Şampiy10
Magazin
Gündem

Gerçek bir Çalıkuşu hikayesi

Bugün "Öğretmenler Günü"müz. Tüm öğretmenlerimizi kutlarım. Gönül isterdi ki verilen sözlerin tam ve eksiksiz tutulduğu, atanamayan öğretmenin kalmadığı bir Türkiye'de bugünü kutlayalım. Öğretmen maaşlarının, bir evi geçindirmeye yetebildiği günlerde kutlayalım... Öğretmen intiharlarının yaşanmadığı günlerde kutlayalım... Her türlü olumsuzluğa rağmen, biz yine de Öğretmenler Günümüzü kutlayalım. Öğretmenlerimize sevgimizden, saygımızdan kutlayalım. Öğretmenlerimiz için daha güzel günler görebilmenin umudu için kutlayalım.

Öğretmenler Günümüz diyorum, çünkü Dünya Öğretmenler Günü 5 Ekim tarihinde kutlanır. UNESCO, 1994 yılından itibaren 5 Ekim tarihini "Dünya Öğretmenler Günü" ilân etmiştir. Biz ise sadece bize ait olan bir tarihle, 24 Kasım'da kutlarız bugünü. Bu konuyla ilgili de çok dedikodu vardır. Oysa, mevzuu oldukça basittir. Biz, Avrupa ülkelerinden daha eski tarihten beri kutlarız çünkü, Öğretmenler Günü’nü. Atatürk'ün 100’üncü doğum yılı olan 1981'den beri, ülkemizde 24 Kasım tarihi, "Öğretmenler Günü" olarak kutlanır. Darbe yönetimi dönemine denk geldiği için, kimi zaman eleştiri alır bugün. Oysa bana göre, hangi dönem konulmuş olura olsun, öğretmenlere en yakışan gündür 24 Kasım.

Mustafa Kemal'in, Atatürk soyadını aldığı ve Başöğretmen" ilan edildiği gündür çünkü. Ve ben bir kadın olarak, iyi eğitim almış olmamı ve bu sayede meslek sahibi olarak kendi ayaklarım üzerinde durmayı Atatürk'e borçlu olduğumu bilir, öğretmenlerimize de bu günü tüm kalbimle yakıştırırım. Atatürk'ün, 5 Ağustos 1924, Muallimler Birliği Kongresi sırasında, öğretmenlere verdiği nasihatı da bu vesileyle paylaşmak isterim: "Öğretmenler! Erkek ve kız çocuklarımızın, aynı suretle bütün tahsil derecelerindeki talim ve terbiyelerinin pratik olması mühimdir. Memleket evlâdı, her öğrenim aşamasında ekonomik hayatta verimli, etkili ve başarılı olacak surette donatılmalıdır.… Cumhuriyet sizden 'fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür' nesiller ister."

42 yılda ülkeyi köy köy dolaşıp öğrenci yetiştirdi

Cumhuriyet kuşağında, kadın öğretmenler çok etkili olmuştur. Atatürk'ün, kadınları öğretmen olup en ücra köylerdeki eğitim düzeyini yükseltmesi için desteklemesi sayesindedir bu. Elbette, kadınların öğretmen olma heves ve hayallerinde, Reşat Nuri'nin "Çalıkuşu" romanının da büyük etkisi olmuştur.

İşte ben, tam da bu dönem öğretmen olmuş, hayatında hem Atatürk'ü hem Reşat Nuri'yi tanımış, 42 yıl kesintisiz sürdürdüğü Edebiyat öğretmenliği ile tüm ülkeyi köy köy dolaşmış, romandaki "Çalıkuşu Feride"nin ete kemiğe bürünmüş hâlini tanıdım. Adı, Cemile idi. İzmir işgalini yaşamış, okuluna yabancı bayrak asılmış, işgâl günü aile fertlerinin çoğunu kaybetmiş ve bir 9 Eylül sabahı, Atatürk'üİzmir-Kordon'da görerek, bayrağımızın göndere çekilmesine tanık olmuş, sonunda öğretmen olarak kendini ülkesine adamış bir kadın.

Atatürk'ün huzurunda

Gerçekten çok şanslıyım. Şimdi artık aramızda olmayan Cemile öğretmenimiz, ben tanıdığımda 95 yaşındaydı. Hâla kitap okuyup makaleler yazmaktaydı. Torun çocuklarını görmüştü. 95'inci yaş günü için torunları bir kutlama yapmıştı. Ülkenin önde gelen pek çok ismi de gazeteciler de bu davetteydi. Hayatını anlatan bir kitap bile yazılmıştı. Ülke idealleri için ömrünü vermişti. Elbette bir hazineydi ve mücevher gibi davranılmayı hak ediyordu. Ne şanslıydı ki öyle de olmuştu. Kendi doğum gününde, eline mikrofonu alıp, bir zamanlar Atatürk'ün huzurunda söylediği kıtalar boyu şiirini, ezberden ve coşkuyla okuduğunu hatırladıkça, bugün yine içim ürperir. Hayatını anlatan kitabından kendi sözlerini, burada paylaşmak isterim. İşte, Cumhuriyet'in ilk kadın öğretmenlerinden Cemile Aytaç ve kendi cümleleriyle Atatürk'le karşılaşması:

"1937’de Atatürk’ün Elazığ’a geldiği gece, Halkevi'nde verilen yemeğe eşim kültür müşaviri, ben de öğretmen olarak davetliydik. ...Fazıl Ahmet, İsmail Müştak şiirler okudular. Atatürk, Abdullah Alpdoğan Paşa’ya; “Hep benim misafirlerim okudular, ev sahiplerinden de bir şeyler bekliyoruz” deyince, Abdullah Paşa ayağa kalktı ve “Cemile Hanım” dedi. Çok şaşırdım, çok heyecanlandım. Ellerim, ayaklarım titremeye başladı. Kalktım, Atatürk’ün huzuruna doğru yürümeye başladım. Bu yaşamımın en mutlu davetiydi. Aklıma, hiçbir şey gelmiyor, işgal yılları bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor, dünya adeta ayaklarımın altından kayıyordu. Atatürk ilkelerini canla başla benimseyen bir öğretmen olarak, 1934 yılında Ankara Kız Lisesi’nde öğretmenken Halkevi'nde yaptığımız bir müsamerede okunmak üzere Atatürk için ‘Yürüyoruz’ adlı bir parça yazmıştım. Ezberimde olduğu için, etrafımdakileri görmeden, bütün gücümle ‘Yürüyoruz’u okudum. Bitirdiğim zaman, Şükrü Kaya Bey, beni Atatürk’ün yanına götürdü. Atatürk bana, ‘Cemile Hanım, en büyük gururum sizlersiniz, böyle kadınları olan bir millet ebediyen yaşayacaktır. Vatan sizlere emanettir’ dedi. Gözyaşlarımla mukabele ettiğimi hatırlıyorum.”

Reşat Nuri'nin Acımak ile ilgili itirafı

Ve yıllar sonra, çalıştığı okula müfettiş olarak Reşat Nuri gelir. İşte o anları da Cemile öğretmen şöyle anlatıyor:

“Kendisini görmek beni çok heyecanlandırdı. Bir süre derse başlayamadım. Zil çalınca beni tebrik etti. ‘Türkçe’yi bu kadar güzel kullanan öğretmenlerimiz, biz yazarların işini daha da güçleştirmektedir’ diyerek iltifatta bulundu. ‘Bir dersinize daha girmek isterim’ dedi. 9-A sınıfına birlikte girdik. Bu sınıfa daha önce ‘Acımak’ romanını okumuştum. Sınıf defterinde görmüş, ders bitince bu romanını neden seçtiğimi sordu. Tercih nedenlerim, karakterler ile ilgili görüşlerim onu çok duygulandırdı. ‘Cemile Hanım, bende eserlerim arasında özel bir yeri olan bu roman, uzak bir akrabamın gerçek hayatıdır… İlk defa size söylüyorum…’ dedi.”

Oğluna nasihat

Cemile Aytaç'ın, ülkenin en ünlü kalp cerrahlarından olan oğlu Prof. Dr. Aydın Aytaç'ın defterine yazdığı nasihat ise hepimizin başucuna asması gereken cinstendir.

“Canım Oğlum, Senden istediğim, herkese, en basite, en zavallıya kadar parçalanan bir kalp, en büyüğe, en kudretliye karşı, hakkı, adaleti savunacak cesaret ve bütün menfaatleri bu uğurda küçümseyecek bir ahlaktır.”

Bugün bu sayfamda, ülkemizin ilk öğretmenlerinden Cemile Aytaç ile sizi tanıştırmak istedim. Onun anısının ve bu ülkenin eğitim seviyesini arttırabilmek için gayret göstermiş, kız-erkek demeden, her öğrencisini ülkesine faydalı birer vatandaş olarak yetiştirmeye çalışmış tüm öğretmenlerimizin önünde saygıyla eğilirim. Öğretmenler günümüz kutlu olsun...

Yazının devamı...

Ahmet Kaya’nın olaylı gecesi

Bu hafta, birden ana haberler, gazeteler, tartışma programları benden açıklama isteyince, röportaj talepleri üst üste gelince, ben de kendi köşemde, kendim anlatayım istedim, olan biteni. Böylece, sonradan “ben öyle demedim”, “çarpıtmışlar” filan gibi polemiklere girmek zorunda kalmaktan da kurtulurum dedim. Kaldı ki, kanal kanal gezip ana haberlerde anlatılacak bir durum da yok üstelik. Dolayısıyla, böyle bir mecburiyet de hissetmedim açıkçası.

Sadece, 5N 1K’da üç cümle kurdum, bir kez de şimdi detaylı anlatıyorum ve “nokta” diyorum.

Bu hafta, gündemden uzak kalmış olanlar, şimdi “ne diyorsun anlamıyoruz” diyorlar büyük ihtimalle, ama haberleri izleyenler konuyu çoktan anladı bile. Kısaca anlatayım: Efendim, yıllar yıllar önce, Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül gecesinde, Ahmet Kaya’nın yaptığı bir konuşma üzerine, sanatçıya çatal-bıçak fırlatanlar olur. O arada Serdar Ortaç, sahneye çıkar ve bir karşıt konuşma patlatır. Bir grup insan galeyana gelir ve bir anda 10. Yıl Marşı söylenir. Sonra ödül töreni devam eder filân. Bu gün “Ahmet Kaya’nın linç edildiği gece olarak” tarihe geçen ödül töreninde benim de olaylara karışıp karışmadığımla ilgili tartışmalar olmuştur. Görüntülerle, ispat edilmiş olsa da detayları bir kez de kendim anlatmalıyım.


