulabildiğine dair insanı hayrete düşüren beş küçük ve şirin köy. Tarih boyunca ulaşımı zor olduğu için bozulmamış ve bugün UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan bu köylerin biri hariç hepsi deniz kıyısında. İtalyan Rivierası’nın Ligure bölgesindeki bu beşi bir yerde güzellik, üzüm bağlarının denizle buluşmasına şahitlik eden muhteşem bir manzaraya sahip. İşin ilginç yanı, birbirine çok yakın olan bu beş toprağın birbirinden çok farklı görselliğe sahip olması. Sakın, “birini görsek yeter” diyerek günü birlik üstün körü gezip dönmeye kalkışmayın. Hepsinin farklı dokularda duraklar olduğunu hatırlayıp, “görüp-kaçmak” yerine, keyfini çıkarmak için kendinize zaman tanıyın. Hiçbir konforu olmayan hatta kimi zaman seyahatinizi zorlayabilecek noktaları hesap edip, tatilinizi ona göre planlayın. Aksi halde, can sıkıcı sorunlarla zevkiniz gölgelenebilir, İşte; Monterosso al Mare, Vernazza, Corniglia, Manarola ve Riomaggiore’den oluşan, güzel olduğu kadar ulaşımı ve yamaçlara kurulu olduğu için konaklaması zor “Beş Toprak” köylerini eziyete dönüşmeden keşfedebilmeniz için notlar:

- Genova’ya uçuş sonrası, tren, otobüs ya da araba kiralayarak Ligure Bölgesi’ndeki Cinque Terre’ye gidebilirsiniz. Araba yolu, Karadeniz bölgemiz gibi muhteşem bir doğanın içinden geçiyor. Elbette yol oldukça dolambaçlı. Eğer yolculuğunuzda başka durak yoksa sadece Beş Toprak seyahati için araba kiralamayın çünkü köyler arasında arabanızı kullanamayacaksınız. Yağışın bol olduğu aylar, toprak kaymasından sebep kara yolunda mahsur kalmak da olası. Tren, bence en iyi seçenek.

- Bu beş köy son derece salaş hatta biraz pasaklı duraklar. Hele yaz ayları seyahat ediyorsanız, ayağınızı uzatıp deniz kenarında keyif yapmak gibi hayaller kurmayın. İç turizm burda inanılmaz yoğun ve y ığınla İtalyan üst üste denize girmek için buraya akın ediyor. Yorulup terlediğinizde kayalıklardan denize atlayıp, gezmeye devam etmek çok keyifli, ama sakın Türkiye’nin cennet kıyıları varken burada deniz tatili planlamayın, hayal kırıklığına uğrarsınız.

- Sakın köyler arasında arabayla gidip gelmeye kalkışmayın. Aksi halde kıyıdan 1,5 kilometrelik mesafeyi dağlara çıkıp aşmanız gerektiği için en az 1,5 saatte alırsınız. En ideali; 1, 2 ya da 3 gün kullanabileceğiniz tren biletiyle istediğiniz kadar indi bindi yaparak dolaşmak. “Multiservizi” olmasına dikkat edin. Bileti aldığınızda, kullanmadan önce makineye okutmanız gerekiyor aksi halde ceza yersiniz! Ayrıca tekne ile de kıyıdan köyler arası geçiş yapabilirsiniz. Bazı köyler arası yürüyüş yolu da var ancak biz Temmuz sonu orda olduğumuz hâlde bir gün önce yağan yağmurdan sebep toprak kaymış ve Manarola Köyü’ndeki “Aşk yolu” kapanmıştı.

- Konaklama için köy seçimi de önemli. Buralarda büyük otele izin yok. Eski küçük apartmanların bazıları otel yapılmış, bazı dairelerde yine günlük kiralanıyor. Biz epey yüklü para ödeyip, çok pis ve bakımsız bir dairede kaldık Vernezza’da. Ayrıca bu köy, benzerleri gibi dik yamaca kurulu olduğu için, bavulları daracık dokaklardan taşımak ölümcül bir eylem oldu. Malum, araba köye girmiyor. Ama sokakları gece en hareketli köylerden biri, yine de konaklama için önermiyorum. Ama teras lokantalarının en tepesindekinde yemek yemek çok keyifli oluyor. Eğer bu köylerden birinde kalacaksanız -ki bence bu güzel bir karar olur- kesinlikle Monteresso’yu tercih edin. Düz ayak olan ve geniş bir kıyıya sahip tek köy burası. Tekrar gitsem, bu köydeki Villa Margaritha’da konaklarım. Tam merkezde, tertemiz, küçücük 3 yıldızlı bir otel bu. Fiyat dengesi de mâkul. Ayrıca, bu beş köyün bağlı olduğu La Spazia’da, konaklamak için düşünülecek seçeneklerden biri. Ana istasyonun bulunduğu İzmir gibi bir yerleşim La Spazia. Şehir havası hakim ebette. Ama burdan tüm köylere 5 dakikada ulaşabilmenin rahatlığını da unutmayın.

- Yanınızda şık şeyler götürmeye kalkışmayın. Burası biraz İtalyan’ların “bitli tatil” yeri. Çok şirin ve oyuncak gibi tatlı köyler, ama Amalfi Bölgesi’nin şıklığını beklemeyin.

Carniglio

Denizi olmayan ve dağın tepesinde kurulu tek köy. En küçük ve mütevazi olanı, ama ben burayı çok sevdim. Trenle indikten sonra, küçük servis sizi tepedeki köye çıkarıyor. Merdiveni kullanmak da mümkün, ama bence çok eziyet. Otobüsten indiğiniz noktada muhteşem manzaralı küçük bir pizzacı var. Tavsiye ederim.

Manorola

Akşam üstü saatleri ve gün batımı şahane. Güneş karşı yamaca devrildiğinde renkli evlere nefis bir ışık vuruyor ve muhteşem fotoğraf kareleri çıkıyor ortaya. Yamacı çıkan yoldan kayalıklara varınca denize girin, çarşıdaki ayak üstü midyeciden külah dolusu deniz mahsülleri alıp, günbatımı manzarasına hakim banklardan birinde afiyetle yiyin.

