Şampiy10
Magazin
Gündem

Oscar’a çeyrek kala BAFTA

Geçen haftaki yazımda, film mevsimininin en sıcak günlerini yaşadığını, Oscar’a yaklaşırken izlediğim filmlerden ve adaylardan bahsetmiş, tahminlerde bulunmaya başlamıştım. Elbette; Oscar’ların da aslında hesap-kitap yapılarak dağıtılan ve sadece “en iyi” olana değil “oyunun gereği” kişi ve yapımlara verildiğini akılda tutarak tahminde bulunmak gerektiğini de hatırlatmıştım. İşte bu hafta, Altın Küre’den sonra, Akademi Ödülleri’nin bir başka habercisi BAFTA ödülleri yani “İngiliz Oscar”ları dağıtıldı.

İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi (BAFTA) ödüllerinin bu yılki sahipleri, sunuculuğunu ünlü komedyen ve aktör Stephen Fry’nin üstlendiği törenle sahiplerini bulmuş oldu böylece. Açıkçası sonuçlar çok şaşırtıcı değildi. Hem “En iyi Film” hem “En iyi Erkek Oyuncu” kategorisindeki ödülleri alarak, “12 Yıllık Esaret” filmi bu yıl Bafta’ya damgasını vurdu. Yine geçen hafta bu filmin, “Obama’dan torpilli” olduğu dedikodusunun Amerika’da çok konuşulduğunu bu yüzden de Oscar tahminlerinde oldukça iddialı olduğundan söz etmiştim. BAFTA, dedikoduları haklı çıkardı. Yeri gelmişken hemen yorumumu yapmak isterim: “12 Yıllık Esaret” filmini izledim. Elbette kötü bir film değil, ama o kadar “beylik” ki! Dikkat ederseniz “klişe” demiyorum çünkü klişe, “her zaman geçerli olan” anlamına da gelir ve ben klişeleri severim, oysa bu film için “basma kalıp” ifadesi daha yerinde olur. “12 Yıllık Esaret” insana daha çok “bu filmi daha önce görmüştüm” hissi veren bir yapım. Çok bildik, çok tekrar... Etkileyici olmaktan uzak ve bu yüzden de bana göre gayet sıkıcı. Daha önce onlarca kez, çok daha iyi örneklerini izlediğimiz Afro-Amerikan halka yapılan ırkçılığın sıradan bir eleştirisi. Yeni bir şey söylemiyor ya da bildiklerimizi yeni bir şekilde dile getirmiyor. Aynı durum, filmin başrol oyuncusu ve BAFTA’nın En iyi Erkek Oyuncu’su Chiwetel Ejiofor için de geçerli. Elbette iyi bir performans sergiliyor ama akla ve yüreğe kazınmıyor. Filmde, “ırkçı sahip Epps” rolündeki Michael Fassbender dışındaki herkes ve her şey biraz demode. Umarım, Oscar çoğunlukla yaptığı gibi politik oyunların kurallarına göre davranmaktan vazgeçer ve seçimlerini bu filmden yana kullanmaz. Umarım Oscar’da “En iyi Erkek Oyuncu” ödülü Christian Bale ya da Matthew McConaughey’in olur.

Oscar yarışı yetişkinlerin Disneyland’ı!

Yine, geçen yıl Oscar alan ve bu yıl da “Yardımcı Kadın Oyuncu” kategorisinde aday olan Jennifer Lawrence’a Hollywood’un büyük yatırım yaptığını ve gelecek gişe başarısını arttırmak için 23 yaşındaki bu genç oyuncuya ikinci kez aynı ödülü verebileceklerinden, yani, para gelecek yerden Oscar esirgemeyeceklerinden söz etmiştim. Bafta ödüllerinde bu teorim geçerli oldu ve Lawrence “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” ödülünü aldı. Oscar için gönlüm Julia Roberts’den yana olsa da, Lawrence, Oscar’a bir adım daha yaklaşmış görünüyor.

“En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü Bafta’da da tıpkı Altın Küre’de olduğu gibi Woody Allen’ın yazıp yönettiği “Mavi Yasemin” (Blue Jasmine) filmindeki muhteşem performansıyla Cate Blanchett aldı. Daha önce Oscar’da defalarca hakkı yenen Blanchett, umuyorum ki bu sefer heykelciği kucaklayacak.

Açıkçası, her ne kadar, içinde pek çok oyunun ve çıkar hesabının döndüğünü bilsek de yine de Oscar’ı tahmin etme oyununun cazibesine kapılıyoruz. Tespitim odur ki çocuklar için Disneyland ne ise sinema severler için de Oscar aynı şey. Elbette Oscar yarışında yaşananların tıpkı bir çizgi filmde olduğu gibi gerçek olmadığını biliyoruz, ama itiraf etmeli ki yine de çok eğlenceli buluyoruz.

Yazının devamı...

Yüreği KIRMIZI kadınlar!

Gezi olayları sırasında tutuklananlardan hemen her gün tahliye haberi geliyor. 2 Ekim’de, lise öğrencisi kardeşini okuldan almaya giderken polis tarafından gözaltına alınan ve ardından Antalya L Tipi Cezaevi’ne konulan 20 yaşındaki Ayşe Deniz Karacagil de 127 günlük cezaevi hayatının ardından tahliye edilenler arasında yer aldı. “Kırmızı fularlı kız” olarak hafızalardaki yerini alan Ayşe, cezaevinden çıktıktan sonra hem mahkeme sürecinde hem de tutukluluğu sırasında yaşadıklarını çeşitli yayın organlarında paylaştı. 5N1K programında, Cüneyt Özdemir’e yaşadıklarını anlatırken, tutuklanmasına sebep olan kırmızı fular yine boynundaydı. Yüzünde sıcacık bir gülümseme, hayatı hafife alan ama bir o kadar cesur bakışlarıyla dimdik karşımızdaydı. Hiçbir örgüte üye olmadığı halde, kırmızı fularının sosyalizmi simgelediği, sol terör örgütü üyesi olarak eylem düzenlediği suçlamalarıyla karşılaştı Ayşe. Muhalif olduğunu, gördüğü yanlışları söylemeden geçemediğini ve en önemlisi cesaret dolu bir yüreği olduğunu anlamak için bir kaç cümlesini dinlemek yeterli. Masumluğu, dünyadan bihâber saf genç kız imajında değil, haksızlığın karşısındaki duruşunda arıyor Ayşe ve konuştukça güzelleşiyor, gülümsedikçe umut saçıyor. Kısaca; istediği kadar suçsuz olsun, iktidarları korkutacak tüm vasıfları bünyesinde barındırıyor. Zaten serbest kalır kalmaz hemen çocuk gelinlere karşı bir eyleme katıldı. Kırmızıyı bu kez bandana olarak başına takmıştı. Belli ki kırmızı fuları da tesadüfen boynunda değildi. Bir başkaldırış ifade biçimi olarak seçmişti. Terör örgütü üyesi bir anarşist filan değildi, ama egemenleri daha çok korkutacak bir aidiyeti vardı: Gencecik yaşında birey olmayı başarmıştı.



Renkler pek çok alanda sembolleriyle varolmuş

Gelelim, polisleri, hâkimleri korkutan “Kırmızı”ya... Mâlum, sadece Gezi olaylarını bile düşündüğümüzde Ayşe ilk karşılaştığımız “kırmızılı kadın” değil. Hatta tomalar üzerine su sıkarken fotoğraflanan Ceyda Sungur, “kırmızılı kadın” olarak tüm dünya basınında direnişin sembolü hâline geldi. Peki neden “kırmızılı kadın” imajı bu kadar dikkat çekici, hatta korkulan ve iktidarın karşısında olmayı imgeleyen bir figür olarak algılanıyor! Gelin, “kırmızı”ya doğru tarihsel bir yolculuk yapalım... Her şeyden evvel, “kırmızı” adli makamların suç unsuru olarak gördüğü gibi yalnızca sosyalizmin rengi değil. Elbette, sosyalizm de kendine sembol olarak bu güçlü rengi seçmiş, ama kırmızıyı bu kadarla kısıtlamak büyük haksızlık! Tarih boyunca pek çok derin anlamlar biriktirerek günümüze gelen, tüm renklerin en kuvvetli imgeleme sahip olanı kırmızı. Renkler ve yaydıkları frekanslar bugün bilimin en çok ilgilendiği konulardan biri ve artık biliyoruz ki kırmızı en güçlü frekansa sahip olanı. Sanattan siyasete pek çok alanda renkler hep sembolleriyle varolmuşlar. Bu gün ise tıpta “renk terapisi”, hastalıkların tedavi yöntemi olarak kullanılıyor. Örneğin, migren tedavisinde mor ve eflâtun kullanıldığını artık biliyoruz. Psikolojide; turuncu, kırmızı ve sarının iştahı; mavi, turkuaz ve yeşilin susuzluk duygusunu, kırmızının ve eflatunun ise cinsellik güdüsünü artırdığı, pastel tonların annelik ve şefkat duygusunu çağrıştırdığı, mavi ve yeşilin sessizlik, sükûnet duygusunu sağladığı saptanmış. Kısaca, renk deyip hele hele kırmızı deyip geçmemeli ve ne anlamlar içerdiğini anlamaya çalışmalı.

