Şampiy10
Magazin
Gündem

Hayır diyebilmeyi becerebilme sanatı

Bir arkadaşımı, çalıştığı şirket dünyaca ünlü bir “gelişim” seminerine yollamış geçtiğimiz hafta. Günümüzde, büyük firmaların başarılı gördükleri personellerini çeşitli eğitimlere yollamaları çok moda biliyorsunuz. Ben de merak ettim ve arkadaşımdan seminerin detaylarını uzun uzun dinledim. Çoğu bildiğimiz şeyler... Daha doğrusu, bilip de bir türlü uygulayamadığımız türden içerikler... Meselâ; “Hayır” diyebilmenin önemi! Eh, hepimiz istiyoruz başkalarına “hayır” diyebilmeyi, ama hayatın içinde insanlarla karşılaşınca “yaparım tabii”, “memnuniyetle” gibi kelimeler bir anda dökülüveriyor işte dilimizden. Mesele, “hayır” diyebilmeyi becerebilmekte. Yani işin aslı, yapmamız gerekenleri biliyoruz da nasıl yapacağımızı bilmiyoruz genellikle. Ve maalesef bizi değiştirebilecek bir hap yok. Yıllar içinde kendimizi eğitmek, yine bize düşüyor. Bu seminerler de daha çok farkındalık yaratmayı amaçlıyor. Arkadaşımın paylaştığı, kendini tanımaya yönelik metodlar içinde, özellikle bir tanesi bana çok yol gösterici geldi. Denedim, çok hoşuma gitti. Bence siz de bunu kendi üzerinizde denemelisiniz. Bu metod neyi istemediğinizi değil, aslında neyi istediğinizi bulmanızı sağlıyor.

Yapmanız gereken basit:

Kendinizi 80 yaşında hayâl edin ve o yaştayken olmak istediğiniz kişiyi anlatın. Bunu yaparken, bir kayıt cihazından faydalanın veya yazın. Çizdiğiniz 80 yaş tablosu, bu gün ne yapmanız gerektiğinin ve aslında neyi istediğinizin ipuçlarını verecek size. Örneğin seminere katılan arkadaşım, “öğrencilerim ziyaretime gelsin isterim” demiş. Oysa arkadaşım öğretmen değil, bir firmada yönetici olarak çalışıyor. Bu seminerden sonra, işinin yanı sıra akademik hayatına da devam etmeye karar verdi. Eğitimci olma isteğini böylece farketti. 80 yaşınızı hayal ederken, hiç düşünmeden, samimi olarak kendinizi nasıl görmek içinizden geliyorsa öyle anlatmalısınız. Sonra, geriye dönüp, söylediklerinizi tekrar dinleyerek ya da yazdıklarınızı okuyarak yorumlamalısınız. Örneğin; “bir sürü torunum çevremde koşuyor, arkadaşlarımla tavla turnuvası yapıyorum” diye gelecekteki kendinizi anlatıyorsanız, bugün işkolik yaşamamalısınız. Ailenize önem verip, geniş aile ve bir sürü torun için beli de çok çocuk yapıp, arkadaşlarınıza “şimdi” geniş zaman ayırmalısınız. “Bir sahil kasabasında resim yapıyorum” diye hayalinizi anlatıyorsanız, hemen bir resim kursuna yazılmalı, hatta sahil kasabasında küçük bir yer almak için girişimde bulunmalısınız. Kısaca, “ne ekersen onu biçersin” atasözünü unutmayıp, tohumları şimdi atmak gerekiyor. Elbette, insanın değişime açık olduğu unutulmamalı. Bu yüzden, her yıl, 80 yaş hayalini bir gözden geçirmek, eklenip çıkarılacak şeylerle yeniden düzenleyip, ona göre hareket etmek gerek. Geleceği hayâl edip anlatırken, insan hiç aklında olmayan, istediğinin farkında bile olmadığı şeylerle karşılaşabiliyor. Sonradan “keşke” dememek için bence denemeye değer..

Yazının devamı...

Kâdim topraklarda...

Göbeklitepe’yi duydunuz mu? Dünyanın, bilinen en eski mâbedi... 13 bin yıllık... İlk olarak bundan 15-20 yıl önce, tarlasını karabasanla süren Mahmut Kılıç’ın bulduğu bir “oymalı taş” sayesinde gün ışığına çıkan, yeryüzünün en eski dini yapılar topluluğu... Aynı zamanda dünyanın en büyük tapınma alanı... Tarihi MÖ 11 bin yıllarına dayanan bu kâdim ibadet yerleşkesi, dünya tarihi için, en önemli yerlerden biri bugün. Yabancı basında olay yaratan, bilim dünyasının ve tarihçilerin yakından takip ettiği kazı çalışmaları boyunca, Cilalı Taş Devri’nden kalma dikili taşlar ve üzerinde kabartmalı yabani hayvan ve bitki figürlerinin bulunduğu taşlar gün yüzüne çıktı. Kazılar hâlihazırda devam ediyor, ama mâbet tüm görkemiyle ayağa kalkmış durumda. Geçtiğimiz hafta, eşimle birlikte üç günlük bir Urfa-Gaziantep gezisi yaparak, bu muhteşem coğrafyayı ve Göbeklitepe’yi gezip, fotoğrafladık. Her şeyden önemlisi, dünyanın en eski ibadet alanının, nerdeyse 13 bin yıllık olağanüstü enerjisini hissetmeyi deneyimledik. İşte, Urfa, Göbeklitepe, Harran, Halfeti ve Gaziantep’i kapsayan gezimizden notlar ve fotoğraflar...