Şahidim, Maradonna...

Öncelikle, ben o gecenin finali olan, tüm ödül alanların sahneye davet edildiği son 10 dakikalık bölümü dışında, orada değildim. Üstelik, “başım ağrıyordu evdeydim” ya da “arkadaşımda çay içiyordum” filan değil, “Çarkıfelek” sunuyordum. Canlı yayında, Okan Bayülgen ile birlikte... Maradonna da konuk... Yani, komik ama gerçek, Maradonna benim şahidim diyebilirim rahatlıkla. Merak eden, Hürriyet’in ve Kanal D’nin arşivlerine bakabilir. Hatırlayanlar olacaktır, Mehmet Ali Erbil büyük bir rahatsızlık geçirmişti. İşte, o rahatsızlığının başladığı gece, Kanal D Genel Müdürü Faruk Bayhan, benden ve Okan’dan yardım istemişti canlı yayın için. Konuk da Maradonna olunca, yayın epey uzamıştı.

İşte, biz Maradonna ile top sektirirken, birileri de Ahmet Kaya’ya çatal bıçak fırlatıyormuş demek. Yayın çıkışı, Faruk Bayhan, Magazin Gazetecileri Derneği gecesine beş dakika uğramamız gerektiğini söyledi. Ben, yorgun olduğum ve sabah yine setim olduğu için itiraz ettim. O da “ödülü sen almışsın, beni arayıp rica ettiler, ben de tamam uğrarız dedim, ayıp olur şimdi gitmezsek” dedi. Sanırım yayın bittiğinde 23:30 filandı. Biz yayından çıkıp geceye gittik. Kapıdan girdiğimizde, garsonlar yeri süpürüyordu. “Sirtaki vardı galiba” dedim.

Bana ayrılan masa en önde, Uğur Dündar’ın yanındaydı. Daha oturamadan, hemen sahneden beni anons ettiler, çıktım ödülümü aldım. Sanırım son verilen ödül benimkiydi. Daha yerime geçer geçmez, klasik olarak her ödül töreninde yapıldığı üzere, “ödül alan sanatçılarımızı toplu fotoğraf için sahneye davet ediyoruz” anonsu geldi. Sahneye çıktım. Reha Muhtar, “Memleketim şarkısını söyleyelim” dedi, şarkıyı söyledik, gece bitti. Çıkışta, Uğur Dündar “iyi ki yoktunuz çok sevimsiz şeyler yaşandı” dedi. “N’oldu?” dedim. Kısaca bahsetti ve “yarın akşam haberlerde izlersin” dedi. Ben de izlediğimde öğrendim. İşte olayın özeti budur.

2007 yılında, yani olaydan 8 yıl sonra bu olay yeniden gündeme geldi. Başta Serdar Ortaç, sonra da Reha Muhtar zor durumda kalınca. Finalde çekilen toplu fotoğrafı gösterip, “bakın yalnız değildik, kimler kimler vardı” dediler. Eh, ödül alanların toplu fotoğrafında da en önde ben...

2013 yılındayız. Bu kez Başbakan gündeme getirdi o geceyi. Bir de “Gezi”ciler deyince, gözler bana çevrildi. Bant kayıtlar izlendi ve benim sahiden olay sırasında orda olmadığım sadece sondaki beş dakikada olduğum kanıtlandı. Saldırı ânında söylenen 10’uncu Yıl Marşı ile finalde söylenen “Memleketim” şarkısı arasında sanırım 1 saatlik bir süre var. Ama ilk başta haberciler iki görüntüyü peş peşe yayınlayınca, sanki birden sahneye sanatçılar fırlayıp, Ahmet Kaya’ya yapılan saldırının üzerine “Memleketim” şarkısı söylendi diye yanlış algı bir oluştu belli ki. Günümüz teknolojisiyle elbette gerçek açığa çıktı. Hoş, o fotoğrafta, “Gezi Park”ı savunan benden başkası da yoktu sanırım. Hatta o fotoğraftaki sanatçıların çoğu bugün Başbakan’ın en büyük destekçileri değil mi? Dolayısıyla, Başbakan’ın lafı, zaten o final fotoğrafındaki sanatçılara değildi besbelli! Kimeydi ve niyeydi onu bilmiyorum. Bildiğim, bir yanlışın bir başka yanlışla düzeltilmemesi gerektiği. Bir zamanlar, Ahmet Kaya’ya yapılan saldırı ve linç girişiminin bugün bazı sanatçılara linç girişiminde bulunarak telâfi edilmeye çalışılmaması. Birlik içinde günler ise hayal edilen, bunun yolu yeni kavgalardan geçmiyor, işte bir tek bunu biliyorum.

Sosyal Medya’daki çok acayip bazı sorulara toplu cevap

- Madem yoktum diyorsun niye şimdi açıklama yapıyorsun?

Cevap: Açıklama yapmazsam, nasıl “yoktum” diyebilirim. Elbette gerçeği söylemeliydim. Atılan iftiraya boyun eğip, üzerimde tutacak hâlim yoktu. Ama bir kere söyledim. Kanal kanal dolaşıp, 50 kere anlatamam. Artık bundan sonra iftiraya devam edenlerin günahı kendi boynuna.

- Yoktum diyorsun, fotoğrafta varsın.

Cevap: İşte en bayıcı soru! 50 kere anlatıyorsun ama canı anlamak istemeyen anlamıyor. “Kardeşim, o fotoğraf, olay anı fotoğrafı değil. Finalde ödül alanlarla çekilen fotoğraf.

Ben de finalde geldim zaten. Bunu artık haber bültenleri bile açıkladı” diyorsun, kendin anlatıp kendin dinliyorsun! En iyisi art niyetlileri kendi haline bırakıyorsun!

- Ama marşı, niye söyledin o zaman?

Cevap: Memleketim şarkısı, marş değil. Ödül gecelerinde en çok söylenen şarkıdır. Kevin Costner’ın davetinde bile, Ayten Alpman “Memleketim” şarkısını söylemişti. Çok da severim. Bugün bir yerde çalsa gene o şarkıyı söylerim. Aklımdan da “acaba ben yokken burda bir olay olmuş mudur” diye geçmez. Olay sırasında söylenen ise, “Memleketim” değil, 10’uncu Yıl Marşı. Karıştırmayalım! Olay sırasında salonda olduğumu ispat eden varsa, karşısında boynum kıldan incedir.

- Neden çıkıp “oh olsun, söyledim demiyorsun”, orada olmasan da yine de “söyledim” de! Cesaretini göster!

Cevap: Böyle bir soruya cevap vermemek daha doğru sanırım. Niye yalan söylemeliymişim, cesaretli olduğumu göstermek için! Hatta fantezi olsun diye, bir cinayeti de üstüme alabilirim meselâ değil mi? Bu beni daha cesur gösterir belki! Keşanlı Ali Destanı...

- 10’uncu Yıl Marşı’nı hiç okumadın mı?

Cevap: Okudum, yine de okurum. Bir histir içerir. Ama bunu milli bayramlarda filan yaparım. Birini aşağılamak, yuhalamak, çatal bıçak fırlatmak için okumam. Marşlardan derin anlamlar üretmek saçmadır. Bir his içerir. Okumak değil, birilerine zorla okutmak faşistlik olabilir ancak.

- 10’uncu Yıl Marşı ve Milli marşlar ya da “Ne mutlu Türküm diyene” sözü yasaklanmalı mı?

Cevap: Demokrasi, 10’uncu Yıl Marşı’nı yasaklanmasından değil, her etnik kökenin kendi marşını söyleyebilmesinden geçer. Herkesin, birbirinin şarkısını yuhalayarak değil, saygıyla dinlediği gün demokrasiden söz edebiliriz. O gün bu gün değil...

Son söz: Allah hepimizi kuru iftiradan korusun.

Yazının devamı...

Vali Coş bir taş attı kimse çıkaramadı

Bütün hafta Adana Valisi Hüseyin Avni Coş’un, kendini yuhalayan vatandaşlara ettiği bu kelime (!) konuşuldu. Mâlum, vali önce “Gavat” demedim, “Kavas” dediğini söyledi. Eh tabii günümüzde her şey kayıt altında olduğundan “yok, kavas değil, gavat demişim” diye düzeltti. Ben ve benim gibi küfür lûgatı pek de gelişmemiş olanlar da ortada ayıp bir lâf dolandığını farkedip, mahçup olmamak için kimseye soramayıp ‘Google‘a sormaya karar verdik. Verdik diyorum, çünkü daha olayın yaşandığı gün, “Vali”, “Coş” ve “Gavat” kelimelerini yan yana yazıp, “Google”layan 2 milyon 170 bin kişi varmış. Bu gün herhalde 10 milyonu bulmuştur bu rakam. Yani, internetin asla silinmeyecek kuytu ve köşelerinde, Vali-Coş ve Gavat kelimeleri sonsuza kadar birlikte anılacak. Eh, “Allah’ın sopası yok” dedikleri bu olsa gerek.

“VALİ ÇOŞ’U YEDİRMEM”

Gelelim, bu mel’un kelimenin anlamına! Aslında, bu satırları önce biraz utanarak, hatta “G.VAT” filan diye yazmayı düşündüm ama o sırada Başbakan’dan, Vali’yi koruması altına aldığını belirten “yedirmeyiz” açıklaması ve Vali’ye sataşıp “Gavatlar” lâfını yiyen Adana halkına da para cezası gelince, kelime bir anda meşru ve hukuki göründü gözüme. Demek, Google yanılmış. Bu kelime, “karısını satan” anlamına filan gelmiyormuş. Ayıp olmadığı gibi, protokol kullanımına bile uygunmuş meğer. Eh, icazet çıktığına göre, TDK da tüm halkımız da yeni bir kelimeye kavuşmuş oldu. Artık herkes birbirine bol bol bu kelimeyi kullansa, ayıp olmayacak demektir. Devlete, millete hayırlı uğurlu olsun.