Monterosso

En büyük çarşı burda. Düz ayak olduğu için rahat geziliyor. Tren istasyonunun bir tarafında uzun kumsal ve yazlıklar, diğer tarafında ise çarşı bölümü uzanıyor. Tarihi çarşıdaki Enoteca da Eliso’da benim için bir “Artist” içerseniz sevinirim.

Vernezza

Sabah ve gece güzel. Deniz kenarındaki kilisenin önünde kahve içmek çok keyifli.

Riomaggiore

En dar ve sıkışık köy burası. Kıyısındaki mavi balıkçı kayıkları bu köyün sembolü adeta.

Yazının devamı...

Kız çocukları...

Bu sıralar çok yakın kadın arkadaşlarımla hep aynı tartışmanın içinde buluyorum kendimi. “Bir kız çocuğu için...” diye başlayan cümleleriyle kızlarına rol biçen annelere sonuna kadar itiraz ediyorum. “Bir kız çocuğu olduğu için sınavlara çok kasmaya gerek yok bence...”, “kız çocuğu nasılsa ev geçindirmeyecek o yüzden zorlamaya gerek yok”, “ kız çocuğu bu, çok yüksek bir kariyere gerek yok, hatta olmaması daha iyi, sonra ailesi olacak nasılsa”. Bunlar ve “bir kız çocuğu için” diye başlayan önermelerin tümüne itirazım var. Bu fikirdeki arkadaşlarım da okumuş yazmış kadınlar üstelik ve kendi kız çocukları var yanlış anlamayın! İçlerinde Boğaziçi mezunlarından, üç dil bilenlerine kadar her nevi donanımda olanları mevcut. Gelin görün ki hepsinin bir ortak noktası var: Çalışma hayatlarının yarıda kalmış olması ve kendilerini gerçekleştirememiş olmak. Elbette bu kendileri seçimleri. Annelikle birlikte, maddi olarak çalışmak zorunda olmamanın verdiği rahatlıkla iş hayatından kopmuşlar. Kimi de ülkemizdeki kadın çalışanlara karşı iş yerlerinin uyguladığı acımasız stratejinin kurbanı olmuşlar. Birinci çocuk, derken çoğunda ikinci çocuk ve araya giren yıllar... Yeniden başlayacak cesareti de imkanı da bulamamışlar günün sonunda.

Kızlar evde oturmak zorunda kalmasın

İlerde, kızlarının hem anneliği hem iş hayatını birlikte götürebilecekleri bir meslek hayal ediyorlar ister istemez. Ama kızları için kurdukları hayalin kendi hayalleri ve onlar için biçtikleri rolün kendi yaşam biçimleri olduğunun farkında değiller. Kendileri öğretmen olsaydı, çocuklarını büyütürken de çalışma hayatını sürdürebileceklerini düşündükleri için, kızları da evde oturmak zorunda kalmasım diye, öğretmen olsun istiyorlar mesela. Ama erkek için gelirini yetersiz buluyorlar öğretmenlik mesleğinin. Bir erkeğin de öğretmen olarak mutlu olabilme ihtimalini hiçe sayıyorlar. Onların da hayallerinin önünde duruyorlar. 5 yaşındaki kızlarının ilerde anne olduğundaki çalışma saatlerini hesaplıyorlar, ama belki kızları tüm dünyayı gezen bir seyyah ya da bir araştırmacı olarak mutlu olacak belki de hiç evlenmek istemeyecek, bunu düşünmüyorlar. Her şeyden önce bu gibi seçimlerin kişilerin kendilerine ait olduğunu ve üçüncü şahısları ilgilendirmeyeceğini kabul etmiyorlar. Üçüncü şahıslar, anneleri bile olsa...

Ebeveynler hayallerin önünü açmalı

Kendi tecrübelerinden yola çıkarak, çocukları için hayal kurup onların yaşamlarına farkında olmadan yön veriyorlar aslında. Oysa bizim görevimiz çocuklarımız için hayal kurmak değil, çocuklarımızın hayallerinin önünü açmak. Unutmayalım ki “bizim” sandığımız çocuklarımız, bizden ve kişiliğimizden bağımsız bambaşka insanlar. Kızlarımıza rol biçmek yerine özgürce kendilerini gerçekleştirebilecekleri bir ortam sunup, seçimlerine saygılı olmak gerek. Nasıl ki yemek zevkleri bizden farklıysa, yaşam zevklerinin de farklı olmasına şaşmamak gerek. Kısaca, onlardan “biz” olmayı beklememek gerek.

Erkeklerin önde olduğu toplum uçamaz

Gelelim babalara... Eskiden babalar, kız çocukları için planlarını kısa tutarken şimdi durum tam tersi. Modern anneler, kız ve erkek çocuk arasında “aile geçindirme zorunluğu” açısından ayrım gözetirken, babalar bu konuda çok daha demokrat. Kızlarının “evinin kadını olmayı” hesaba katmadan kariyer yapmasını istiyorlar. Modern ailelerin anneleri garip bir şekilde kızlarına karşı daha gelenekçi yaklaşırken, modern babalar dünyada milyonlarca farklı yaşam biçimi olduğunu, başka başka aileler, farklı ilişki biçimleri olduğunu savunuyorlar. Bu yüzden de daha büyümemiş çocuğa rol biçmiyorlar. İşte size çok güzel bir örnek: Dünyanın en başarılı 50 kadını arasında gösterilen Ümran Beba, PepsiCo’nun Başkan Yardımcısı. Yarın öbür gün bu dünya devi şirkete CEO olacağının sinyalleri veriliyor. Eşi Ali Beba akademisyen ve karısının kariyeri için onun görev yaptığı ülkelerdeki üniversitelerde çalışmalarını sürdürüyor. Ümran hanımın, dünyanın en başarılı yöneticilerinden biri olmasıyla da gurur duyuyor. 10 ve 13 yaşında iki tane de oğulları var. Ali Bey’in şu sözü karısının başarısındaki desteğini ortaya koyar nitelikte: “Nasıl ki tek kanatlı kuş uçamaz, sadece erkeklerin önde olduğu toplumlarda uçamaz.” Tüm kız çocuk anne ve babalarının kulağına küpe olmalı.