DERYA DENİZ BİR TUR REHBERİ

Ben, gezme kültürü konusunda epey tecrübeli olduğumu söyleyebilirim. Ama bazı yerler var ki oraların hakkını verebilmek için, bölgeyi iyi bilen kişilerin yardımına ihtiyaç duyarsınız. İşte bu yüzden, kafama göre takılıp, Göbeklitepe’yi Harran’ı Halfeti’yi “el yordamı” keşfetmek istemedim. Kesinlikle haklıymışım. Size de bu bölgeye, muhakkak kültür turu yapan kişi ve kurumlarla gitmenizi öneririm. Aksi hâlde, yarım yamalak bir gezi sonucu, buruk bir tat kalacaktır hafızanızda. Ben, Saffet Emre Tonguç’un tavsiyesiyle, Sacred7 Seyahat Kulübü ile çıktım yola. Urfa’da rehberimiz karşıladı bizi. Ben şöyle oturaklı bir tarihçi ya da ağırbaşlı bir arkeolog rehberliğimizi yapar diye düşünürken esprileri üst üste patlatan ve yerinde duramayan bir delikanlıyla karşılaşınca, turumuzu düzenleyen Ayşe’ye “yahu bu gencecik çocuk mu anlatacak 13 bin yıllık tarihi” dedim. Ayşe her zamanki yumuşacık gülümsemesiye “hele bir tanı...” dedi. Tanıştık... İsmi: Mesut Alp... 1980 doğumlu... Mardin Nusaybinli... Mardin’de “vatan” anlamına gelen “Welat” ismiyle tanınıyor. Ege Üniversitesi Arkeoloji bölümü mezunu. İzmir’in suyundan içmiş ne de olsa, o yüzden yarı hemşeri sayılırız Mesut’la. Bir yandan Mardin Arkeoloji Müzesi’nde, bir yandan Cizre’deki kazılarda çalışıyor. Kitap yazıyor, belgesel ve fotoğraf çekiyor. Yakın zamanda kazandığı bursla, eğitim için Amerika’ya gidiyor. Aşiretinin ilk üniversite mezunu Mesut, kendi toprağının yerelliğiyle, bilimi harmanlamış derya-deniz bir genç adam. Bir de doğuştan komedyenlik yeteneği eklenince, muhteşem bir gezi rehberi çıkmış ortaya. Seyahat boyunca hem çok eğlendik hem de sanki oranın yerlisiymiş gibi gezdik.



Medeniyetin beşiği Göbeklitepe

Elbette, Urfa gezimizin asıl amacı olan Göbeklitepe’ye gitmek istedik bir an önce. Ama, Mesut “hele bir karnınızı doyuralım” dedi. Urfa’nın tarihi hanlarından “Gümrük Han”da Mahmut’un Yeri’ne götürdü bizi. Mahmut’un hanımı evde lâhmacun hazırlamış bize. Mahmut da ciğer ve et yaptı mangalda. Üzerine menengiç kahvelerimiz geldi. Şu kadarını söyliyeyim, ben Mahmut’un yerinde olsam hemen hanımı dükkana ortak eder, lahmacunu da mönüye eklerdim. Yemeğin ardından, Göbeklitepe’ye gittik ve büyülendik.

13 bin yıllık dev ibadet merkezi, üzerinde turna ve tilki figürleri oyulmuş sütunlar... Hele, iki mezarın ve iki kâdim ağacın olduğu tepeye çıkınca, on bini aşkın yıllık bu kutsal yerin enerjisi bizi kendimizden geçirdi. “Bir yerde türbe varsa, çevresinde kazı yapın, muhakkak çok daha eski kültürlere ait kalıntılara ulaşırsınız, çünkü insanlar, kendinden önceki kutsalı ve gelenekleri sürdürme eğilimindedir” dedi Mesut ve ekledi “O yüzden insanoğlu mozaikten de öte ebru gibidir, inançları da gelenekleri de birbirine karışarak yeni renkler oluşturur...” Hayat ağacına benzer ağaca sarılırken ne kadar haklı olduğunu ve bir halkı diğerinden, bir dini ötekinden kopararak anlamaya çalışmanın, ne kadar büyük bir yanılgı olduğunu düşündüm.



Balıklıgöl ve çevresi ışıl ışıl

Urfa deyince akla hemen “Balıklıgöl” geliyor kuşkusuz. İtiraf edeyim, 15 yıl önce gördüğümden beri çok değişmiş buralar. Çevre düzenlemesi yapılmış ve adeta parlatılmış. Asıl adıyla “Ayn Ür-Rahman” ve hemen yanındaki “Ayn Zeliha” göllerinin efsanesini bilirsiniz: Nemrut tarafından ateşe atılan İbrahim Peygamber, Allah’ın mucizesiyle balığa, ateş de suya dönüşür. Yöre halkının “İbrahim Babamız” dediği, tek Tanrılı dinlerin babası İbrahim Peygamber’e inanan, Nemrut’un kızı Zeliha da kendini ateşe atar ve orası da küçük bir balıklı göl olur. Bu gün, pırıl pırıl göl ve içinde balıklar ile çevresindeki muhteşem cami ve yapılar göz kamaştırıyor.

Su üstündeki yalnız minare

İkinci gün; Harran ile başladık geziye... Burası da dünyanın ilk İslâm Üniversitesi... Ne çok ilkler var bu topraklarda... Ne kâdim bilgiler taşıyor bağrında... Gördüğü değerden çok daha kıymetli aslında. Öğleden sonra Halfeti’ye geçtik ve ben buraya aşık oldum. Önce suyun kenarında yemek yedik. Eğer giderseniz, “Başkan’ın yeri” diye sorun. Asıl adı “Duba” bu lokantanın. Buğdayın is kokan bir türü olan firik, bulgur, nohut ve etten yapılan firik pilavını mutlaka deneyin. Birecik Barajı yüzünden artık yarısı batık bir köy Halfeti... Hele, Fırat’ın üzerinde tekne gezisi yaparken, Rumkale’nin, suyun sadece üzerinde minaresi kalmış camisini görünce hepimizin gözleri doldu.

Halfeti’de çarpık turizmleşme

Aklıma, dünyanın en eski yerleşimlerden olan, ama bugün, baraj suları altına terk edilmek üzere bekleyen Hasankeyf geldikçe, yüreğim sıkıştı. Avrupalıların beşyüz yıllık tarihi nasıl elmas gibi sundukları, bizim ise kendi elimizle, onbinlerce yıllık tarihi meselâ Zeugma’nın nerdeyse yarısını baraj uğruna sular altında bıraktığımızı düşündükçe, geri kalmışlığın, baraj sayısıyla, köprü sayısıyla ya da santrallerle telâfi edilemeyeceği gerçeği bir kez daha tokat gibi çarptı yüzüme. Büyüleyici güzellikteki Halfeti, çarpık turizmleşme tehlikesi altında. Eğer, gereken önem verilmezse, “Citta-Slow” yani yavaş şehir ünvanını alarak büyük bir turizm fırsatı yakalamış bu güzel coğrafya elden gidebilir. Bu arada, dünyada sadece Halfeti’ye ait olan “karagül”ü anlatmadan geçemem. Adı gibi siyah renge yakın. Baygın değil, diri ve mayhoş kokuyor. Bir fidanı alıp eve getirdim. Bakalım başarabilecek miyim?