KAVAS LAFI REKOR KIRDI

Bu olayda, asıl tıklanma rekoru kıran ise, Vali’nin ilk manevrasında kullandığı “Gavat demedim, Kavas demiş olabilirim” lâfındaki ‘kavas’ kelimesi. Açıkçası ben de bilmiyordum, öğrenmiş oldum. Öğrendiğimde de dakikalarca, Vali’nin lâtifesine (!) güldüm. Kendini yuhalayan halka, “söylemiş olabilirim” dediği kavas kelimesinin anlamını, TDK’dan aynen alıntılıyor ve yorumu size bırakıyorum.

Kavas: 1. isim- Elçilik veya konsolosluklarda görev yapan hizmetli 2. Banka, patrikhane, otel vb. yerlerde hizmetli veya koruma görevlisi 3. Elçilik ve konsolosluklarda koruma görevlisi manasında kullanılmaktadır.

Acun, televizyon sektörüne ve seyirciye çok iyi gelecek

Acun Ilıcalı, TV 8’i aldı: Haftanın bombası. Açıkçası şaşırmadım. Ben, üç senedir böyle bir hareket bekliyordum Acun Ilıcalı’dan. Hatta, bir ara Star Tv’yi almayı düşündüğü bile gündeme gelmişti. Bence hem Acun Ilıcalı hem izleyiciler hem de televizyon dünyası için çok iyi oldu. Ülkemizde, kanallar hep genel bir yayın anlayışı ile hareket ediyorlar. Elbette, bir kaç büyük kanalın böyle bir stratejide olması çok doğru, ama bir yandan kimliği belirli tematik kanalların da güçlenmesi gerek. Bizde, “tematik” deyince, akla hemen belgesel ya da haber kanalları geliyor. Oysa, yurtdışında seyircinin zevkine göre kanal seçtiğini görüyoruz. Bırakın dizileri, komedi dizileri bile ayrı bir kanalde toplanabiliyor mesela. Acun Ilıcalı, sit-com, eğlence ve yarışma programlarını kapsayan, “pozitif” bir kanal olacaklarını açıkladı. 25 yıldır, ilk özel televizyonun kuruluşu itibariye televizyonculuğun içinde olan biri olarak, bu kanalın çok tutacağını düşünüyorum. Kimliğini net bir şekilde ortaya koyması, “eğlence” seven seyirciyi hedeflemesi hem doğru hem akıllıca bir strateji. Zaten, çalıştığı kanalları yarışma ve eğlence programları olarak nerdeyse tek başına yıllarca zirvede tuttuğunu düşünürsek, bunu kendi kanalında yapmasının çok da zor olmayacağı sonucuna varabiliriz. Kaldı ki çok geniş bir ekibi olduğu için, kadrolaşma sıkıntısı çekmeyeceğini de söyleyebiliriz. Programların yanına, sit-com eklemek de dizi seyircisini yakalamak açısından doğru bir hamle bence. Üstelik, “eğlence” başlığını da bozmamış oluyor. Hem seyirci için hem sektör çalışanları için yeni bir kan, iyi bir alternatif olabilir. Üstelik, rekabeti kızıştıracak olmasından dolayı hem izleyici hem sektör çalışanları memnun kalabilir. Yolu da şansı da bol olsun.

Murat Boz adeta ‘O Ses Türkiye’ için yaratılmış

Acun Ilıcalı deyince, O Ses Türkiye ve dolayısıyla Murat Boz’dan bahsetmeden geçemem. Bence, bulunmuş en iyi formatlardan “O Ses”. Keşke, bizim ülkemizde de böyle formatlar üretilse de diğer ülkelere satılsa. Acun Ilıcalı’nın bir araştırma ekibi kurması ve format üretmek için çalışması, bence yapması gereken bir hareket. Hatta, onu bu günlere taşıyan televizyonculuğa borcu... Umarım, yeni kanalında, program ve format geliştirme için de birim kurar. Gelelim Murat Boz’a... Sanki, televizyon için yaratılmış.

Sevimlilik, efendilik üslubunu bozmadan bu kadar eğlenceli olabilmek gerçekten marifet ister. Üstelik, içgüdüsel bir programcılık yeteneği var. Jüri arasındaki eğlence ve muhabbet dağıldığı zaman ustaca toparlayıp programı çizgide tutuyor. Bence büyük bir alkışı hakediyor.

Kızlı-erkekli tartışması gündemden düşmüyor

“Kızlı-erkekli” tartışması sürüyor: Geçen pazar, ekip olarak hızlı davranmış ve benim öğrenci evlerine giderek gençlerle konuşup, durumlarını paylaştığım çift sayfa bir haber yapmıştık. (Okumayanlar Vatan Pazar internet sayfasından bulabilir). Bu hafta, “kızlı-erkekli” öğrenciler, gündemden hiç düşmedi. Kızlı-erkekli eğitimi komple ortadan kaldırmak isteyen milletvekili de çıktı, suya sabuna bulaşmadan konuya değinen siyasiler de, hükümet sözcüsü Arınç gibi dediğinin arkasında durup, kırılan kolu yen içinde bırakırken yine de sözünden dönmeyip ülke gündemini sallayan politikacılar da. Bir yandan da muhtelif (!) sebeplerle polis baskınları da sürmeye devam etti. Hatta, “kızlı-erkekli” bir eve, “gürültü” şikâyetiyle ilk para cezası bile kesildi. Benim de aklıma, her yıl üniversite sınavının önceki gecesi, gençlerin geleceğine hiçe sayarak, sabaha kadar fasıllı, DJ’li, davullu zurnalı doğum günü partisi ile siteyi ayağa kaldıran komşum geldi. Tüm site ahalisi, her yıl polise şikayet edip, “yarın üniversite sınavı var, siteden sınava girecek gençler var” diye yalvarışımız ve polisin bize “yetkimiz yok, ancak uyarabiliriz, ceza kesemeyiz” deyişi geldi.

- “Kızlı-erkekli” demişken, kızlar ve erkekler arasındaki haklı ve doğru dedikodulardan bahsetmeliyim: Ateşle barut yan yana gelmez. Doğru: Yan yana gelmez çünkü ateş de barut da insanın içindedir. Patlayacak olan adam, her yerde patlar üstüne bir kaza süsü verir.

- “Samanlık seyran olur” deyimi, sözün gelişinden de anlaşılabileceği gibi öğrenci yurtlarından ilhâmla söylenmemiştir.

- Erkek öğrenciler, ev ve yurt arkadaşı olan kız öğrencilerden faydalanmak ister. Doğru: Erkek öğrenciler, kızlara evi toplatmaya yemek yaptırmaya filan teşebbüs eder. Ütü gibi işlerde özellikle faydalanmak isterler. Ama şimdiki kızlar uyanıktır, ilk seferde acır, ikincisinde yemezler.

- Kızlar ve erkekler birlikte ders çalışıyorum derse de inanmayın. Doğru: Çünkü çalışkan olan kızlar olduğu için buna birlikte ders çalışmak denemez. Genellikle kız öğrenciler, erkek öğrencileri çalıştırır.

- Erkek öğrenciler hep kız öğrencilerin peşinde koşar. Doğru: Erkek öğrenciler, ders boyunca not tutmadığı için, sınav kapıya gelince, ders notlarını alabilmek için kız arkadaşlarının peşinde koşup dururlar.

Zorlu PSM’de Jersey Boys kaçmaz

Zorlu PSM (Performans Sanatları Merkezi): Cuma gecesi, “Jersey Boys” müzikaline gittim, Zorlu PSM’de. Nihayet İstanbul, bir metropole yakışan gösteri merkezine kavuştuğu için çok sevindim. Artık büyük müzikalleri izleyebilmenin tek yolu Londra ya da New York’a gitmek değil. Cats dahil ünlü pek çok müzikal, Zorlu PSM’de izleyiciyle buluşacak. İlk müzikal “Jersey Boys”, efsane grup The 4 Seasons ve grubun muhteşem sesli solisti Franke Valli’nin hayat hikâyesini, 60’ların müziğine nostaljik bir yolculukla anlatıyor. İmkân bulursanız, kaçırmayın derim.

Yazının devamı...

Diyet yapayım derken obez olmayın!

Hepimiz, sağlıklı yaşam delisi olup, tam da bu yüzden sağlığımızı bozmaya başladık galiba. “Et yeme”, “B vitamini eksikliği başlar”, “protein vücudun temel taşıdır, yiyiniz”, “yağı kesin”, “olmaz, yağ organları korur, çok gereklidir, yiyiniz”, “spor yapın”, “olmaz, kalbi yormak, vücudu sakatlamak tehlikelidir”. “Yürüyünüz, yüzünüz, kendinizi çok yormayınız”, “yumurta yemeyin”, “muhakkak yumurta yiyin”, “ekmek yemeyin”, “ekmeksiz karbonhidratsız metabolizma sağlıklı çalışmaz”... Bütün bu karmaşanın neticesinde “aaaaaaaaayyyyyhhhhhhhhh” diye çığlık atasım var!

Müjde Ar’dan “ara öğün yemeyin” uyarısı

Malumunuz, yeni bir dizi için çekimlere başladım ve Müjde Ar’la çalışma şansını yakaladım. İnsanın, hayatı boyunca hayran olduğu bir sanatçıyla can-cana olmanın keyfini yaşamaktayım. Nasıl bir heyecan içindeyim anlatamam, daha doğrusu anlatırım ama bu başka bir yazının konusu... Dönelim bizim diyet mevzuuna. Müjde Ar, beslenme ve sağlık konularında çok titiz. Dünyanın dört bir yanındaki en iyi doktorları seçiyor ve beslenme konusundaki tüm gelişmeleri takip ediyor. Sanırım bu sayede hem diyabetiyle baş edebiliyor, hem de ışıl ışıl bir cilde sahip olabiliyor. Bende de hipoglisemi var, yani kan şekerim küt diye düşüveriyor! Geçen gün sette beni “ara öğünler” konusunda uyardı. Ben de araştırıp sizinle tıp dünyasında beslenme ile ilgili son görüşleri paylaşmaya karar verdim.