Yazının devamı...

Romantizmin kıyılarında...

Küçük ahşap dağ evine doğru Beni götüren kocamı görüyorum Kollarının arasında beni taşıyarak Kapıdan beni geçiren (kocamı görüyorum) Portofino’da İhtiyar çancı yukarda çanı çaldığında Bizim evliliğimizi dile getirir Bulutlara doğru Portofino’da Aşkımı buldum...

Ben aşkımı Portofino’da değil, Erdek kampında bulmuştum yıllar evvel. Yaz’ın getirdiği aşk rüzgârı, denizin romantik kıyısında bulmuştu bizi ve yıllar sonra evliliğimizin 18’nci yılını kutlamak için, kıyılarında, adına yazılmış en romantik şarkının hâla yankılandığı Portofino’daydık. Yanımızda, aşkımızı katlanarak büyüten kızımızla...



Hiçbir reklam kampanyası, bir şarkının yaptığı tanıtımı yapamazdı böylesine küçük bir koya... Ama şarkılar, bizi bize anlatır. İçinde aşklarımız, anılarımız vardır. Bu yüzden de hislerimizi canlandırır. Çocukluğumda ilk defa babamdan duymuştum, “I found my love in Portofino” şarkısını. Sözlerini hiç anlamasam da babamın sesindeki sevgi bana çok şey anlatmıştı. Defalarca İtalya’ya gitmeme rağmen, bu küçük koya hiç uğramamıştım. Her şeyin bir zamanı varmış, benim içinde vakit şimdi tamammış. Şarkının bende yarattığı hissin etkisinden mi bilmem, ama sahiden buram buram aşk kokuyor Portofino... Her ne kadar artık sadece 500 kişinin yaşadığı tamamen turizme hizmet eden bir köy de olsa, çok güzel ve çok romantik hala... Ben de bir kez daha aşkı Portofino’da buldum. Çünkü tıpkı şarkıda söylediği gibi: “Hayallere hâla inanıyorum”. Ve tabii ki hiç bitmeyen aşkıma da...



Balayı için mükemmel bir yer

Portofino, denizin derin bir şekilde içeri girmesiyle oluşmuş, dar ve küçücük bir koy. Bu minik kıyıda, şimdi dünyanın en muhteşem yatları ve en ünlü markaları yan yana sıralı. Ama hala özgünlüğünü koruyor. Ülkemiz dışında her yerde olduğu gibi burda da asla tabela kirliliği yok. Bu büyük avantaj sayesinde köyün silüeti tıpkı siyah beyaz fotoğraflarındaki gibi duruyor. Eğer balayı için “nereye gitsek” diye düşünenler varsa kesinlikle tavsiye ederim. Genova’ya doğrudan uçarak, araba ile yarım saat mesafedeki Ligure bölgesinin inci tanesi Portofino’ya ayrıca her tür toplu taşımayla kolaylıkla ulaşabilirsiniz.



İtalya’nın en güzel koyları

Portofino, genellikle günübirlik gidilecek bir yer. Zeten hepi topu bizim “Sığacık” kadar bir köy. Hatta konaklanacak yer bile yok denecek kadar az. Ama bu güzel köyün yanı başında, en az Portofino kadar güzel Santa Margeritha ve Rapallo kasabaları, tatil için ideal. Üstelik, Portofino’nun pahallılığına göre çok daha ucuz buralar. Biz Rapallo’da, deniz kenarında eski bir sayfiye evinden dönme Hotel Riviera’da kaldık. Adından da anlaşılabileceği gibi tipik İtalyan sahili uzanıyordu önümüzde. Her yer halka açık plaj. Sakin... Dümdüz ve palmiyelerle bezeli bir kıyı. Portofino ile 20 dakikalık araba yolculuğu mesafesinde. Kıyıdan motor ulaşımı da var. Sahilden Portofino’ya doğru giderken, Santa Margeritha kasabası ile karşılaşıyorsunuz. Burası bir cennet ve nefis, hiç bozulmamış bir İtalyan kasabası. Hâla yerli halk yaşıyor. Çarşısı, kilisesinin meydanı, sardunyalı evleri ve kafelerin süslediği daracık sokakları şahane. Burada kalıp, sahilden nefis manzara eşliğinde Portofino’ya yürüyerek gidebilirsiniz. Portofino’ya gün batımına doğru gidip, bir akşam yemeği yemenizi öneririm, ama fiyatların oldukça yüksek olduğunu belitmeliyim. Adam başı 10 euro, küver parası olarak aldıklarını söylemem sanırım biraz ipucu verir. Zaten bu güzel köy, bir akşamlığına havası solunacak ve keyfi sürülecek bir yer. Tatilin geri kalanı için, Santa Margeritha ve Rapallo arasında çok sayıda keyifli mekân sizi bekliyor. Deniz de yine bu kıyılarda daha güzel. Ama itiraf edeyim gerek Fransız gerek İtalyan Riviera’sı, bizim Ege kıyılarımızın yanından bile geçemez. Yine de Dalmaçya kıyılarını saymazsak, İtalya’daki en güzel deniz bu koylarda.

Eğer kısa bir tatiliniz varsa ya da romantik bir durak arıyorsanız, Portofino-Santa Margaritha-Rapollo sahili eminim sizi çok mutlu edecek. Tabii benim gibi hiç ölmeyecek aşklara ve tıpkı şarkıdaki gibi hayallere inancınız varsa...

Yazının devamı...

Eyvah, çocuğum köpek istiyor!