Gurme başkenti Antep

3’ncü günü sadece Gaziantep’te geçirdik. Zeugma Müzesi, Bakırcılar Çarşısı, Bey Mahallesi derken, katmerci Zekeriya Usta’da kahvaltıyla başlayan günümüz, Halil Usta’nın yeni yerindeki muhteşem kebabıyla sona erdi. Zaten, seyahat organizasyonumuz, bir “gurme tur” olarak şekillendirilmişti. Tamamen yerel mekanlar ve muhteşem lezzet durakları sayesinde unutulmaz bir gezi planlamıştı Ayşe. Açıkçası, “butik tur” kavramının hakkını vererek gezdirdiler bizi. En yakın zamanda yine “Sacred7” ile ve tanımaktan büyük keyif aldığım Mesut kardeşimin rehberliğinde, memleketi Mardin’e gitmek için sabırsızlanıyorum. O güne kadar, saksımda umutla büyüttüğüm karagülümün kokusu, bana Güneydoğu Anadolu’nun kâdim topraklarının güzelliğini hatırlatmaya devam edecek.

Yazının devamı...

Mesele sadece ağaç değil beyler!

Sürekli olarak, ormanların yok olmasına sebep olacak yeni bir proje sürülüyor önümüze! Ve her gün bir yerlerde, “kentselleşme” adına doğa katlediliyor. Her seferinde aynı telâfi cümlesini duyuyoruz yöneticilerden: Şu kadar ağaç kesildi, ama buna karşı şu kadar fidan diktik! Mesele ağaçların sayısı değil beyler! Mesele doğanın bozulması! Örneğin; 3’ncü Köprü yapımı için katledilen alan, sadece kendine has bitki örtüsü olan, türünün tek örnekleri olan canlıların yaşadığı dev bir doğal hazine... Orman deyince sadece ağaçları düşünmeyin! Sadece bu bölgede yetişen bitkiler, soyu tükenme tehlikesi altında çiçek ve hayvan türleri... Kaldı ki, asırlık ağaçları kesip, karşılığında bir fidan dikmeyi eşit görmek de abesle iştigal! En az 50 yıl gerekli o fidanlara! Bu da bizim ağacımızı aldıklarında, yerine bizim göremeyeceğimiz bir tarihe taahhüt veriyorlar demektir! Kaldı ki, hem yaşam alanlarımızı betona çevirip, cânım ormanları yok edip sonra da yolunu bilmediğimiz yerleri yeşillendirmişlerse, kime ne fayda! O güzeller güzeli balıkçı köyü olan “Garipçe”yi, nerede kurabilirsiniz tekrar? Şehrin gürültüsünden kaçtığımız, balıkçı ağlarının fotoğrafını çektiğimiz, mis gibi temiz havasını içine çekip tap taze balıklarını yediğimiz Garipçe köyümüzü alıp, karşılığında köprü ayağı vermek hangi adalete sığar! 3’nücü Köprü, Kanal İstanbul projeleri derken, Belgrad Ormanları’nın iki katı büyüklüğünde orman yok ediliyor. Hem de ne için? Trafiğe asla çözüm olmayacak yeni bir köprü için. İkinci Köprü yapılırken tarumar edilen doğal bölge, İstanbul’un yeşil alanının yüzde 30’unu oluşturuyordu. Peki yerine konabildi mi bir daha’? İstanbul’un trafiğine çare oldu mu peki!? Hayır! Artık gayet iyi biliyoruz ki, toplu taşıma şartları iyileştirilmedikçe trafik derdine derman bulunamayacak. Üçüncü Köprü’nün yapılmasıyla, İkinci Köprü’den geriye kalan ormanların yarısı da yok olacak. Bir de köprü yapıldıktan sonra yanına yapılacak yerleşkeleri ve AVM’leri yapabilmek için yok edilecek yeşil alanı saymıyorum bile. Kaldı ki yeni yerleşim yerleri meydana geldikçe, İstanbul’un nüfusu da artacak. Hatırlayın, İkinci Köprü yapımında sonra İstanbul’un nüfusu 10 yıl içinde iki kat artmıştı. Üçüncü Köprü’den sonra 25 milyonluk bir İstanbul hiç de şaşırtıcı olmaz! Doğayı yok ederek, nüfusça çoğalmak, çoğaldıkça yapılaşmak, betonlaşmak... Bilim adamları sürekli uyarıyor, ama biz göz göre göre karanlığa sürükleniyoruz.

Buna hakkımız yok!

Buna kimsenin hakkı yok!

Sinop Fukuşima gibi olmasın

Sinop... İşte yeryüzü cenneti bir başka coğrafya. O da tehlike altında. Üstelik burdaki tehlike sadece yeşil alanların yok olmasıyla sınırlı da değil! 2017 yılı için Japonlar’la nükleer santral yapımı için anlaşılmıştı! Bilmem, 3 yıl önce Japonya‘daki Fukuşima faciasını hatırlatmama gerek var mı! Çernobil faciasının 10 katı radyasyon yaydı çevresine Fukuşima! Ve şimdi biz kendi söküğünü dikemeyen terziye, yeryüzünün en muhteşem yeşilini veriyoruz, öyle mi! Japonya halkı, kendi başbakanları bize nükleer santral sattığı için bizden özür dileyen gösteriler yapıyor. Biz kendi can güvenliğimiz için itiraz etmezsek olası faciaların bedelini kim ödeyecek! O Sinop ki ülkemizin nefes tazeleyebildiği sayılı alanlardan biri! Kuraklık başucumuzda bir karabasan gibi bekliyor, mevsimler terse dönmüş, doğal efetler tehdit ediyor, biz ise elimizde kalan son dalları da kesmeye çalışıyoruz. Unutmayın, oksijen alamadıktan, radyasyondan kanser olduktan sonra, nükleer santraldan gelecek enerjiyi ancak hastanede kullanırız!

Tekrar uyarıyorum, hem sahip olduğu eşsiz doğası hem de dünya mirası olarak ilân edilen içinde barındırdığı antik kent ile benzersiz bir belde olan Faselis de tehlike altında! Hem de ne için? Ne trafiğe çözüm olur ne de enerji üretir düşüncesiyle! Otel yapmak için! Sit alanı bölge, dev kapasiteli bir tesise dönüşmek üzere projelendirilmiş. Güneyin tartışmasız en kıymetli bölgesi, uluslararası anlaşmalar hiçe sayılarak imara açıldı. Tâkip edin, sesinizi duyurun, itiraz edin ve hala doğayı korumaya çalışan bir avuç insana destek olun. Unutmayın, bu artık sadece ağaç meselesi değil, bu doğanın toptan katledilmesi!