Boynunda fularıyla cesur ve yaramaz

Kırmızılı kadın meselesi benim de hep kafamı kurcalamıştır. Aşık kadının, seksi kadının, cesur kadının, savaşçı kadının, direnen kadının sembolü hep kırmızıdır... Oysa kırmızılar içindeki Marilyn Monroe ile Gezi olaylarındaki kırmızılı kadın ya da kırmızı fularlı gencecik Ayşe birbirinden ne kadar farklıdır. Ama tek bir unsur vardır ki, tüm kırmızılı kadınları biririne aynı frekansta bağlar: Cesaret. Ama cinsel özgürlük, ama ağaç için TOMA’ların önünde kıpırtısız durabilmek, ama Ayşe gibi saçında bandanayla çocuk gelinlere son vermek için mücadele... Hepsinin fikri farklı da olsa sahip olduğu kudret aynı: Cesaret

Ayşe’yi ekranda olabildiğince masum, ama bir o kadar yaramaz ve cesur ifadeyle, boynunda kırmızı fularıyla konuşurken gördüğümde hemen aklıma sevgili dostum Ege Üniversitesi Öğretim Görevlisi Şebnem Soygüder’in İzmir Uluslararsı Duygusal Zekâ ve İletişim Sempozyumu’ndaki sunumu geldi ve sempozyumun bildiri kitabından okuyup öğrendiklerimi paylaşmak istedim. Bir kere kırmızı hep sandığımız gibi kadının değil erkeğin rengi aslında. Adem ile Havva’dan beri kırmızı hayatımızda, hatta “Adam-Adem” İbranice “kırmızı” demek. Ve 20’nci Yüzyıla kadar kırmızı, kan ve savaşı da çağrıştırdığı için hep erkeklerin rengi olmuş. Mavi ise sakinleştirici özelliğinden dolayı kadınlara verilmiş. Meryem Ana’nın hep mavilerle tasvir edilmesi de işte bu sembolizme dayanıyor. Mitolojide savaşan erkek kırmızı olarak tasvir edilirken, Antik Yunan’da ve Yahudi kültüründe kırmızı ilâhi bir renk olarak kullanılıyor. Ortaçağ ve Rönesans’a geldiğimizde kırmızı Avrupa’nın asalet sembolü olarak çıkıyor karşımıza. Kırmızı kumaş o dönemde o kadar pahallı ki yarım metresi için bir kilo külçe altın ödemek gerekiyor; bu yüzden ancak krallar ve soylular bu renk elbise giyebiliyor. Daha sonra Ortaçağ’da fahişeliğin rengi olur kırmızı, tıpkı sarının korkaklığın rengi oldu gibi. Toplumdan dışlanan kişilere meselâ Yahudiler’e kırmızı rozet takıldığına da şâhit olunur tarih boyunca.

Kırmızının değişmeyen anlamı cesarettir

Rönesansta hem sanatçılar hem sınıf atlamak isteyenler kırmızı kep ve şapka kullanırlar. Daha sonra kilisenin önde gelenleri, kardinaller seçer kırmızıyı. Aynı zamanda devrim ve başkaldırının rengi olur. Rus, Çin ve Fransız Devrimi sırasında hep kırmızı bayrak taşınmıştır. İşin ilginci aynı zamanda faşizmin de rengi olmuştur kırmızı. Yardımcı Doçent Şebnem Soygüder’in sunumunda özellikle belirttiği gibi, otorite ve iktidarı temsil ettiği için çok ayrı eğilimler olmasına rağmen hem komünizm hem faşizm gücünü ifade edebilmek için aynı rengi kullanmış. Müslümanlar için mukaddes olmayan şeylerin ifadesiyken, Müslüman olmasına rağmen İran’da mutluluğu temsil eder. Hindistan ve Anadolu’da ise gelinlikler kırmızıdır. 20’nci yüzyılda kadının rengi olur. Cesur, kendine güvenen erkek kurallarına boyun eğmek istemeyen kadının... Aşkın rengi olur, kadın cesurlaştıkça ve şehvetin rengi olur aynı zamanda. Feminizm ise mor rengi seçer kendine. Neden mi? Mavi ile kırmızının karışımından elde edilen bir renk olduğu için, kadın ve erkek hakları eşit olsun istediği için. Gördüğünüz gibi kırmızı gibi çok anlamlı ve derin bir rengi sadece sosyalizme ait sanarak sathi bir düşünce geliştirmek yanılgıdan öteye gitmez. Ama şu bir gerçektir ki hangi kültür, din, cinsiyet olura olsun kırmızın değişmeyen anlamı; cesarettir. Ve evet, kırmızılı kadın da kırmızı fularlı kız da cesareti simgeler. Erkek egemen dünya için ise cesur bir kadından tehlikeli çok az şey vardır. Bu yüzden, Ayşe’nin söylediği gibi; kızların kırmızıyı gelinliklerinin belinden, eğmedikleri başlarına ve bükmedikleri boyunlarına çıkarması egemenleri her zaman korkutmuştur ve korkutmaya devam ediyor. Yüreği “kırmızı” tüm kadınlara selâm olsun...

Yazının devamı...

Film mevsimi...

Sinema mevsimi, tıpkı şu günlerdeki hava durumu gibi normal sıcaklıkların epey üzerinde seyrediyor. Belki de gerçekten bahar aylarından kışa bir türlü geçemediğimiz için, film maratonuna çıkmakta da biraz geç kaldık bu yıl. 2 Mart’ta, Ellen DeGeneres’in sunumuyla Oscar’lar dağıtılacak. Bu yıl 86’ncısı düzenlenecek Akademi Ödülleri’nde açıkçası, Oscar heykelciğinin “en iyi”lere verildiğini hiç bir zaman düşünmedim, ama ne olursa olsun her zaman standartın üzerinde kişi ve yapımların ödüllendirildiği de bir gerçek. Ben de her yıl, arkadaşlar arasında “Oscar tahmin” oyununa katılmayı seviyorum. Öyle kolay bir şey sanmayın bu oyunu; sadece “En İyi Film” kategorisindeki dokuz filmi izlemek ne yazık ki hiç yeterli olmuyor. Kurgu, oyuncular, müzik, miksaj, efekt gibi pek çok dal, bu dokuz filmin dışındaki filmlerden aday gösterilebiliyor. Elbette bir de animasyon ve yabancı dilde filmler var. Kısa filmleri saymıyorum bile. Dolayısıyla, tahminlerin bir kısmına katılabilmek için en az 20-25 film izlemeniz gerek. Ben bu yıl biraz geç kaldığımı itiraf etmeliyim. İki haftalık kalan sürede, dizi çekimlerimi de düşündüğümde, tüm filmleri tamamlama ihtimalim oldukça az. Geçen yıl, “Oscar” günü bu sayfada tahminlerimi yazmış ve ertesi gün büyük sükse yapmıştım. Kendi beğenilerimi ayrıca belirtmiştim, ama “Oscar” politikasını göz önüne alarak tahminde bulunup büyük oranda isabet kaydetmiştim. Bu yıl, yazımın başında da belirttiğim gibi “beni bu havalar mahvetti“ ve tembelliğe itti. Geçen yılki iddiam olmasa da izlenimlerimi paylaşmaya bu hafta itibari ile başlıyorum. Film mevsimi hararetleniyor. Bence sinemaya koşmanın tam zamanı!

Düzenbaz ve 12 Yıllık Esaret Oscar heykelciği için yarışta

Düzenbaz-American Hustle: 10 dalda Oscar heykelciğine talip. Yerçekimi-Gravity filmiyle birlikte, bu yıl en çok adaylığı olan filmlerden biri. En iyi film kategorisinde de adaylığı bulunan yapım, 12 Yıllık Esaret (12 Years A Slave) ve Sınırsızlar Kulübü (Dallas Buyers Club) çekişmesinin gerisinde kalacak bana göre. 12 Yıllık Esaret filminin, Başkan Obama’dan torpilli olduğu dedikoduları yayıldı bile. Elbette Amerika’da iktidarın torpil etkisi bizim ülkemizdeki kadar keskin olmadığından, sonuç merakla bekleniyor. 1970’lerde geçen gerçek bir hikâyeden yola çıkan suç-komedi-dram türündeki film, FBI operasyonu ekseninde gelişiyor. Ama öyle FBI’ı kahraman ve süper güç olarak gösteren filmlerden değil. Tam tersine filmin, FBI ile epey dalga geçtiğini söyleyebilirim. Filmin son derece “gerçek” hissi veren üslubu, filmin en büyük artısı olmakla birlikte, yer yer durağanlık getirebiliyor. Aksiyon beklentisi içinde gidilmemesi gereken bir film. Oyunculuklar, hayattaki kadar doğal. Özellikle En İyi Erkek Oyuncu adayı olan Christian Bale muhteşem. Sanırım bu yıl heykelciğe en yakın duran isim. En İyi Kadın Oyuncu adayı olan Amy Adams da bence Cate Blanchett (Blue Jasmin) ile birlikte bu yıl en güçlü iki adayından biri.

JENNIFER YİNE ADAY!