Ünlü diyetisyenleri kızdıracak gerçekler

Efendim, biz geleneksel yapıda beslenen insanlar, sabah-öğle-akşam yemeğimizi yer, gül gibi yaşayıp giderdik. Sonra birden, “ara öğün” furyası çıktı ve halâ da devam ediyor. Ara öğün yemezsek kilo veremeyeceğimize, sağlığımızı kaybedeceğimize öyle bir inandırdılar ki bizi, hepimiz gözümüz saatimizde çantamızda çıkınımızla yaşar olduk. Tam alıştık ki, hoooooop asıl sık sık yemenin obeziteye yol açtığını ve diyetisyenlerin ara öğünleri salık vermesi yüzünden obezitenin arttığı görüşü ortaya çıktı. Buyrun burdan yakın! Şimdi de sık yemeğe alıştığımız için daha çabuk acıkmaktan sebep, yeniden mücadele edip baba evindeki düzene dönmek için uğraşmamız gerekecek. Pek çok diyetisyenimizi kızdıracak ve ellerindeki listeleri benim kafama çarptıracak olan yeni bilimsel veriler, sonuçları ve önerileri ise kısaca şöyle: Üç öğün yiyorsunuz, yemeklerin arasının beş saatten az olmamasına dikkat ediyorsunuz ve acıktıkça kuru meyveleri lup lup ağza atmıyorsunuz. Güncel beslenme sistemi bize söylenenin tam tersine direksiyon kırmış durumda yani. Hepimize hayırlı uğurlu olsun.


İnsülini yükseltmeyen yiyecekleri tercih edin

Harvard mezunu bir profesörün bu beslenme önerisini ilk duyduğumda şaşırıp hemen araştırmaya başladım. Ülkemizde de bazı beslenme uzmanları, katıldıkları yeni üst düzey eğitimlerde bu bilgilerle karşılaşmışlar. Hemen, fikirlerine çok güvendiğim arkadaşım Yeşim Temel Özcan’ı aradım. Diyet ve Beslenme Uzmanı Yeşim, yeni almış olduğu bu eğitimden en güncel bilgileri bakın nasıl anlatıyor: “Az ve sık yemek yeme kavramı yerini üç ana öğüne bıraktı. İki yemek öğünü arasındaki sürenin kısa olması insülin salgısında gerekli düşmeyi sağlamadığı gibi aksine tekrar salgılanmasına sebep oluyor. Bu nedenle de fazla insülin, oluşan depo yağlarının kullanılmasına izin vermiyor. İnsülin metabolizması bozulmuş hastaların altı öğünle kilo vermeleri ve tedavi olmaları bu yüzden çok zordur. Bir başka detayda, sağlıklı ara öğün olarak verilen kurutulmuş meyvelerin kurutma işlemi evresinde hem fruktoz içeriğinin yükselmesi hem de küf ve mantarların oluşumu için uygun zemin olması nedeniyle önerilmemektedir.” Tabii hemen aklıma, “Peki acıkınca ne yemeliyiz?” sorusu geliyor. İşte cevabı: Tabii ki insülini yükseltmeyenler yenecek. Omega 3 kaynağı da olan ceviz, badem, fındık, şeker oranı çok düşük olan meyveler ve dilimlenmiş sebzeler (yoğurt dip sos ile) ama asla suları değil (hücre yapısını bozmadan), ayran, doğal maden suyu, kefir, kahve ve bilumum bitki çayları ile bu dönemi geçiştirmeliler.

Erkeklere günde iki öğün yeter

İşte, dünyanın şu anda benimsediği son beslenme kuralları böyle. Açıkçası benim babam, hayatı boyunca kilo problemi olmamış bir adamdır. Sabah ve akşam, aslanlar gibi yer, aralarda ağzına çay-kahve dışında bir şey sürmez. Annem de “bak ara öğün ye, uzmanlar öyle diyor” dedikçe, “68 yaşındayım, hiç kilo almadım, rica ederim benim dengemi bozmayın” diye terslenir. Meğer ne kadar haklıymış! Amerika’yı yeniden keşfe gerek yokmuş, ailede kilo sorunu olmayan dedeleri, nineleri, babaları gözlemlemek yetermiş. Bu arada size bir bilgi daha, babam bir konuda daha haklı çıktı, sahiden erkekler için iki öğün bile yeterliymiş. Bu arada, üç adet yiyin diye kısıtladıkları zeytin, ilaç niyetine 10 adet yenilmeliymiş. Hatta anne usulü ev yapımı küçük küçük olanlarından bulunursa 2-3 tanesinin çekirdeğini yemek de çok faydalıymış. Her öğün bir dilim, mümkünse beyaz olmayan ekmek ise yine tavsiyeler arasında bulunuyor.

Önce kendi iç sesinize kulak verin

Tıptaki, sağlıklı beslenme ve diyet ile ilgili son görüşleri paylaştım. Gelişmeleri düşündüğümde, bence herkes kendi vücuduna kulak vermeli, tüm bilgileri edinip sonra içgüdü süzgecinden geçirip, kendisi için neyin iyi olduğunu keşfetmeli. İnsan ailesindeki kişileri iyice gözlemleyip, kendiyle benzerlik gösterenleri iyi ya da kötü örnek almalı. Genetik, en önemli faktör, bunu unutmamalı. En önemlisi, iki aşağı üç yukarı, ömür boyu dengeli bir kiloda kalmalı. İbre yukarı çıkınca, frene basmalı. Ne yemek yemede, ne diyetlerde aşırılığa kaçmamalı. “Yoksunluk” sendromu, kilonun baş düşmanı unutmamalı! O yüzden, eskilerin yaptığı gibi hiç bir şeyden mahrum kalmadan az az her şeyin tadına bakmalı.

Vücudu şaşırtmak lazım

Peki, vücudu şaşırtmak için uygulanacak bir metod var mı? Yani, duraklamaya girmiş kilo verimini aktive edecek bir şey? Üstelik biz artık üç saatte bir yemeğe alıştık ve acıkıyoruz. Kontrolü nasıl yeniden ele geçirebiliriz? İşte bu sorularım için bir çeşit “insülin orucu” öneriyor Yeşim ve şöyle bir diyet tavsiye edildiğini söylüyor: “Maksat, dediğin gibi kontrolün yine bizim elimize geçmesini sağlamak. 17-22 saat arası sürecek açlık oruçlarıyla, insülin salınımını durdurmak. Haftada 1-2 defa uygulanabilecek bu diyette, aç kalınacak 17 saatin içinde uyku süresi de var ve bütün şekersiz içecekler serbest. Sadece yemek yok. Örneğin; akşam üstü 17’de bolca, et-balık, salata yiyin ve yatana kadar sıvı tüketin. Ertesi sabah 11’den sonra tekrar günü ve öğünü başlatın. Bu insülin direncini kıracaktır.”

Yazının devamı...

Gece kızları sokağa yalnız bırakacak değiliz, aynı evde birlikte kalıyoruz

“Farklı yaşam tarzlarına müdahale” ve kişilik hakları konusunda, hükümet nihai neticede nasıl bir yola dümen kıracak merak konusu. Ama bu arada, polis baskınları başladı. Tophane’de yaşayan Özge Altın, yüksek lisans öğrencisi olduğunu, “İki kadın bir arada yaşıyor” diye evinin ihbar edildiğini, 30 kadar polisin çevre sakinlerine kendisiyle ilgili sorular sorduğunu açıkladı. Buradan, iki kadın birlikte yaşamanın da uygun! görülmediği anlaşıldı...

Peki nedir bu gençliğin çektiği! Adeta bir suç, günah hâline geldi öğrencilik. Öğrenciysen; potansiyel terörist, potansiyel devrimci ya da potansiyel tacizci olabilirsin. 60 yaşındaki amcaların başlık parasıyla aldığı 15 yaşındaki kumalarıyla evde ne yaptığı ile değil, öğrencilerin bir araya gelince ne yaptığıyla ilgileniriz biz. Kocasının tehditinden korkup polise sığınan ve sonunda üçüncü sayfada cinayet haberini okuduğumuz kadınları katil kocalarından değil, üniversiteli kızları erkek öğrencilerden korumaya çalışan bir ülkeyiz. Çocuk tecavüzcülerinden değil, öğrencilerin aşık olma ihtimalinden korkarız meselâ. Okula gitmeyip evlendirilen çocuk gelinler için değil, okumaya çalışan kızlar için yasal düzenlemelere gideriz.

Bu saatten sonra, öğrenciyle mücadele birimleri kurulsa şaşırmayız. Aslında, yurtların yetersizliği, şartların kötülüğü, öğrencilerin ekonomik sıkıntıları, devlet burslarının yetersizliği filan tartışılması gerekirken, ihâle yine öğrencilere kaldı... Madem yasalar olmadan baskın yapılabiliyor, bir baskın da ben yapayım dedim.

İşte karşınızda hem “kız-kıza”, hem “kızlı-erkekli” öğrenci evleri...

Kalabalık, “kızlı-erkekli” bir öğrenci evi

Ülkemiz gelişme kaydedecekse böyle gençler sayesinde olacak

İlk adresimiz Mecidiyeköy’de... Erkam’la (Erkam Adıyaman 19 yaşında/ Boğaziçi Üni. Uluslararası Ticaret Bölümü’nde okuyor) yazıştık twitterda. İnanmamış geleceğime. Öyle ki tam 1 saat beni kapıda bekletti. Cuma namazına gitmiş arkadaşlarıyla. Sonra da alışverişe takılmış. Benim geldiğimi öğrenince koştura koştura geldi eve... 4 erkek öğrenci kiralamışlar evi. Hepsi Denizlili, hepsi Anadolu lisesinden arkadaş. Öyle baba parasıyla yurt dışında okumaktan başka çaresi olmayan gençlerden değil, aslanlar gibi Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanmış çocuklar. Bir tek Kemâl (Kemal Tefenlili 19 yaşında/ GS Üni. Sosyoloji Bölümü’nde okuyor) Galatasaray Üniversitesi öğrencisi. “Seni baban okutuyor galiba” diyecek oluyorum; “Galatasaray, Devlet Üniversitesi” diyor. Çok utanıyorum. Pırıl pırıl çocuklar hepsi. Hani ilerde ülkemiz eğer gelişme kaydedecekse “işte böyle gençler sayesinde olacak” dedirten türden...