Haftanın tavsiyeleri:

Dizi: House of Cards. Beyaz Saray’da geçen bu politik entrika dizisini mutlaka izlemelisiniz. Siyasilerin, iktidar uğruna döndürdükleri dolaplar, yalanlar ve inkârlar... Gerisi hep aynı; hırs, para, güç ve tüm bunlar uğruna etrafını yakıp yıkan üçkağıtçı bir politikacının yükselme hikâyesi... Başrolünü Kevin Spacey’in üstlendiği, şu âna kadar 26 bölümü yayınlanan dizinin yeni bölümleri için maalesef 2015’i beklemek gerekiyor.

Lokanta: Bana devamlı Tarihi Yarımada’nın en iyi yemek adresi soruluyor. Cevabım net: SurPlus Yeme içme işletmeciliğinin duayeni Vedat Başaran’ın yeni mekânı. Eminönü, Zindan Han’daki bu lezzet durağı, geleneksel Osmanlı mutfağı ve et ağırlıklı. Başlangıçlarda yer alan gurme tatlar, muhteşem. Ama hepsinden öte, mekânın manzarası olağanüstü. İstanbul avucunuzun içinde. Unutulmaz bir yemek için tavsiye ediyorum.

Yazının devamı...

Instagram efsaneleri #ComeSeeTurkey için sahaya indi...

Geçtiğimiz hafta, Instagram’ın fenomen fotoğrafçısı Mustafa Seven ile bir söyleşi yapmış ve bu sayede, Instagram’da takipçi toplamanın, hatta ünlü ya da fotoğrafçı olmadan bu mecradan para kazanmanın tüyolarını sizinle de paylaşmıştım. Aynı zamanda, Mustafa Seven’in Cumhurbaşkanlığı destekli bir projesi olduğunun haberini de yazmıştım. “ComeSeeTurkey” isimli projenin amacı, dünyanın dört bir yanından, yüksek takipçili Instagram fotoğrafçıları aracılığıyla ülkemizin tanıtımını yapmak. 13 farklı ülkeden Türkiye’ye davet edilen 20 fotoğrafçı, 24 gün içinde 24 şehri, iki ayrı grup ve güzergâh olarak gezip fotoğraflayacak ve hem #ComeSeeTurkey hesabından hem de kendi Instagram hesaplarından bu fotoğrafları paylaşacaklar. Proje, hayata geçti bile. Çarşamba günü, 11 fotoğrafçıdan oluşan ilk ekip ülkemize geldi ve basın toplantısının ardından yola koyuldu. İlk olarak, fotoğrafçılar, Mustafa Seven’in ev sahipliğinde ve rehber eşliğinde Dolmabahçe Sarayı’na gittiler. “Gittik” demek daha doğru olur çünkü ben de peşlerine takılıp onlarla birlikte tüm gün gezip, fotoğraf çektim. Dolmabahçe Sarayı’ndan çok etkilenen ekip, içerde fotoğraf çekmenin yasak olduğunu duyunca epey hayal kırıklığına uğradılar! Daha önceki yıllarda, içerde çekim serbest olduğu için açıkçası hepimiz bu kötü sürpriz karşısında şaşırdık. Avrupa ülkelerinin turistik noktalara özel fotoğraf çekme alanı yaptığı ve böylelikle ziyaretçilerini fotoğraf çekmeye ve paylaşmaya teşvik ettiğini bizim ise fotoğraf çekmeyi dahi yasakladığımızı düşünürsek, ülke tanıtımı konusunda ne kadar istesiz olduğumuzu kolaylıkla anlayabiliriz. Bu yüzden, çağımızın iletişim alanı olan sosyal medyanın tüm mecralarını kullanarak ülkemizin tanıtımını amaçlayan “ComeSeeTurkey” projesini çok önemsiyorum. Kabul edelim ki artık sosyal medyasız iletişim düşünülemez. Ayasofya ve Topkapı’nın görüntüsüne, semazen ve Kapodakya’daki balonların eşlik ettiği, arada bir de boğaz ve dansöz görüntüleriyle renklendirilmeye çalışılan reklam filmleriyle ülke tanıtımı yapmak artık çok gerilerde kaldı. Seyahat planı yapan insanlar, Eurovision şarkı yarışması klipleri havasındaki bu demode reklamlara bakarak seçmiyor güzergâhlarını. Günümüzde gezginler, anlık ve gerçek deneyimleri takip ediyor. Bu yüzden, ülkemizde misafir olan yüksek takipçili Instagram kullanıcılarının seyahat ederken gördüklerini anlık olarak paylaşıyor olması, bir anda milyonlarca kişinin dikkatini Türkiye’ye çekti. Öncelikle, bu büyük ölçekli projeyi oluşturan Mustafa Seven’i kutlamak gerek. Sosyal medyadan kurtulmaya çalışan Başbakanımıza karşılık, sosyal medya aracılığıyla ülke tanıtımı yaptıran Cumhurbaşkanımızın bu mecrayı çok sevdiğine artık iyice emin oldum. Keşke, yasaklar karşısında zora düştüğünde de sosyal medya özgürlüğünün yanında yer alsa. Kim bilir, belki böyle projelerin etkisi sayesinde, iktidarın da, çağın bu yeni ve vazgeçilmez iletişim alanı karşısındaki tutumu olumlu olarak değişir.

Karış karış Türkiye’yi fotoğraflayacaklar

15-26 Nisan arası paylaşımda bulunacak ilk ekip sırasıyla; İstanbul (Boğaz ve Tarihi Yarımada), Trabzon (Sümela Manastırı, Uzungöl, Ayder Yaylası), Ardahan, Kars, Van, Mardin, Şanlıurfa, Adıyaman (Nemrut Dağı dahil), Gaziantep (Helfeti dahil) rotasını fotoğraflayıp, Instagram’da paylaşacak ve Istanbul’a geri dönecek. 14-26 Mayıs arası ülkemizi ziyaret edecek ikinci ekip; İstanbul, Kayseri-Kapadokya (Balon turu dahil), Konya, Antalya, Aydın, Pamukkale, Dalyan, Bodrum, Bafa Gölü, Kuşadası, Efes, İzmir, Bergama, Çanakkale ve Tekirdağ üzerinden İstanbul’a dönecek.



Ülkemizi Instagram’dan milyonlar tanıyacak

Elbette, güzergâh boyunca tüm antik kentler, doğal ve tarihi alanlar ile müzeler de ziyaret edilecek. Eminim şu anda siz de benim gibi “ah keşke şuraya da gitselerdi”, “niye buranın tanıtımı da yapılmıyor” diye pek çok yer sıralamışsınızdır aklınızda. Haklısınız, ama ülkemiz o kadar zengin bir coğrafyaya sahip ki hepsini 24 güne sığdırmak mümkün değil. Duyduğuma göre, yeni ekiplerle farklı yerleri tanıtmak üzere, bu projenin devamı ile ilgili görüşmeler sürüyormuş. Dilerim, ülkemizin her karışındaki güzellikler tanıtılana dek “ComeSeeTurkey” paylaşımını sürdürür. Cumhurbaşkanlığı’nın himayesinde, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Türkiye Foto Muhabirleri Derneği tarafından desteklenen #ComeSeeTurkey projesinin fotoğrafların kitaplaştırılması planlanıyor.

