Şampiy10
Magazin
Gündem

Hayatın kalbi kaleminde atan usta Zülfü Livaneli

İnsanın hayran olduğu sanatçıyla buluşması, müthiş bir heyecan. Bu duygumu twitterda paylaştığımda takipçilerim çok şaşırdılar.
“Yahu sanatçıların da karşılaşınca heyecanlanacağı, o kadar hayran olduğu sanatçılar var mı” diye sordular. Olmaz mı! Üstelik benim gibi bir edebiyat aşığıysanız ve henüz acemi bir şekilde yazıya ucundan bucağından bulaştığınız sırada, edebiyatın ustası, sinemacı, müzisyen ve köşe yazarlarının yüz akı bir isimle sohbetinizi yazıya dökme fırsatı bulmuşsanız, hem zevkten mest olur hem de hayranı olduğunuz yazarın, bu satırları okuyacağını bilmenin heyecanıyla ölebilirsiniz. Benimle paylaştığı her sözü için teşekkür ediyor ve sizi Zülfü Livaneli ile olan sohbetimizle baş başa bırakıyorum.

Dünyada örneğine az rastlanır bir sanatçı başarınız ve sanatın her alanına bıraktığınız etkin bir iziniz var: Müzik, sinema, edebiyat... Sanatın bu üç dalında başyapıtlara imza attıktan sonra şimdi de yepyeni bir alanda başarınıza yenisini kattınız. Artık tiyatro dünyasına da izinizi bıraktınız. Romanınızdan uyarlanan Leyla’nın Evi oyunu, 4’üncü yılında 401’inci oyunla perdelerini yeni sezona açıyor. “Tiyatro bitti mi!” tartışmalarına, tiyatronun kendisi cevap veriyor. “Tiyatro Kedi”, “Leyla’nın Evi” romanınızı, sahneye başarıyla uyarlayarak, bu kadim sanatla seyirciyi büyük bir coşkuyla bulışturmaya devam ediyor. Tiyatronun bu kadar zor yapıldığı bir dönemde, bu başarının ve seyirciden gelen büyük ilginin sebebi sizce ne?
Seyirciye sıcak gelen bir oyun. Çok ustaca sahneye kondu ve çok iyi oynanıyor. Ekibin başarısı. Sahnedeki halini izlediğimde ben de çok sevdim. Romanda kuşak çatışmalarının anlatılması, Leyla’nın Evi’ni kaybetmesi ve Cihangir’e taşınması yani Osmanlı dünyası ile yeni dünyanın bir araya
gelmesi okuyucuyu çekmişti. Sanırım, izleyiciyi yakalayan başlıca öğe de bu oldu.
Yalıdan yalıya çalınan piyanolardan insanların birbirine aşık olduğu bir dönemin romantizmden, güm diye
Cihangir’e atlayış var. Ve o Cihangir’in gençleri, şimdi yeni karşılaştığımız “Gezi” tipleri gibi. Ben eminim, romandaki o gençler “Gezi”ye de katılmışlardır. (Epey gülüyoruz) Bence ilaç içer gibi oyun seyredilmez ya da roman okunmaz. İnsanları etkilemek ve yüreğine dokunmak önemli.

“Kardeşimin Hikayesi” 4 ayda 220 bin sattı

Size ilk, “Leyla’nın Evi”ni oyun yapma önerisi geldiğinde nasıl karşıladınız? Yazarlara, yapıtları sinema ya da tiyatroya uyarlandığında beğendirmek zordur. Siz, romanlarınızın sinema ve tiyatroya uyarlanmasına nasıl bakıyorsunuz?

Nedim Saban’ın önerisiydi. Roman çok sevilmişti, tiyatro sahnesinde görme fikri de hoşuma gitti. Zeynep Avcı çok iyi oyunlaştırdı. İlk günden itibaren provalara katıldım, düşüncelerimi de hep söyledim. Sonuçta; sempatik, insanları etkileyen, güldüren, ağlatan, heyecanlandıran, nefret ettiren, sevdiren, kısaca sahneden inip insanların yüreğine değen bir oyun oldu. Ben şanslıyım, eserlerimde yer alan oyuncular da hep çok başarılıydı. Mutluluk filminde de öyleydi, bu oyunda da öyle. Bir müzisyen olarak, Ayça’nın tam bir müzikal oyuncusu olduğunu düşünüyorum. Seyirci de şarkı söylemesine, “hip hop” yapmasına bayılıyor. Celile Toyon, yılların ustası, dostum, muhteşem bir oyuncu. Tüm ekip şahane oynuyor. Oyun ekibinden, genç yaşta kaybettiğimiz Onur’u da
rahmetle anıyorum.

“Kardeşimin Hikayesi”, bu kadar kısa zamanda en çok satan kitabınız oldu. Serenad 2 yıl içinde 250 bin satış yapmış durumda ama “Kardeşimin Hikayesi” 4 ayda 220 bin rakamını gördü. Kitap çıkarken bunu öngörmüş müydünüz?

Ne ben, ne de yayıncı bu kadarını beklemiyorduk. Bunu planlamamıştım ama bugün baktığımda, “gazeteci kız” karakterinin tam bir “gezi gençliği” temsilcisi olduğunu görüyorum. Kimseye eyvallahı olmayan, tablet, akıllı telefon elinde, her an dünyayı takip eden bir genç kadın.
Elbette ben bunu yazdığımda henüz “Gezi olayı” diye bir şey yoktu. Üstte bir hikaye
akıyor ama altında psikolojik ve felsefi göndermeler var. Roman bu sebeple de genç okur kitlesinin kafa yapısına uygun düştü sanırım.

Doğaya hükmetmeye çalışmak felaket getirir

Bazı yazarlar, olacakları önceden söyler. Bu romanlarınızda, siz de sanki bugünü önceden tariflemişsiniz gibi?
Hatta şimdi yeni baskısı yapılacak olan “Son Ada” romanımda... Yıllar önce yazdığım bu romanda, doğaya ve toplumlara hükmetmeye kalktığınızda, herşeyin felakete ve diktatörlüğe gittiğini anlatmıştım. Çünkü doğanın da insan topluluklarının da yasaları var. “Hayat, sanatı taklit eder” diye bir söz vardır. Ben buna inanmaya başladım. 5 yıl önce yazdığım bir kitap, bugün “Gezi”de gerçekleşti.
O yüzden söylüyorum: Edebiyat, dünyanın aklıdır.

“Meryem Uzerli Batı’da büyümüş biri ve isyan etti”


Kardeşimin Hikayesi, dizi ya da film olmaya çok müsait. Var mı uyarlamak için size teklif getiren?

Dizileri uzatmak için, çok ekleme yapılıyor ve alıntı yapılan roman aslından kopuyor. Aslında dizilerimizin çekim kalitesini ve oyunculukları çok beğeniyorum. Üstelik her hafta bir film uzunluğunda dizi çeken insanların bir mucize gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Sadece 13 bölüm ve bölüm uzunluğu daha kısa süreli diziler yapılsa... O zaman olabilir. Film olması, şu anda romana sadık kalınabilmesi için daha doğru olur.

Dizilerin bu kadar uzun olması, izleyicinin de aklını durduran bir şey değil mi?

Öyle tabii. Ama bizim insanımız, tüm gecesini tek bir diziye adamaya çok alıştı. Amarikalılar, oturup kıpırdamadan yarım saat dizi izliyor. Zaten, aksi halde konuyu kaçırıyor. Bizdeki izleme biçimi, çay koyma, komşuyla muhabbet, bir yandan örgü örme biçiminde olduğu için, seyirci kopup geri geldiğinde konuyu bıraktığı yerde bulabileceği şekilde dizilerimiz kurgulanıyor. Bu yüzden hikaye ilerlemiyor. Üstelik, süre uzadıkça, bu işin emekçileri için de çalışma şartları çok zorlaşmış oluyor. Dizi sektöründeki arkadaşlar fedakarca çalışıyor. Ben Meryem Uzerli’ye de hak veriyorum. Batıda büyüdüğü için, isyan etme hakkını gördü kendinde. Aslında, herkesi isyan ettirecek bir çalışma düzeni bu.

Tabii Meryem steril ortamda büyüdüğü için çabuk mikrop kapıp hastalandı. Biz sokaktan yemeğe alışık olduğumuz için bünyeler bağışık.

Bu benzetmem çok hoşuna gidiyor Livaneli’nin ve uzun uzun gülüyoruz.

Muhabbeti öyle tatlı ve anlatımını öyle güzel anı ve hikayelerle süslüyor ki, konudan konuya kayarak, hayata dair bir sohbete düşüyoruz bu dakikadan sonra.