Şu anda pek çok anne-babanın “yaaa evet bizimki de istiyor of n’apacağız” dediğine eminim. Yine eminim ki pek çoğunuz çocukken bir köpeği olsun istemiştir. Hele benim gibi “Lessi” dizisiyle büyümüş jenerasyondansanız... Sokak köpeklerini eve getirip annesine kabul ettirmeye çalışanların sayısı da az değildir şüphesiz. Ve sonuçta annesinden uçan bir terlik yiyenler de hemen hemen bir o kadardır. Ve şimdi ben de anneyim ve köpekle yaşamak için beni ikna etmeye çalışan bir kızım var. Elbette şaşırmadım... Benim gibi hayvanlara özellikle de köpeklere bayılan bir anneden elbette köpek seven bir çocuk çıkacaktı. Bu güne kadar bahanem hazırdı: Sen daha kendine bakamıyorsun! Ama şimdi kızım 12 yaşında ve bir evcil hayvanın sorumluluğunu alabilecek yapıda. Bende söz tükendi. İşte yıllar sonra yeniden bu sorumluluğun altına giriyorum ve ailemize küçük bir köpek ekliyorum. Bu işin sorumluluğu günün sonunda yine bana kalacak biliyorum. Endişeleniyorum, korkuyorum, zor geleceğini düşünüyorum. Ama bir o kadar da çocuk gibi heyecanlanıyorum.

Annem, (bu satırı okuduğunda çok kızacak biliyorum) hastalık derecesinde titiz bir kadındır. Onun deyimiyle “kırklamadan” beni sokaktan eve sokmazdı. Bu yüzden bir evcil hayvan besleyebilmek hayali bana çok uzaktı. 20’nci yaşgünümde hayatımın en büyük sürpriziyle karşılaştım; yavru bir köpek! O günkü şaşkınlığımı ve mutluluğumu hiç unutamam. Adını, “Aktör” koymuştum, ama yıllar içinde “Aküş” demeye başlamıştık. Bir Cooker Spaniel. Çok zeki, aşırı enerjik ve iri yapılı oldu büyüyünce. Kolay mıydı? Hayır! Ama bugün, onu o kadar çok sevgi dolu anıyla hatırlıyorum ki... Aktör 18 yaşında hayata gözlerini yumana kadar hiç ayrılmadık. Hemen söyleyeyim, kesinlikle insan yokluğunda çok acı çekiyor. Doldurduğu yeri, insan boşluğuyla yüzleşince daha iyi anlıyor.

Gelelim bugüne... “Bir daha eve köpek almam” dedim. Büyük konuşmuşum! Aktör’den sonra çok sevdiğim bir sokak köpeğim olmuştu. Ada onunla büyüdü. Ve yıllar sonra yeniden bir köpeğe evimi açmaya hazırlanıyorum. Yapabilir miyim diye endişeleniyorum. Hayatımı kısıtlayacak biliyorum. Üstelik de tam kızım kendini kurtarmışken ve ilk defa yaz boyunca oraya buraya koşanken idare etmeye çalışmaktan, yemeğini-tuvaletini düşünmekten kurtulmuşken, yani tam rahat edecekken, kendi başıma iş açıyorum. Üstelik de bu “büyümeyen bir çocuk”, onu da biliyorum. Gelin görün ki kızımın bu haklı isteğine kayıtsız kalamıyorum. Onu böyle bir sevgiden, bu denli büyük bir duygusal paylaşımdan mahrum bırakmak istemiyorum. Eğer siz de niyetlenirseniz tecrübeli biri olarak, işte köpek edinme konusundaki tavsiyelerim...

Petshoptan değil barınaktan alın

- Acele etmeyin.”Havaya girdim, hemen istiyorum” demeyin.

- Lütfen petshoplardan köpek almayın

- Eğer “her tür köpeğe bakabilecek gücüm ve enerjim var, tüyü de dert değil” diyorsanız, barınağa gidip hangisiyle duygusal yakınlaşma yaşayacaksanız onu alın.

- Çocuğunuzun sözüne kanıp, cins seçimini ona bırakmayın. Bu konuda romantizme yer yok. “Ay ben çok Jack Russel” seviyorum dediğinizde, onun inanılmaz bir egzersiz ihtiyacı olduğunu hesaba katın. Günde 10 km koşuya çıkmıyorsanız, enerjisi çok yüksek cinsleri tercih etmeyin. Eğer, fiziksel olarak ortopedik sıkıntılarınız varsa büyük köpekten uzak durun. Her tür detayı hesaba katın. Bir “Golden” istiyorsanız, onun inanılmaz tüy döktüğünü unutmayın.

- Sadece kendinizi değil, hayvanın ihtiyaçlarını da düşünün ve müstakbel dostunuzu ona göre seçin. Sibirya Kurdu alıp, Bodrum-Antalya’da yaşatmaya kalkmayın. Bir av köpeğini, tüm gün eve hapsetmeyin. Hem onu hem kendinizi mutsuz etmeyin.

- Sağlık problemlerinizi gözden geçirin. Astımınız varsa, antialerjik özellikte olan ve hiç tüy dökmeyen Maltese ve Shih-tzu dışında başka tür olmadığını, aklınızda tutun. (Ben de bu sebeple Maltese ile yaşamayı seçtim.)

Uzmanlardan yardım isteyin

- Petshoplara getirilen yasaklamalardan sonra internet satışı patladı ki bu çok daha kötü ve tehlikeli bir yöntem. Daha sütten kesilmemiş yavruları çantalara doldurup, yurt dışından getirip, internetten satışını yapıp evinize kargoluyorlar. Hayvanların çoğu telef oluyor. Üstelik çoğu hastalıklı oluyor. Size de üzüntüsü, uğraşması kalıyor.

- Ne yazık ki ülkemizde, çiftliklerde bile Avrupa’dakiler gibi ırk garantili köpek bulunmuyor. Hiç şimdi bana “ne ırkı, hayvan hayvandır, önemli olan candır” demeyin. Eviniz küçük ya da benim gibi ciddi bir boyun fıtığı probleminiz varsa büyük köpek bakamazsınız. Oysa aynı cins köpeklerin 8, 20 ve 40 kiloluk boyları olabiliyor. 8 kilo olacağını hayal ederek aldığınız köpek 40 kiloya çıkarsa vay halinize! 6 aylık olana kadar anlayamazsınız ve o saatten sonra da artık evinizin bir ferdi olacağı için katlanmak zorundasınız.