Projeyi siz de takip edin

Nasıl takip edeceksiniz: Instagram’da “ComeSeeTurkey” hesabından tüm fotoğrafçıların paylaşımlarını takip edebilir, #comeseeturkey etiketini kullanabilirsiniz. Twitter’dan Pinterest’e, Vine’dan Facebook’a sosyal medyanın tüm mecralarında “comeseeturkey” yazarak arama yapabilir ve paylaşılanları seyahat güncesi gibi izleyebilirsiniz.

@MustafaSeven liderliğindeki ekip:

Fotoğrafçıların paylaşımlarını kendi hesaplarından takip etmek için: @sezyilmaz, @thomas_k, @samhorine, @dariszcahyadi, @grether, @puanindya, @cucinadigitale, @felecool, @wisslaren, @aditzt

Yazının devamı...

İstanbul’u Kuzguncuk’ta içinize çekin

“Tabiatın saatine ayarlıyım... Kış oldu mu kabuğuma çekilip yazın yengeç misali deniz kenarında eşelenirim. Sonbaharda hüzünlenir, ilkbahar gelince kiraz çiçeği gibi sokakları süslemek isterim. Saati bir saat ileri almışlarsa bana ne! Güneş, kuşlar, cırcır böcekleri... Bu yüzden bahar fena çarpar beni. Mor salkımlar, erguvana karıştığı vakit, sokaklara vururum kendimi. Böyle bir bahar günü Kuzguncuk’a davet ediyorum sizi...”



Eğer, İstanbul’daysanız ve eski İstanbul’u bir parça içinize çekmek isterseniz, “Kuzguncuk” olmalı istikâmetiniz. “Perihan Abla”, “Ekmek Teknesi” gibi sevilen mahalle dizilerinin başrolünü oynayan bu küçük semte aslında aşina gözleriniz. Doğal bir film platosu gibi Kuzguncuk. Zaman sanki daha yavaş ilerliyor burda. Semt sakinleri her zaman güler yüzlü ve telaşsız. Sanki başka bir gezegen burası. Kendi küçük, yüreği kocaman bu Boğaz köyü için şimdi keyif vakti.

FELEKTEN BİR GÜN

Hafta arası bir grup şahane kadın buluştuk. “Felekten bir gün çalmak” derler ya, işte Kuzguncuk sokaklarındayken, sanki yaşam bana bir güzel gün hediye etmiş gibi hissettim. Bir sürü gezgin ruhlu kadın, seyahat tutkusunu profesyonelleştiren iki kadının kurduğu Sacred7 isimli tam anlamıyla butik, adeta gezgin kulübü havasında bir seyahat acentasının organizasyonu ile ve yine Saffet Emre Tonguç’un rehberliğinde, Kuzguncuk keşfine çıktık. Benim evime yakın olduğu için sıklıkla fotoğraf çekmeye gelip, sokak üstü dönercisinin tahta taburesinde oturup, küçücük dükkanlarına dalıp, nev-i şahsına münhasır ahşap evlerine bakarak keyif yaptığım mekanlardan biridir burası. Her geldiğimde, orada geçirdiğim vakte ve güzelliklere şükrederek ayrılırım.

Ve hayatı hızlı yaşamanın, hayata ihanet etmek olduğunu bir kez daha hatırlarım.

KİLİSE VE CAMİ KOLKOLA

Kuzguncuk, kiliselerle camilerin kolkola hatta aynı bahçeyi paylaştığı ender yerleşimlerden biri. Hele, Kuzguncuk Camii ve Ermeni Kilisesi Surp Kirkor Lusavoriç’in nerdeyse duvarları bir. Azınlıkların eski varlığını koruyamasa da bu bölgede yaşamayı tercih ettiğini biliyorum. Ama dinler-arası bu samimi ortamın tarihteki yeri nedir diye merak ediyorum. Bakın Saffet Emre nasıl anlatıyor: Kuzguncuk, “Kutsal topraklara gitmeden önceki son durak” olarak kabul edilmiş ve bu yüzden de kutsal topraklara varamayan Yahudiler, burada yaşamak ve hiç değilse buraya gömülmek istemişler. İlk olarak 15’nci Yüzyılda İspanya’dan kaçan (daha doğrusu 1492 yılında İspanya’dan kovulan) Yahudiler yerleşmiş. 17’nci Yüzyıla gelindiğinde bir Yahudi köyü halini almış. Belki de bu yüzden “Küçük Kudüs” olarak isimlendirilmiş. 18’nci Yüzyılda Rumların ve Ermenilerin gelmesi bu sahil kasabasına ayrı bir kültürel zenginlik katmış. Örneğin, Ermeni kilisesine bitişik olarak konumlanmış Kuzguncuk Cami’nin yapımına Ermeni Cemaati hem parasal hem de iş gücü olarak destek vermiş. Burası İstanbul’un en özel en benzersiz en hoşgörülü semti... Türkler nedense pek rağbet etmemişler Kuzguncuk’a ve Paşalimanı çevresine yerleşmeyi tercih etmişler. Bugün ne yazık ki gayrimüslim nüfusun çok azaldığı semt, ABD ve İngiltere’den gelenlerin yaşamaktan keyif aldığı bir yer haline gelmiş.

ALTIN KİREMİT

Kuzguncuk’un ilk adı “Hrisokeramos -Altın Kiremit” miş. Bu ismin, 2’nci İustinianos döneminde yapılan ve kiremitleri altın yaldızlı kiliseden geldiği tahmin ediliyormuş... Evliya Çelebi’ye göre, Bizans döneminin Kosinitsa’sı, bugünkü adını 15’nci Yüzyılda burada yaşayan evliya Kuzgun Baba’dan almış. Kuzguncuk’ta büyük Ermeni kilisesi Surp Kirkor Lusaroviç, Rum Ortodoks kilisesi Ayios Yeorgios (St. George), Beth Ya’akov Sinagogu ve Yeni Cami ya da diğer adıyla Kuzguncuk Cami mutlaka görülmesi gereken yerler arasında. Özel izinlerle girmeyi başardığımız ancak paskalya için ayin olduğundan fotoğraf çekemediğimiz Rum-Ortodoks kilisesinin içi gerçekten çok görkemli. Bizim grup olarak girip içinde epey vakit geçirdiğimiz yer ise Beth Yaakov Sinagogu oldu. Nison ve Aron Bey bizi öyle güzel öyle sevgi dolu ağırladı ki hepimiz çok etkilendik. Burası gerçek bir hoşgörü yuvası öyle ki çok uzun yıllardır bu güzel sinagogun şahane avlusunda her Ramazan ayında büyük bir iftar yemeği veriliyormuş. Bu yıl kesinlikle gitmek niyetindeyim. Bu vesile ile ben de pazartesi günü başlayacak olan Musevi aleminin Pesah-Hamursuz bayramını kutlarım.