Twitter’da sevenlerimin oluşturduğu sayfalarım var


Gençleri bu kadar iyi tanıyorsunuz, “Gezi” gençliğini, olaylardan önce romanlarınızda işliyorsunuz, peki sosyal medyayı kullanıyor musunuz?

Bir itirafta bulunayım; tarihi bir konu ya da felsefi bir kavramla ilgili bilgi edineceğim zaman, elbette araştırma yapıyorum ama önce internetteki şu “sözlük”lere başvuruyorum. Ekşi sözlük gibi... Çok zor ulaşılabilecek bilgiler hakkında son derece derin bilgilere sahip insanlar var bu sözlüklere yazarlık yapan. Bütün dünyanın bilgisi sanki bu sayfalarda. Bu bilgilerin yayılması için sosyal medya inanılmaz bir mecra. Ama tabii yine her şey okumaktan geçiyor. İster kitaptan, ister tabletten... Önemli olan okumak. Facebook’ta sevenlerin oluşturduğu sayfalar var.

Twitter da muhteşem.

Ben kendim yazmıyorum ama yazılarım konuluyor. Çok zaman aldığı için sürekli takip edemiyorum. Ama, insanların bazı konularda ne düşündüğünü merak ettiğimde hemen Twitter’da yazılanlara bakıyorum. Sosyal medya müthiş bir şey.



Okumak önemli elbette. Peki yazmak? “Kanaat önderleri” denilen kişiler var?

Okumadan yazmaya çalışanlar var son zamanlarda. “Kanaat önderleri” lafına da çok gülüyorum. Böyle bir şey olamaz tabii ki. Yazmak üzerine, size esprili ama yaşanmış bir hikaye anlatayım: Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau, hizmetçisiyle evlenir. Ölümünden sonra, karısı

Rousseau hakkında bir kitap yazar. Bunun üzerine Fransız entelektüelleri, kadını eleştirmek ve bilgi sahibi olmadan yazılamayacağını ifade etmek için “Ahhhh Jean-Jacques, şu kadına yazmayı öğrettin iyi oldu ama keşke okumayı da öğretseydin” derler.

‘Dijital medyayı kontrol etmek zor ve her şey açıkta artık’


Eyvaaaaahhhhh (Bir yandan gülüyoruz öte yandan ben hikâyeyi hemen bir kenâra not ediyorum,yeri geldiğinde anlatılacak kişiler gelir mutlaka) Gezi gençliği hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben hayranlıkla izledim. İşin politik tarafı ve apolitize sandığımız gençlerin bir araya gelmesi bir yana, zekalarına, esprilerine hayran oldum.

“Orantısız zeka” deniliyor ya sahiden öyleydi. Eyvallahları yok. Tarzları başka. Büyük-küçük yok. Sanıldığı gibi saygısızlık değil bu. Ama bizim öğrendiğimiz gibi “Aman efendim, tabii efendim” demiyorlar. “Kardeşimin Hikayesi”ndeki

gazeteci kız karakteri de aynı böyle işte. Çok özgüvenliler.

Demokrasi ve sosyal medya arasında bir ilişki var mı sizce?

Dünya eski dünya değil. Diktatörlük artık çok zor. Devrimler, iletişimle çok ilişkili. Örneğin; Mustafa Kemal, telgrafı en etkili kullanan lider.

Bugün olsaydı, Atatürk sosyal medyayı nasıl kullanırdı?

En etkili kullanan isim olurdu. 60’lı yıllara geldiğimizde, askerler radyoyu ele geçirirlerdi. Tek haber kaynağıydı. Sonra televizyon... 80 ihtilalinde televizyonu ele geçirdiler. 28 Şubat’ta gazetelerin önemi farkedildi ve bu iktidar basını dönüştürdü. Gazetelerini, radyolarını, televizyonlarını

kurdular ve oradan yayın yapmaya başladılar.

Hesap edemedikleri bir şey çıktı ama: Dijital Medya. Kontrol edilemez bir şey. Küçücük cep telefonları dünyayı dönüştürüyor. Artık herkes muhabir, her yer yayın organı, her yer kamera... Bu yüzden güneşin altında saklı bir şey kalamayacak.

Demokrasi?

Demokrasinin kendini düzelteceğine dair mutlak bir inancım var.

Organizma ya da hücresel bir yapı gibi mi yani?

Aynen öyle. Hayat kendini düzeltir. Bakın bunu hemen kanıtlayayım. Benim konserlerimde, ben elimi kaldırınca yüz binlerce insan aynı anda şarkılarımı söyler ve çok da güzel söyler.

Herkesin doğru notadan söylemesi mümkün olmadığı halde, kimi tiz kimi pes, kimi farklı notadan söylemesine rağmen stüdyoda baktığımızda ortaya çıkan sesin doğru nota olduğunu görüyoruz. Toplum da böyle. Halkın içinden farklı sesler çıksa da ortalaması doğru çıkabilir. Tamamen denetimsiz bir şey değil bu. Demokrasiyi böyle algılıyorum; iktidarın görevi orkestra şefliği yapmak, halkın görevi de söylemek.

Çok umut verici konuştunuz. İflah olmaz bir iyimser olduğum için tanımlamanız bana çok iyi geldi. Dilerim böyle olur. Güzelliklere sözümüz düşmüşken; mutluluğun resmi yapılamadı ama siz kitabını yazdınız. Mutluluk deyince...

Mutlu anlar vardır.

Bu anlar hatırlandıkça da mutluluk verir. Mutlu anlar
çoğaldıkça mutluluk artar.

Unutmak ve hatırlamak?

“Kardeşimin Hikayesi” bunun üzerine. İnsan -bitkisel olarak bile olsa- her şeyi unutarak yaşayabilir ama hiçbir şeyi unutmadan yaşayamaz.

Değişim?

Değişime açık bir insanım. Ruh durumuna göre zevk alınan şeyler de değişir. İnsan, evlenince karşısındakiyle değişir, dostluklarla dönüşür ve bu güzeldir. Değişime kapalı olmak, ölmek gibidir. Elbette, insanın temel ilkelerinden vazgeçmesinden, her gelene “eyvallah” demesinden söz etmiyorum.

Türkçe’nin gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Eski kelimelerin bilinmesi çok önemli. Yarışma programlarında, gençlerin, çoğu kelimeyi bilmediğini görüyoruz. Bu hem aileyle hem okulla hem de yine okumakla ilgili bir durum. “İtibar”, “ihtimal” gibi kelimeleri bile bilmeyen üniversite gençleri olması üzücü. Deyimler zaten hemen hiç bilinmiyor.

‘Roman insanları anlama sanatı’


Bir yandan da çok yaratıcı yeni bir lügat gelişiyor. Bir takım yeni laflar icat ediliyor. Kimileri eleştiriyor, benim gibi bazıları da hoşuna gidenleri alıp hemen kullanmaya başlıyor.

Siz hangi gruptansınız merak ettim. “Gezi zekalı” son zamanlarda sevdiğim bir laf mesela.

Ah bayıldım. Çok güzelmiş. Elbette dil yaşayan bir şey. Mutlaka gelişecek ve yeni deyimler icat edecek. “Atarlandı” diyorlar mesela şimdi.

Siz epey takip ediyorsunuz.

Elbette. Biz de yapardık. Ankara’da babam savcıyken bir gün okuldan geldim ve “Baba kafam bozuk” dedim. Babam, ”Evladım, makine bozuk olabilir, yemek bozuk olabilir ama kafa bozuk olamaz” demişti. Ama biz öyle diyorduk işte. Şimdiki “Gezi”nin gençlerini de yirmi yıl sonra çocukları şaşırtacak. Dil donmuyor. Yaratıcılık bu, reddedilir mi! Öğrenmeye çalışıyorum. Başka türlü roman yazılır mı! Bir okuyucu, Serenad romanımı kadın dilinden yazmış olmama çok şaşırdığını söylemişti. Roman, insanları anlama ve anlatma sanatı. Kadınların dilinden anlamam dersem dünyanın yarısı gitti demektir. Gençleri, çocukları da çıkaralım... O zaman ben sadece kendi yaşımdaki erkekleri anlatan romanlar mı yazmalıyım? (Kendi de çok gülüyor buna) Dünya durmuyor. Dil de öyle... Ve bu güzel bir şey.

Yeni kitabımın adı hazır “Şehrengiz”


Son olarak, aklınızda yeni bir romanın dünyası kurulmaya başladı mı?