Geçen yılın En İyi Kadın Oyuncusu seçilen Jennifer Lawrens bu yıl “Düzenbaz” ile Yardımcı Kadın Oyuncu adayı. Maddi krizdeki Hollywood, bu genç kadını o kadar çok destekliyor ki bu yıl yine Oscar alırsa şaşmamak gerek. Elbette geçen yıl da bu yıl da son derece başarılı performanslarda izliyoruz Lawrens’ı. Ama, kendinden çok daha başarılı oyuncuların önüne geçmesinin ardında itici bir güç olduğu su götürmez. Dünyanın en etkileyici kadını bile seçilen 23 yaşındaki oyuncunun arkasında büyük bir Amerikan pazarlama sistemi olduğunu görmek güç değil. Güzel ve başarılı olduğu muhakkak, ama gişe getirsin diye abartıldığı da bir o kadar gerçek. Filmi beğendim mi: Evet, peki çok etkilendim mi? Hayır. Bana göre son derece başarılı, ama çok da çarpıcı olmayan bir film. Şu anda vizyonda. Sakın suç-komedi-dram dememe aldanıp, çocukların hoşlanacağını düşünmeyin. Çocukların filmden sıkıldığını gözlemlediğimi belirtmeliyim.

Yapay zekaya aşkın hikayesi Oscar yolunda

Aşk-Her: En iyi film adaylarından biri. Yapay zekâ olan işletim sistemiyle aşk yaşayan bir adamı anlatıyor. Kesinlikle Özgün-Orjinal Senaryo Oscar’ını alması gereken şahane bir film. Bu hafta vizyonda, kaçırmayın...

Blue Jasmine ve Cate Blanchett

Mavi Yasemin (Blue Jasmine): Woody Allen’ın Orjinal Senaryo ve En İyi Kadın Oyuncu dallarında aday filmi. Söz oyunculuktan açılmışken bu filmi es geçmek olmaz. Cate Blanchett her zamanki gibi olağanüstü bir perfermonsla karşımızda. Bu yıl ödülü alması nerdeyse garanti. “Nerdeyse” diyorum çünkü yine Oscar kuralları devreye giriyor. Akademi üyeleri için gişe hasılatı yeterli görülmeyebilir. Daha önce Elizabeth’i muhteşem oynadığında da, Hollywood’un babadan torpilli genç oyuncusu Gwyneth Paltrow’a kaptırmıştı ödülü. Oscar bahane, ama Cate Blanchett her daim şahane! Gelelim filme; açıkçası orjinal senaryo adaylığı beni çok şaşırttı çünkü Tenesse Williams’ın efsane oyunu İhtiras Tramvayı’ndan nerdeyse birebir uyarlama film. Cate Blanchett da oyundaki Blance DuBois’yu getiriyor gözümüzün önüne. Ben filmi sevdim. Ve itiraf edeyim bir oyuncu olarak Cate Blanchett’e hayran kaldım ve de çooook kıskandım.

Tiyatrodan uyarlama

Aile Sırları (August:Osage County):


Evet, oyuncu egoma yenik düştüm ve en iyi film adaylarından çıkıp, oyuncu adaylarına kırdım dümeni. En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde bu yıl 18’nci kez aday olan ve aslında hepsini almayı haketmiş olan Meryl Streep ve Yardımcı Kadın Oyuncu adayı olarak Julia Roberts karşımızda. Konu Meryl Streep olunca, “Şampiyon belli ikinci kim” diyesi geliyor insanın ama bence bu yıl ödülü alma ihtimali yok. Ama Julia Roberts bence Oscar’a çok yakın duruyor. Tiyatro oyunu tarzında film izlemeyi sevenlere kesinlikle öneririm.

Bi Küçük Eylül Meselesi

Bi küçük Eylül Meselesi: Hep Oscar hep Amerikan Sineması örnekleri vermek istemedim. Tam da 14 Şubat Sevgililer Günü ertesinde, tam size göre yepyeni bir film önerim var: Bi Küçük Eylül Meselesi. Senarist olarak adını ilk kez Ezel dizisiyle duyuran, ülkemizin en başarılı yazarlarından Kerem Deren’den yazar ve yönetmen olarak bir ilk film... Bozcaada’da geçen hikâyeye, nefis görüntüler eşlik ediyor. Farah Zeynep Abdullah ve Engin Akyürek başrolde. Özellikle gençler kaçırmamalı. İnsanın ancak yaşayarak öğrenebileceği bir şey söylüyor film. Romantizm sevenler bu filmi izlemeli!




Yazının devamı...

Ali İsmail’i unutursak kalbimiz kurusun!

Haftanın üzen olayı... Eskişehir’de “Gezi” olaylarına destek için katıldığı yürüyüşte, polisler ve bazı kişilerin saldırısına uğrayıp, 38 gün komada kaldıktan sonra yaşamını yitiren 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz’ın Pazartesi günü Kayseri’de görülen davası, halkın vicdanını bir kere daha kanattı. Şehirde yollar kapatıldı, polis geniş güvenlik önlemleri aldı. Çevre illerden 500 çevik kuvvet polisi takviye edildi. Oysa davayı izleyenlerin gözyaşlarından başka halk tarafında taşan bir şey olmadı. En ironik olan, tüm kente kontrol hakimken, mahkeme salonunda Jandarma Uzman Çavuş olduğunu beyan eden ve sanıklardan birinin amcası olduğu iddia edilen bir kişinin arbedeye yol açmasıydı. Eskişehir’de görülen davanın, güvenlik nedeniyle Kayseri’ye nakline ise hukukçular da bir anlam veremedi. Üstelik dava dörde bölündü. Bu da, yargı sürecinin sağlıklı işlemesi konusunda iyice şüphe yarattı. Örneğin Kayseri mahkemesi, Eskişehir’deki olay yerini yetki alanı dışında kaldığı için inceleyemeyecek. Tanıklar farklı illerde ifade verecek. Mesela, Korkmaz Ailesi Hatay’da ifade verirken, polis memuru Selçuk Bal Ankara’da dinlenecek. Bu kadar parçalanmış bir davada her mahkemenin bir bölümüne hayiz olduğu dava hakkında nasıl sağlıklı bir sonuç çıkacak, işte Baro Başkanı dahil tüm hukukçuların endişesi bu. Gencecik bir insanın suçsuz yere öldürülmüş olması zaten yürekleri yakarken, duruşmada yaşananlar herkesin içindeki ateşe benzin atmaya devam ediyor. Eskişehir’de fırıncı ocakçısı olarak çalışan ve polisin isteği üzerine Ali İsmail’i çelme takarak durduran Ebubekir Harlar, “Polislerin öldüreceğini bilseydim, Ali İsmail’i durdurmazdım” diye ifade verdi. Sanık polislerin tümünün olay yerinde olduklarını da ekledi. Ali İsmail’in “yapmayın” diye yalvardığını, polislerin de “iyi stres attık” dedikleri de iddianamede yer aldı. Polisler, tanıkların ifadelerini ve iddiaları reddetti, “Biz yapmadık” dedi. Hatta “Bizim dövdüğümüz Ali İsmail değildi” dediler. Dövüldüğü iddia edilen diğer genç ise sokağa geldiğinde Ali İsmail’in çoktan ölmüş olduğunu söyledi. Ve bizler, tüm bunların, Ali İsmail’in annesi Emel Korkmaz’ın önünde yaşanmasına tanık olduk. Biz gördüklerimize,duyduklarımıza dayanamazken, onun acısı hepimizin yüreğini bin kez daha dağladı. Sonuç: Dava dörde bölündü, sanık polis memuru Yalçın Akbulut’un tutuklama istemi reddedildi ve 14 saat süren duruşma 12 Mayıs’a ertelendi. Hemen ertesindeki Mehmet Ayvalıtaş davasında yaşananlar ise çok daha vahimdi. Zaten yargıya itimadı azalmış halk iyice huzursuz oldu. Derinden yaralanmış vicdanlar artık daha çok kanıyor. Çünkü Ali İsmail halkı temsil ediyor ve bu halk, polis de olsa suçlunun cezalandığını görmek istiyor. Bu halk, polisin kendinden üstün tutulmadığını görmek, polisin görevinin halkın canını korumak olduğunun hatırlanmasını istiyor. Bu halk artık kendini güvende hissetmek istiyor.

En dehşet verici: Philip Seymour Hoffman’ın trajik ölümü

Philip Seymour Hoffman’ın ölümü... 46 yaşındaki muhteşem yetenekteki oyuncunun zamansız ölümü bir yana, ölüm şekli hepimizi dehşete düşürdü. İlk gelen haberler Hoffman’ın evinin banyosunda, kolunda şırınga ile bulunmuş olması. Her şeyi olduğunu sandığımız birinin, kim bilir ne büyük boşlukları doldurmaya çalışırken yaşamının son bulması yürek parçalıyor. Daha bir gün evvel Instagram grubumuz #Turkishfollowers ile birlikte ülkemizdeki büyük uyuşturucu tehlikesi “Bonzai” karşıtı bir ilan vermiştik. 10 liraya köşe başlarında çoluk çocuğun alabildiği bu kimyasal madde konusunda çok dikkatli olmaz ve önlem almazsak yakın zamanda vahim sonuçlarla karşılaşabiliriz.