ÜSKÜDAR VE SİNAN

Kuzguncuk sonrası Bizanslılar’ın deyişiyle; Hrisopolis-Altın Kent’e uzanıyoruz. 12’nci yüzyıldan itibaren, Scutarii ve Skutarion denirken, bu gün olmuş Üsküdar... Mimar Sinan’ın muhteşem eseri Mihrimah Cami’nin güzelliği karşısında nefesim kesiliyor. Ne kadar anlatmaya çalışsam kelimeler kifayetsiz... Görmelisiniz! Ve bir kere daha içimden Mimar Sinan’a şükrediyorum. İstanbul, hatta Türkiye, hatta muhteşem camilerinden ötürü İslâm alemi bu büyük ustaya ne çok şey borçlu. Ne padişahlar görmüş, hepsi gelip geçmiş, sultanların bir zamanlar büyük zaferlerle aldıkları toprakların yerinde yeller esmiş, ama Sinan’ın yapıları insanoğlunu büyülemeye devam ediyor. Bir kere daha anlıyorum ki iktidarlar yaşadıkları sürece, sanat ise sonsuza kadar var olacak.

TÜRBELERİ KEŞFEDİN

Üsküdar’ın bir diğer önemli yapısı, iki padişah annesi II’nci Mustafa ve III’ncü Mehmet ve Avcı Mehmet lâkaplı padişah 4’ncü Mehmet’in karısı Emetullah Râbia Gülnüş Sultan adına yapılan Cedid (Yeni) Valide Camii. Üsküdar’daki en ilginç keşfim ise Haydarpaşa Mezarlığı oldu.

GATA’nın hemen arkasındaki, Kırım Savaşı’nda ölen İngiliz askerleri için yapılmış olan bu mezarlık sayesinde yemyeşil bir vaha, AVM ya da site olmaktan kurtulmuş. Olağanüstü bir güzellik. Yolunuz düşerse mutlaka keşfedin, bana hak vereceksiniz.

Haftanın tavsiyesi

Bugünden itibaren Saffet Emre ile yalı turları başlıyor. Kraliçe 2’nci Elizabeth’in de ağırlandığı “Keyifstyle” adlı şahane tekneye biniyorsunuz ve 12:30-16:00 arası, çeşitli ikramlar eşliğinde Saffet Emre Tonguç’un inanılmaz bilgili ve bir o kadar da dedikodulu anlatımıyla, yalıların hikâyelerini dinliyorsunuz. Ben geçen yıl katıldım ve kesinlikle hayatımın en şahane gezisi olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca, aynı gezinin bir de dolunay zamanı 18:30-22:30 saatleri arası olanı var. Bu kez ben dolunay tarihlerindeki (15 Nisan, 14 Mayıs ve 13 Haziran) üç yalı gezisinden birine katılmaya karar verdim. Rezervasyonu çok önceden yaptırmalısınız. Kim bilir belki karşılaşırız. Detaylı bilgi: saffetemretonguc.com

Yazının devamı...

Kadıköy Cumhuriyeti’nden sevgiler...

İstanbul, Anadolu ve Avrupa yakasına bir köprüyle bağlı olduğu için, günlük hayatta, oturduğu yakanın karşı tarafına giden herkes “karşıya geçiyorum” ya da “karşıda işim var” diye tarif eder gidecekleri yeri. Taksiye binseniz “karşıya mı abla” diye sorar. Neresidir “karşı taraf”, işte o soru İstanbullular arasında sıklıkla karışıklığa neden olur, çünkü nereden baktığınıza göre “karşı” da değişir. Nişantaşı sakinleri Kadıköy’e “karşı” derken, Kadıköy’de oturan için de Nişantaşı “karşı taraf” olarak adlandırılır. Bir gün telefonda konuşurken arkadaşım “sen karşıda oturuyorsun, ben Sarıyer’de” deyince, ben de hemen “yoooo sen karşıda oturuyorsun” demiştim. Aslında tarihte, karşı taraf diye adlandırılan yer “Galata-Pera” dır. “Pera” zaten kelime anlamı olarak “karşı” demek. Bizans döneminde, Romalılar, Galata’ya “karşı taraf” anlamında “Pera” demişler. Bu gün ise köprünün her iki yanı, birbirine “karşı!”



KÖRLER ÜLKESİ

Geçtiğimiz hafta sonu, seçimler vesaire derken bunalıp, iç açıcı bir tavsiye almak umuduyla, Saffet Emre’yi aradım. “Hadi gel gezelim” teklifi üzerine, takıldım seyahat üstadının Moda-Kadıköy turuna ve kendi mahallem olan bu semtleri bu kez de tarihini Saffet Emre’den dinleyerek ve öğrenerek gezdim. Önce, Kadıköy’ün hikâyesini Saffet Emre’den dinleyelim: “Efsaneye göre, Bizans’ın kurucusu Byzas’a, ünlü bir kahin yeni ülkesini “körler ülkesinin” tam karşısına kurmasını söylemiş. Haliç ve Boğaz’ın Marmara Denizi’nde birleştiği yere vardığında Byzas, Kalkedon’a bakmış ve “burada yaşayanlar karşının güzelliğinin farkına varmadığına göre kör olmalılar” diye düşünmüş. Böylece M.Ö. 667’de, daha sonra sırasıyla Konstaninopolis ve İstanbul olan Byzantium şehrini kurmuş ve Kadıköy’de “körler ülkesi” olarak tarihteki adını almış. Yıllar sonra ise Evliya Çelebi, Kadıköy’den bakınca gördüğü manzara karşısında çok etkilenir ve “asıl onlar kör” diyerek, hayranlığını belirtir.”