- İyi cins bir köpek ne yazık ki ucuz olmuyor, ama bazı isim yapmış kişiler de fahiş fiyatlar istiyor. Acele etmeyin. Marketten gofret alır gibi köpek almayın. 18 yıl birlikte geçireceksiniz, unutmayın. Anne altından bebek almak için uğraşın, çevrenize haber salın, Facebook sayfaları olan, birbirleriyle etkileşim içindeki hayvanseverlerle sosyalleşip onlardan yardım alın. Bana sevgili Seyhan (Erdağ) bu konuda çok yardım etti ve sayesinde anne altından bir bebeği sütten kesilene kadar bekleyip, alma şansına sahip oldum. Siz de mutlaka köpek sahiplerinden yardım isteyin.

- Sakın çocuğum istiyor diye her yıl yeni bir cins köpek alıp, diğerini barınağa bırakan vicdansızlardan olmayın.

- Köpek cinsleri ve özellikleriyle ilgili internetten detaylı araştırma yapın. “Juen”, tüy dökümünden egzersiz ihtiyacına kadar ırklarla ilgili detaylı bilgi veren bir site, tavsiye ederim. Juen yazıp yanına merak ettiğiniz cinsi yazın Google’da arayın. Köpek çiftliklerini ziyaret edip uzmanlardan bilgi alın. Ya da Uzman TV’den Can Paksoy’un yorumlarını izleyin.

Yazının devamı...

Eğitimimiz de özelleşiyor mu?

EĞITIM gittikçe özelleşiyor mu! İşte günlerdir kafamı bu soru kurcalıyor. Özel okullar ön kayıtlara başladı ve tarihinde ilk defa çoğu okulun daha birinci kayıt döneminde kontenjanı doldu. Bu yıl, özel okullara başvuru oranı geçen yıla göre yüzde 40 kadar artmış durumda. Milenyum çocuklarının, sayıca fazla olmalarının da bu oranda payı var elbette, ama asıl sebep MEB politikası. Tabii, sınav sorularının iptaline yönelik yaşanan fiyaskonun yarattığı kaos da unutulmamalı. Nihai neticede, bir yanlışı olanla 7 yanlışı olan öğrenciler, iptallerden sonra bir anda eşit duruma geldiler. Çok öğrenciye haksızlık oldu ve şimdi “yüksek puanlı öğrenci” enflasyonundan sıralamalarda yığılma yaşanıyor. Özel okulların artan talebine gelince: Her şeyden evvel, günden güne dindarlaşan sistem velileri tedirgin ediyor. Efasane Anadolu Liseleri’nin başarısında payı büyük olan müdürleri bir bir görevden alınıyor ve “uygun” yeni müdürler atanıyor. Yüksek puan alıp bu okullara girmeye hak kazanan öğrencilerin aileleri, “dindar nesil yetiştirme” prensibine mesafeli yaklaşıyor olacak ki canlarını dişe takıp, kredi çekerek, çocuklarını yine puanları yüksek olan özel okullara göndermeyi tercih ediyorlar. Çünkü, bu ülkede çocuklarının özgür düşünmesini ve bilimle yetişmesini isteyen çok sayıda aile var. Eskiden olsa, başarılı Anadolu Liseleri’ni tercih edecek aileler, çocukların baskı görmesinden korktuğu için özel okullara yöneliyor. Üstelik bu yıl devlet okullarının “çift tedrisata” yani, sabahçı-öğlenci düzenine geçmesi gündeme gelince, özel okullar iyice tercih sebebi oldu. Özellikle İstanbul gibi trafiği yoğun kentlerde kimse çocuğunun akşam yedi buçukta okuldan çıkıp eve kör karanlıkta gelmesini istemiyor. Kaldı ki, artık her okul Anadolu Lisesi oluyor. Evinizin yakınındaki okulu tercih edebilmek için bile belli bir puan gerekiyor. Aksi halde bir İmam Hatip Lisesi’ne otomatik kayıt olabiliyor. Maalesef, Anadolu Liseleri’ni cazip kılan “yabancı dil” avantajı da günümüzde pek bulunmuyor. Olan da ülkemizin iftahar ettiği ve başarılı çocukların ailelerini maddi zora sokmadan okuyabildikleri ünlü Anadolu Liselerimize oluyor. Devlet de velileri özel okullara teşvik ediyor zaten. Aylığı 750 lira civarına kadar kadar olan velilere, çocuklarını özel okullara gönderebilmesi için 3 bin lira kadar ödenek veriliyor. Tabii, 750 lira aylığı olan biri karnını nasıl doyuracak, 3 bin lira ile özel okul faturası nasıl karşılanacak, bu sorular kafalarda dönüp duruyor. Ayrıca bu devlet desteğinin sadece bir yıllık olduğunu da hatırlatayım. Ama belli ki artık mahalle aralarında küçük ve uygun fiyatlı bir sürü özel okul karşımıza çıkacak. Kapatılan dersaneler, özel okullarda teselli arayacak. Bu durumda sanırım, eğitimimizde günden güne özelleşmiş olacak.

Kayıt yaptıracak velilere notlar...

- Birinci kayıtlar yapıldı, ama henüz hiçbir şey bitmiş değil. Her ne kadar, bu yıl tarihinde ilk kez çoğu okulun kontenjanı dolmuş görünse de Anadolu liseleri yerleştirme sonuçları açıklandıktan sonra dengeler değişecek. Genel gözlemim, öğrencilerin genellikle ilk kayıt yaptırdıkları okulun bir üst sıralamasındaki okula kesin kayıt yaptırabildiği yönünde. Bu yüzden Ağustos sonuna kadar beklemek gerek.

- Veliler sürekli takipte olmalı. Her an başvuru yaptığınız özel okul ek kontenjan açıklayabilir. Düzenli olarak okulların internet sitesindeki duyuruları takip edin.