“Ailem erkek arkadaşlarımda kaldığımı biliyor”

Arkadaşı Necati, utangaç biraz. “Derse yetişmem lâzım “ diyerek kaçıyor. Yunus ( Yunus Altın 19 yaşında/ Boğaziçi Üni. Turizm İşletme Bölümü’nde okuyor) ise gazoz, çay, kurabiye hazırlamış. Evde ikram işleriyle o ilgileniyor. Yemekleri de o yapıyormuş. Annesi memleketten pişirip pişirip yolluyor, Yunus’a ısıtmak kalıyormuş çoğu zaman. Diğerleri sofra toplama ve bulaşık görevlerini almışlar. “Alışveriş için bakkala yolluyorum onları, yemeği ben yapıyorum ya mecbur sözümü dinliyorlar” diye neşeyle anlatıyor Yunus. Ev temizliğini hak geçmesin diye beraber yapıyorlarmış. Ben, kapıda dizilmiş ayakkabıları görünce hemen çıkarıyorum ayakkabılarımı. “Gözümüzü rahatsız edene kadar bekliyoruz, sonra baktık olmuyor, temizliğe girişiyoruz” diyor Erkam. Eskiden üniversitenin kızlı-erkekli yurdunda kalmışlar. Ama şartların kötülüğüne dayanamadıkları için birleşip eve çıkmışlar. “Önceleri kız arkadaşlarımıza acındırıyorduk kendimizi, onlar da biz eve çıkınca yardım için gelip temizlik, yemek filan yaptılar bir süre. Ama sonra, onlar mutfaktayken bizim bilgisayar oyunu oynadığımızı görünce kestiler yardımı.” Bu arada evde bir de kız arkadaşları var. Adı Yağmur (Yağmur Gül 18 yaşında/ ODTÜ’de Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü’nde okuyor). Fotoğraf çekiliyoruz birlikte. “Bak gazeteye basacağız biz bunu, annenler kızmasın sonra” diye uyarıyorum gayri ihtiyari. “Ailem biliyor burada olduğumu. Ben de Denizliliyim. Sık olmasa da arada geliyorum İstanbul’a ve tabii ki arkadaşlarımla kalıyorum. Bunda ne kötülük var ki, hiç bilmediğim yerde kalsam daha mı iyi? “ diyor. “Peki 4 erkekle bir evde kalmaktan çekinmedin mi” diyorum. “Başlarda biraz çekindim ama erkeklerle daha rahat anlaşıyorum zaten. Onlar, kızlar gibi her söylediğin lâfa takılıp kafalarında kurmuyorlar” diyor.

‘Komşularımız bizden şikayetçi değil’

Kız arkadaşlarınız hep geliyor mu böyle” diyorum. “Tabii” diye yanıtlıyor Erkam. Biz, Denizli Anadolu Lisesi’nden 30 kadar arkadaşız burada. Birbirimizi bırakmıyoruz. Yurttan arkadaşlar da var. Gündüz 30-40 kişi olduğumuz da oluyor. Özellikle maç zamanları. Gece de 9 kişi kaldığımızı biliyorum. Aralarında kızlar da var. Zaten, saat geç olmuşsa asıl kız arkadaşlarımız sokaklarda yalnız dönmesin istiyoruz”.

“Konu komşu şikâyetçi olmuyor mu” diye nerak ediyorum.

“Valla biz gürültü yapmayız” diyor Yunus bütün saflığıyla.
O çocuk masumluğunu kaybetmemiş mavi gözleri ışıl ışıl bana bakıyor. Anlamıyor bile benim şikâyetten ne kasdettiğimi. “Ya kızlar girmesin eve derse birileri” diye açıklamaya çalışıyorum. “Yok artık. Çevreye rahatsızlık vermedikten sonra kime ne” diyor Erkam ve “Arkadaşın kızı erkeği mi olur” diye, devam ediyor Yunus.

‘Erkek arkadaşlarımızla beraber yemek hazırladık; ders çalıştık’

Altunizade’deki sitenin kapısını çaldığımda, kızlar beni çığlık çığlığa karşılıyor. Twitterdan yazışmıştık ama onlar da geleceğime inanmamışlar işte. Yine de çayı demlemişler, ne olur ne olmaz diye. İkisi de Marmara Üniversitesi öğrencisiymiş. Tuğçe Silifkeli, Elif Balıkesirli... Önce, babalarının çalıştığı kurumun kız-erkek karışık yurdunda kalmışlar. Oradan da memnunlarmış ama deprem riski sebebiyle çıkmışlar. Zaten, Elif’in babası, kızı daha iyi ders çalışsın diye yurttan eve çıkmasını çok istemiş. İkisinin de ailesi, ayakları üzerinde durabilsinler ve kariyer yapabilsinler diye kızlarının büyük kentte okumasını ve çalışmasını istemiş.

Yurtta kaldıkları 4 yılda hiç tatsızlık yaşamamışlar

Tuğçe ve Elif , daha yeni yurttan çıkıp ev hayatına geçmişler. Yurt hayatları da çok güzel geçmiş. “Kızlı-erkekli” piknikler organize ederlermiş. “Erkek arkadaşlarımız olmasa, o mangalları taşımak da yakmak da zor olurdu” deyip devam ediyorlar; “En zevklisi Ramazan ayıydı.” Erkek arkadaşlarına alışveriş sonrası torbaları taşıtıp, iftardan sonra bulaşıkları yıkatmışlar. Sahura kadar kimi zaman eğlenmiş, kimi zaman ders çalışmışlar. Bütün ayı “kızlı-erkekli” yemekler hazırlayıp geçirmişler. Yurtta, sadece koridor yönleri ayrıymış, kız ve erkek öğrencilerin. 4 yıl boyunca, hiç tatsız olay yaşamamışlar. “Herkes öğrenci olmalı ve her genç mutlaka İstanbul’da yaşamalı. İnsan büyüyor, hayatı tanıyor” diyorlar. Kız-erkek birlikte yurtta kalmış olmaktan ise çok mutlular. Bugüne kadar, hiçbir olumsuz ya da haddini aşan haraketiyle karşılaşmamışlar karşı cinsin. “Kız-kıza olunca sohbet kadınlar gününe, erkek erkeğe olunca da kıraathâne muhabbetine dönüyor, birlikte herkes daha özenli” diyorlar. Keyifleri yerinde. Gencecik, pırıl pırıl, hanım hanımcık, tertemiz gençler onlar. Ayakları üzerinde duran kadınlar olmak için çok çalışıyorlar. Ailelerinin de desteğiyle başarıyorlar.



‘Biz sapık değiliz, öğrenciyiz’

“Biz sapık değiliz ya öğrenciyiz, arkadaşlarla bir arada olmak için devamlı dışarıda yemek yiyecek, ders çalışmak , proje yapmak için kafelere gidecek hâlimiz yok. Ben pişiriyorum o sırada kim gelirse yiyoruz ne güzel. Bazen tam pişmiyor yemeklerim ama karın doyuruyor işte” diyen Yunus kahve yapamadığına fırsat kalmadı diye hayıflanıyor biz kalkarken.

İnsanın öğrenci olası, gelip de Yunus’un yemeklerini yiyesi geliyor. Ama tabii hemen vazgeçiyorum bu düşüncemden. Bu ülkede öğrenci olmak demek suçlanmak, hakarete uğramak, şiddet görmek demek. Belki de gençliğinden ötürü kıskanılmak demek. Allah gençlerimizi korusun ve yardımcısı olsun.

Babam kız arkadaşlarımla iki adım öteye göndermezdi

Bu “kızlı-erkekli” lâfının neyi kasdettiğini tam olarak algılayamıyorum bir türlü. Aslında kendi çocukluk ve gençliğime baktığımda bu gün bu lâfı anlamamamın tek nedeni olarak babamı suçluyorum. Hatta suçlamakla kalmıyor ihbar ediyorum!

Kız arkadaşlarımla birlikte iki adım öteye gitmemize râzı gelmezdi babam. İlla ki yanımızda erkek arkadaşlarımız da olacak. Neymiş efendim, yanımızda erkek arkadaşlarımız olunca, sokaktaki olası “it kopuk” peşimize takılmazmış. Kalabalık olunca, lâf atan olmazmış meselâ. Bir de kızlar erkekler bir arada olunca, sohbet daha güzel olur muhabbet dedikodulu olamazmış. Babamla en çok bu konuda tartışırdık. Aslı ile Günsenin yalvarır ama sinema için izin koparamazdı babamdan. İllâ ki Yaman, Enis, Serhat filân da gelecek. “Ne öyle sap gibi” diye bir de zılgıt yerdik. “Toplu sinemaya gidin ki yabancılarla muhabbete girmeyin. Bizim çocuklar yanınızda olsun ki benim gözüm arkamda kalmasın” derdi. Bu da benim babamın muhafazakârlık anlayışıydı. Arkadaşlarımı kız-erkek değil, tanıdıkları ve tanımadıkları diye ayırırdı. Tanımadıklarıyla kız da olsa bakkala yollamazdı. Asker adam olduğu için de nuh der peygamber demezdi. Kızlı-erkekli büyümek, bizim evin kuralıydı. Kendi ayaklarımın üzerinde durabildiğime inandığı gün, beni tanıdığı mahallesinde, kendi evinde yalnız bıraktı. Başka bir şehire yerleşti. Herkes şaşırdı ailemin beni bırakıp gitmesine. Babam şöyle cevap verdi merak edenlere: “Benim kızım kendini bilir, bundan sonrasını da artık kendi bilir”.

Yalnız yaşadım, sonra babamın evinde. Kendimi hep bildim, kendini bilmeyenlere de haddini bildirdim. İnsanları, cinsiyetlerine göre tasnif etmedim. Erkek diye kimseyi kendimden üstün görmedim. Kimsenin kanatlarının altına girip, kurallarını benimsemedim. Kızlı-erkekli çalıştım, kızlı-erkekli eğlendim. Çorabımın kaçtığını fark etmedikleri ve ne giydiğime aldırmadıkları için çoğu zaman erkek arkadaşlarımın yanında kendimi daha rahat hissettim. Babam özgür bıraktığı için, istediğim ve sevdiğim adamla evlendim, istediğim ve sevdiğim işi yapabildim.

Bu ülkede kız çocuklarının çok az olabildiği bir şey oldum: mutlu, özgür ve erkeklerin gölgesinde kalmayan bir kadın oldum.