En muhafazakâr kentlerimizden Konya’da, ana cadde üzerinde selektör yapana Bonzai servis edildiğini görmek zor değil. 13 yaşındaki çocukların elinde bu zehir. “Benim başıma gelmez” dememeli ve tüm çevremizi uyarmalıyız. “Eroin” değil diyerek bu illeti hafife almamalıyız. Ve şunu hep hatırlamalıyız, parası, ailesi, kariyeri, saygınlığı ve bir de Oscar heykelciği bulunan Hoffman’ın başına gelebiliyorsa uyuşturucu tutsaklığı, herkesin başına gelebilir. DİKKAT!

En korkutan: ‘Sevhen’ değil ‘re’sen’ sansür dönemi başladı

İnternet sansürü! Ha bugün ha yarın, aniden geçiveren torba yasaların hangisinin ağzından dökülecek diye korkuyla beklemedeydik bir süredir ve çarşamba gece yarısı korktuğumuz başımıza, internete de sansür geldi. Sakın bana “Aman ne güzel işte sapık siteler engellenecek” gibi bir kandırmacayla gelmesin kimse. Çünkü endişe veren, tarifi muğlâk yasanın, kontrolsüz kontrole imkân vermesi. Üstelik bu ülkede az buçuk okur yazar olan herkes, tek iletişimin ve en sıcak habere ulaşma kaynağının sosyal medya, internet gazeteciliği ve bloglar olduğunu biliyor. Elbette, internetin tehlikeleri var. Ama bu yasayla TİB Başkanı sorgusuz sualsiz istediği her siteyi kapatabilecek, kişisel sayfaların erişimini kesebilecek. Yabancı basın çok mu eleştiride bulundu engellenebilecek, bir ev hanımı zamlardan mı şikâyet etti engellenebilecek, bir yerde şahit olduğun olayın videosunu mu koydun engellenebilecek! Alabildiğine geniş bir tanımdan söz ediyoruz yani. Özetle, TİB Başkanı’nın hoşuna gitmeyen herhangi bir fikir sorgusuz sualsiz, hatta yayınlayan internet sitesine dahi haber verilmeden yok edilebilecek. Üstelik çok ciddi cezalar da pakete dahil. Hoşa gitmeyen bir tweet atmanın bedeli bakalım kaç bin liraya mâl olacak! Tabii, internet sitelerine de kontrol zorunluluğu geldiği için Batı’ya göre zaten çok yavaş olan internetimizin iyice yavaşlayacak olması da cabası! Daha yasa geçmeden “sehven” uygulamalar başlamıştı. İşte bu haftanın bir başka bombası; BTK (Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu) ile TİB (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı), CHP milletvekili Umut Oran’a, kişisel internet sitesinde yayınladığı Atv-Sabah satışına ilişkin soru önergesinin kaldırılmasına yönelik bir yazı göndermiş. Aynı yazı, başka haber sitelerine de gönderilmiş. Yani, BTK ve TİB bahsi geçen sorunun kaldırılması için harekete geçmiş. BTK açıklamasında artık hepimizin kulağına aşina olan “sehven” ibaresini kullandı. “Sehven” ne anlama geliyor şimdi derseniz, “dalgınlık ya da unutkanlık sonucu yanlışlıkla” diye açıklayabiliriz. Aslında, çoğunlukla “yersen” anlamına gelebilecek örneklemelerde kullanıldığını görüyoruz. Hani insana “yuh artık bunun da dalgınlıkla yanlışlığı mı olur” dediği cinsten “sehven” vakalarını artık çokca yaşıyoruz. ÖSYM, 2011 yılındaki YGS soru kitapçıklarında şifreleme olduğunu “sehven” kabul etmişti. Şimdi hepimizin sosyal medyaya yazdıklarımızda “sehven kurban” olabilir ve bir bakarsınız internet sitelerinden insanları fazla uyandıracak açıklamalar, sorular, fikirler “sehven” kaldırılabilir. Eh artık yersen!

En bomba “Fikr-i Takip”: Ah bu öğrencilerin çektikleri

Hemen her hafta SBS ya da TEOG ile ilgili yazıyorum. Birkaç haftadır, geçen yılki liseye yerleştirme sınavı olan SBS nin mahkeme kararıyla iptal edildiğini ve tüm öğrencilerin yabancı dil puanlarının tekrar hesaplanması gerektiğini de yazmıştım. Tabii ki tam tahmin ettiğim gibi MEB bir üst mahkemede itirazını yaptı, ama reddedildi. Gene sonuç tahmin ettiğimiz gibi oldu; okullarında okuyan öğrencilerin hakkı bâki kalacak, ama yeni hesaplamada puanı yüksek çıkan öğrenciler bir üst tercihlerine geçebilecek. Daha önce de defalarca yazdım, gene söylüyorum: Bu yıl ki sınavlarla ilgili iptal ya da değişikliklere de hazır olun! Demedi demeyin!

Yazının devamı...

İstanbul’un en kozmopolit semti Karaköy!

Eski ile yeniyi kucaklayan Karaköy’ü tarihçi ve seyahat yazarı Saffet Emre Tonguç ile keşfe çıktık...

İstanbul’un en eski, en işlek ve en kalabalık semtlerinin başında gelen Karaköy’e götürmek istiyorum sizi bugün. Bizim ailece Karaköy hastalığımız mâlum. Bağdat Caddesi ya da İstinye Park yerine her daim Karaköy’ü tercih eden 12 yaşında bir kızım olduğunu söylemem, sanırım bizim Karaköy takıntımızın büyüklüğünü anlatmak için yeterli olur. O kadar ki, Karaköy İskelesi’ne adımımızı atar atmaz, balık, egzoz, insan ve deniz karışımı kokusunu derince içine çekerek “Toprağıma geldik” diyor Ada her seferinde. Oysa bırakın Karaköy’ü, İstanbul’un Avrupa yakasında hiç oturmadık biz. Üstüne üstlük bir de İzmirliyiz. Hemen her hafta, ya tarihi yarımadaya, ya Eminönü’ne, ya Galata’ya, ya da Balat’a ailece aramızda küçük fotoğraf ve yeme-içme turları düzenlediğimizden sıkça bahsediyorum. Bu defa işi ehline bıraktık ve “İstanbul Hakkında Her Şey” kitabının yazarı Saffet Emre Tonguç’un peşine takılarak, Karaköy’ü derinlemesine bir keşfe koyulduk.



Size önce biraz rehberimiz, Saffet Emre Tonguç’tan bahsetmeliyim. “Ağzından bal damlıyor” derler ya işte öyle bir anlatıcı. Tarihçilerin genellikle monoton ve hatta bazen insana sıkıcı gelebilen üsluplarının tersine Saffet Emre, dünyanın en canlı ve eğlenceli tarihçilerinden biri herhalde. Üstelik öyle bir merak iç güdüsü var ki, gördüğü her taşın nerden geldiğini, üzerine kimlerin ayak bastığını ve hatta sonra o insanlara neler olduğunu bilmek istiyor ve biliyor da. Hangi deyim nerden gelmiş, kelimelerin oluşumuna hangi hikayeler eşlik etmiş, tarih şekillenirken hangi entrikalar bugünü belirlemiş, hepsini “az sonra” diyerek, hafif ve magazinel bir hava vererek, insanın merak iştahını kabarta kabarta anlatıyor yol boyunca. Lâfın kısası, eğer İstanbul’u eğlenerek ve pek çok şeyi aynı anda öğrenerek heyecanla keşfetmek istiyorsanız, muhakkak Saffet Emre Tonguç’un turlarına katılın. Yalnız bir uyarı, rezervasyonunuzu çok önceden yapmalısınız. Size garanti ederim nereye gittiğinizin bir önemi yok, rehberiniz Saffet Emre ise size her yer güzel...

Tur programı için: www.saffetemretonguc.com



Tarih boyunca İstanbul’un çekim merkezi

Evet gelelim eskilerin “şehre” anlamına gelen “Stan Polis” yani İstanbul’un belki de en “çok kültürlü”, en işlek ve en renkli semti Karaköy’e... Karaköy, bildiğiniz gibi Beyoğlu’na bağlı ve eski “Antik Galata” semtinin bugünkü adı. Galata Köprüsü sayesinde Eminönü’ne bağlanır. Azapkapı’ya, Şişhane’ye, Beyoğlu’na ve Tophane’ye açılan bir kapı gibidir. Haliç’in ağzında yer alır ve Bizans’tan beri limanı vardır. Bu yüzden de tarih boyunca hep çekim merkezi olmuştur. Osmanlı Devleti’nin finans merkezidir. Ceneviz, Venedik, Katalan tüccarlardan tutun, Rum, Ermeni ve Gürcü’lere, İngiliz, Fransız, İtalyan’lardan bölgeye çok iz bırakmış Sefarad Yahudileri’ne kadar pek çok misafiri olmuş Karaköy’ün. Osmanlı döneminde bankacılık ve sigortacılığın merkezi olmuş. Bugün hâla “Bankalar Caddesi” dememiz de kuşkusuz bu sebeple. Bugün yine ticaret ve ulaşım merkezi olması özelliklerini koruyor bölge. Bu yüzden de her daim çok kalabalık ve hep çok canlı. Tarihteki görkemli yıllarını adeta üzerine çektiği maalesef biraz pespaye bir örtünün ardında bırakan Karaköy, son yıllarda tozunu silkeleyip bambaşka bir çehreye bürünmeye başladı. Yalnız ticaret değil, günden güne eğlence, sanat ve yeme-içme kültürünün cazibe merkezine dönüşüyor. Birbiri ardına açılan sanat galerileri, tasarım atölyeleri, şık ama bir o kadar kimlikli kafeleriyle İstanbul’un tarihi ile modern yüzünü ustalıkla kaynaştırıyor bugün. İstanbul’un belki en eski ama bir yandan da hızla gelişmeye devam eden, yani tarihteki yolculuğuna devam eden bu semti, ziyaretçilerine çok şey vaadediyor.