MARTILAR İLE OKUDUK

Geziye, hemen Kadıköy Vapur İskelesi’ndeki okulumun önünde buluşarak başladık. Dünya’nın en güzel manzaralarından birine sahip İ.Ü. Devlet Konservatuvarı, denizin hemen yanı başında durur. Önünden yol geçmediği için, sınıfta oturduğunuzda adeta vapurlar binanın içinden geçiyor gibi hissedersiniz. Kapı önünde balıkçılar dizili olduğu için, martı eksik olmaz pencerelerinden. Muhteşem gün batımı sırasında, bir sınıfa arkadaşlarla girer, piyano ve flüt eşliğinde, martıların vapuru kovalayışını izlerdik. Benim için anısı çok kıymetli okul binam, aslında 1920’lerden kalma eski hal binası. Ne yazık ki hiçbir hükümet döneminde gereken ilgiyi göremeyen bu tarihi yapının içi gerçekten çok kötü durumda. Bütün köhneliğine rağmen, yine de sanatçı yetiştirmek için daha ilham verici bir yer düşünemiyorum.

ZAMANA DİRENEN ÇARŞI

Kadıköy’ün çarşısı, kendini hiç değiştirmeden olduğu gibi kalan tek çarşı bence İstanbul’da. Kapalıçarşı ya da Mısır Çarşısı gibi, turistik amaçlı otantik bir revizyondan da geçmedi hiç. Nasılsa hep öyle. 25 yıl önceki balıkçılar çarşısı, bugün yine aynı. Lokantaları, barları, pastanaleri, kalabalığı, zamansız bir biçimde, orda ve değişmeden kalacağına dair bir güven duygusu veriyor insanın içine.

Kadıköy’ün sayfiyesi Moda

Moda, okul hayatım boyunca Kadıköy’ün sayfiyesiydi benim için. Eşimle flört ettiğimiz günlerde, o beni okuldan alır, birlikte Moda’ya yürür, çay bahçesinde oturur sonra da Ali Usta’dan dondurmamızı yerdik. Bu kez aynı gezintiyi, yanımızda kızımızla yapmanın mutluluğu paha biçilmez bizim için. Bir de tasarım butik keşfediyoruz Ada ile: Zelazo. Tuğlacı Emin Bey Leylak Sokak’taki bu küçük mağazaya mutlaka uğrayın. www.mandalinarossa.com’dan da tasarım giysilere göz atabilirsiniz. İstanbul’un en güzel hamburger ve tostlarını da yine Moda Kırıntı’da yiyebilirsiniz. Moda’ya gelmişken Vedat Tek tarafından yapılan vapur iskelesinde bir küçük mola vermeden dönmeyin. Ve tabii ki hepimizin kahramanı Barış Manço’nun müze olan evi biraz nostalji, çokca hüzünle ziyaret edilecek yerler arasında. Girişte Barış Manço’nun balmumu heykelini görünce, gerçekliği karşısında şaşkına döneceksiniz! Moda, her dem güzel kadın gibi hep alımlı. İnsanı kendine çeken bir şeyler var rüzgarında. Hele baharda, hele aşıksanız, Moda havasını mutlaka solumalısınız.



Gezi şehitlerine selam

Kadıköy’ün sembolü “Boğa Hekeli” dir. Kadıköylüler, bir sokağı tarif edecekleri zaman muhakkak “Boğa’dan yukarı, Boğa’dan aşağı” derler. Moda’ya çıkınca ise, semtin yeni sembolü bir park ve heykelle karşılaşıyor artık ziyaretçiler. Gezi Parkı Direnişi sırasında hayatını kaybeden Mehmet Ayvalıtaş Meydanı ve yine aynı sebeple yaşamını çocukken yitiren Berkin Elvan anısına yapılan, demirden “ekmekçi Berkin’i arıyor” heykeli, insanın gözünden bir damla yaş süzüyor farkında olmadan.

Baylan’ın kup griyesi ve kitapçı kafeler

Benim için Kadıköy, “lezzet ve kitap” demek. Baylan’da oturup “kup griye” yemek, Ali Muhittin Hacı Bekir’den acıbadem ezmesi alıp, Cafer Erol’un bakır kapaklı kavanozlarından, azar işiteceğini bile bile şeker aşırmak, sahaflarda, kitapla insanın hamur gibi birbirine yoğrulmuş kokusunu içine çekmek, şimdilerde moda olan ve benim büyük haz aldığım kitapçı-kafelerde soluklanmak demektir. Aşık olduğum Süreyya Operası’nın hemen yanında açılan “Tasarım Bookshop”, operaya girmeden önce çay içip kitap karıştırmak için kesinlikle tavsiyemdir.

Çiya’da ziyafet Eta Bal’dan bal

Çarşı’nın içinden geçerken, bize enerji versin diye ballı yoğurt ısmarlıyor Saffet Emre. Tabii aynı yolun geri dönüşünde “Eta Bal”dan, bal almayı kafama koyuyorum. Kadıköy’deki favori lokantam “Çiya” ise akşam yemeği için davetkâr kokular salıyor sokağa. Eve dönmeden önce burda kendime bir ziyaret çekmeyi de planlıyorum. Bu arada Saffet Emre’de, Kadı Nimet’de balık yemeyi tavsiye ediyor hararetle. Kadıköy çarşıda gezerken insanın aklı fikri yemeklerde kalıyor.

Semtin cami ve kiliselerine uğrayın

Yolumuz üzerinde, bir kaç kiliseye girip çıkıyoruz. Önce, Kadıköy’ün en bilinen Rum-Ortodoks Azize Euphemia Kilisesi’ni görüyorum. Sonra, yıllardır önünden geçtiğim, ama içine girmediğim Ermeni Surp Takavor (Kral İsa) Kilisesi’nin pencerelerine hayran oluyorum. Bahariye Caddesi’nin ilerisinde Surp Levon (Aziz Levon) Ermeni Kilisesi’ni de görüyorum. Yolunuz düşerse uğramanızı tavsiye ederim. Kadıköy’deki camiler Üsküdar’dakiler kadar gösterişli değildir, sadeliklerinden sevdiğim Osman Ağa ve İskele Camii en işlek camilerdir.


Kadıköylüler için not: Unutmayın, bugün “Kadıköy Cumhuriyeti” olarak, “karşı tarafta” maçımız var. Bazıları buna “derbi” diyor. Ben ise her daim kazanan tarafın belli olduğu bir maça derbi denemez fikrindeyim. Çok mu iddialı konuştum? O halde maçtan sonra görüşelim. En büyük dileğim, bu günkü Galatasaray-Fenerbahçe maçının adil ve centilmence geçmesi. Her iki takıma da başarılar, Fenerbahçeme biraz daha fazla şans dilerim!

Yazının devamı...