- Merkezi bir sistemle yerleştirme olmadığı için, ikinci-üçüncü-dördüncü kesin kayıt günleri, tercih ettiğiniz okulların bahçesinde bulunmanız gerekiyor. Eğer orda değilseniz, sizin çocuğunuzdan daha düşük puanlı bir öğrenci kayıt yaptırabilir ve sonra siz itiraz edemezsiniz. Eğer birden fazla okulda şansınızı deneyecekseniz, aile üyelerinden birilerinin de diğer okul bahçesinde bulunması gerekiyor. Ne yazık ki özel okullara kayıt, insani bulmadığımız gündelik işçi kabulü gibi oluyor. O sırada bahçede olanlar içinde en yüksek puandan başlayarak, aşağı doğru sıralanan öğrenciler arasından kontenjan dolduruluyor. Trafikte kalıp yetişemeseniz bile sıranızı kaybedebiliyorsunuz. Aman dikkat!

- Herkes her yere kayıt yaptıramasın, kesin karar vermemiş olanlar boşa yer işgal etmesin diye bu yıl bazı özel okullar ilk kayıtta bile 4 bin 500 lira gibi ücretler aldılar. Gerçekten de çocuğunuzu yollamayı düşünmediğiniz okullara “ne olur ne olmaz” diye kayıt yaptırmayın. Hem paranızı hem yedekte bekleyen çocukları yakmayın.

- ”Nasılsa kontenjan açılır” diye düşünüp, çocuğu riske atmayın, Öncelikle, puanının tuttuğu aynı zamanda bütçe olarak yollayabileceğiniz bir okula karar verin ve kayıt yaptırın. Sonra, bir üst sıralamadaki okulu istiyorsanız, yedek yazılıp şansınızı mutlaka zorlayın.

Yazının devamı...

Güzellik ve zulüm

Kadın olmak, sürekli baskı altında olmak demek. İş, evlilik, çocuk, ev... Her konuda bu böyle... Hep bir tarif üzerinden hayatını yaşamak zorunda bırakılıyor kadınlar. Öyle, kadınların gördüğü şiddet ve yaşam haklarını kısıtlayan baskılar gibi ağrı ve ciddi mevzuulara kadar uzanmayalım! Güzellik mevzuu bile kadınlar için bir baskıyla mücadele meselesi. İşin garibi, kadının güzelliği arttıkça çektiği sıkıntı ve gördüğü zulüm de artıyor. Hele bir de ünlüyse, işkencenin dozu da artıyor.



Geçtiğimiz günlerde Mariah Carrey’ın fotoğraf çekiminden, fotoshopsuz kareler basına sızdı. Tabii, hemen fotoğrafın, inceltme, şekillendirme ve pürüsüzleştirme işlemlerinden geçirilmiş ve ham hali yan yana gazete sayfalarında yayınlandı. Bir hafta kadar önce de Sharon Stone, rahat rahat tatil yapamadığını, denize girerken fotoğrafının çekilip, eski haliyle mukayese yapılmasından korktuğunu söylemişti. Bir kez daha üstüne basa basa söyleme ihtiyacı hissediyorum: S-H-A-R-O-N S-T-O-N-E. Hani şu her daim taş gibi olan ve bakışlarıyla karşısındakileri taş eden, soyadıyla müsemma olan kadından söz ediyorum! Güzellik ve ün arttıkça, bu konuda toplumun baskısı da artıyor belli ki. İşin garibi kadınlar, günün sonunda dönüp kendilerini vuracak olan bu acımasız oyuna ortak oluyorlar. Nasıl mı? Misâl; önce baskıyı Sharon Stone yiyor. “Diz kapağı şöyle olmuş, selilütleri böyle olmuş” diye kendini dergi sayfasında görünce, hemen kusurlarına çare olacak bir takım yöntemlere başvuruyor. Bu arada, okuyucalar, dergi sayfasındaki kadının güzelliğine, bakışlarındaki çekiciliğine ve gülüşündeki seksiliğe değil, dergi editörü tarafından daire içine alınarak çerçevelenmiş “kusurlarına” odaklanıyor. Kendilerininkilerle karşılaştırıp, birbirlerini incelemeye başlıyor. Ve kadınlar ne kendi ne çevrelerindeki kadınların duruşuyla, bilgi ve becerisiyle, havasıyla, karizmasıyla, kısaca insanda “güzel” duygular uyandıran sahici güzellikleri farketmez oluyorlar. Bir süre sonra aynı dergiler, ünlü oyuncunun fiziğini yeniden mükemmelleştiren bir kremden filan söz etmeye başlıyor ve kapitalizmin dişlileri kadınların popolarını dişleyerek beslenmeye devam ediyor. Oysa herkes güzel olanla beslense, kusur aramak yerine “hepimizde var” diye içine su serpse, bu tüketim estetiğinin bir piyonu olmayı reddetse, kısaca bu çark artık dönmese... Ama ille de zincirin gönüllü halkası olan ve hayatını bu uğurda zindana çevirmeye hevesli olanlara söylecek fazla söz yok tabii. ÂMariah Carrey ve Sharon Stone’a sesimi duyuramasam da bayram itibariyle objektiflerin haşin bakışlarına mazhar olmaya başlayan bizim ünlü kadınlarımıza sesleniyorum: Umursamayın! Güzelsiniz ki hayranlarımız var.Ufak tefek düzeltmeler günümüz teknolojisinde vesikalıklarda bile var ama çok acayip fotoshoplarla kendinizi bambaşka hale getirip sonra suretinizle köşe kapmaca oynamayın. Sizi seven “ışığınıza” hayrandır, unutmayın.

- Sevgili magazin basını, size sesleniyorum: “Lütfen, insanlar üzerinde mikroskobik büyütme yapıp, daire içine almayı bırakın. Masanın atomu masaya benzemez ya bir kadın da popo altına benzemez. Gözün bütün olarak algıladığı mesafeden bakılmalı. (Bunu dedim diye kızıp, görüntüyü 300 kat büyüten zoom lenslerinizi bana çevirmeyin lütfen)

- Editör arkadaşlar size sesleniyorum: İnsanların isminin yanına parantez açıp sayı yazmaktan vazgeçin. Eğer bir insan ölmediyse, hakkında yapılan haberde yaşının yazması için genellikle bir sebep yoktur. Hani 70 yaşında biri buz pateni şampiyonu olursa o başka. Ama haberle ilgisi yokken, durduk yere fiyat etiketi gibi insanların adını yaşı ile etiketlemek hoş olmuyor. Benden söylemesi.