Evet. (Bunu söylerken, çocuksu bir heyecan parlıyor gözlerinde. Ses tonu hafif mahçup, belli belirsiz titrek bir hal alıyor. ”Sır” gibi fısıldıyor kelimeleri bundan sonra) Aslında ben romanlarımı kafamda yaşatmaya başlarım önce. 5-10 yıl arası sürer bu, sonra oturunca çok çabuk, 6 ay gibi bir sürede yazabilirim. Şimdi de kafamda yeni bir roman oluşuyor. İstanbul’un geçmişinin etkilerini hissetmiyoruz artık oysa her şehir insanı biçimlendirir. Bu biçimlendirme üzerine olacak yeni kitap. Sonradan değiştirmezsem ismini bile buldum! (Bu sefer heyecanlanma sırası bana geliyor. Zaten tüm kitaplarını defalarca okumuş bir okuru olduğumu bildiği için, konuşmasına küçük bir duraksama anı bırakarak benim heyecanımın tadını çıkarmam için zaman tanıyor)

(Dayanamayarak) Bana söyler misiniz adını?
Şehrengiz...

Şehir ve esrarengiz karışımı gibi bir şey galiba... Kelime olarak kulağa çok güzel geliyor. Ne demek “Şehrengiz”?

Eski bir edebiyat türü. Artık kaybolmuş. Bunu yeniden ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Bizde şehrengizler var. Şehirdeki kişiler ve olayları anlatan kitaplar bunlar. İşte ben de kitabımın adını “Şehrengiz” koymak niyetindeyim. İlk kez de burdan duyurmuş oldum.

Şehrengiz’i sabırsızlıkla bekliyorum. İstanbul kokan bir kitap olacak belli ki. İsmini ilk duyurmuş olmanın sevinci de benim kazancım. Edebiyat ve edebiyatın büyük ustası Zülfü Livaneli romanları hayatımızdan hiç eksik olmasın. Sevgi ile kalın...

Yazının devamı...

Savaşın yaraladığı kent

Havada, insanın yüreğini burkan bir şey var. Görünmeyen ama varlığını her an göğsünüzün üzerinde hissedeceğiniz büyük bir ağırlık... Oysa alabildiğine neşeli insanları.
Eğlenceyi baş tacı etmişler. Ama şen yüzlerin altında kurumamış gözyaşları var sanki. Bir türlü kapanmayan derin yaralara, eğlence kabuk bağlamış gibi. Maske sanki...
Acılara, yaralara, kayıplara, ihanetlere, umutsuzluklara ve en önemlisi yıkılmışlıklara...
Her zaman görmek istemişimdir Mostar'ı. Mostar Köprüsü'nü... Gözümüzün önünde yıllarca süren vahşetin artık bittiğini, yerinde görmek arzusu bu belkide...

Acı günler geride kalmış olsa da, insanlık tarihinde kara bir leke olarak kalacak yaşananlar. Ama bu günümüze ve Ortadoğu'da yaşananlara bakılırsa, insanoğlu mazideki utançlara yenilerini eklemeye devam edecek. Masumlar katledilirken, insanlık payına düşen utançla yaşamaya mahkum edilecek. En acısı şu ki, vicdanlar tarihten ders almıyor.
Gelecek nesillere, acı ve utanç miras kalıyor. Bu yüzden "Savaşa Hayır" diye haykırmalıyız hep birlikte!

Şehir dünya mirası listesinde

Mostar köprüsü, fotoğraflarında gördüğünüzden çok daha muhteşem. Mimar Sinan’ın öğrencisi Osmanlı mimar Hayruddin tarafından 1566’da inşa edilmiş. Savaşta yıkılmış ve taşları Neretva nehrinin sularına gömülmüş. Mostar Köprüsü ABD, Türkiye, Hollanda, İtalya ve Hırvatistan'ın katkılarıyla aslına uygun olarak yeniden inşa edilerek 2004 yılında yeniden kullanıma açılmış. Mostar, Hersek'in başketi. Adını, bu Osmanlı köprüsünden alıyor. Yaklaşık 100 bin nüfuslu, ağaçlar altında, nehir boyunca uzanan taş evlerin şekillendirdiği, şirin bir yerleşim. Savaştan sonra şehirde zarar gören binalar tamir, tarihi eserler restore edilmiş. Avrupa Birliği restorasyon çalışmaları için 15 milyon dolar harcamış. 2005 tarihinde eski Mostar şehri, UNESCO tarafından dünya mirası listesine alınmış.


Köprünün başında "Don't forget 93" yazılı bir taş bir blok var. Zaten unutulması mümkün olmayan acılara gönderme yapan bu yazı bile insanın boğazını düğümlemeye yetiyor. Köprü, baş döndürücü yükseklikte. Üzerinde yürümek zor olduğundan, insanların kaymaması için ince beton şeritler döşenmiş. Köprünün tepe noktası 24 metre yüksekliğinde. Dört yüzü aşkın yıl boyunca, hoşgörü ve kültürel çeşitliliğin sembolü olmuş bu köprü, 30 metre uzunluğunda ve 4 metre genişliğinde.

Geleneğe göre, kentin genç erkekleri evlenmeden önce nişanlılarına cesaretlerini kanıtlamak için köprüden nehre atlarlarmış. Bugün, para karşılığı gösteri amaçlı da atlıyorlar. Açıkçası, izlerken bile benim nefesim kesildi. Elim ayağım kesildiği için kıpırdayamadım bile ama Tolga bu anı fotoğrafladı.

Köprü'den karşıya geçince, büyük bir kitapçı var. Kitapçıdan çok Mostar'ın müzesi gibi olan bu mağazada sürekli olarak, savaş görüntüleri ve köprünün yıkılışı gösteriliyor. Savaş günlerini anlatan kitap ve DVD satan bu kitapçıda, kaç saat kaldım, aynı görüntüleri kaç kez izledim hatırlamıyorum. Ama çıktığımda, artık gözümde yaş kalmamıştı.

Tolga, “Seni, kendini iyi hissedeceğin bir yere götürmek istiyorum, gel benimle, seveceksin...” diyerek ikna edip kitapçıdan çıkardıktan sonra, nehir boyu yukarı doğru yürüdük birlikte. Savaşın iz bırakmadığı ev yoktu. Ve artık acıdan içim katılmışken, 1618’de inşa edilen Koski Mehmet Paşa Camii’nin bahçesi belirdi karşımızda. Öyle güzel, öyle huzurlu ki... Bir insan olarak, bu yaşananlara karşı elimden gelen tek şeyi yaptım: Yeni savaşlar olmaması için dua ettim.

Tatilde ağlamayı göze alıyorsanız buraya gelin

“Küçük Mostar Köprüsü” diyebileceğimiz, 16'ncı yüzyıldan kalma “Kriva Cuprija”nın da üzerinden geçiyoruz. Akşam olunca, artık dükkan olmuş evler, kepenk indirip acılarıyla başbaşa kaldığında daha bir hüzünlü görünüyor gözüme. Karanlıkta, bir başka "sızlıyor" sanki geçmiş. İşte tam da bu sırada, sanki tüm yaşananları unutmak ister gibi, hüzne inat gümbür gümbür müzik başlıyor, dört bir yerden. En çok da "Tarkan" çalınıyor. Zaten, burada insan kendini hiç yabancı hissetmiyor. Çoğunluk Türkçe biliyor. Meselâ biz, nehrin kenarında Türk bir ailenin evinde konakladık. Mutfak zaten bizim mutfağımız. Köfteler fena değil. Türk kahvesi de var. Ama ülkemizdeki aşırı turistik yerler ayarında.

Zaten Mostar, en fazla bir gece konaklama yapılacak bir kent. Hatta, civar bölgelerden günübirlik turlarla da gelinebilir. Açıkçası ben gecesini sevmedim. Fazla gürültülü ve sanki yaşananları unutturmak için biraz zorlama bir eğlence... Huzursuz bir canlılık. Keşke, nehrin sesini dinleyerek, suyun ruhumuzu yıkadığını hissederek, ağaç altında oturmak mümkün olsa! Ama birbirine karışan müzik ve özenini kaybetmiş turistik lokantalar insanın keyfini kaçırıyor.
Birbiriyle çelişen duygularıyla, dengesini bulmaya çalışan bir kent Mostar. İnsan, buradaki hiç bir şeye kızamıyor. Yıllar yaraları sardıkça, insanlar huzura kavuştukça, bu kentte yeniden kendini bulacak. Dilerim bu süreçte turizmden gelen paranın cazibesi, yörenin yerelliğini nehrin sularına atıp, bu kentin ruhunu öldürmez. Size tavsiyem tatilinizde ağlamayı göze alırsanız, Mostar'ı bir an önce ziyaret edin.