Bunları, benim babamın yaptığı doğruydu diye anlatmadım. Babamın doğrusu buydu, diye anlattım. Her babanın doğrusu farklıdır. Her baba, farklı yetiştirir çocuklarını ve o yüzden tıpkı insanlar gibi birbirine benzemez hiçbir evin kuralı. Ailelerin ahlak anlayışlarını da ayırır evlerin duvarı. Kiminin içine sindiremediğini, mutlulukla sindirebilir bir başkası. Bu yüzden kimse kimseyi yargılamamalı. Kurallarımız, yasalarla değil, kendi babamızla aramızda olmalı. Yasaları koyanlar ise; çocuk gelinler, okutulmayan kızlar, koca tehditi altındaki kadınlar için çalışmalı.

Yazının devamı...

Yaratıcı çocuklar için

Geçen haftalarda yayınlanan bir araştırmanın sonucuna göre, ülkemiz insanı, yaratıcılık konusunda, dünya sıralamasının en sonlarında yer alıyor. Ya pek çok konuda olduğu gibi yıllarca kendimizi kandırmışız ya da yıllar, sahip olduğumuzu sandığımız yetenekleri elimizden almış! Her iki durumda da sonuç değişmiyor: Yaratıcı değiliz.

Bunu tahmin etmek için araştırma yapmaya gerek yok aslında. Sanattan her yıl biraz daha koptuğumuzu, baleden heykele, tiyatrodan sinemaya değin, kültür politikamızda da sanata desteğe pek yer olmadığını düşündüğümüzde, yaratıcı insanların ülkesi olmamız beklenemez. Eğitim anlayışımız da zaten öğrencilerden yaratıcılık beklentisi içermediğine göre daha uzun yıllar, bizim açımızdan listenin sonucu değişmeyecek belli ki.

Elbette, yaratıcılığın beslendiği pek çok kaynak var. Özellikle çocukluk dönemi yaratıcılığın tohumlarının atılması için en önemli dönem. Bizim çocuklarımız ne yazık ki bu konuda da fazla şanslı sayılmaz. Mimarinin korunduğu, estetik bir kentleşmenin hâkim olduğu bir şehire gözlerini açıp büyüyenle, her gün çarpık yapılaşmayı seyrederek okula giden çocuklar büyüyünce eşit göz zevkine sahip olabilir mi hiç? Mimar Sinan, Ayasofya’yı görmeseydi, yıllarca incelemeseydi, Sultanahmet Camii’ni yapabilir miydi?

Bizim çocuklarımız, günümüzün hangi yapılarına bakıp da geleceğin yaratıcı mimarları olacaklar? Hangi konser salonlarını, opera binalarınıörnek alacaklar? Dünya’daki kamu binaları sanatsal formlarıyla gelecek nesillere ilham kaynağı olurken, ülkemizdeki alışveriş merkezleri mi geliştirecek gençlerimizin yaratıcılığını!

Bu hafta, TEMA Vakfı’nın basın toplantısında konuşmacıydım. Orada yepyeni bir araştırmanın sonucu, kafamda dağınık dolaşan bazı düşünceleri yeniden hizaya soktu. Öncelikle belirtmeliyim ki, TEMA Vakfı, sadece ülkemizi değil tüm dünyayı ilgilendiren muhteşem bir araştırma yapmış. Sonuçları da tüm insanlık ve özellikle çocuklar açısından çok çarpıcı. Bu araştırmanın pek çok çıkarımı var elbette ama özellikle bir tanesi doğa ve yaratıcılığın bağlantısı açısından dikkat çekici. Buna göre, doğa ile iç içe olan ve kendini doğanın bir parçası olarak görebilen çocuklar daha yaratıcı ve daha başarılı oluyorlarmış. Elbette, doğa-çocuk ya da doğa-insan ilişkisi açısından da özellikle büyük kentlerde yaşayanlarımız ve çocuklarımız oldukça talihsiz. Doğru düzgün parklarımızın olmadığı, olanların da ne yazık ki kaderine terkedildiği hatta yok edildiği kentlerimizde, çocuklarımızı doğa ile ilişkilendirmek epey zor. Yapılan araştırmaya göre; sağlıklı çocuklar ve sağlıklı bireyler yetişmesi için, gençlerin ve çocukların her gün parkta vakit geçirmesi gerekli. Hele küçük çocuklar için günlük park ihtiyacı süresi 4 saatmiş! Özel sitede yaşama şansına sahip olanlar ya da büyük tesadüf eseri evine yakın küçük de olsa bir park yeri bulunanlar dışında, ne yazık ki günümüz çocukları, evdeki elektronik parklarında oynamak zorundalar. İşte, yarınlara yaratıcı bir nesil yetiştirmemize başka bir engel daha! Sayfama arada bir göz atanlar, seyahat konusunda aktif bir gezgin olduğumu biliyorlar artık. Gittiğim ülkelerde en çok kıskandığım hep kentlerin parkları olmuştur.

Önüm, arkam, sağım, solum toprak!

TEMA Vakfı araştırması; özellikle “annelerin” çocuk-doğa ilişkisine yön verdiğini söylüyor. Bu durumda bize yapacak çok şey düşüyor. Her ne kadar, kent merkezlerimizde, gölgesinde çocuklarımıza kitap okuyabileceğimiz, onunla top oynayıp, piknik yapabileceğimiz fazla yeşil alan bulunmasa da elimizden geldiğince çocuklarımızın doğa ile ilişki kurmasını sağlamalıyız. Onların mutlu, başarılı, yaratıcı bireyler olmasını istiyorsak, çocukları evden, bilgisayarları başından kaldırıp toprakla buluşturmalıyız. Ve hepimiz bir ödevi yerine getiriyormuşçasına, elimizden geldiğince TEMA Vakfı’na destek olmalıyız, bağış yapmalıyız. Çocuklara, tüm canlılar gibi bizim de doğanın bir parçası olduğumuzu hissettirmeli ve bu yüzden kuşa, köpeğe, çiçeğe sevgi ve saygı köprüleri kurmaları için çaba göstermeliyiz. Gördüğümüz ağaçlara sarılmalı, fotoğraf çekip, TEMA’nın sayfasında paylaşıp, başkalarına da örnek olmalıyız belki. Çiçek dikmeliyiz saksılara olduğu kadar yaşadığımız yerlerde yol kenarlarına da... “Seni sokar” diye korkutmak yerine anlatmalıyız, arılar yok olursa Dünya’nın da yok olacağını. Ve saklambaç oynamak için kolumuzu dayadığımızda bir ağaca, birlikte haykırmalıyız TEMA’nın parolasını: Önüm, arkam, sağım, solum toprak! Bu mevsimde doğa ile buluşmak için nerelere gidilir? Acarlar Longozu ve Terkos gölü ile Ömerli Barajı çevresi benim favorilerim. Ayrıca; Ihlamur Kasrı’na gidip mabed ağacı ve yaşayan fosil olarak da bilinen Ginko ağaçlarını keşfedebilirsiniz. Yazın ne yazık ki kendin pişire dönüşen Belgrad Ormanları için de güzel zamanlar bunlar. Havaların iyi gitmesini değerlendirebilir, güz çiğdemlerini, siklamenleri, yağmur sonrası bir anda beliriveren rengarenk mantarları görebilir, sincapları, karatavuk, kızılgerdan, çıtkuşu ve ispinozları çocuklarınızla tanıştırabilirsiniz.

Park var da gençler mi gitmiyor?

Son gezilerimde farkettim ki, Avrupa ülkeleri için zenginlik göstergesi, gerek büyük kentlerine gerekse küçücük köylerine özene bezene yaptıkları parklar... Portekiz’i köylerine kadar gezdim Eylül ayında. İki şey çok dikkatimi çekti: En küçük yerleşim yerinde bile kocaman bir park ve bir tiyatro salonu var. Park dediysem, kendi kendine yetişmiş başı boş bitkilerle çevrili alanlardan bahsetmiyorum. Ulu ağaçlarının etrafı çerçevelenmiş, bir levhayla hakkında bilgi verilmiş, havuz, gölet ve içinde hayvanlarla bezenmiş, halkın nefes aldığı, çocukların özgürce oynadığı alanlar bunlar. Aynı durum, daha bu bayram gezdiğim Sicilya için de geçerli. Sanatın merkezi olan Berlin, Londra, Paris gibi gelişmiş ülkeleri örnek vermiyorum dikkat edersiniz. Avrupa’nın daha mütevazı yerlerindeki durumdan söz ediyorum. En güzeli de kent sahiplerinin de parklarının güzelliğiyle övünüyor olması, zenginliği, alışveriş merkezlerinin değil parklarının güzelliği ve çokluğunda bulması. Hele bizim gibi İstanbul’da yaşayanlar için durum iyice vahim. Bir annenin gün içinde çocuğunu güzel bir parka götürüp geri getirmesi, trafik yüzünden bir saatten fazla sürer. Dolayısıyla, her gün birkaç saat çocuğu parka götürmek neredeyse imkânsız. Ayrıca, varolan az sayıdaki park alanlarını da o sözde spor aletleri kapladığı için çocuklar artık kaydırak yerine her gün bir sürü teyzenin sakatlanmasına sebep olan, tehlikeli spor aletleriyle vakit geçirmek zorundalar. Yine, TEMA’nın araştırmasına göre, gençlerimiz vakit geçirmek için parkları tercih etmiyormuş. Ülkede “Central Park” var da gençler mi gitmiyor? “Genç” dediğiniz, çimene yayılıp sohbet etmek, sevgilisiyle vakit geçirmek ya da grupça eğlenmek ister. Bizim ülkemizde, parklarda yan yana biraz samimi oturmak bile ayıp sayılıyor, gençler özgürce davranamayacakları yere elbette gitmek istemezler.

Yazının devamı...

Vaaah başıma gelenler...

Panik ataklar içinde, kâh ağlayarak kâh sinirden gülerek bir hafta geçirdim. Sabahlara kadar uyuyamadım. Öldüm öldüm de dirildim. Kâlp çarpıntıları içinde kaldım da ayıldım ayıldım gene bayıldım. Kâbuslarla uyandım, sıkıntıdan sivilce çıkardım. Neden mi! Hepsi, kızım olacak “Ada” adındaki çocuk yüzünden!

Anladığınız üz’re, kızıma acayip sinirliyim! Kendimi yatıştırmak için tek çarem sizsiniz. Çünkü biliyorum ki, anlattıklarımı okuyunca bana hak verecek, destek olacak, yanımda yer alacak bir çok “anne”, belki bir kaç baba bile çıkacak, benim de yüreğime su serpilecek.