Her sokağında bir gizem saklı

Karaköy’ün sokaklarını gezerken insan sanki ülkeler arası geziyor gibi hissediyor. Kılıç Ali Paşa Camii’nin yanında Osmanlı soluğunu alırken, hemen yanındaki sokakta bugün ne yazık ki otopark olmaya reva görülmüş Bizans kalıntılarını görüyorsunuz. Hemen az ilerde, benim en sevdiğim mekân olan ve bana kalsa her semtte ihtiyaç duyulan “Dem” çay evinde, çayınızı yudumlarken ise Madrid’de bir sokakta olduğunuza yemin edebilirsiniz pekâla. Gözlerinizi dört açıp, başınızı biraz yukarı kaldırarak yürümelisiniz yollarında. Üstü tarihi binaların ne yazık ki altları demir kepenklerle ve çirkin tabelalarla dükkan sahiplerinin umursamazlığına yenik düşmüş çünkü maalesef. Ama yeni yapılmakta olan galeri ve kafeler, çoğunlukla buranın tarihsel güzelliğinin izini sürme gayretinde. Binaların arasında sıklıkla küçücük kiliseler göreceksiniz. Kendileri gibi küçük etnik grupların ibadethanesi olan bu kiliseler bambaşka bir gizem katıyor sokaklar. Hepsinde bir hikaye, bir hüzün gizli.



Çatı kiliseleri ‘gizli hazine’ gibi

Saffet Emre ile Karaköy’de yaptığım en büyük keşif “Çatı kiliseleri” oldu. İtiraf edeyim, ömrümde ilk kez böyle bir yapılanmanın varlığından haberim oldu. Rus Ortodoks Kiliseleri, gizli bir hazine gibi unutulmuş apartmanların çatılarında. Rehberimizin anlattığına göre bu dört çatı kilisesi, Rus hacıların Yunanistan’daki Aynaroz Dağı’na veya Kudüs’e giderken mola verdikleri dinlenme evlerinin üstüne şapel olarak yapılmış. Bunlara, “Podvoriyes” ismi verilmiş. Rahip, şapelin hemen altındaki katta, misafirlerde onun altındaki katlarda kalırmış. Saffet Emre önde biz arkada, bu dinlenme evi olarak kullanılan apartmanın merdivenlerinden yukarı çıkarken daha, mermer basamakların aşınarak aldığı şekil insana buranın eskiliği ve ne kadar yoğun bir yaşanmışlığı olduğu konusunda bir fikir veriyor hemen.

En üst kata çıktığımızda, dört çatı kilisesinin en eskisi yani ilk yapılanı “Aya Andrea” karşıladı bizi. Bir salon büyüklüğünde, renkli ikonalarla bezeli bu sevimli yer sanki masal kitabının bir sayfası gibiydi. Yeteri kadar iyi anlatamayacağımı düşündüğümden bir fikriniz olsun diye eşimin izin alarak çektiği fotoğraflardan paylaşıyorum sizinle. Aslında 85 yaşındaki papazla da sizi tanıştırmak isterdim, ama fotoğraf çektirmeyi sevmediğini söyledikleri için cesaret edip soramadım. Bir başka gün burayı yine ziyaret etmek istediğinde ne yazık ki kapalıydı. Anladığım kadarıyla, Saffet Emre olmadan her kapıyı açmak kolay olmuyor İstanbul’da.

“Bilmemek değil öğrenmemek ayıp” demiş atalarımız. İşte ben de, Ermeni Katolik Kilisesi olduğunu bilmiyordum bu kentte! Şimdi pek çok kişi “Ermeni Ortodoks demek istedi herhalde” diye geçirmiştir içinden. Hayır efendim, “Ermeni Katolik Surp Hisus Pirgiç Kilisesi” diyorum. Ermeni mimarisi ile Katolik uslüp harmanlanmış gibi çok farklı bir yapı olduğunu söyleyebilirim.



Her şey nev-i şahsına münhasır

Karaköy’de çok fazla sayıda sinagog da bulunuyor. Semtin adını, 19’uncu Yüzyıl Karaim Yahudileri’nden almış olduğunu düşündüğümüzde elbette buna şaşırmıyor insan. Neve Şalom Sinagogu ve bu gün sanat merkezi olarak kullanılan Tofre Bigadim Sinagogu bir kaç örnek sadece. Karaköy’de her şey nev-i şahsına münhasır... Örneğin; Yeraltı Camii. Bir zamanlar caminin yerinde, Haliç’e izinsiz girişi engellemek için konulan zincirin bulunduğu bir kule varmış. Ayrıca Kılıç Ali Paşa Camii’nin muhteşem güzellikte olduğunu belirtmeliyim. Hamamı ise bu gün İstanbul’un en iyi hamam işletmelerinden olarak gösteriliyor. Arap Camii de bir başka güzel. Ama son yıllarda eklenen abdest çeşmeleri keşke bu kadar çirkin yapılmasaymış. Ortada caminin orjinal çeşmesi ne kadar güzelse, kenardaki umumi tuvaletleri andıran çeşmeler o kadar rezalet! T.C Ziraat Bankası, Deniz Yolları ve Denizcilik İşletmeleri, Karaköy Palas, Nordstern Han ve Kemankeş Caddesi’ndeki Süslü Karakol binaları bu bölgenin mimarisinin en güzel yapı örnekleri.

Karaköy’de rejim yapmayı unutun

Karaköy’e gidince, rejimi filan unutun! Sabahtan akşama durmadan canınızın çekeceği bir şeyler olacak. İşte benim müdavimi olduklarım: Namlı’da kahvaltı, limandan sokakta satılan irmik helvası, meydandan el arabasından balık-ekmek, Nev’de çay, kahve isterseniz Nev’in hemen yanında Press Karaköy (çoğu kafe Kemankeş mahallesinde bilginize), Güllüoğlu’ndan kadayıf-baklava ama çayı da çok güzel, Karaköy Lokantası, Mahmut Usta Osmanlı Mutfağı... Bej, Nar, Karabatak, Ma’Nâ, Ops, Lokanta Maya, Naif İstanbul ve Ferah Feza ise en kısa zamanda gitmek istediklerim listemde bulunuyor. Özetle, ne gezerek ne yazarak bitirilecek gibi değil Karaköy. Her zaman en güzel, her zaman en gözde olmaya da devam edecek belli ki. Bunlar benim öğrendiklerim. Son yıllarda bir yeraltı yolu da bulundu. Yakında Karaköy’ü bir de yer altından gezmek niyetindeyim. Kim bilir daha ne hazineler saklıyor bu muhteşem semt ve ne sürprizler barındırıyor ziyaretçileri için. Herkese iyi keşifler dilerim...

Yazının devamı...

Fotoğraf makineleriyle ilgili bilmeniz gereken her şey

Fotoğraf merakı günden güne yaygınlaşıyor. Elbette makinelerin artık çok çeşitli ve ulaşılabilir olması, dijital makineler sayesinde film ve banyo masrafının olmaması fotoğraf dünyasının kapılarını ardına kadar kaçtı. Instagram gibi sosyal medya aracılığıyla fotoğrafların kolaylıkla ve anında paylaşılabiliyor olması ise fotoğrafçılığı cazibe merkezi haline getirdi. Bu hobiye gönül veren pek çok kişi, günümüzde hemen herkesin fotoğrafçılıkla haşır neşir olmasından rahatsız. Ben tam tersini düşünenlerdenim. Çok kişinin, kolaylıkla fotoğrafçılığı deneyebiliyor olması bence muhteşem. Dünyanın neresine gidersem gideyim herkesin elinde bir dijital makine var ve benimle benzer heyecanı paylaşan insanlar olduğunu görmek bana mutluluk veriyor. Çekilene müdehale edilemeyen cep telefonları ile çekim yapmayı fotoğrafçılık sayamasak da insanlara keyif verdiği ve fotoğrafçılığa teşvik ettiği için bence önemli. Bir kere hayatı karelerle anlatmak hevesi içinize düştüyse, bir fotoğraf makinesi alarak yollara döküleceksiniz, mecbur. Peki ama bu hobiye nerden başlayacak ve ortağınız olacak ilk makinenizi nasıl seçeceksiniz?



Tecrübeyle sabit ipuçları

- Çekim tarzınız, belirleyici en büyük etkendir. Neyi fotoğraflamak istediğinizi biliyorsanız, doğru yoldasınız. Temel olarak fotoğraf çekim alanları portre, manzara, haraketli objeler (kuş, spor karşılaşmaları, araba, motorsiklet yarışları gibi...), günlük yaşamdan kesitler, makro (çok yakın), durağan objeler, gece çekimleri, moda çekimleri, stüdyo çekimleri gibi bölümlerden oluşur. Kendinize sormanız gereken ilk soru ben hangi alan ile ilgilenmek istiyorum olmalı.