Yazının devamı...

Eylül ve Ekim için Bodrum rehberi

Geçen hafta, Bodrum’daki kalabalıktan ve hayret verici hesaplardan söz etmiştim. Sonunda da, Bodrum’a Eylül ayı itibari ile gelinmesini tavsiye etmiştim. Hatta, yazıma da Alpay’ın çok sevdiğim “Eylül’de geeeeellll“ şarkı sözünü başlık atmıştım. Haklı olarak, çok sayıda okuyucudan, “Eeee, Eylül’de geldik, sonra?” şeklinde sorular geldi. Malum, önümüzde şahane bir Kurban Bayramı tatili var. Bu yıl, 10 günü kapsayan bayram, Ekim ayının ortasına denk geliyor. İmkanı olan ve seyahat seven pek çok kişi eminim bu süreyi yurt dışında geçirmeyi planlıyordur. Ama aklınızı çelecek bir hatırlatmam var: Eylül ve Ekim aylarının, ülkemizin batı ve güney kıyılarının en güzel dönemi olduğunu unutmayın! Yöre halkının deyişiyle, denizin aynalandığı, sarı sıcakların bastığı günler... Havada yaprak oynamaz bu dönemde. Göl gibi uzanır deniz önünüzde. Şaşırtıcı bir gerçek şudur ki; Temmuz ayında, denizden çıkarken ürperdiğiniz olur da Eylül ve Ekim’de olmaz. Tenhalaşan sokaklarda köy hayatının tadını çıkarmak da ancak bu dönemde mümkündür. Bodrum, Datça, Bozburun, Fethiye cennet köşesidir artık. Benden söylemesi! Ege’nin tadına, Eylül-Ekim’de varılır. Eylül- Ekim dönemi için Bodrum ziyaretçilerine öneriler...

Bodrum merkez

Yaz aylarında kesinlikle uzak durulması gereken Bodrum çarşısı, Eylül ayından itibaren cennettir. Sadece insanın içini ısıtan otantik çarşısında alışveriş yapmak ya da artık gerçek müdavimlerin kaldığı barlarında eğlenmek için değil. Denize girmek için de eşsizdir bu aylar. Yazın insanı boğan sıcakta değil, sonbaharın ilk yarısında gezilmelidir Bodrum Kalesi. Azmakbaşı’na gidince mutlaka Penguen Pastanesi’nde soluklanmak gerekir. Ve yorgunluğu atıp, biraz da serinlemek için, buradan denize giriliverir. Kale’ye doğru yüzmenin keyfi tarifsizdir. Akşam olup da balık yemek isterseniz, eski halin yeni “balıkçılar çarşısı“nı keşfetmelisiniz. Minübüs duraklarının hemen yanında yer alan bir zamanların “Nevizade”si havasındadır burası. Balıkçıdan balığınızı kilo ile alır, lokantadan pişirmesini ister, mezeleri dolaptan seçersiniz. Fiyatlar makul, eğlencesi ve kalabalığı boldur.

Bodrum Marina

Her zaman favorim olan bu mekan, Eylül ve Ekim’in en çok tercih edilen yeridir. Havası her daim güzeldir. Yatch Club, Bodrum’un en keyifli ve nezih eğlence yeridir. Bayram sonuna kadar, Türkiye’nin en iyi müzisyenlerine ev sahipliği yapar. Yediğinizin, içtiğinizin fiyatını öder, ekstra bir ücretle karşılaşmazsınız. Kendini gösterme çabasında insanların değil, deniz tutkunu olanların ve gerçek müzikseverlerin mekanıdır. Eylül sonu, ünlü isimlerin yarıştığı yelkenli yarışları yapılır. Övünmek gibi olmasın, iki yıl üst üste birincilik almışlığım vardır. Bu yıl da bir aksilik olmazsa yarışlara katılmak niyetinde olduğumu belirtip hemen marinanın ucuna doğru yer alan Piere’den bahsetmeliyim. Perşembe-Cuma-Cumartesi günleri hem büyük hayranlık hem de kıskançlık içinde izlediğim Bora Öztoprak sahne alıyor, Bodrum Piere’de. Açıkçası, böyle güçlü ve etkileyici bir sesim ve şarkı söyleme yeteneğim olsun çok isterdim. İtiraf ettim işte: Ben Bora’nın yeteneğini çok kıskanıyorum. Bora’ya eşlik eden Kaan ise, müzisyenliğine artı olarak “benim diyen” komedyenlere taş çıkarıyor. Özetle; iyi müzik ve eğlence bir arada. Mekana gelince; kale avucunuzun içinde, orkestra, sanki teknelerin üzerinde... Müthiş manzara ve insana açık havada olduğunu unutturan nefis ses düzeni... İsteyen, program öncesi yemek de yiyebilir. Sadece yediğinizi, içtiğinizi ödüyorsunuz ve unutulmaz bir gece geçiriyorsunuz. Kurban Bayramı boyunca program var. (Bu arada, Bora’nın sahne aldığı kışlık mekan Nispet, Bağdat Caddesi üzerinde. İstanbullular bu kaçırılmaz programı Nispet’te izleyebilirler.)



Beldeler

Bodrum merkez, Eylül ve Ekim için en ideal yerdir. Ayrıca, marinası olan diğer iki yerleşim, Turgutreis ve Yalıkavak her daim hareketlidir. Türkbükü terk edilmiş gibidir. Buraya sadece “Doğal Dondurma“ için gidilir. Dondurma değil, aşk... Bodrum mandalinalı ve erikli, favorilerim.

Yalıkavak

Bu dönem, Yalıkavak’ta balık yemek için ideal mevsimdir. “Sait” ve “Çardaklı”, favoridir. Sait’in kıyıdaki eski yeri tercihimdir. Diğer bir balıkçı ise, Yalıkavak çarşının sahilindeki “Çardaklı”... Elmalı semizotu ve (mevsimi ise) taze incir tatlısı mutlaka tadılmalı derim. Gününe göre, paella ya da deniz mahsüllü spagetti bulmak da mümkün. Her şey 10 numara! Üstelik hesap da gayet makul. Tabii, mekanın sahibi Mehmet kardeşimize selamımı söylemeyi ihmal etmeyin. Elbette, yemekten sonra Bitez Dondurmacısı’na uğrayıp, Marina’ya doğru yürüyüş yapmak şart. Eğer ev yemekleri isterseniz, “Gülten Abla” yaz kış, çarşının girişindeki yerindedir. Bu yıl açılan “Saray Bosna” köftecisi ise gerçekten nefis.

Ayana

Ortakent’te, tam da Bodrum’a ve Ege’ye yakışan bir balıkçı. Bu yaz açıldı. Kumun üzerinde, mavi-beyaz bir dekorasyon, salaş ama özenli, rahat olduğu kadar bakımlı... Yazın, masalar denizin içinde... Bir dönemin salaş balıkçısı “Palavra”nın yerinde yepyeni ve büyüleyici bir mekan. Dülger kavurma ve Belçika usulü karides, inanılmaz. Eylül-Ekim aylarında denizi de havası da muhteşem olur. Kış için küçük bir bölümü de var. Mutlaka gidin, pişman olmayacaksınız.

Yazının devamı...

Hayatınıza sil baştan yapmak ister miydiniz?

Bu hafta doğum günümü kutladım. Nedenini bilmiyorum ama her yıl, doğum günümde kendime hesap çıkarırım. Yapamadıklarımı yaptıklarımdan çıkarır, hiç yapmak istemediklerimi üzerine ekler ve yapacaklarımla çarpar, yekünümü bulurum. Sonuç beni memnun eder mi!? Sanırım bunun bir önemi yok. Ne olduğumu bilmek ama en önemlisi ne olmadığımı bilmek garip bir rahatlık verir bana. Böylece devam ederim yaşam yoluma.

İşte yine kafamda böyle garip hesap kitap işleriyle uğraşırken, komşumun torununun sesiyle gündelik yaşama geri döndüm. “Maşallah“ ile başlayan, gayet iyi bildiğiniz sohbetlerden birine girdik doğal olarak. Komşum birden, torununu işaret ederek “Biz de 5 yaşımıza dönebilsek yeniden, sil baştan başlasak keşke” dedi. Duraksadım... Şimdi gökten bir melek inse ve doğum günü hediyesi olarak beni 5 yaşıma götürmek istese... Kabul eder miydim? Çok uzun düşünmedim. “Ay hayır!” deyiverdim, şaşkınlığı yüzünde donan komşuma ve hemen açıklama getirdim: “Ben zaten, 5 yaşımdan beri bugüne gelmek için çabalıyorum. Şu ana kadar hayatıma dair olan her şeyi kazanmak, biriktirmek ve elimde tutmak için çalıştım. Niye tekrar 5 yaşıma döneyim, aynı mücadeleyi yeniden vermek için mi! Çok yorucu.”