Fener Balat

Fotoğraf meraklılarının baştacı bu iki semt, sadece yerli değil yabancı fotoğrafçıları da bir mıknatıs gibi kendine çekiyor. Semt sâkinleri önceden, mahallelerine gelen turistlere epey tepkiliydi ama zaman içinde onlar da bu iletişime ayak uydurmaya başladılar. Şimdi, sokaklarda oynayan çocuklar fotoğraf makinesi görünce hemen poz veriyor. Ama yaşlı amcaları çekmeye kalkarsanız okkalı bir azara da hazırlıklı olmalısınız. Saffet Emre Tonguç ile Fener-Balat'ı gezdikten sonra, onlarca yeni yer keşfetmiş olduğumu farkettim. Benim için en etkileyici deneyimlerden biri, yıllardır demir parmaklıkların ardından hayranlıkla baktığım Fener-Rum Okulu’nun içine girebilmek, dışardan bakınca güneş gibi yanan bu muhteşem yapının turunculuğuna dokunabilmek oldu. Bir diğeri ise, Saffet Emre'nin en büyük başarısı olan, doğru zamanda doğru yeri gezmek ilkesi sayesinde, İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi'nde, Patrik I.Bartholomeos'un yönettiği ve dünyanın dört bir tarafından gelen Ortodoksların katıldığı büyük bir ayini görmekti. Biliyorsunuz, Katolikler için Vatikan ve Papa ne ifade ediyor ise, Ortodokslar için de İstanbul'daki Patrikhane ve Bartholomeos, aynı önemi taşıyor. Görebileceğiniz en etkileyici Bizans yapılarından biri olan Patrikhâne, içindeki kalabalık ve geleneksel törenle birlikte, ihtişamının doruğuna ulaşıyor gerçekten. Pek çok kişinin nedendir bilmem ama gitmeye çekindiği bölge, Bizans'tan günümüze İstanbul'un çok kültürlü geçmişini büyük oranda avucunda tutarak keşfedilmeyi bekliyor. Sürekli restorasyonlarla yenileniyor, son yıllarda üzerine yapışan tozdan silkinerek, yeniden tarih sayfasındaki önemini hatırlıyor. Binin vapura, martılar size yolu gösterir... İşte Balat-Fener gezi notlarım:



Balat

Fener ve Ayvansaray arasında Haliç’in güney kıyısında yer alıyor Balat ama komşusu Fener’e göre daha fakir olmuş her zaman. Balat’ın ilk sakinleri Makedonya’dan gelen Yahudiler imiş. 1492 senesinde Sultan II. Bayezid, yurtlarından kovulan İspanyol Yahudilerini Osmanlı topraklarına getirip Balat'a yerleştirmiş. Böylece, bir yanda Rumca konuşan yerli halk, diğer yanda Ladino (Sefarad Yahudileri’nin kullandığı İspanyolca) konuşan göçmenler, burada bir arada yaşamaya başlamışlar. İlerleyen yıllarda önce Portekiz’den sonra da Rodos’tan daha fazla sığınmacı gelince Balat “Yahudi Balat” olarak tanınmaya başlamış. Gelenler birçok yeniliği de beraberlerinde getirmişler ve İstanbul’un matbaayla tanışmasını sağlamışlar. 1950’li yıllarda Balat Yahudileri, İsrail'e göçmüşler. Onlardan boşalan yerleşime, Karadeniz ve Doğu Anadolu halkları gelince, mozaik farklı desenleri de eklemiş kendine. Balat Çarşısı, eski tadını koruyor. Özellikle, Leblebiciler Caddesi, yan yana küçücük dükkanlarıyla bir film platosu gibi duruyor. Şarkıya konu olmuş meşhur Agora Meyhanesi ise bu günlerde, aslına aynen uyularak restore edilerek yeniden misafirleriyle buluşmanın heyecanını yaşıyor. Balat, bir yandan, geçmişinin Yahudi kültüründen miras kalan sinagogları öte yandan belki de Mimar Sinan'ın en küçük eseri olan Ferruh Kethüda Camii ya da Müslüman ve Hristiyanların bir araya gelip ibadet ettiği dünyadaki belki de tek yer olan Surp Hreşdagabed Kilisesi gibi benzersiz yapılarıyla, tarih içindeki yolculuğuna devam ediyor.



Fener

Fatih Sultan Mehmet, fethinden sonra, bölgedeki Rumlara dokunulmayacağını ve ibadetlerinde özgür bırakılacaklarını söyleyerek, bu semtin insanını ve yaşamını koruması altına almış âdeta. Pek çok önemli devlet adamı da çıkmış bu dönemde Fener'den. Hatta bu semtin yetiştirdiği Rum Mehmet Paşa, Fatih'in sadrazamlığını yapmış. Fener, İstanbul'un 7 tepesinden birine kurulu olduğu için yokuşu ve merdiveni bol bir semt. Siz de Fener'i gezmeye gittiğiniz vakit, spor ayakkabılarınızı ayağınıza geçirmeyi sakın ihmal etmeyin.


Fener-Rum Ortodoks Patrikhanesi: Kendinizi, Bizans'a gitmiş, o dönemin ihtişamını yaşıyor gibi hissedeceksiniz. Pırıl pırıl altın varaklar, katolik kiliselerinde rastlanmayacak sadelikle birleşince muhteşem bir tezat oluşturmuş. Hele benim gibi paskalya ayinine denk gelirseniz, hiç bilmediğiniz bir ritüelin keşfine çıkabilirsiniz... Benim en sevdiğim sokak ise, merdivenlerle Rum Okulu’na çıkan sokak... Fener, dik bir yokuş üzerine kurulduğu için pek çok caddesi merdivenli olarak yapılmış ve öyle de isim almış. Osmanlı’nın, İstanbul’un fethinden önceki dönemden bu yana hiç kesintisiz Rumların elinde olan yegane kilisesi Moğolların Azize Meryem Kilisesi... Saffet Emre'nin anlattığına göre; İmparator Michael VIII Palaeologus’un gayri meşru kızı prenses Maria Paleologina, diplomatik oyunda bir oyuncak haline gelir. Maria, Moğolların büyük hükümdarı Hülagü ile evlendirilmek üzere 1265’de Moğolistan’a gönderilir. Prenses oraya ulaşamadan Hülagü öldüğü için, oğlu Abagu ile evlendirilir ve Moğol sarayında 15 yıl geçirir. Kocası öldürüldükten sonra başka bir Moğol’la evlenmesi istendiğinde ise artık isyan eder. Buraya gelir. Hayatının geri kalan kısmını, kilisenin yanındaki rahibe manastırında geçirir. Ne yazık ki kadını eşya gibi gören törelere, tüm kültürlerde rastlanıyor gördüğümüz gibi. Kiliseden çıkınca, az ilerde Fener Rum Erkek Lisesi tüm ihtişamıyla sizi karşılayacak.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.