- Kişilik özellikleriniz, ilgi alanlarınızı belirledikten sonra kişisel özellikleriniz ve tarzınız makine seçiminde rol oynamaya başlar. Bir şeyi istemekle onu gerçekleştirmek için uğraş vermek farklı iki konudur. İstemek en kolay olanıdır. Örneğin, ilgi alanınızı kuş fotoğrafçılığı olarak belirlediniz. Sizi bekleyen zorlu bir yol var. Kuş çekmek istiyorum deyince, mutlaka DSLR ve 300-400 mm ağır lensler taşımak zorundasınız. Kuşların olduğu bölgelere seyahet etmelisiniz. Saatlerce uygun pozu yakalamak içim uğraş vermelisiniz. Seyahat etmekten hoşlanmıyorsanız, bu kadar zaman ayıramayacağınızı düşünüyorsanız, sabırlı değilseniz o zaman bu alanı seçmeniz doğru olmaz. Yaptığınız yatırım boşa gider, fotoğraf hevesiniz başlamadan sona erer.

- Fotoğraf makinesi seçerken önce ebatlarına dikkat edin. Ağırlık, en dikkat etmeniz gereken unsur. Makinelerin özelliklerinin gözünüzü boyamasına izin vermeyin. Ayrıca emin olun çoğu dijital uygulamayı kullanmayacaksınız. Dikkat etmeniz gereken, taşımaktan yüksünmeyeceğiniz bir makine seçmek. Aksi halde, makine evde sizi bekler ve bu da fotoğraf çekme isteğinizi daha yolun başında köreltir. Unutmayın bu iş pratikle olur. Boyutları ve ağırlığı elinize rahat gelmeyen makineden uzak durun.

- Yüksek görüntü kalitesi istiyor, daha çok sokak fotoğrafçılığı, portre ya da manzara çekmek istiyorsanız ya da en azından aslan, kaplan, kuş gibi çok hareketi anların peşinde koşmayı düşünmüyorsanız mutlaka son yılların buluşu olan aynasız fotoğraf makinelerini tercih edin. İçindeki ayna sistemi kaldırıldığı için hafifleyip küçülen makineler kullanım kolaylığı sayesinde, insanı fotoğraf çekme konusunda motive ediyor. Ben, piyasaya sürüldüğünden beri aynasız fotoğraf makinelerini tercih ediyorum. Her yıl daha da gelişen teknolojisi, hafifliği ve aynı kalitedeki DSLR’e oranla hafifliği tercih sebeplerim. Benim gibi boyun fıtığınız varsa kesinlikle siz de bu grup makinelerden birini seçin.

- Kendinizden emin değilseniz ucuz makinelerle işe başlayabilirsiniz. Cihazın, size yetmediğini düşündüğünüzde, değiştirmeniz daha doğru olur. “Bir kere alınıyor” diye düşünmek kesinlikle yanlıştır.

Başlangıçta büyük paralar harcamak yerine kendinizi geliştirdikçe daha üst seviye makinelere geçmek daha mantıklı. Üstelik internet üzerinden ikinci el makineleri satmak hiç de zor değil.

- Mutlaka temel fotoğrafçılıkla ilgili iyi bir kursa gidin. Öğrenme sürecinizi hızlandıracaktır. İlgi duyduğunuz alanla ilgili başka fotoğrafçıların çektiklerini sürekli inceleyin, gelişiminize büyük faydası olacaktır. Fotoğrafçılıkla ilgili kitaplar alın. Arada bir ilgilendiğiniz bir hobi gibi davranarak değil hayatınızın bir parçası olarak görürseniz ilerleme kaydedebilirsiniz.

- Çözünürlük (megapiksel) her şey demek değildir. Önceliği makinenin görüntü sensörünün büyüklüğüne verin. Unutmayın sensör büyüklüğü ISO performansını da arttırmaktadır. Makinenin büyüklüğü ile sensör büyüklüğünü karıştırmamak gerek. Sensörünüz ne kadar büyükse görüntü kaliteniz o kadar artar. Sakın, pazarlama için makinelerin üzerine kocaman yazılan megapiksel büyüklüğüne kanmayın.

- Beyaz ayarı, poz telafisi, seri çekim modu, fokus noktasının seçimi ve bunun gibi işlemleri butonlar aracılığı ile menüye girmeden makine üzerinden doğrudan yapabilmeniz, çekim ayarlarını değiştirirken size çok büyük kolaylık sağlar.

- Benzer özelliklere sahip olanlar arasında, yeni piyasaya çıkmış olan makineleri tercih etmeye çalışın. Ne de olsa teknoloji sürekli gelişiyor. Genelde yeni çıkanlar, bir sene önce piyasaya çıkmış olanlardan daha gelişmiş görüntü sensörüne sahip oluyorlar. Mutlaka ilk piyasaya sürülüş tarihini kontrol edin.

- Makineniz kadar belki daha önemli olan lensin kalitesine önem verin. Makinelerle birlikte paket olarak sunulan lensler genellikle çok iyi değildir. Ayrıca büyük aralıklı zoom lensleri de tercih etmeyin. Yani hem çok yakın hem uzak çekimi tek lense indirgemeye kalkmayın. İşe başlarken diyafram değeri 2,8’i aşmayan iyi bir 50 mm. lensi, makinenizle birlikte mutlaka alın.



DSLR ve aynasız makine arasındaki fark nedir?

Günümüzde DSLR makinelerin yıllar süren pazar hakimeyeti aynasız fotoğraf makinelerinin pazara çıkmasıyla sarsılmaya başladı. Aynasızlar da, klasik DSLR makinelerin içindeki ışığı vizöre yansıtan ayna mekanizmasını kaldırılmış, optik vizor iptal edilmiş. Bu tür makinelerde elektronik vizor kullanılmaya başlanmış. Aslında baktığımız vizor, küçük bir ekrandan ibarettir. Aynasız makineler ayna sisteminden kurtulduğu için boyutları küçülmüştür. Ağırlıkları da DSLR dan yüzde 50-yüzde 60 daha hafif hale gelmiştir. Aynı zamanda lenslerin ağırlıkları da 1/3’üne düşmüştür. Aynasız makineler ilk kez Japonya’da iki sene önce boy göstermeye başlamışlardır. DSLR makine pazarının tartışmasız iki lideri Canon ve Nikon’a tepki olarak geliştirilmiş bir teknoloji. Panasonic, Olympus, Sony, Ricoh, Fujifilm, Samsung, Pentax gibi firmalar doğrudan aynasız makineler geliştirmek için yatırım yapmışlar. Bu markaların yakın zamanda klasik DSLR üretimini bırakıp tamamen aynasız üretimine geçmeleri beklenmekte. 2012 yılında Japonya’daki fotoğraf makine satışlarının yüzde 50’si aynasız olarak gerçekleşmiş. Bu oran Avrupa’da yüzde 15 civarında. Ve unutmayın her zaman fotoğraf makinelerinin Rolls Royce’u, “Leica“dır.

Yazının devamı...

Çoluk çocuk Barselona’dayız

Günümüzde herkesin yoğun bir yaşam trafiği var, mâlum. İş-güç bir yandan, çocukları olanlar için okul vesaire koşuşturması öte yandan, herkes için en kıymetli şey; zaman. Güçlükle ayarlanan 3-4 günlük zaman dilimlerini seyahate ayırmak isteyenler, sıkıştırılmış zamanda en keyifli anıları biriktirmek istiyor haklı olarak. Hele bir de çoluk-çocuk bir program ise planlanan, gidilecek yerin seçimine doğru karar vermek ayrı bir önem taşır. Eğer sömestrin ikinci haftası için “üç günlük bir kaçamak” niyetiniz varsa ve hala karar veremediyseniz, yurt dışına çıkabilme ihtimaliniz de varsa size kesinlikle ailece mutlu olacağınıza inandığım bir önerim var: Barselona.

Aslını sorarsanız, ben geniş zamanların insanıyım. Seyahat söz konusu olduğunda da “hayat koşuşturmacası” filan tanımam ve ne yapar eder, uzun geziler için zaman ayırmaya özen gösterir, hatta kızmayın ama bunun biraz da insanın elinde olduğunu düşünürüm. Hele maddi durumu yerinde olup da, gezmeye vakit bulamamaktan yakınanları hiç anlamadığım gibi, onlar için biraz da üzülürüm hatta. Ama benim bile gezi için vakte sıkıştığım zamanlar oluyor elbette. Bu yıl dizi çekimleri filan derken, Ada ile her sene sömestr için yaptığımız uzun tatiller “yalan” oldu! Ben yine de tüm imkansızlıklara rağmen, üç günlük bir kaçamağı kafama koydum ve Barcelona’ya uçtum.