Herkese yaptığım gibi, komşumun da kafasını karıştırdıktan sonra, etrafımda sıklıkla, çocuklara ya da 17-18 yaşındaki gençlere özlemle bakan insanlar olduğunu gözlemlediğimi fark ettim. “Ah şimdi çocuk olmak vardı” ya da “Şimdi lisede olmak için neler vermezdim” gibi sözleri o kadar çok duyuyorum ki! İşin garibi, ne vakit böyle bir muhabbetin içine girsem, yüreğimde, bahsedilen çocuğa karşı bir acıma hissi peydah oluyor. O çocuk, anasından ne zılgıtlar yiyecek, babasından korkmaya devam edecek, attığı her adımda “Acaba doğru mu yaptım, annem buna ne der” diye yılları geçecek. Dirsekler okullarda çürüyecek, sınav stresinden yıllarca yüreği şişecek. Sevecek ama aşkın dilini çözmesi için yıllarını verecek. İşe girecek. Taksite girecek. Evlenmek isteyecek. Mücadele edecek. Gözyaşı dökecek. Tırnaklarıyla kazıyacak. Aile kuracak. Dost köprüleri atacak, kimi köprünün altında kalacak, yılmayacak. Çocuğu olunca mücadelesi büyüyecek, uykusuz yıllar geçirecek. Sonunda, karınca kararınca bir dünya kuracak. Kendine ait olan, adımını atarken kendine hesap verdiği, el emeği, yürek işi. Yıllarca emek verdiği, kalbine yazdığı kitaplarla dolu olacak beyni. Gezdikleri, gördükleri, okudukları, duyduklarını demleyecek, bir avuç gözyaşında. Hayat ateşini yakacak aşkıyla, kahkahasıyla...

Eskisinden çok biliyor ve yapabiliyorum

Peki, tam da oturup, yaşamının bir bardak çayını içecekken, neden “sil baştan” yapmak istesin “çocuk!” Belki de tuhaflık bende ama benim içimdeki çocuk istemiyor. Sadece, bu bir bardak çay için şükrediyorum. Tüm rayihasıyla, burukluğuyla, acısıyla, o benim hayatımın tadı. Ve ben bugün, doğum günümü kutlarken fark ediyorum ki çay toplamaya giderek yeniden hayata adım atmak değil, hasatı birlikte topladığım insanlarımla çayımı içmek istiyorum. Sahip olduklarımı bana bağışlaması için de Allah’a dua ediyorum.

Peki ama insan neden yeniden başlamak ister? Sanırım, sahip olduğu hayattan mutlu olmadığı için. Ya da sonradan düzeltemediği yanlışlar yaptığı için.

Peki insan neden (benim gibi) yeniden başlamak istemez? Belki çocukluk ve gençliği hayatının en güzel dönemleri olmadığı için. Belki ille de özgür davranabilmeyi sevdiği için.
Ya da iyi-kötü kendi başına kurduklarına daha çok değer verdiği için. Aslında, yazımın başında bahsettiğim melek gökten inip, bana bir hediye sunmak isteseydi, bugünümü tercih ederdim. Ama belki daha fazla ilerlemeden bugünü sabitlemek iyi bir hediye olabilirdi. “Yapabilseydim” ve “bilebilseydim”in tam ortasında hissediyorum kendimi. Eskisinden çok biliyor ve hâlâ yapabiliyorum. Sanırım, yine de arada bir, elimize kağıt-kalem alıp değiştirmek isteyeceğimiz ve istemeyeceğimiz şeylerin bir listesini yapmalıyız.

Küçük bir liste yaptım: Sil baştan deseydim!

* Çocukluğumuzu değiştiremezsin çünkü bu aslında bizimle ilgili değildir. Çocukluğun hatası olmaz. “O camı kırmasaydım” gibi değiştirmeler yapılamaz.

* Tüm öğrencilik hayatım boyu çok ağır çalıştım. Okul hayatımın keyfini çıkaramadım, kantin muhabbeti yapamadım. Bugün olsa daha az çalışırdım. (Tabii o zaman da erken yaşta sahip olduğum avantajlara sahip olamazdım o da ayrı mesele.)

* Üniversiteden sonra, yurt dışında kabul edildiğim okula gitmek yerine dizi çekmiştim. Tam tersini yapardım.

* Öğrenciyken, bitli trenle Avrupa seyahati yapardım. (Yapmak isterdim ama babam izin vermezdi yani gene bir şey değişmezdi.)

* Aynı adamın peşinden gider, yine onunla evlenirdim ama o zamanlar çok büyüttüğüm meseleler için gençliğimi yemezdim.

* Gene çalışkan bir öğrenci olurdum. Hatta daha çok kitap okur, ille de derece yapmalıyım diye, saçma ödevler için o kadar çok vakit ayırmazdım. (Bu satırı kızım okumamalı.)

* Arkadaşlarımın yüzde 70’i ile görüşmeye devam ediyorum ama bu oranı daha yüksek tutmaya çalışırdım.

* Bazı insanlarla boşa vakit harcamazdım.

* Başarısızlıklarımı dünyanın sonu saymazdım.

* Mesleki yolculuğumda, kariyer uğruna gençliğimi parçalamazdım. (O zaman da bugünkü gibi kafama göre çalışma lüksüne sahip biri olmazdım.)

* Daha az kavgacı bir gençlik geçirirdim.

* O elbiselere o paraları vermezdim.

* Barışmadan duramayacağım kişilere küsmezdim.

* Annemle daha az didişirdim. (Şükür ki annem hayatta, hâlâ deneyebiliriz.)

* Seyahat etme hastalığını kendime daha önce bulaştırırdım.

* 20 yıl önce fotoğrafçılığa başlardım. (Eşim olmasaydı hiç başlayamazdım,
buna da şükür.)

* Anne olunca gene kendimi büyük oranda işten çekerdim, o yüzden iş hayatımın bugünü çok değişmezdi.

* Mevlâna’yı yirmili yaşlarımda keşfetmek isterdim. (İşte en çok bunu isterdim.)

Yazının devamı...

Eylül’de geeeeeellllll...

Benim bir Ege aşığı olduğumu herhalde artık sağır sultan duymuştur. Hele, Bodrum deyince akan sular durur. Ama sakın Bodrum dediğimde, aklınıza magazin programlarında aktarılan yaşam tarzı gelmesin.

Benim Bodrum’um başka! Bir kere, ben, Bodrum’da tatil yapmıyorum. Yılın belirli bir döneminde Bodrum’da yaşıyorum. “Aaaaahhhhh aman sende Berna! “ demeyin hiç çünkü ikisi başka şeyler! Yaz-kış Bodrum’da yaşayan insanlar, sürekli tatil yapmıyor öyle değil mi! İşte benim durumum da biraz bu hesap! Hemen belirtmeliyim, ben en yoğun Bodrum’dayken çalışıyorum. İki yıl burada program yaptım.

Örnek olarak, size bu günümü anlatayım: Sabahtan akşama kadar, Nurol Kültür Merkezi’nde İstanbul’da başlayacağımız bir oyun için provadaydım ve gece de oturmuş bu satırları yazıyorum. Yani gündüz “beach”, geceleri “kulüp” yaşantım yok. İstanbul yaşantımdan tek farkı, akşam üstü evimden çıkıp yürüyüş yapmak yerine, evimin önünden denize giriyorum. Bir de gece, şu mis gibi temiz ve yosuna karışmış tuz kokusunu içime çekiyorum. Ve elbette tahmin edebileceğiniz gibi, tüm yorgunluğumu unutuyorum. Mutluyum.

Bayramda Bodrum denizinin yüzeyi silme yüzen kafalarla kaplıydı

Benim Bodrum ile ilgili bir kuralım var: En kalabalık olduğu dönemde Bodrum’dan kaçıyorum. Normalde, buranın en yoğun zamanı, 15 Temmuz-15 Ağustos arasıdır. Elbette, bayram yaza geldiğinden beri, kalabalık rekorunu ele geçirdi. Şimdi sözüme kulak verin ve siz siz olun, sakın bahsettiğim tarihlerde buraya gelmeyin!

Bu yıl, ilk kez bayramı Bodrum’da geçirdim. Ben ettim siz etmeyin!

