Şampiy10
Magazin
Gündem

Hayatın kalbi kaleminde atan usta Zülfü Livaneli

.

ABONE OL
Vatan Haber

İnsanın hayran olduğu sanatçıyla buluşması, müthiş bir heyecan. Bu duygumu twitterda paylaştığımda takipçilerim çok şaşırdılar.
“Yahu sanatçıların da karşılaşınca heyecanlanacağı, o kadar hayran olduğu sanatçılar var mı” diye sordular. Olmaz mı! Üstelik benim gibi bir edebiyat aşığıysanız ve henüz acemi bir şekilde yazıya ucundan bucağından bulaştığınız sırada, edebiyatın ustası, sinemacı, müzisyen ve köşe yazarlarının yüz akı bir isimle sohbetinizi yazıya dökme fırsatı bulmuşsanız, hem zevkten mest olur hem de hayranı olduğunuz yazarın, bu satırları okuyacağını bilmenin heyecanıyla ölebilirsiniz. Benimle paylaştığı her sözü için teşekkür ediyor ve sizi Zülfü Livaneli ile olan sohbetimizle baş başa bırakıyorum.

Dünyada örneğine az rastlanır bir sanatçı başarınız ve sanatın her alanına bıraktığınız etkin bir iziniz var: Müzik, sinema, edebiyat... Sanatın bu üç dalında başyapıtlara imza attıktan sonra şimdi de yepyeni bir alanda başarınıza yenisini kattınız. Artık tiyatro dünyasına da izinizi bıraktınız. Romanınızdan uyarlanan Leyla’nın Evi oyunu, 4’üncü yılında 401’inci oyunla perdelerini yeni sezona açıyor. “Tiyatro bitti mi!” tartışmalarına, tiyatronun kendisi cevap veriyor. “Tiyatro Kedi”, “Leyla’nın Evi” romanınızı, sahneye başarıyla uyarlayarak, bu kadim sanatla seyirciyi büyük bir coşkuyla bulışturmaya devam ediyor. Tiyatronun bu kadar zor yapıldığı bir dönemde, bu başarının ve seyirciden gelen büyük ilginin sebebi sizce ne?
Seyirciye sıcak gelen bir oyun. Çok ustaca sahneye kondu ve çok iyi oynanıyor. Ekibin başarısı. Sahnedeki halini izlediğimde ben de çok sevdim. Romanda kuşak çatışmalarının anlatılması, Leyla’nın Evi’ni kaybetmesi ve Cihangir’e taşınması yani Osmanlı dünyası ile yeni dünyanın bir araya
gelmesi okuyucuyu çekmişti. Sanırım, izleyiciyi yakalayan başlıca öğe de bu oldu.
Yalıdan yalıya çalınan piyanolardan insanların birbirine aşık olduğu bir dönemin romantizmden, güm diye
Cihangir’e atlayış var. Ve o Cihangir’in gençleri, şimdi yeni karşılaştığımız “Gezi” tipleri gibi. Ben eminim, romandaki o gençler “Gezi”ye de katılmışlardır. (Epey gülüyoruz) Bence ilaç içer gibi oyun seyredilmez ya da roman okunmaz. İnsanları etkilemek ve yüreğine dokunmak önemli.

“Kardeşimin Hikayesi” 4 ayda 220 bin sattı

Size ilk, “Leyla’nın Evi”ni oyun yapma önerisi geldiğinde nasıl karşıladınız? Yazarlara, yapıtları sinema ya da tiyatroya uyarlandığında beğendirmek zordur. Siz, romanlarınızın sinema ve tiyatroya uyarlanmasına nasıl bakıyorsunuz?

