Zümrüdüanka ile maviliklere!
.
“En iyi tekne arkadaşınızın teknesidir” derler. Bizim yolculuk biraz bu hesap oldu. Gerçi, en büyük hayalimin küçük bir tekne sahibi olmak olduğunu hemen belirtmeliyim. Sadece, henüz buna cesaretim yok. Eşim ne yazık ki benim kadar deniz sevdalısı olmadığı için, Ada ve ben bu işte tek başınayız. Üstelik, tekne demek yeni bir masraf kapısı demek. Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde, ne yazık ki hâlâ lüks sayılıyor tekne sahibi olmak. Denize kıyısı olan Avrupa ülkelerinde, orta direk tüm ailelerin teknesi var. Danimarka seyahatim sırasında, her küçük kıyının ufak bir marina içerdiğini ve bu marinaların pek de lüks olmayan çok sayıda tekne ile tıka basa dolu olduğunu görünce, denizciliğin de kültürel bir etkinlik olduğunu bir kez daha anladım. Aileler hafta sonu, hava yağmurlu dahi olsa, külüstür sayılabilecek arabalarına çocuklarını ve bisikletlerini yerleştirerek, minicik teknelerinin yanında alıyorlar soluğu ve denize açılmasalar bile, günü teknelerinde yiyip içerek geçiriyorlar. Elbette ne tekne ne de marina ve bakım fiyatları bizdeki gibi el yakmıyor. Her bütçeye göre seçenekler var. Denizin nimetlerinden faydalanmak sadece zengin kesim için değil herkes için ulaşılabilir rakamlarla mümkün. Denize kıyısı bu kadar büyük bir ülke olup, denize ait kültürden bu kadar uzak olmak, bizim büyük eksikliklerimizden biri.
Eh artık, üniversitelerimizde, “Su Ürünleri” bölümlerinin bile kapatılması planlandığını düşünürseniz, sanırım bu söylediklerime hak verirsiniz. Dünya üzerinde, Kuzey Kıbrıs’tan başka et ve kebap kültürünün hakim olduğu başka bir ada var mıdır mesela?
Ya da Türkiye’nin dışında balıktan başka deniz mahsülü pişirmeyi bilmeyen kıyı kasabalarına rastlayan olmuş mudur?
Bir Egeli olarak, ülkemizde deniz kültürünün en yoğun yaşandığı yerde büyümeme rağmen, gezdiğim yabancı kıyılarla aramızdaki denizle içi içelik farkını ve bundan kaynaklanan kültür eksikliğini görünce üzülmeden edemiyorum.
Gökova Körfezi’nin bakir sularındaki eşsiz güzellikler
Benim küçük yolculuğuma gelince: İtiraf etmem gerekirse çok şanslıydım. Teknemiz, hayatımda gördüğüm en güzel teknelerden biriydi.
“Yerli köklü” bir Bodrumlu ailenin, denizle iç içe geçmiş 40 yılının, tecrübeyle sabitlenmiş, rafine zevkinin ürünü olan Zümrüdüanka, 33 metre ağaç bir yelkenli. Sadelik, pratiklik ve teknoloji harmanlanınca ortaya yüzen bir ev çıkmış. Kamaralar deseniz, otel odasından konforlu ve ferah.
Ama beni en çok deniz suyunu tatlı suya ve ordan da içme suyuna çeviren sistemi etkiledi. Böylece denizden çıkıp, tekne kenarında duş yaparken, kimse “suyu boşa akıtma“ demiyor, denizden gelen su yine denize karışarak, çevreyi de kolluyor. Böyle bir teknenin hakkını vermek için sadece sahip olmak yetmez. Ona bolca vakit ayırmalı insan. Senede 15 gün tatilde gezmeyi değil, teknenin sahibi Hasan abi gibi denizi bir yaşam biçimi olarak seçmek gerek. (Bu arada belirtmeliyim Zümrüdüanka, tamamen ailenin kendi için kullandığı ve hiçbir şekilde ticari kullanıma açık olmayan bir tekne) Kendimi düşünüyorum da böyle bir imkanım olsa 3 ay denizin üzerinde yaşayabilirdim.
Peki ya siz?
Rotamız, Gökova Körfezi’ydi. Yeşille mavinin buluştuğu, deniz aşıklarının vazgeçilmez koyları... Defalarca yanmasına ve her yangından sonra en az 3 yıl denizin de yangından arta kalan kirliliği taşımasına rağmen, gene de o kadar güzel ki... Hasan abi, işi dışında hayatının neredeyse tamamını Ege sularında geçirdiği için her girintiyi, kayaların arasında saklanmış küçük oyukları bile ezbere biliyor. Bu yüzden, herkesin bilip de gittiği turistik koylara değil, bakir sulara demirliyoruz. Turkuaz rengin her tonu üzerinde, sıcacık sularda kulaç atıyoruz. Eşi Esma ablanın ısrarları sonucu, teknenin botuyla yakınımızdaki Sedir Adasına gidiyoruz. 15 yıl önce Esra (Akkaya) getirmişti beni ilk olarak buraya. Kleopatra Plajı olarak de bilinen bu adanın kumu dünyada eşsiz. Çok küçücük boncuklardan oluşmuş gibi bir yapısı olan bu kum bembeyaz ve yumuşacık. Dibi bu kumla kaplı olduğu için, denizin rengi de Nil yeşili. Sanırım, yeryüzündeki en güzel ve büyüleyici deniz burada. Ama sabah erken saatlerde gitmek şart. Öğlen itibari ile turist akınına uğradığı için plajın keyfi kaçıyor. Adada eskiden sedir ağaçları varmış ama şimdi her yer zeytin ağacı dolu. Bu küçücük adadaki 2000 yıllık tiyatroyu ve zeytin ağaçlarının gölgesinde ziyaretçilerini bekleyen antik kalıntıları görmeden sakın dönmeyin. Ayrılmadan önce bir kez daha adadaki kayaların oluşturduğu ve özel koruma altındaki kumlara basıp kendinizi denize bırakın. Hatta size bir tavsiye: Denizin içinden bir parça kum çıkarıp, yüzünüze ve elinize “peeling” yapın. Etkisine şaşıracaksınız. Kumları zamanında burdan epey taşıdıkları için artık koruma altına alınmış. Özetle, şişeleyip yanınızda getirmeye kalkmayın çünkü yasak. Adadan karşıya baktığınızda, eski dönem siyasilerin, Sedir adasının tam karşısındaki sit alanına, kılıfına uydurarak -artık nasıl uydurdularsa- yaptıkları evleri görerek Şoke olacaksınız. Ülkemizin, sadece ağacını, kıyısını, koylarını siyasi rantlardan korumak için eylem yapmak istesek, ömrümüzün yetmeyeceğini bir kere daha anladım. Önümüz yaz ve Ağustos ayı Kurban Bayramı... Bir fırsatını bulursanız, bir günlüğüne olsun Ege’nin maviliğinde süzülün. Kuş olun, balık olun ve sonunda yeniden küllerinizden doğun.