Arkadaşımın, emekli anne-babasını bayramda Bodrum’da görünce dayanamayıp, kendilerinin tatil için bol bol vakti olduğu halde niye ille de bayramda gelmeyi tercih ettiklerini sordum. “Herkes gelmişken, her yer cıvıl cıvılken görelim istedik” dediler. Her yer cıvıl-cıvıl değil, vıcık vıcıktı demek daha doğru olur. Denizin yüzeyi silme yüzen kafalarla kaplıydı. Kulaç atmaya kalksanız, kesin birilerini hastanelik edebilirdiniz. Marketlerde, meşrubat kalmamıştı. Yemek yerken, sipariş ettiğiniz değil, kısmetinize gelen yemeği yemek zorundaydınız. Ayrıca yemeğin yanında bir de kazık yemek zorundaydınız ki işin en can sıkıcı yanı sanırım buydu. Bizim gibi burada yerleşik düzende olanlar, derhâl kabuğuna çekilip mangala kuvvet komşularla muhabbet şeklinde durumu idare ettiler, ama gezip eğlenmek için gelenler sanırım eziyet çektiler. Üstelik hemen belirtmeliyim ki bayramı geride bıraktığımız halde, kalabalık günleri henüz bırakmış değiliz. Aman başınıza nahoş bir durum gelmeden bana kulak verin!



Ben Yalıkavakçılardanım

Haziran ayında Mykonos’a tatile gitmiştim. Hatta 23 Haziran’da sayfamda Mykonos’u anlatmıştım. Dünya genelinde, en popüler tatil beldelerinden biri olduğu halde, Mykonos’ta, Bodrum’un yarı fiyatına tatil yapılacağını belirtmiştim. Bu yazı geçirdikten sonra sözümü geri alıyorum.

Mykonos’ta, Bodrum’un yarı değil üçte bir fiyatına yiyip-içip, gezebilirsiniz. Bodrum Bodrum olalı böyle pahalılık görmedi. Geçen yıllarda çok popüler olan Türkbükü, fiyatları şişire şişire sonunda bu yıl patladı. 4-5 kişilik bir koltuk ve sehpaya “loca” adını verip, bunun için 10 bin lira alan barlar bu yıl bomboş kaldı. İn ve cinin top oynadığı Türkbükü yine de burnu yere düşse almamakta ısrar ediyor ve gelen 3-5 kişiden sezonun tüm kirasını çıkarmaya çalışıyor. Gelelim Yalıkavak tarafına... Bodrum’da yaşayanlar, takım tutar gibi belde tutarlar. Ben de “Yalıkavakçı”lardanım. Ama bu yıl, yenilenen marinasıyla havalanan beldemiz, fiyatlarıyla da uçuşa geçti.

Hele marinadaki mekânlar... Sanırım, marinada yer açanlar yaptıkları yatırımı, bir sezonda müşterilerinden çıkarmak niyetindeler. Hatırlarsanız, Gani Müjde, gittiği etçide kişi başı bir koyun parası verdiğinden şikâyet etmişti. Bu hafta da BJK Başkanı Fikret Orman, bir çorbaya 70 lira ödediğini, bunun insafsızlık olduğunu ve insanların niye Yunan adalarına gittiğini şimdi daha iyi anladığını söyledi. Eh Fikret Orman bile pahalılıktan şikâyet ettiğine göre durumun vehametini anlayabiliriz. Ama yeterli gelmediyse, 95 liraya mantı olduğunu hatırlatayım. Ama asıl bombaları sona sakladım: İsmi lâzım değil bir balıkçıda, arkadaşım yurt dışından gelen misafirlerini ağırlamak istemiş. Altı kişi gittikleri akşam yemeği için 4 bin 500 lira hesap gelince, “ağır”lanan bizim arkadaş olmuş. Yetmez diyorsanız, işte bir örnek daha!: Yalıkavak Marina’daki bir kulübe, beş üniversitesi öğrencisi gitmiş. Ailelerinin varlıklı olduğu herhalde alınlarında yazıyormuş ki, gecenin sonunda 12 bin lira hesapla karşılaşmış. Mekâna hesabı ödemişler ödemesine ama, ailelerine hesap veremediklerinden olsa gerek apar topar İstanbul’a dönmek zorunda kalmışlar.

Bana dönecek olursak... Dediğim gibi ben burada tatil yapmıyorum. Yaşıyorum. Manavım, Abdülrahim’den sebzemi alıp, yemeğimi evimde yiyorum. İşim bitince kapımın önünden denize girip, komşularıma çaya gidiyorum. Tatil için de seyahat ediyorum. Eylül ve Ekim aylarında ise hesaplar yelken indirdiğinde, müşteri kapmak için garsonlar servis yarışına girdiğinde geziyorum Bodrum’u. İşte o zaman, kazık değil, ağız tadıyla balık yiyorum. Sizi de uyarmak istiyorum. Alpay’ın ünlü şarkısı kulağınıza küpe olsun diyorum: Arkadaşım sen sen ol, keyif sürmek ve bu coğrafyaya aşık olmak istiyorsan Bodrum’a “Eylül’de geeeeeeeel, eylülde gel.”

Yazının devamı...

Bu devirde ünlü olmak zor!

Hiç tanımadan, kim olduğu ve nasıl hissettiğiyle ilgilenmeden, “ünlü” başlığı altında pek çok insan, ünlü olmanın doğal bir sonucuymuş gibi iftiraya uğruyor, suçlanıyor, hakarete uğruyor. En kötüsü, gün geçtikçe bu durum normal kabul ediliyor.

Son günlerde yaşanan, “ünlülere uyuşturucu operasyonu” başlıklı haberler ünlü olmanın “dayanılmaz hafifliği”ni bir kere daha gözler önüne seriyor. Hem de tam manasıyla! Çocuklara tecavüz suçu sabitlenmiş sanıkların fotoğrafına sansür uygulanıp, isimleri baş harflerine gizlenirken, “uyuşturucu bulundurduğu şüphesi!” ile gözaltına alınan ünlülerin isimleri hemen basına servis ediliyor, resimleri “çarşaf çarşaf” gazetelerin birinci sayfalarını süslüyor. Suçlu olduğu kanıtlanmış olsa da, devlet memuru ya da uzman çavuşların, “kamu itibarı” göz önünde bulundurularak, kimlikleri gizli tutulurken, sadece “şüphe” gerekçesiyle göz altına alınan oyuncular için itibarsızlaştırma mübah sayılıyor. Suçsuz bulunup, serbest bırakıldıklarında, haber değerlerini kaybetmiş olduklarından, atılmış çamurun iziyle yaşamaya mâhkum ediliyorlar.

Yetmedi! Ünlüyseniz, her an hedef tahtası da olabilirsiniz meselâ! Binlerin, bire indirilmiş sembolüne dönüşüp, linç mekanizmasının öğütücüsüne atılmakla tehdit edilebilirsiniz. Hakkınızda, o kadar çok şey söylenir ki, neyi yapıp neyi yapmadığınızın önemi kalmaz, bir cümleniz, ülkedeki tüm isyanların sebebi sayılabilir. Tek başınıza, işsizliğin, zamların, enflasyonun, mutsuzlukların, terörün hatta ölümün müsebbibi sayılabilirsiniz. Bilinen en saygıdeğer, en efendi insanlardan biriyken,sırf sevenleriniz olduğu için, ünlü olduğunuz için terörist ilân edilebilirsiniz. Ünlüyseniz, Memet Ali Alabora’nın yaşadıklarını siz de yaşayabilirsiniz.

Kısacası; suçluların elini kolunu sallayarak gezindiği ülkemizde, suçu sabitlenene kadar her vatandaş mâsumdur ilkesi, ünlüler için geçerli değildir. Siyah giyseniz toz, beyaz giyseniz söz olur. Emeğinize karşılık duyulan hayranlık ve sevgide gözü kalan çoktur. Duyulan sevginin gücünden sebep, ünlü kişilerin sesine kulak verenin çok olacağı bilindiğinden, sözleri her kulağa hoş gelmeyenlerin, sesini baştan kısmak farz olur. Artık, bu devirde, ününüzü bir günâh gibi taşımak boynunuzun borcudur.
Bu yüzden, tekrar söylüyorum: Bu günlerde ünlü olmak zordur.

Çok çabuk geçiyor zaman...

Küçük çocuğu olan ailelerin yakinen bildiği bir durumdur; çocukların hiç bitmeyen oyun beklentisi, dinmeyen ilgi isteği, annelere iki kelime muhabbete izin vermeme hâlleri.
“Ahhh bir-ân evvel büyüse de, bir rahat soluk alsam, kendime de azıcık zaman ayırsam” diyenler çoktur. Size bir uyarı: Çok ararsınız o üstünüze yapışmaları!