Ne zaman üç gün için bir yerlere kaçmak istesem, genellikle Barselona’yı seçtiğimi fark ettim. “Kardeşim” dediğim Aslı ile birlikte, yıllar önce, eşlerimizi de alıp gitmiştik ilk kez. Sonra, çocuklarımız çok küçükken bunalıp kaçamak yaptığımızda bu kez kız-kıza gitmiştik, yine üç gün. Ve geçen hafta, onun iki kızı ve benim kızımla birlikte toplam beş kız, üç gün için bir yerlere kaçalım dediğimizde, yine seçimimiz aynı oldu: Barselona. Özellikle kadın kadına ve çocuklarla gitmek için ideal bir yer Barselona. Derli-toplu, güvenli (sadece çantalara hakim olmak önemli, ben bir kere her şeyimi çaldırmıştım mesela), karmaşadan uzak ve sakin olup buna karşılık yakın mesafeler içinde gezilecek ve eğlenilecek çok yeri olması büyük avantaj... Hele bir de boğazınıza düşkünseniz ve de deniz mahsülü seviyorsanız, siz de çok keyif alacaksınız demektir. Elbette, on gün de kalsanız, yapacak çok şey bulursunuz bu küçük ama çok renkli kentte. Yine de üç gün sonra dönerken belli başlı her yerini görmüş olmanın doyumu ile “yetti” diyebileceğiniz nadir şehirlerdendir. Doğru bir planlamayla, “ah yetiştiremedik” demeden dönmeniz için işte size gezi notlarım:


BİRİNCİ GÜN:

Tatilimizi üç gece planladık. Cumartesi öğle saatleri gidiş ve salı akşam üstü uçağı ile dönecek şekilde organize olduk. Özellikle, çocuklarla seyahat ediyorsanız, uçuş saatleri önemlidir. Her ne kadar yolculuk üç saat sürse de bagaj, otele geçiş, işlemler derken odaya yerleşmek epey zaman alıyor. Bizim de ilk günümüz bu teferruatlarla geçti, ama işin güzel yanı tam akşam yemeği vakti Barselona’nın kesinlikle gidilmesi gereken tarihi bir lokantası olan “7 Portes”deki yerimizi almıştık. İspanyollar geç yediği için, akşam saat 20:00 civarı lokantanın kapısında olup, 45 dakika bekledikten sonra yer bulabildik, ama yine de rezervasyon yaptırmanızı öneririm. Bu mekana, kurulduğundan beri müdavim olan dünyaca ünlü starların isimlerinin masalara verildiğini göreceksiniz. İspanyolların milli yemeği “Paella”nın en güzelini burada yiyebilirsiniz. Midyesi de muhteşem. Fiyatlar, bizim ülkemizdeki balık lokantalarından uygun olmakla birlikte, son dönemde Euro’nun yükselmiş olması Avrupa seyahatlerinde insanı epey zorluyor. Bu gidişimde, marketten su alırken bile pahalı geldiğini itiraf etmeliyim. Gece, yemeği fazla kaçırdığımız için biraz yürüyüş yaptık. Sonra evimize gittik. Evimize diyorum, çünkü bir apartman dairesi kiraladık. Avrupa’da gittikçe yaygınlaşan bu sistem İspanya’da çok uzun zamandır var. Ben, uzun yıllardır, İspanya’nın çok yerine yaptığım seyahatlerimde konaklamak için bir “apartmentos” seçiyorum. Özellikle aileler için çok konforlu ve avantajlı olduğunu garanti ederim. Dikkatli seçim yapmak önemli. Ben Barcelona için “Bonavista Apartments”ı kesinlikle tavsiye ederim.


Paris’in en ünlü caddesi nasıl Champs-Elysees (Şanzalize) ise, Barselona’nınki de “La Rambla” ve onun da en güzel kısmı “Passaig de Gracia”dır. Bizim evimiz de işte bu caddedeydi. 2 oda, 1 salon, 1 banyo-tuvalet, 1 misafir tuvaleti, yemek alanı ve mutfaktan oluşan dairemiz, yepyeni ve pırıl pırıldı. Beş kişi bu evi paylaştık. Hem çok rahat ettik hem de yarı yarıya kâr ettik. Unutmayın, bu dairelerde oda servisi gibi hizmetler olmaz. Her gün oda temizliği yapılmaz. Ek temizlik istediğiniz zaman (20 Euro gibi) ek ücret ödeyerek odanızı istediğiniz zaman temizletebilirsiniz. Rezervasyonlarınız için, www.booking.com sitesini güvenle kullanabilirsiniz.


İKİNCİ GÜN:

Sabah pek erken kalkamadık. Sabah kahvaltısı, hele ki yurt dışında çocuklar için bir problemdir. Üstelik, Avrupa’da pastane ürünleri çok fiyatlı olduğu için, yarım yamalak bir sabah atıştırması için öğle yemeği parası ödenir. Biz, akşamdan bir markete uğrayarak, ekmek-peynir-süt filan gibi temel yiyecekleri almıştık. Sabah evde çocuklara bir şeyler yedirdikten sonra, “hop on-hop off” adı verilen, iki katlı üstü açık turistik otobüslere iki günlük bilet aldık (1 kişi 20 Euro civarı). Mâlum bu otobüslerle istediğiniz yerde inip, istediğiniz yerde tekrar binerek aynı biletle dilediğiniz kadar seyahat edebiliyorsunuz. Turuncu ve yeşil iki ayrı güzergâh var. Turuncu daha çok kentin çevresini, yeşil ise merkezini gezdiriyor. Yeşil elbette daha keyifli ama turuncu ile de “Olimpiyat köyü” gibi değişik yerlere gidebiliyorsunuz. Biz ilk gün turuncu, ikinci gün yeşil hattı seçerek, tüm Barcelona’yı katetmiş olduk. Çoğu durakta hiç inmedik. Ama Olimpiyat Köyü’nde çok güzel vakit geçirdik. 1992 Olimpiyatları’na ev sahipliği yaptığı dönem için, tarihi İspanya’yı yaşatan bir köy kurulmuş. Bugün, sanat galerileri, el işleri ve küçük dükkanlara ev sahipliği yapıyor.


Çin malı ürün satışı yasak. Hediyeliklerin, şalların, yelpazelerin en kalitelilerini ve değişik tasarım objeleri burada bulabilirsiniz. Barselona’nın en güzel flamenko eğlencesi de yine bu köyde. Yemek için 74 numaralı lokantayı öneririm. Akşamüstü yeniden La Rambla’ya döndüğümüzde mumya müzesine gittik. Çocuklar çok etkilendiler ve içinden çıkmak istemediler.


ÜÇÜNCÜ GÜN:

Gaudi. Benim ve çocuklar için de en keyifli gezi Barcelona’ya hayat veren ve bu kenti masal kitaplarındaki şehirlere dönüştüren mimar Gaudi’nin yaptığı “Park Guell” turumuzdu. Anlatılmaz yaşanır. Kendinizi, Alice’in Harikalar diyarında hissedeceğiniz, nefis bir park. İçinde yaşamı hissedeceğiniz bir sanat eseri. Çocuklar için unutulmaz bir deneyim. Biz yeşil hat ile Gaudi’nin Battlo Evi, Casa Mila ve en ünlü yapıtı “La Sagrada Familia”yı gördükten sonra Park Guell’de inerek, 2-3 saat çocuklarla birlikte güneşli havanın keyfini çıkararak geçirdik. Öğleden sonra, Barselona’nın nerdeyse bir başka sanat eseri sayılabilecek pazarına gittik.

Bu mevsimde kiraz, kayısı ve erikle karşılaşmanın mutluluğunu yaşadık. Çikolatadan, ete her şeyi bulabileceğiniz bu pazarda ayrıca ayak üstü atıştırmalık deniz mahsülleri de pişiren küçük yerler var. Akşam olunca, daha önceden bilet aldığımız, Bellini’nin La Sonnambula (uyurgezer) operasının, Büyük Tiyatro’daki ilk temsiline gittik. Muhteşem salonun atmosferi ve eserin güzelliği karşısında hepimiz büyülendik.

DÖNÜŞ

Uçağımız 18:40’ta olduğu için günden kazandık. Saat akşam üstü 16:00 civarı alana gitmek üzere hareket ettik. O saate kadar ise, çocukları, favori mekanları olan Akvaryum’a götürdük. Çocuklar da daha önce gitmişlerdi ama yine de hepimiz çok keyif aldık. Hele, henüz kesesinden çıkmış bebek denizatını görmek paha biçilmezdi. Marina’da yürüyüş yaptık, hemen Akvaryum’un yanındaki küçük alışveriş merkezinin içindeki marinaya bakan ve kilo ile deniz mahsülü sipariş edebileceğiniz lokantada nefis bir yemek yedik. Bol bol fotoğraf çektik. Ve keyifli bu küçük tatilimizi yine tadı damağımızda ama yine de gezmeye doymuş olarak tamamladık.