Tamam tamam! Biliyorum, “E hadi artık anlat bakalım hak verecek miyiz” diyorsunuz! Hemen anlatıyorum: Her şey 29 Ekim günü başladı. Ailece kalktık, kahvaltı saatlerini uzattıkça uzattık. Eşimin teyzesi de bizde, bayram ya hepimizde bir neşe... Derkeeeen, telefonum çaldı. Ada’nın okulundan müdür yardımcısının sesini duyunca önce bir şaşırdım. “Eyvah” dedim. Mâlum, bizim neslimizin çocukları, okuldan gelen aramaları hâyra yormaz. İlla bir azar bekleriz, günün sonunda. “Önce, çocukla ilgili bir sorun olmadığını görüp rahatladım sonra asıl darbeyi yedim!

Öğretmenimiz gayet sakin bir sesle anlatmaya başladı: Mâlum, bu yıl Çin’de Türk yılı. Bizim okulumuzun da orkestrası çok iyidir, biliyorsunuz.(Ada da bu yıl orkestraya girdi ama henüz 6’ıncı sınıf olduğu için çömezlerden). Çin’in orkestrasıyla çok ünlü bir okulundan, Türk yılı olması sebebi ile konser daveti aldık. Tabii 200 kişilik orkestranın tamamını götüremiyoruz. Sadece iyi çalan ve bir ayda konsere hazırlanabilecek 35 çocuk seçildi. Ada da “Asil” listede. Kızınızı Türkiye’yi temsilen, orkestramızla birlikte Çin’e götürmek için izninizi istiyoruz. (Bende ani çarpıntı, terleme, ateş basması, kem-küm ve derin bir sessizlik).

İLK ONAY BABADAN!

Konuşmalarımı yarım yamalak duyan eşim, “Ada-okul-Çin” üçgenini duyunca, daha ben telefonu kapamadan iki elini yukarı kaldırarak “hayır” işaretini bastı.

Bunu görünce derin bir rahatlama hissetmekle birlikte, öğretmenimize ayıp olmasın diye “ben bir babasıyla konuşup size haber vereyim” dedim ve telefonu kapattım. Tolga ,”Okul gezisi yapacaklarsa, Anıtkabir’e gitsinler, Çin’i mi bulmuşlar” filan gibi bir şeyler söyledi. Tam emin değilim çünkü o sırada kulaklarım çınlıyordu. “Yok gezi değilmiş” diye başlayıp, müdür yardımcımızın telefonda anlattıklarını eşime anlattım. Birden yüzü değişti ve “Aaaaa ama bu çok büyük bir şey gitsin o zaman” dedi. O âna kadar sessizce kenarda olanı biteni tâkip eden Ada birden “olleeeey” diye havaya fırladı. İşte benim kâbusum da böylece başladı.

Önce, Ada’ya sinirlendim. Ben onu anneannesinde bile bırakmamak için bin takla atayım, onsuz bir dakika kalmayı göze alamadığım için küçük hanım olmadan seyahate bile çıkmayayım, o bir ân tereddüt etmeden taaa Çin’e gitmeye kalksın! “Büyük terbiyesizlik”, “Affedilir şey değil”, “hiç sevilmemişim demek ki”.... Ve daha da fazla bir sürü lâfı Ada’nın şaşkın bakışları altında çocuğa saydırmaya başladım. Evet itiraf ediyorum bunu yaptım! Bir yandan da iki göz iki çeşme ağladım. Ada, “Anneciğim olur mu ben seni çok seviyorum. Asil listeye seçilmek çok büyük bir şey bak 1000 kişiye konser verecekmişiz, çok heyecanlı değil mi” filan demeye çalışsa da her seferinde çocuğun ağzına lâfı tıkayıp, tarih boyunca annelerin kullandığı en etkili cümleleri genetik hânemden çıkarıp sıraladım. Bir tek, başıma eşarp çatıp, bileklerimi kolonyayla ovdurtmadığım kaldı ki, hâla bunu da yapabilirim! Arada, lâf bulamayınca da “taaaa Çin” diye inleyip durdum. Ha bu arada eşim ne yapıyordu diye hiç sormayın! Çünkü, sanki bende bir acayiplik varmış gibi arada şaşırarak arada gülerek beni izlemesi inanılmaz sinir bozucuydu. Teyzesi ise “annem de böyle yapardı, aşağı mahalledeki arkadaşlarıma beni yollamazdı” dedikçe ben hepten delirip “aşağı mahalle değil, taaa Çin” diye bağırıp durdum.


Son çare en güçlü silahım annemi aradım

Peki sonra... Önce yakın arkadaşlardan medet aradım. “Neee Çin mi” diye tepki gösteren herkes, “Türk yılı”, “Konser” lâflarını duyunca

“Aaaa bir öğrencinin başına bu şans bir daha gelir mi mutlaka yolla” diye yan çizdiler. Çocuğu konusunda en muhafazakâr veli arkadaşımı aradım, o bile “bak bu durum başka, düşünmek lâzım” deyince iyice yalnız kaldım. Son çare ve en güçlü silâhım annemi aradım.

Annem ve ben

Ben: Anne...

Annem: Efendiiim (Annemi uyku sersemi yakalamıştım, tam zamanıydı)

Ben: Anne Ada’yı okul Çin’e götürmek istiyor.

Annem: Aaaaa sakıııııınnnnn. Bir tanecik torunumuuuuu....(Yaşasınnnn. İşte benim annemmmm. Beni lisedeyken yokuşun aşağısındaki askeri lojmanlara bile salmayan annem...)

Ben: Annem sen anlarsın beni... 11 yaşında çocuk, 10 saat yola mı gönderilirmiş! Gideyim desen ha deyince gidemezsin. Ama Tolga yollamak istiyor.(Damadı şikâyet en etkili yol)


Annem: -Yollanmaz. Sakın! Niye gideceklermiş?

Ben: (Nedenini aynen anlatıyorum)

Annem: Aaaaa ay bu çok güzel bir şey mutlaka gitsin. Hem bak bir ömür nefret eder çocuk senden böyle bir şeye yollamazsan.

Ben: Sen beni hiç bir yere yollamadın da ben senden nefret mi ettim!

Annem: Eh kafama kaktın bir ömür bak şimdi gene kaktın!

Ben: Ya anne yaaa bir kere de yanımda ol yaaaa uf yaaaaa...

“Kalk hayırsız, bir Çin’in kusur kalmıştı”

İşin özü; ben kimseden destek bulamadım. Twitter’a yazdım. Oradaki psikologlar “mutlaka yolla” diye yazdılar. Onlara da gıcık oldum. Herkes, “tabii haklısın, çok uzak ama bu da çocuğun hayatında çok özel bir anı olacak, bak yollamazsan hep içinde kalır” deyip durdular. Öyle fena bir his ki kendimi suçlu hissetmeye başladım. Sanki çocuğumun hayallerini yıkıyormuşum gibi... Sonunda psikolog çok yakın bir arkadaşımdan uzman görüşü almaya karar verdim.

Psikolog arkadaşım ve ben

Ben: 11 yaşında bir çocuğun, annesinden bu kadar rahat ayrılıp taa Çin’e gitmek istemesi normal mi?

Esra: Nasıl yani, sorunu anlamadım?

Ben: Ne bileyim işte! insan “Annemi bırakamam” der, “annemsiz ben n’aparım” der. Bizimki hiiiç! Hayırsız çıktı!

Esra: (Gülüyor)

Ben: Gülme canım! 11 yaşında Çin’e giden 18 yaşında bizimle de oturmaz!

Esra: (Gülüyor)

Ben: Yok bağlı değil demek ki bana! O kadar çok sevmiyor ya da! Normal mi bu?

Esra: Sen ciddi misin? Espri yaapıyorsun sanıyorum, gülüyorum.

Ben: Çok ciddiyim.

Esra: Bunları çocuğa da söyledin mi?

Ben: Oooo daha neler söyledim ona! Hatta gece yanımda yatırdım (Çünkü sürekli rûyamda Çin’e gittiğini gördüm), sabah okul için uyandırırken (rûyaların da etkisiyle), “kalk hayırsız, bir Çin’in kusur kalmıştı.Hiç annemi nasıl bırakırım diye düşünüyor mu bak” diye silkerek uyandırdım onu. Okul müdürüne bile şikâyet edip “utanmadan bizimki katılmak istiyor konsere” dedim. Babasına “biz nerede hata yaptık” diye sordum!

Esra: Yaaa sen aklı başında kadınsındır. N’oldu sana! Çocuk kendini suçlu hisseder böyle konuşursan. Ada ne dedi?

Ben: “Anne gezmeye gitmiyorum, ülkemdeki çocukları temsil etmeye gidiyorum. İş gibi düşün” dedi. Bir de beni çok sevdiğini falan söyledi ama artık inanmıyorum tabii.

Esra: Çok şükür kendine rağmen çocuğu düzgün yetiştirmişsin. Böyle yapan annelerin çocukları, kaç yaşına gelirse gelsin annelerine yapışık kalabiliyorlar. Master için burs kazanıp, annesini bırakamadığı için Amerika’ya gidemeyen o kadar çok öğrenci var ki! Kızın öyle mi olsun isterdin?

Ben: Hayır ama benden bu kadar rahat ayrılması normal mi?

Esra: Asıl senin ayrılamamanı değerlendirmek lâzım. Sen ondan ayrılamıyorsun. Onun kendi kanatlarıyla uçmasına hazır değilsin. Sen onsuz yapamıyorsun. Konu çocuğunu yollamak değil, geride kalabilmek.

Ben: Evet! Kabul! Ben kalamıyorum. N’olacak?

Esra: Çocuğunun iyiliği için kendini alıştıracaksın.

Ben: Yahu böyle mi alışılır. Önce bir-iki gün yakın bir yere gitseydi. Daha ilk seferde Pekin!

Esra: Bak orada haklısın.

Ben: Ay çok şükür biri haklısın dedi. Peki son sözün nedir?

Esra: Psikolog olarak kesinlikle gitmesini öneririm. Ama itiraf edeyim anne olara ben de kolay karar veremezdim.

Ben: Sağol! İçim rahatlamadı ama hiç değilse dürüstsün!