-Yaş demişken sayın basın mensubu, lütfen 30 yaşına gelen her kadın için aslında 100’ncü yaşgününü kutlamış da hala maraton koşuyormuş gibi bir ifade de bulunmayın. “33 yaşında ama hala genç kız gibi”, “40 yaşında yıllara meydan okuyor”, “50 yaşında ama yine de güzel”, “çocuk doğurdu ama yine de podyuma çıkabildi” filan gibi... Çoğunlukla iltifat olarak kullanılan sözler hem bahsi geçen kişi hem de okuyucu için sinir bozucu olabiliyor. 25 yaşında insanların yaşlı sayıldığı dönemler çok geride kaldı.

-Aklıma geldi, bir de yaş ve güzelliği birbirine karıştırmayın. Kadın güzelse her yaşta güzeldir. Güzel değilse de gençken de olmamıştır zaten. O yüzden, “65 yaşında ama hala güzel” gibi cümleler kurup durmayın.

Yazının devamı...

Ailece rahat tatil yapmanın beş altın kuralı

11 gündür ailece İtalya’da seyahatteydik. Çok defalar gittiğim, ama yemeklerini, doğasını, sanatını sevdiğimden yeniden ve yeniden gitmek için sürekli yeni güzergâhlar ürettiğim bir ülke İtalya. Genova’dan başladık bu defa seyahate ve önce İtalyan sayfiyesinde dolandık. Geziyi renkli kılmak için bir süre sonra kıyılardan koparak bambaşka bir kültür ve coğrafyaya sahip olan Toscana bölgesine atladık. Birbirine bu denli yakın mesafede, ama havasından yemeğine kadar her konuda farklılık gösteren bölgelerden oluşuyor olması, insanda sanki başka başka ülkelere seyahat ediyormuş hissi uyandırıyor ve geziye büyük renk katıyor. Gittiğim yerlerle ilgili detaylı seyahat notlarımı, oradaki uzun fotoğraf turlarımızdan seçtiğim fotoğraflar eşliğinde hafta sonu yazılarımda paylaşacağım.

Avrupalı rahatlığı

Bugün, bir gözlemimi paylaşmak istiyorum sizinle. Aslında tüm seyahatlerimde dikkatimi çeken bir durumdur Avrupalı ailelerin, tatillerindeki rahatlığı. Ama itiraf edeyim bu defa belki de daha çok yazlık yerleri gezdiğimiz için olsa gerek, iyice dikkatimi çekti. Bir sürü çocuk ve muhakkak en az birer tane de köpek eşliğinde yolculuk ediyorlar bir kere. Üç çocuğuyla yalnız seyahat eden annelerin ya da beş çocuk ve iki köpekli ailelerin ortak özelliği, stres sıfır. İtiraf edeyim bize göre epey pis pasaklı görünüyorlar, ama sanırım bu da tatil anlayışlarının bir parçası. Çocuklar başı kabak, ayağı çıplak pek mutlu görünüyor. Bizdeki gibi sürekli uyaran polis-anne modeli başlarında olmadığından pek sakin veletler. Eh, anneler de etrafına bakınmak yerine, kendilerini çocuklarını gözetlemeye vakfetmediklerinden olsa gerek, onlar da gayet rahat ve huzurlu dolaşıyor. Zaten bizim aile yapımızda olduğu gibi bir “anne-baba” farkı hiç yok. İki ebeveyn de eşit mesafede ve eşit paylaşımdalar çocuklarına karşı. “Biraz da sen ilgilensen, bittim artık” ifadesiyle dolaşan kadınlara rastlanmıyor bu yüzden. Bizim aile yapımız, uzun seyahatlere pek uygun değildir meselâ. Kadınlar bir süre sonra dönüş için gün sayar ve eve dönünce toprağı öper adeta. Başlı başına bir mücadeledir tatil bizim için. Tek çocuğum olduğu için üstelik o da kız çocuk olduğu için benimle aynı durumdaki pek çok kadına göre son derece rahat olduğum halde maalesef ben de ne kadar çabalarsa çabalayayım, gördüğüm o Avrupalı anneler gibi rahat olamıyorum. Sanırım, belli bir düzeni, ille tatilde de koruma takıntısından kaynaklanıyor bu durum. Ben çocuğumu yalınayak otelde tuvalete giderken hayal bile edemiyorum. Hemen yüreğimde bir sıkışma, ateş basmasıyla birlikte ellerimde titreme başlıyor. Bırakın çocuğumu, köpeğimi bile o kadar rahat bırakamam. İlle de “şart-şurt” olacak, temizlik olacak, günde iki kere tepeden tırnağa üst-baş değişecek, lokantalarda kollar muhtemelen yağlı masaların üzerinde dolaşmayacak, istediği kadar temiz görünsün her gün oda tuvaleti tarafımca dezenfekte olacak, yere çıplak ayak basılmayacak, bavulda kirlilerle temizler karışmayacak, öz bakım muntazaman yapılacak... Daha bu örnekleri artırabilirim. Üstelik ben arkadaşlarımca çok sakin ve töleranslı görülen bir anneyim. Ama elimde değil işte, genetik kod ruhuma öyle bir işlemiş ki bağırıp çağırmasam da sürekli uyara uyara sonunda çocuğu da kendime benzettim. Kağıt sermek yeterli gelmediği için tuvalete göre kesilmiş naylon poşetlerle dolaşıyor şimdi kızım çantasında.
Hep Avrupalı bebelerin sakin, bizim memleket veletlerinin mızıldadığından dem vuruyoruz hani tatillerde; eh sürekli uyarılmaktan gerilen çocuklar başlıyor haliyle arıza çıkarmaya, anne tek başına, ille de kendi istediği düzende işler gitsin diye mücadele etmekten per perişan, babalarda da konuyla hiç ilgisi yokmuşçasına şaşkın ve biraz da “hay gelmeseydik keşke” diyen bakışlar. Sonra “niye bizim çocuklar böyle” diye şaşıyoruz hep birlikte. Çünkü, anne-babanın rahatlığı sirayet ediyor çocuklara. Yahu, bırakın çocukları, rahatlığın etkisinden adamların köpeği bile havlamıyor. Üstelik, günün sonunda beş bavul kirliyle başbaşa kalan kadının yanına zaten bir hafta daha yaklaşmamak gerekiyor. Evdeki stres iki katına çıkıyor. Ne o, “ailecek tatile çıktık”.