Eğer siz de 3-4 gün fırsat bulur da bir kaçamak yapmak isterseniz, tarihi, şıklığı, samimiliği, güzel yemekleri, her daim güneşli ve ılık iklimiyle sizi bekleyen bu çekici kenti mutlaka ziyaret edin. Sizi yormayan ama dolu dolu vakit geçirmenize olanak sağlayan bu şehri çok yakında İspanya’dan ayrılmış ve bağımsızlığını ilan etmiş görebilirsiniz. İspanya tarihinden çok daha eskiye dayanan Katalonya halkı, bağımsızlık için çoktan başvuruda bulundu. Katalan Bölgesi’nin başkenti Barselona’da her 11 Eylül, Katalanlar kendi yenilgilerini bir bayram havasında kutluyor. Barselona gerek mimarisi gerek hayata bakışı gerekse kültürü, hatta yenilgiyi bayrama dönüştürebilmesiyle gerçekten de başka hiç bir yere benzemiyor. Kim bilir, bu 11 Eylül Barcelona’ya seyahat edecek olanlar, olası bir bağımsızlık hakkıyla, gerçek bir bayrama da şahit olabilir.

Yazının devamı...

Erkek beyni ve araba sevdası

Yahu bu erkekleri anlamak mümkün değil! Her zaman bu sözü, erkekler kadınlar için kullanacak değil ya! Geçenlerde bir davete katılmam gerekti. Biraz da havalı bir organizasyondu hani şöyle uzun elbise-smokin giyilen türden. Ben de geceye yakışır şekilde elimden geldiğince on numara beş yıldız hazırlığımı yaptım. O gün, arabamla ilgili bir sorun oldu ve yaya kaldım. Eşimin iş yerine uğradım, şirkette kullandıkları arabalardan birini alıp alamayacağımı sormak istedim. Mevzuya herkes dahil oldu ve benim davete gidişim devlet meselesi oldu. Aman efendim, şimdi öyle bir davete ben herhangi bir arabayla nasıl gidermişim. "Yahu" diyorum, "arabanın ne önemi var, her koşulda içinden çıkacak olan ben değil miyim!" İtirazların ardı arkası kesilmiyor. Ben bu erkek güruhunu, onlar da beni, bir türlü birbirimizi anlamıyoruz. Üstelik eşim, araba meraklısı değildir hiç. Ama o bile, arabayı benim kimliğimin bir parçası gibi düşünüyor o sırada. "Park yeri problemi olmasa arabamı da kendim kullanırdım, saçmalamayın" diyorum.

"E taksiye bineyim" diyorum, dehşetengiz bir ifadeyle bana bakan bir sürü erkek gözüyle karşılaşıyorum. Bende mi bi acayiplik var diye kendimden şüphelenip Esra'yı (Akkaya) arıyorum. "Arabam yok, nasıl gitsem uygun olur akşam" diyorum ve gayet sakin bir cevapla karşılaşıyorum: "E senin sarı tospağa durmuyor mu onunla götürsün seni Osman Bey, park yeri arama bir de." Benim gibi düşünen ve arabaya hiç takılmadan tek derdi park yeri, en büyük lüksü şoför olan başka bir türün varlığını bilmek içimi rahatlatıyor. Arabanın, hayattaki en önemli kartvizit olduğunu düşünen erkekler topluluğunun yanından yavaşça sıvışıp, Esra'nın fikrini uyguluyorum. Ama o gün bugündür, kafamı kurcalayan, erkeklerin bu "araba sevdası"nın bilimsel dayanaklarını araştırıyorum. İşte şimdi sizinle bulabildiğim bazı ipuçlarını ve ilginç deney sonuçlarını paylaşmak istiyorum. Artık kadın ve erkek beyninin farklı olduğunu bildiğimize göre yapmamız gereken gereken birbirimize olduğu gibi kabul etmek yalnızca.

İlginç bir deney

Elbette, artık, kadın ve erkek beyni arasında çok büyük farklılıklar olduğunu biliyoruz. Dr. Louann Brizendine'ın yazdığı "Kadın Beyni-Erkek Beyni"ni öneririm. Ama şimdi paylaşmak istediğim çok farklı bir deney... Maymunlar üzerinde yapılan bir deneyde, dişi ve erkek maymunlar kullanılmış. Hayatında daha önce hiç oyuncak görmemiş olan maymunlara bebek, top, araba, tencere, bez kedi-köpek gibi oyuncaklar verilmiş. Sonra, maymunların tepki ve hareketleri filme alınmış. Erkek maymunlar daha çok top ve araba ile oynarken, dişi maymunlar aynı süreyi bebek ve mutfak eşyalarıyla oynayarak geçirmişler. İki cinsin, bez köpek gibi cinsiyet içermeyen oyuncaklarla oynadığı süre ise aynıymış. Uzmanlar bu durumu, dişilerin milyonlarca yıldır yeni doğanlara bakmalarının bir sonucu olarak değerlendirirken, erkek cinsinin ise harekete geçme ve konum belirleme yetilerinden ötürü araba ve toplara daha çok ilgi gösterdiğini düşünüyorlar. Lafın kısası, maymunun bile erkeğinde var bu araba sevdası.

Not: Bu arada yıllardır erkek beyni kadınınkine göre daha büyük olduğu (Yüzde 9 daha büyük) için erkeklerin daha akıllı olduğu söylemi de çürütüldü. Sadece beynin dış kısmını oluşturan korteks bölümünde bile kadınlarda, erkek beynine oranla yüzde 12 daha fazla sinir hücresi tespit edildi. Bunun sinirli olmakla bir ilgisi yok elbette. Hücre fazlalığı, zekayı doğru orantılı olarak arttırıyor. Beynin dil ve kavrama bölümünde de kadınlarda sinir hücresi daha fazla.

Erkek beyni yüzde 52 daha fazla seratonin üretiyor. Kadınların depresyona daha yatkın olmaları açıklığa kavuşuyor. Kadın ve erkek beyni arasındaki durum üstünlük değil, farklılık sonucuyla kendini ortaya koyuyor. Örneğin; kadınlar sözel olarak daha yetenekliyken, erkekler de yüzleri hatırlama konusunda daha başarılı.


Arabalar ve insanlar üzerinde yapılan araştırmalar

Kabul ettiklerim ve itiraz ettiklerimle, psikolog ve refleksoloji uzmanı Halil Tabur'un bu konudaki araştırma sonuçları ve ilginç tespitleri...

- Erkekler arabayı sosyal ve ekonomik statü olarak kabul ediyormuş.

(Kesinlikle katılıyorum, bizzat yaşadım oradan biliyorum)

- Kadınların çoğu, yanından geçen arabalara dönüp bakarmış. (Çoğunluğu bilmem ama ben bakıyorum. Çünkü araba seviyorum. Ama bazı erkeklerin, kadınların ilgisini çekmek için kullandıkları arabalar konusundaki seçimlerini yanlış buluyorum. Ferrari beğenen çok az kadına rastladım mesela. O kadar parayı, kız tavlamak için harcayanlar boşa kürek çekiyor yani. Kendimden örnek verecek olursam, yolda, çiçek desenli boyanmış 40 yıllık bir tospağa görürsem aklım başımdan gider. Net!)

- Kadınlar için araba, rahatlık ve özgürlük demekmiş. (Katılıyorum ve bu yüzden her kadının mutlaka ehliyet almasını öneriyorum.)

- Beyaz renk araba kullananlar daha duygusal ve ailesine önem veren kişilermiş. (Her zaman tercihim beyazdır.) Siyah renk araba kullananlar ise gizemi seven, kendini çok açmayan, kendiyle barışık olmayan kişilermiş. (Benim gibi civciv sarısı tospağa sahipleri için acaba ne karakter tespiti yaparlardı, merak ettim?)

- Lüks ve sedan arabaları, prensipli ve çalışkan kişiler seçermiş. (Şahsi yorumum: Ağır Abi sendromu)

- Lüks Hatcback modeller, farklı olmak isteyenlerin tercihiymiş. (Eh bir araba sedan değilse hatcback olacak mecbur. Asıl ilgi çekmek isteyenler, kendini Arizona çöllerinde zannedip Nişantaşı'nda azman boyutu araba kullananlar, kimse kusura bakmasın ama şehrin göbeğinde askeri araçtan bozma araçlar ve ev kadar arazi araçları kullanmak, hangi Avrupa kentine giderseniz gidin görgüsüzlük olarak nitelenir. Paris Belediyesi'nin de katıldığı bir dev-araba karşıtı yürüyüşe bizzat şahit oldum.)

- Satation lüks minübüsleri ailesine düşkün olanlar kullanıyormuş. (Mantıklı.)

- Gençler spor arabaları tercih ederken, yaşı ilerlemiş erkekler toplumdan çekindikleri için bunu tercih etmiyorlarmış. (İşte buna katılamam. Parası olan bir orta yaş erkeğinin antropoza girip girmediğini anlamanın en kolay yolu arabasına bakmaktır: Kırmızı ve üstü açık spor bir modelse, andropozda demektir. Net!)

- Amerika ve İngiltere'de gösterişli arabalar, Japonya ve Almanya'da lüks arabalar, İtalya ve Fransa'da ise tasarım ve dizaynı çarpıcı arabalar tercih ediliyormuş. (Eh buna da katılırım. Gözünüzün önüne kırk kilometreden farkedilen kanatlı Amerikan arabalarını, mesela pembe bir Cadillac filan getirin... Ya da Almanların her daim konforlu Mercedes'lerini ve Fransızların pek dayanıklı olmasa da her zaman zarif bir çizgideki arabalarını... Peki ya İtalyanların Pagani Zonda'sı arabadan çok bir tasarım objesine benzemiyor mu?)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.