Nedim Saban’ın önerisiydi. Roman çok sevilmişti, tiyatro sahnesinde görme fikri de hoşuma gitti. Zeynep Avcı çok iyi oyunlaştırdı. İlk günden itibaren provalara katıldım, düşüncelerimi de hep söyledim. Sonuçta; sempatik, insanları etkileyen, güldüren, ağlatan, heyecanlandıran, nefret ettiren, sevdiren, kısaca sahneden inip insanların yüreğine değen bir oyun oldu. Ben şanslıyım, eserlerimde yer alan oyuncular da hep çok başarılıydı. Mutluluk filminde de öyleydi, bu oyunda da öyle. Bir müzisyen olarak, Ayça’nın tam bir müzikal oyuncusu olduğunu düşünüyorum. Seyirci de şarkı söylemesine, “hip hop” yapmasına bayılıyor. Celile Toyon, yılların ustası, dostum, muhteşem bir oyuncu. Tüm ekip şahane oynuyor. Oyun ekibinden, genç yaşta kaybettiğimiz Onur’u da
rahmetle anıyorum.

“Kardeşimin Hikayesi”, bu kadar kısa zamanda en çok satan kitabınız oldu. Serenad 2 yıl içinde 250 bin satış yapmış durumda ama “Kardeşimin Hikayesi” 4 ayda 220 bin rakamını gördü. Kitap çıkarken bunu öngörmüş müydünüz?

Ne ben, ne de yayıncı bu kadarını beklemiyorduk. Bunu planlamamıştım ama bugün baktığımda, “gazeteci kız” karakterinin tam bir “gezi gençliği” temsilcisi olduğunu görüyorum. Kimseye eyvallahı olmayan, tablet, akıllı telefon elinde, her an dünyayı takip eden bir genç kadın.
Elbette ben bunu yazdığımda henüz “Gezi olayı” diye bir şey yoktu. Üstte bir hikaye
akıyor ama altında psikolojik ve felsefi göndermeler var. Roman bu sebeple de genç okur kitlesinin kafa yapısına uygun düştü sanırım.

Doğaya hükmetmeye çalışmak felaket getirir

Bazı yazarlar, olacakları önceden söyler. Bu romanlarınızda, siz de sanki bugünü önceden tariflemişsiniz gibi?
Hatta şimdi yeni baskısı yapılacak olan “Son Ada” romanımda... Yıllar önce yazdığım bu romanda, doğaya ve toplumlara hükmetmeye kalktığınızda, herşeyin felakete ve diktatörlüğe gittiğini anlatmıştım. Çünkü doğanın da insan topluluklarının da yasaları var. “Hayat, sanatı taklit eder” diye bir söz vardır. Ben buna inanmaya başladım. 5 yıl önce yazdığım bir kitap, bugün “Gezi”de gerçekleşti.
O yüzden söylüyorum: Edebiyat, dünyanın aklıdır.

“Meryem Uzerli Batı’da büyümüş biri ve isyan etti”


Kardeşimin Hikayesi, dizi ya da film olmaya çok müsait. Var mı uyarlamak için size teklif getiren?

Dizileri uzatmak için, çok ekleme yapılıyor ve alıntı yapılan roman aslından kopuyor. Aslında dizilerimizin çekim kalitesini ve oyunculukları çok beğeniyorum. Üstelik her hafta bir film uzunluğunda dizi çeken insanların bir mucize gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Sadece 13 bölüm ve bölüm uzunluğu daha kısa süreli diziler yapılsa... O zaman olabilir. Film olması, şu anda romana sadık kalınabilmesi için daha doğru olur.

Dizilerin bu kadar uzun olması, izleyicinin de aklını durduran bir şey değil mi?

Öyle tabii. Ama bizim insanımız, tüm gecesini tek bir diziye adamaya çok alıştı. Amarikalılar, oturup kıpırdamadan yarım saat dizi izliyor. Zaten, aksi halde konuyu kaçırıyor. Bizdeki izleme biçimi, çay koyma, komşuyla muhabbet, bir yandan örgü örme biçiminde olduğu için, seyirci kopup geri geldiğinde konuyu bıraktığı yerde bulabileceği şekilde dizilerimiz kurgulanıyor. Bu yüzden hikaye ilerlemiyor. Üstelik, süre uzadıkça, bu işin emekçileri için de çalışma şartları çok zorlaşmış oluyor. Dizi sektöründeki arkadaşlar fedakarca çalışıyor. Ben Meryem Uzerli’ye de hak veriyorum. Batıda büyüdüğü için, isyan etme hakkını gördü kendinde. Aslında, herkesi isyan ettirecek bir çalışma düzeni bu.