Hiç bir zaman, çok üstüme yapışmadı Ada ama elbette her anne-çocuk gibi saatler süren iki kişilik oyunlarımız vardı. Özellikle, yaz sabahları, “öpüş kokuş” zamanımız epey uzun olurdu. Yaklaşık iki saat, “anne köpek-yavru köpek”, “anne ayı-yavru ayı” , denizde de “anne yunus-yavru yunus” oyunumuzu oynardık. Her seferinde, Ada anne olurdu, ben yavru... Arada bir, sürekli aynı oyunu oynamaktan fenâlık geçirsem de çoğunlukla ben de zevk alırdım. Oyun uzadıkça sıkıldığım da olurdu elbette ama yine de sesimi çıkarmazdım.

Ada artık 11 yaşını bitirdi, 12’sini sürüyor. Dün sabah, yanına uzanıp öperek uyandırdıktan sonra, “hadi gel ben yavru köpek olayım sen de annemmişsin” dedim. Ada’dan büyük bir kahkaha geldi. İşte o zaman, kızımın ne kadar büyüdüğü kafama dank etti. Ben ısrar edince, iki dakika oynadık yine de. Sonra, “Hadi anne kalkalım, arkadaşlarım denize inmiştir” diye Ada oyunu kesince, karnıma hafif bir ağrı girdi. Suratım düşmüş olacak ki, Ada “üzülme, hadi kalk, denizde yüzme yarışı yaparız” dedi. Bu teselli ikramiyesine sevindiğimi farkettim. Eğer, birkaç yıl önce bana, kızımla yavru köpekçilik oynayamadığım için üzüleceğimi, bu oyunu özleyeceğimi söyleselerdi herhalde kahkahalarla gülerdim. Ama gerçek şu ki, o dışarıya dönmeye başladıkça, ben ona yapışmaya başlamışım. Neyse ki, hâlâ yeterince küçük. Hiç değilse, benimle yüzme yarışı yapıyor, birlikte gezmeyi seviyor, sohbet ediyor, alışverişe çıkıyor. Bir kaç yıl sonra, bugünleri de aramam olası görünüyor. O yüzden, birlikte yapmaktan vazgeçmek istemeyeceği hobiler oluşturmaya çalışıyorum şimdiden. Fotoğrafçılık gezilerine çıkıyor, ağaç altında saatlerce kitap okumanın keyfini sürüyoruz. Biliyorum, bugünkü kadar,her dakika yanımda olması mümkün olmayacak genç kız olduğunda. O yüzden, bugün ne kadar çok birlikte vakit geçirirsek o kadar kâr sayıyorum ben de! Bir yandan da , ona bugün kazandırdığım alışkanlıkların, yarın benimle yine vakit geçirmek istemesi için geleceğe attığım tohumlar olduğuna inanmak istiyorum.”

Küçük çocuğu olanlara, “Çok çabuk geçiyor zaman” dediğinde çevredekiler, “hı hı” der geçer insan, biliyorum!

Ama yine de bir kez de ben uyarmak istiyorum şimdi, kalbim burkularak: Sahiden çok çabuk geçiyormuş zaman!

Yazının devamı...

Beynin şifreleri çözülüyor

Bilim insanları, uzun bir süredir beynin sırlarını çözmeye çalışıyor. Beyni çözmek, bir anlamda insanlığın ve varoluşun sırrını çözmeye yaklaşmak olarak görülüyor. Geçen hafta, hafıza üzerine yapılan son deneylerle ilgili bilimsel bir makale yayınlandı. Bu çalışmanın sonucuna göre; beyne, yapay hâtıra yerleştirmek artık mümkün!
BBC NEWS, bilim yazarı Melissa Hogenboom'un makalesine göre, hafıza hücreleri, beyinde serbest ve dağınık olarak bulunuyor... Kişi, anıları çağırdığında, dağınık olan hafıza hücreleri bir araya gelerek anıyı oluşturuyor. Tıpkı bir cümleyi oluşturan kelimelerin beyinde dağınık durması ve beynin uyarıldığında bunları birleştirip bir cümle oluşturması gibi, hafıza da modüler olarak çalışıyor. Uzun yıllardır, insanlarla yapılan çalışmalar, hatıraların zaman içinde değişkenlik gösterdiğini ve bu yüzden güvenilmez olduğunu gösteriyor. Yine cümle yapısı üzerinden örnek vermek gerekirse; kelimelerin yeri değiştiğinde nasıl cümlenin anlamı değişiyorsa, hafızayı oluşturan hücrelerin uyarımı ve dizilimi değiştiğinde anılar da değişkenlik gösteriyor.
Örneğin; bir kazaya şahit olmuş kişilere, aynı olayla ilgili farklı sorular sorulduğunda, tanıkların her defasında anlatımlarında da farklılıklar olduğu gözleniyor. Bu yüzden, 70'li yıllardan beri, Amerika'da tek bir görgü tanığının ifadesine göre hüküm verilmiyor.
Aile büyüklerinin, anlattıkları anıların yıllar içinde değişkenlik göstermesi veya aynı olayı yaşayan kardeşlerin, hikâyelerinin farklı oluşu da sanırım bu yüzden oluyor.
Kanadalı bir grup araştırmacının, çocuk hafızası üzerine yaptığı açıklamalar da oldukça çarpıcı! Bir bebek doğduğu zaman, beynin hipokamp bölümü hafıza için gayet dinamik bir şekilde çalışıyor. Ama çocuk büyümeye başladığı zaman, sürekli yeni nöronlar oluşuyor, bu durumda hafıza için yer kalmıyor ve beyin, hafızayı siliyor. İşte bu sebeple, insanlar 5 yaşına kadar olan anılarını hatırlamıyor. Buradan da anlaşılacağı gibi, nöron fazlalaşınca hafıza siliniyor ama nöron azalınca hatırlama işlemi gerçekleşiyor.
Bebek farelerin, nöronları azaltılınca, yeniden hatırlayabildikleri belirtiliyor. Kimbilir belki, doğuşumuzda beraberimizde getirip sonra unuttuğumuz kadim bilgiler artık gün ışığına çıkmak için bekliyor!

Hafızaya hükmetmek mümkün...

Bir süredir, bilim insanları, hafıza hücrelerini çağırmak için bir yol bulunursa, beyinde dağınık duran hücreleri istenildiği şekilde aktive edebileceklerini ve böylece hafızaya hükmedebileceklerini savunuyor. RIKEN-MIT Center'ın genetik uzmanı Xu Liu'nun yaptığı son deney, bunun mümkün olabildiğini kanıtlıyor. Sentez yeteneği bakımından insana en yakın hayvan olan fareler üzerinde yapılan deneyde, fare önce mavi kutuya konuluyor ve ışıkla beyin hücreleri uyarılıyor, sonra kırmızı kutuya konuluyor ve aynı ışığı tekrar beyne veriyorlar. Fare kendini yine mavi kutuda zannediyor. Fare kırmızı kutudayken, ayağına elektrik veriyorlar. Fare, tekrar mavi kutuya alındığında, mavi kutuda hiç bir kötü anısı olmadığı hâlde, burda da ayağının altına elektrik verilmişçesine korkuyor. Bu da bize, farenin beyninde, mavi kutuda olmamış sahte bir anı yerleştirildiğini gösteriyor. Xu Liu araştırmasının sonucunda şunları söylüyor: "Eğer anılarımızın hangi nöron grubunda depolandığını bulabilirsek, bunları silmemiz ya da değiştirip yeni (sahte) anı yaratmamız mümkün olur. Bizler, anılarımızı her çağırdığımızda, aslında anılarımız üzerinde değişiklik yapıyoruz. Bunu bazen farkediyoruz, bazen da farketmiyoruz. "

Alzheimer'ın yok edilmesi umudu

Hafızayı oluşturan nöronların ışıkla uyarılabildiğinin keşfedilmesi sonucunda, anıları değiştirmek ya da sahte anı yerleştirmek artık mümkün görünüyor. Genetik olarak, ışığa duyarlı hâle getirilmiş nöronların, kuvvetli lâzerlerle uyarılarak kontrol edilmesi ve bu sayede ışıkla anıların çağırılması ya da yeniden yaratılması işlemine, "Optogenetics" deniyor. Bu buluş, şu sıralar, çeşitli zihinsel hastalıkların yok edilmesi için deneniyor. Londra Üniversitesi'nde, farelerle yapılan çalışmaların epilepsi hastalığı üzerinde olumlu sonuç vermesi, ilerisi için umut kaynağı olarak görülüyor. Oxford Üniversitesi araştırmacıları, optogenetics yöntemi ile, şizofreni, ağır travmalar, alzheimer gibi pek çok hastalığın yok edilebileceğini söylüyor... Elbette bu deneyler şimdilik sadece fareler üzeride uygulanıyor. İlerki yıllarda bu metod bize iyi ya da kötü neler gösterecek şimdiden kestirmek güç. Ama insan, tıpkı filmlerdeki gibi, düşünce gücü ele geçirilmiş bir insanlığa doğru ilerlemekten de korkuyor. "Kötü anıları sildirebilmek" kulağa hoş gelse de, bizi biz yapan acılarımızı ayıklamak, ruha yakın gelmiyor... Yaşanmamış anılar, insana ne katar, elbette kimse bilmiyor. Sonuçları nereye gider bilinmese de Optogenetics, dünyayı değiştirecek bir buluş olarak yoluna hızla devam ediyor.