Şimdi size soruyorum!

Uzun sözün kısası: Bizim kız 5-6 günlüğüne ilk kez evden uzağa gidiyor. Pekin’e. Elbette küçük yaşta yapabildikleriyle gurur duyuyorum. Ama ben anneyim ve korkuyorum. Karnı ağrırsa yanına koşamamaktan korkuyorum meselâ. İtiraf ediyorum, burada onu beklerken ne yapacağımı bilememekten de, artık bana ihtiyaç hissetmezse diye de korkuyorum. En çok 10 saatlik uçuşu beklemekten korkuyorum. Ama onun hayallerinin önünde durmamak için gayret ediyorum. Sağ salim gidip, bir ân önce yanıma dönmesini iple çekiyorum. Sizden de bana hak vermenizi bekliyorum. Bir gezgin olarak Dünya’yı dolaşmanın keyfini biliyorum ama bir ebeveyn olarak bundan emin değilim. Bir baba olan Demir Abi’min sözü kulaklarımda şimdi: Eskiden köy çitinin bittiği yer sınırdı ve yaşam daha bir güzeldi! Kim bilir, belki de öyleydi! Biz yolluyoruz ama soruyorum size: 11 yaşındaki çocuk yollanır mı? Hem de taaaaaa Çin’e!

Yazının devamı...

Bakım iksirleri

Böyle baktığımda, kendimi de bakımlılar sınıfına rahatlıkla sokabilirim. Bir gün saçımı yıkamazsam kendimi feci bakımsız hissederim meselâ. Cildimi de temiz tutar, gecenin körü bile olsa kremlerimi sürmeyi ihmal etmem. Seyahate giderken önce, koca bir çanta kremlerim bavuldaki yerini alır. Ama cilt bakımı için bile bir güzellik merkezine gitmem örneğin. Güzellik salonları ürkütür beni. Sanki olmadık bir şeyler yapacaklar da birden iyisiyle kötüsüyle kendime ait özelliklerimi kaybediverecekmişim gibi gelir. Bu arada çevremdeki pek çok kişinin “prp”, “lazer” filan gibi şeyler yaptırıp ciltlerinin bebek teni gibi olduğunu gördükçe heves etmiyor değilim. Elbette, saçma sapan uygulamalarla kendini tanınmaz hâle çeviren kötü örnekler insanı korkutuyor. Bu sebeple, cilde yapılacak en küçük bir uygulama için dahi ehil bir el ve güvenilir bir doktora başvurmanın şart olduğuna inanıyorum. Bir gün cesaret edersem muhakkak burada sizinle paylaşırım. Söz.

Güzellik uygulamalarını bir yandan tâkip edip bir yandan da mesafeli durmakla birlikte bu ara bakıma ihtiyacım olacağı kesin görüüyor. Mâlum; yeni bir dizi film hazırlığı içindeyim.Kapımda da yeni tiyatro oyunu var. Yazılarımı, evi, çocuğu, tez çalışmamı, reklam çekimlerini saymıyorum bile. Anlaşılacağı gibi, hayli zorlu bir kış olacak benim için. Üstelik yeni dizimizin hikâyesi 20 yılı kapsıyor. Yani epey genç görünmem gereken bölümler olacak. Eh, durum böyle olunca, radikal işlemlerden de korktuğum için, “Kadın Olmak” programında uzun süre birlikte çalıştığım, benim “iksirci” dediğim biyolog-kozmetolog Pervin Bulgak’ın kapısını çaldım.

Pervin’in anneannesinden kalma, tam sandık işi bir çeyizi var: Ev yapımı bakım tarifleri kitabı. Benim yıllar önce, program esnâsında koyduğum isimle, “iksir kitabı”. Herkese anneannesinden yemek tarifleri kalır, Pervin’e güzellik ve bakım tarifleri kalmış. Esstanbul Güzellik Merkezi’ndeki odasına girdiğimde, yavaşça çekmecesinden, kapağı kilitli bana her zaman gizemli gelen kitabınıçıkarttı ve saçtan, cilde, gripten zayıflamaya ihtiyaç duyduğum ve yardım istediğim her konuyla ilgili ev yapımı, doğal malzemelerden oluşan bakım reçetelerimi yazdı. Benim istediklerim genellikle her kadının ihtiyaç duyabileceği şeyler ve herkesin kendi başına uygulayabileceği tarifler olduğu için de bu hazine gibi değerli, nesilden nesile aktarılan iksirleri sizinle de paylaşmak istedim. Güzellikle kalın...

Güzelliğiniz için birkaç tarif

Sivilce ve akneler için

Cildi bakıma hazırlamak için birinci şart, peeling biliyorsunuz. Elbette piyasada satılan pek çok üründen birini seçebilirsiniz. Ben tercihimi bu doğal tariften yana kullanıyorum. Sivilce ve akneli ciltlerin peeling yapamayacağını hatırlatarak evde hazırlayabileceğiniz bu tarifi hemen paylaşıyorum:

- 1 yemek kaşığı mısır unu

- 1 yemek kaşığı sızma zeytinyağı

Malzemeleri karıştırın ve parmak uçlarının yardımı ile çene alt hattından başlayarak göz çevresi hariç tüm cilde hafif bir masaj yaparak uygulayın. Bu işlem toplam 5-6 dakika sürecektir. İşlem sonunda cildinizi arındırmak için soğuğa yakın bir su ile durulayın. Bu işlemi akşamları yapmak daha iyiymiş. Böylece ardından süreceğiniz nemlendiriciniz gece boyunca emilir ve cildin derin tabakalarına inerek daha iyi sonuç verirmiş.

Yağlı ciltler haftada bir, karma ciltler 10 günde bir, hassas ve kuru ciltler ise 15-20 günde bir uygulayabilirmiş.

Lekeleri gidermek için:

Yazın benim gibi lekelenenlerden misiniz? 90 koruma faktörü sürdüğüm hâlde yine de ufak lekelerim oluyor maalesef. İşte size leke giderici ve cildi daha aydınlık gösteren bir tarif:

1 su bardağı pirinci birkaç defa yıkayıp suyunu bir kabın içinde biriktirin. Pirinç nişastası dibe çöktükçe üsteki suyu yavaş yavaş boşatın ve hafif sulu pirinç nişastasını elde edin. Bu yumuşak karışımı parmaklarınız yardımıyla cildinize yedirin. Bu işlemi gece boyunca üst üste tekrarlayıp en az 2 saat kalması koşuluyla cildinizde bekletin, daha duru görünecek.

Saç dökülmeleri için

Saçlarımız yaz boyunca matlaştı şimdi de sonbahar nedeniyle dökülme başlıyor. Bir de çekimlerde fön saçlarımın iyice canına okuyacak. Bu yüzden bir de saç iksiri istedim Pervin’den. Buyrun siz de deneyin:

- 2 yemek kaşığı ceviz yağı

- 1 tatlı kaşığı sızma zeytinyağı

- 1 ampul B vitamini (eczaneden)

Tüm malzemeler karıştırılacak ve saç köklerinden başlanarak uygulanacak. (Eğer saç uzunsa ve karışım az gelirse oranlara bağlı kalarak miktarlar artırılacak) Malzemeler saça sürüldükten sonra üzeri bone ile kapatılacak ve 1 saat bekletildikten sonra önce şampuan uygulanan saçtan soğuk su ile bu maske arındırılacak. Bu bakım haftada bir yapılabilir.

Fazla kilolar için tüyolar

Benim gibi seyahatlerde ya da bayram gezmelerinizde yaramazlık yapıp birkaç kilo aldıysanız kilolardan kurtulmak için püf noktaları var:

Örneğin, alkali su içmek: 1 litre suyun içine 1,5 çay kaşığı karbonat ilave edin. Hazırladığınız suyu her gün tüketin.

Ben inanılmaz şişerim. Bazı sabahlar, ne yüzüklerim parmağıma ne ayakkabılarım ayağıma girer. Yeni dizimde ise bugüne kadar oynamadığım bir karakteri oynadığım için, beni görmeye alışık olmadığınız dapdar elbiselerin içinde göreceksiniz. Bu yüzden, ödemlerimle mücade şart bu yıl benim için! Bunun için, salatama, yemeklerime zerdeçal ve kişniş ilave ediyorum artık. Hem şişmekten kurtarıyor hem de metabolizmayı hızlandırıyor.

İşte yeni öğrendiğim bir faydalı bilgi daha: Kırmızı pancar daha çok kalori yakmamızı sağlıyor. Ben zaten çok severim, bunu öğrendiğime çok sevindim. Örneğin; 1 pancarın suyunu içtiğinizde 40 dakikalık yürüyüş sonunda daha çok kalori yakmış oluyorsunuz. Ayrıca, antioksidan etkisi sayesinde cildi de parlatıyormuş pancar.

Grip savar mucize

Eh çocuğunuz varsa, konu dönüp dolaşıp ona gelir. Bizim de muhabbetimiz güzellikken bir anda baş belası grip oluverdi. Çalışırken, önce sağlam bir şekilde ayakta olabilmek gerek. Grip sezonunun da açıldığını düşünerek, 12 yaşından büyük çocukların da kolaylıkla içebileceği grip savar çay tarifini de kapıverdim böylece:

- Yarım litre kaynar su

- 2 adet 1 TL büyüklüğünde taze zencefil

- 1 adet kabuk tarçın

- 1 yemek kaşığı kestane balı

- 3 adet top karabiber

- 3 adet karanfil

Tüm malzemeleri suyun içine ilave ettikten sonra üzerini kapatıp 10 dakika demleyin. Sonra içmek daha iyi. Arzu edilirse içine tıraş limon da koyulabilir.

Parlak bir cilt için

Parlak bir cildi kim istemez? Ben istedim. Tarifimi de aldım. Bezelyeyi duyunca ben de sizin gibi biraz şaşırdım ama işe yarıyor.

- 1 yemek kaşığı haşlanmış bezelye

- 1 tatlı kaşığı sızma zeytinyağı

Haşlanmış bezelyeyi güzelce ezin ve zeytinyağı ile karıştırıp macun haline getirin. Elde ettiğiniz karışımı masaj yaparak yüzünüze uygulayın. 15-20 dakika cildinizda kaldıktan sonra soğuk su ile durulayın.

Bu bakımı haftada bir uygulayabilirsiniz.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.