Tabii Meryem steril ortamda büyüdüğü için çabuk mikrop kapıp hastalandı. Biz sokaktan yemeğe alışık olduğumuz için bünyeler bağışık.

Bu benzetmem çok hoşuna gidiyor Livaneli’nin ve uzun uzun gülüyoruz.

Muhabbeti öyle tatlı ve anlatımını öyle güzel anı ve hikayelerle süslüyor ki, konudan konuya kayarak, hayata dair bir sohbete düşüyoruz bu dakikadan sonra.

Twitter’da sevenlerimin oluşturduğu sayfalarım var


Gençleri bu kadar iyi tanıyorsunuz, “Gezi” gençliğini, olaylardan önce romanlarınızda işliyorsunuz, peki sosyal medyayı kullanıyor musunuz?

Bir itirafta bulunayım; tarihi bir konu ya da felsefi bir kavramla ilgili bilgi edineceğim zaman, elbette araştırma yapıyorum ama önce internetteki şu “sözlük”lere başvuruyorum. Ekşi sözlük gibi... Çok zor ulaşılabilecek bilgiler hakkında son derece derin bilgilere sahip insanlar var bu sözlüklere yazarlık yapan. Bütün dünyanın bilgisi sanki bu sayfalarda. Bu bilgilerin yayılması için sosyal medya inanılmaz bir mecra. Ama tabii yine her şey okumaktan geçiyor. İster kitaptan, ister tabletten... Önemli olan okumak. Facebook’ta sevenlerin oluşturduğu sayfalar var.

Twitter da muhteşem.

Ben kendim yazmıyorum ama yazılarım konuluyor. Çok zaman aldığı için sürekli takip edemiyorum. Ama, insanların bazı konularda ne düşündüğünü merak ettiğimde hemen Twitter’da yazılanlara bakıyorum. Sosyal medya müthiş bir şey.



Okumak önemli elbette. Peki yazmak? “Kanaat önderleri” denilen kişiler var?

Okumadan yazmaya çalışanlar var son zamanlarda. “Kanaat önderleri” lafına da çok gülüyorum. Böyle bir şey olamaz tabii ki. Yazmak üzerine, size esprili ama yaşanmış bir hikaye anlatayım: Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau, hizmetçisiyle evlenir. Ölümünden sonra, karısı

Rousseau hakkında bir kitap yazar. Bunun üzerine Fransız entelektüelleri, kadını eleştirmek ve bilgi sahibi olmadan yazılamayacağını ifade etmek için “Ahhhh Jean-Jacques, şu kadına yazmayı öğrettin iyi oldu ama keşke okumayı da öğretseydin” derler.

‘Dijital medyayı kontrol etmek zor ve her şey açıkta artık’


Eyvaaaaahhhhh (Bir yandan gülüyoruz öte yandan ben hikâyeyi hemen bir kenâra not ediyorum,yeri geldiğinde anlatılacak kişiler gelir mutlaka) Gezi gençliği hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben hayranlıkla izledim. İşin politik tarafı ve apolitize sandığımız gençlerin bir araya gelmesi bir yana, zekalarına, esprilerine hayran oldum.

“Orantısız zeka” deniliyor ya sahiden öyleydi. Eyvallahları yok. Tarzları başka. Büyük-küçük yok. Sanıldığı gibi saygısızlık değil bu. Ama bizim öğrendiğimiz gibi “Aman efendim, tabii efendim” demiyorlar. “Kardeşimin Hikayesi”ndeki

gazeteci kız karakteri de aynı böyle işte. Çok özgüvenliler.

Demokrasi ve sosyal medya arasında bir ilişki var mı sizce?