Yazının devamı...

Bozburun mavisi

Sen sus bakışların anlatsın” der gibi, “sen sus, fotoğrafların anlatsın” diyor bana, Bozburun. Kendi fotoğraflarım da fena değil ama yine eşim Tolga’nın fotoğraflarını çalıyorum, sizinle paylaşmak için. Ama elbette, iki satır lâf etmeden alamıyorum kendimi.
Çevremde gördüğüm odur ki, erkek kısmı, yeni yerler keşfetmek konusunda kadınlar kadar hevesli değil. Hele, iş, kalacak yerden ulaşıma kadar bir dizi organizasyon yapmaya gelince, öcü görmüş gibi kaçmak “erkekliğin yüzde doksanı”nı oluşturuyor galiba! Benim kocam da bu konuda, diğer erkekler gibi olduğu için yıllardır yakınıp durdum. Artık, durumu kabullenip hiç değilse benim yaptığım seyahat planlarına keyifle eşlik ettiği için eşime şükrederek yaşayıp gidiyordum ki bir sürprizle karşılaştım ve Tolga sayesinde Bozburun’la tanıştım.
Yakın arkadaşlarımız, Bozburun’a gidip geldikten sonra, gezdikleri yerleri, yedikleri yemekleri dillerinden düşürmez oldular. Eşim de çok etkilenmiş olacak ki, hayatında ilk kez, kopya çekerek -ki ben bu kopyacılıktan çok memnunum- evlilik yıldönümümüz için bir Bozburun seyahat planı yapmış. İyi ki de yapmış. Dünyanın tüm denizlerinde yüzmeyi amaç edinmiş bir deniz aşığı olan ben, böylece hayatımın en güzel deniziyle tanışmış oldum. En sevdiğim renk olan “mavi”nin yepyeni tonlarıyla tanıştım. Hatta, Fransa Riviera’sından adını alan “Azurre Mavisi”ne inat, “Bozburun Mavisi”ni lugâtıma kattım. Ben, kalbimi Bozburun’da bıraktım.

Elimizde kitaplar karşımızda boz kayalar...

Aslında, karı-koca , üç günlük bir kaçamak olarak planlanmış tatilimize ben son anda “kızım olmadan asla” dediğim için, ailece çıktık. Aslında kalacağımız otel 12 yaşın altında çocuk almıyordu. Ada, 11’’ini doldurup 12’sinden gün aldığı için, biz izni aldık. Aslında, Bozburun’da kaldığımız otel de gerçekten çocuklara çekici gelecek türden değildi. Ama, Ada da annesi gibi deniz aşığı ve bâkir doğayla iç içe olmayı seven biri olduğu için, benim gibi O da Bozburun’un cazibesine kapıldı.
O kadar havaya girdi ki, üstüne bir de, “Anne, iyi ki getirmişsin beni, yoksa ahh keşke Ada da bu mavilikte denize girseydi diye hayıflanıp duracaktın” diyerek vazgeçilmezliğini ilân etti. Tolga da, koca olalı, bir sürpriz yakalamış olmanın keyfini çıkarttı. Ellerimizde kitaplar, karşımızda “boz” kayalar, tarifsiz güzellikte bir deniz ve muhteşem leziz yemeklerle dolu unutulmaz 3 gün geçirdik. Daha ordayken, tekrar gelmenin planını bile yaptık. Bölgenin en güzel dönemi, tüm Ege’de olduğu gibi, Eylül ve Ekim aylarıymış. Köylüler, “Deniz aynalandı” dermiş. O yüzden, Kurban Bayramı tatilinin bu yıl 10 gün olduğunı hatırlayıp, yerimizi ayırttık. Deniz aynalandığında, yeniden gelmenin hâyaliyle Bozburun’dan ayrıldık.

*Aklınızda bulunsun:Marmaris turistikleşip, büyük beton otellerin Ege’nin ruhunu yutmuş olmasına rağmen, Bozburun el değmemiş, farklı, boz ama çarpıcı doğasıyla mücevher değerinde. Bir kaç yıl öncesine kadar, komşusu Selimiye de kimse tarafından pek bilinmezken, artık turistikleşmeye başlamış durumda.Yine de büyük ölçüde doğallığını koruyır. Bozburun henüz keşfedilmemişken bu bâkirliğin büyüsünü yakalamanızı öneririm.

*Dikkat: Balık çiftlikleri giderek artıyor. Deniz kirliliğinin olmaması
için, sıkı denetim şart!

İlk defa, otel dışına adım atmadan 3 gün geçirdim

Otel deyince... Otel demek büyük haksızlık. Ömür boyu unutamayacağınız bir deneyim demek daha doğru olur. Her seyahat meraklısı gibi, ben de çok yerler gördüm ve şanslı bir gezgin olarak çok özel yerlerde konakladım. Ama daha önce hiç bir yerin “mükemmel” olabileceğini düşünmemiştim. Taa ki Karia Bel ile karşılaşıncaya kadar...” Misafir ağırlamak” nasıl olurmuş görmek için, işletme sahiplerinin gidip feyz almalarını tavsiye ederim. TripAdvisor’dan konaklama ve yemekleri için, 2013 mükemmeliyet sertifikası kazanmış olmasına şaşırmamalı. Konumu zaten Cennet köşesi... Ama yemekler... Hayatımda ilk defa, otel dışına adım atmadan 3 gün geçirdim. Yemek değil, sanat yapan şefleri Adem Usta yüzünden biraz kilo alsam da doğrusu buna değdi. İşletmeci Beliz Hanım, turizmle geçen 25 senelik tecrübesini, babasının yaptığı bölgenin ilk evlerinden biri olan bu mekânla birleştirip, eşsiz bir butik otel yaratmış. Benim için lüks tanımı; doğalın içindeki konfor, misafirperverlik ve lezzet demek. Tüm bunları bir araya getiren bu küçük ve sevimli oteli ise alkışlamak gerek. Elbette, ülkemiz ölçeklerinde çok ucuz olduğunu söyleyemem ama ödediğinizin karşılığını fazlasıyla alacağınıza emin olabilirsiniz.



MUHTEŞEM KOYLAR

Bozburun’a gitmişken: Tekne turu yapmadan dönmek olmaz. Her ne kadar, Karia Bel’den denize girmek, insana tekneden girmek hissi verse de, Bozburun’un her bir koyu kendine özgü mavi olan koylarını görmeden dönmek olmaz. Beliz Hanım, bize köyden küçük ama tertemiz bir tekne ayarladı. Tekne sahiplerimiz, Ramazan ve Özlem, yöre halkından genç bir karı kocaydı. Yürekten bağlı oldukları bu coğrafyaya hayran olduğumuzu gördükçe kendileri de keyiflenerek gezdirdiler bizi. Çok rüzgârlı bir gün bu geziye çıktığımız hâlde, koylar o kadar korunaklı ve muhteşemdi ki olağanüstü güzellikte bir gün geçirdik. Dağları çoğunlukla ağaçsız ama arada zeytinliklerle yeşillenen, keçilerin ve kartalların yuvası, bu biraz ürkütücü coğrafyada deniz gerçekten eşsiz. Öğle yemeği için, Söğüt Köyü’nün iskelesine yanaştık ve İspanya-İtalya-Yunanistan dahil, ömrümüzde tattığımız en güzel deniz mahsüllerini, “Deniz Kızı” lokantasında yedik. Ada boğazı, üç taş, akvaryum ve daha pek çok küçük, dibi bembeyaz kum kaplı koyu gezdik. Biz, Bozburun’u çok sevdik.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.