Bir şey olmaz kafası

Henüz ben de başarabilmiş değilim, ama keyifle geçirilecek bir seyahatin formülünü çözdüm: Evdeki kurallar evde bırakılacak, biiir. Biraz pis-pasaklı olmak göze alınacak, her daim çocuklara “elleme, oturma, yapma” denmeyecek, ikiiiiiii. Az eşya ile seyahat edilecek ki bu da biraz bitli tatili göze almanın bir parçası. Hem orada bavulları toparlamakla hem dönüşte kirli yığınıyla boğuşmakla fazla zaman harcanmayacak, üüüüüç. Babalar kendini “anneye yardımcı” değil, “eşit paylaşımcı” olarak konumlayacak, döööörtttttt. Olası her hastalığa karşı ecza dolabı gibi çantalarla dolaşılmayacak. “Bir şey olmaz” kafası hakim olacak, beeeeeş. Eğer bu beş şartı yerine getirirseniz, göreceksiniz tatiliniz bal-kaymak gibi geçecek.
Yoksa benim gibi detaylarda boğulursanız, yine benim gibi cüzdanı çarptırır, pasaportları eski otelde unutur, hem bir sürü para ve zaman harcar sonuçta da dayak yemiş gibi dönersiniz. Ben bu seyahatte beş altın kuralı uygulamayı gene beceremedim, belki siz yaparsınız diye de uyarmadan geçemedim.

Yazının devamı...

Burcunuz değişti mi?

Burçlarla ilgilenmeyen hemen hemen yok gibi. En umursamaz görünenler bile bir bakmışsın başına gelen terslikleri gezegenlerin ters açısına bağlayıvermiş. Ben meselâ, aslında ne fazla merakım ne de bilgim vardır. Ama yine de örneğin araba filan alacaksam, sevgili arkadaşım Hande Kazanova’yı arayıp hangi günlerin bu iş için uygun olduğunu sorarım. Biliyorum ki, evlenecek olanlar, bebek bekleyenler, yeni iş kuranlar, mağaza açanlar, büyük anlaşmaları imzalayanlar hatta parti kuranlar bile o dönemde yıldızların en uyumlu zamanını öğrenerek işe koyuluyorlar. Sebebi çok basit: Taş atıp da kolun yorulmuyor. Nasreddin Hoca’nın “ya tutarsa” hesabı biraz da. Pek çok kişi de kilit düşünce şu: “Ne zararı var ki.” Tabii 24 saat yıldızlara göre yaşamaya çalışıp hayatını zindana çevirirsen epey zarar görürsün. Ama Ağustos ayında evleneceksen, en pozitif, enerjinin en yüksek, yıldızların en uyumlu olduğu ya da en azından her tür müsibetin müsebbibi sayılan Merkür’ün ters gitmediği günü seçmenin ne zararı var diye düşünmeden edemiyor insan.

Bu hafta babam gazete okurken birden bire “Dünyanın ekseni kaymış, burçlar değişmiş, herkes bir önceki burca geçmiş” dedi. Benim babam! Pozitif bilime aşık, asker emeklisi bir erkek. Bir süre babama şaşkın şaşkın baktım. Durumu farkeden babam hemen mevzuuyu toparlayan hamleyi yaptı: “Hayır ben hiç ilgilenmem bu burç meselesiyle de sen bilmek istersin diye söyledim.” İki saniye sonra devam etti konuşmasına “hayret, senin burcun istisna olarak yine aslan olarak kalmış, ama ben başak burcuyum ya Aslan olmuşum”. Aradan epey zaman geçti ve babam bombayı patlattı, “Ne meraksızsın ya arasana arkaşın Hande’yi, kaymış mı şimdi bizim burçlar?” Yanlış anlamayın, babam burçlarla filan ilgilenmez ve dahi hâz etmez! Sırf benim için yani bu ilgi! Neyse ben Hande’yi aradım ve öğrendim. Efendim, her yıl bu haber çıkarmış. Evet, eksen daha önce kaymış ama zaten bizim baktığımız “Batı Astrolojisi” imiş. Batı Astrolojisi ise eksenle değil mevsimsel döngüyle alâkalıymış. Dolayısıyla, kaymalardan etkilenmiyormuş. Yani, gönül rahatlığıyla eski burcunuzu kullanmaya devam edebilirsiniz. Yine Hande’den öğrendiğime göre, Hint Astrolojisi Dünya’nın ekseninin kaymasından etkilenmiş, o da yine aslan, koç, boğa gibi aynı burçlardan oluşuyormuş, ama bu burçların tarifi farklıymış. Örneğin; başakken, Hint Astrolojisi’ne göre aslan olabiliyormuşsun, ama buna göre de aslanın özellikleri bizim bildiğimiz başak burcu gibi tarif ediliyormuş. Yani kafa karıştırmaya gerek yok, dön dolaş hepsi aynı kapıya çıkıyormuş.

Ağustos ayında evleneceklere not: Bu arada Hande Kazanova’dan, yeni başlangıçlar yapmak için Ağustos ayının astrolojik olarak en güzel günlerini de öğrendim. Hani nişan-düğün yapacaklar, ev-araba alacaklar, yeni bir iş kuracaklar ya da sezeryanla doğum yapacaklar vardır, bu günleri aklınızın bir köşesinde bulundurun. Elbette takıntı yapmayın, ama mümkün olursa bu tarihleri kollayın: 01-02-06-07-08-12-18-21 Ağustos...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.