Dünya eski dünya değil. Diktatörlük artık çok zor. Devrimler, iletişimle çok ilişkili. Örneğin; Mustafa Kemal, telgrafı en etkili kullanan lider.

Bugün olsaydı, Atatürk sosyal medyayı nasıl kullanırdı?

En etkili kullanan isim olurdu. 60’lı yıllara geldiğimizde, askerler radyoyu ele geçirirlerdi. Tek haber kaynağıydı. Sonra televizyon... 80 ihtilalinde televizyonu ele geçirdiler. 28 Şubat’ta gazetelerin önemi farkedildi ve bu iktidar basını dönüştürdü. Gazetelerini, radyolarını, televizyonlarını

kurdular ve oradan yayın yapmaya başladılar.

Hesap edemedikleri bir şey çıktı ama: Dijital Medya. Kontrol edilemez bir şey. Küçücük cep telefonları dünyayı dönüştürüyor. Artık herkes muhabir, her yer yayın organı, her yer kamera... Bu yüzden güneşin altında saklı bir şey kalamayacak.

Demokrasi?

Demokrasinin kendini düzelteceğine dair mutlak bir inancım var.

Organizma ya da hücresel bir yapı gibi mi yani?

Aynen öyle. Hayat kendini düzeltir. Bakın bunu hemen kanıtlayayım. Benim konserlerimde, ben elimi kaldırınca yüz binlerce insan aynı anda şarkılarımı söyler ve çok da güzel söyler.

Herkesin doğru notadan söylemesi mümkün olmadığı halde, kimi tiz kimi pes, kimi farklı notadan söylemesine rağmen stüdyoda baktığımızda ortaya çıkan sesin doğru nota olduğunu görüyoruz. Toplum da böyle. Halkın içinden farklı sesler çıksa da ortalaması doğru çıkabilir. Tamamen denetimsiz bir şey değil bu. Demokrasiyi böyle algılıyorum; iktidarın görevi orkestra şefliği yapmak, halkın görevi de söylemek.

Çok umut verici konuştunuz. İflah olmaz bir iyimser olduğum için tanımlamanız bana çok iyi geldi. Dilerim böyle olur. Güzelliklere sözümüz düşmüşken; mutluluğun resmi yapılamadı ama siz kitabını yazdınız. Mutluluk deyince...

Mutlu anlar vardır.

Bu anlar hatırlandıkça da mutluluk verir. Mutlu anlar
çoğaldıkça mutluluk artar.

Unutmak ve hatırlamak?

“Kardeşimin Hikayesi” bunun üzerine. İnsan -bitkisel olarak bile olsa- her şeyi unutarak yaşayabilir ama hiçbir şeyi unutmadan yaşayamaz.

Değişim?

Değişime açık bir insanım. Ruh durumuna göre zevk alınan şeyler de değişir. İnsan, evlenince karşısındakiyle değişir, dostluklarla dönüşür ve bu güzeldir. Değişime kapalı olmak, ölmek gibidir. Elbette, insanın temel ilkelerinden vazgeçmesinden, her gelene “eyvallah” demesinden söz etmiyorum.

Türkçe’nin gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Eski kelimelerin bilinmesi çok önemli. Yarışma programlarında, gençlerin, çoğu kelimeyi bilmediğini görüyoruz. Bu hem aileyle hem okulla hem de yine okumakla ilgili bir durum. “İtibar”, “ihtimal” gibi kelimeleri bile bilmeyen üniversite gençleri olması üzücü. Deyimler zaten hemen hiç bilinmiyor.

‘Roman insanları anlama sanatı’


Bir yandan da çok yaratıcı yeni bir lügat gelişiyor. Bir takım yeni laflar icat ediliyor. Kimileri eleştiriyor, benim gibi bazıları da hoşuna gidenleri alıp hemen kullanmaya başlıyor.

Siz hangi gruptansınız merak ettim. “Gezi zekalı” son zamanlarda sevdiğim bir laf mesela.

Ah bayıldım. Çok güzelmiş. Elbette dil yaşayan bir şey. Mutlaka gelişecek ve yeni deyimler icat edecek. “Atarlandı” diyorlar mesela şimdi.

Siz epey takip ediyorsunuz.

Elbette. Biz de yapardık. Ankara’da babam savcıyken bir gün okuldan geldim ve “Baba kafam bozuk” dedim. Babam, ”Evladım, makine bozuk olabilir, yemek bozuk olabilir ama kafa bozuk olamaz” demişti. Ama biz öyle diyorduk işte. Şimdiki “Gezi”nin gençlerini de yirmi yıl sonra çocukları şaşırtacak. Dil donmuyor. Yaratıcılık bu, reddedilir mi! Öğrenmeye çalışıyorum. Başka türlü roman yazılır mı! Bir okuyucu, Serenad romanımı kadın dilinden yazmış olmama çok şaşırdığını söylemişti. Roman, insanları anlama ve anlatma sanatı. Kadınların dilinden anlamam dersem dünyanın yarısı gitti demektir. Gençleri, çocukları da çıkaralım... O zaman ben sadece kendi yaşımdaki erkekleri anlatan romanlar mı yazmalıyım? (Kendi de çok gülüyor buna) Dünya durmuyor. Dil de öyle... Ve bu güzel bir şey.

Yeni kitabımın adı hazır “Şehrengiz”


Son olarak, aklınızda yeni bir romanın dünyası kurulmaya başladı mı?

Evet. (Bunu söylerken, çocuksu bir heyecan parlıyor gözlerinde. Ses tonu hafif mahçup, belli belirsiz titrek bir hal alıyor. ”Sır” gibi fısıldıyor kelimeleri bundan sonra) Aslında ben romanlarımı kafamda yaşatmaya başlarım önce. 5-10 yıl arası sürer bu, sonra oturunca çok çabuk, 6 ay gibi bir sürede yazabilirim. Şimdi de kafamda yeni bir roman oluşuyor. İstanbul’un geçmişinin etkilerini hissetmiyoruz artık oysa her şehir insanı biçimlendirir. Bu biçimlendirme üzerine olacak yeni kitap. Sonradan değiştirmezsem ismini bile buldum! (Bu sefer heyecanlanma sırası bana geliyor. Zaten tüm kitaplarını defalarca okumuş bir okuru olduğumu bildiği için, konuşmasına küçük bir duraksama anı bırakarak benim heyecanımın tadını çıkarmam için zaman tanıyor)

(Dayanamayarak) Bana söyler misiniz adını?
Şehrengiz...

Şehir ve esrarengiz karışımı gibi bir şey galiba... Kelime olarak kulağa çok güzel geliyor. Ne demek “Şehrengiz”?

Eski bir edebiyat türü. Artık kaybolmuş. Bunu yeniden ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Bizde şehrengizler var. Şehirdeki kişiler ve olayları anlatan kitaplar bunlar. İşte ben de kitabımın adını “Şehrengiz” koymak niyetindeyim. İlk kez de burdan duyurmuş oldum.

Şehrengiz’i sabırsızlıkla bekliyorum. İstanbul kokan bir kitap olacak belli ki. İsmini ilk duyurmuş olmanın sevinci de benim kazancım. Edebiyat ve edebiyatın büyük ustası Zülfü Livaneli romanları hayatımızdan hiç eksik olmasın. Sevgi ile kalın...

Yazarın Diğer Yazıları

  1. Müslüm filmine dair...
  2. Kızkardeşlik duvarı
  3. Gelecek bize nasıl gelecek
  4. Yoksa siz “Tarihin sıfır noktası”nı hala görmediniz mi?
  5. Nafaka...
  6. Okullar açılırken veli dilekleri
  7. Geç gelen yaz geç gider
  8. Nobel Akademisi’nde kriz
  9. “Y” ile “Z” kuşağı yetersiz ve mutsuz
  10. Çocukları kandileriyle başbaşa bırakın

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.