Şampiy10
Magazin
Gündem

Başa bela, akıllara seza twitter

Twitter’la tanışmam arkadaş vesilesi ile oldu. Nefretten doğan bir aşktı bizimki. İşimle ilgili mail alışverişi dışında, her türlü sanal alışverişe karşı olan ben, bugün, alışverişin en değerlisini sanal alemde yapıyorum: Bilgi, duygu ve fikir alışverişi...

1,5 yıl önce ben sanal alem konusunda gayet muhafazakar bir tutum sergilerken, yaramaz arkadaşım Esra, insanı yoldan çıkaran her arkadaşın yaptığı gibi beni yolumdan çıkardı ve twittera girmem konusunda ikna etti. “Tam sana göre” diye tavsiye alınca, “Bir bakıp çıkarım” diye içimden geçirerek kendime bir hesap açtım. Yaz aylarıydı... Gece kızımı uyuttuktan sonra benim için yeni olan bu dünyanın kapısından giriyor, gecenin sessizliğinde kalabalıklara karışıyordum. Önce birkaç arkadaşımı buldum, sonra onların takip ettikleri kişilerden diğer arkadaşlarımı, sonra hiç tanışmamış olduğum ama uzaktan tanıdığım isimleri ekledim. Hiç tanımadığım bir sürü zeki kullanıcı keşfettim. Onları takip etmenin çok daha keyifli olduğunu farkettim. Kendi fenomenlerini yaratan bir mecraydı bu! Doğal olarak, ünlüleri de başkaydı. Chat yeri, mesaj hattı ya da facebook gibi ağır kanlı bir paylaşım alanı değildi. Hızlıydı, o ana aitti ve ateşliydi. Başka bir şeydi kısaca. Anlamak gerekti. Anlamak için de denemek.

O yaz, twitterın ne olduğunu ve niye var olduğunu anlamaya çalışmakla geçti. Birçok “ilk” yaşadım. Örneğin, ilk “dayağımı” yediğimde çok şaşırmıştım. Klavyeleriyle bana meydan dayağı çeken “binler” vardı karşımda. Ama yılmadım. Çok saçma sapan kullandım önceleri. Yavaş yavaş kabul ettim, kabul edildim. Hâlâ da öğrenmeye devam ettiğimi belirtmeliyim.

GÜCÜNÜ VAN İLE ÖĞRENDİM

Twitterın gücünü tam olarak kavramam, acı bir gerçekle oldu: Van depremi! Oturduğum yerden bu kadar faydalı işler yapabileceğimi söyleselerdi inanmazdım. Binlerce insan birleştik ve onlarca tırı doldurup, Van’a ulaştırmayı başardık. Sonunda şunu anladım ki: Twitter da hayattaki her şey gibiydi. İyileri de vardı kötüleri de... İyiliği de vardı kötülüğü de... Kazanımın ya da çıkarımın, “Senin kim olduğunla” ilgiliydi. İyilik de kötülük de senin içindeydi ve bu mecra ancak bunu ortaya koyduğun bir araçtı.

Ve bugün geldiğimiz noktada, Başbakan’ın birkaç gün önce yaptığı ve twitterı bir başbelası olarak ilan ettiği açıklama sonrası gözler iyice bu mecraya çevrildi. Bu açıklama bir yandan, twitterı kötülerken bir yandan da gücünü kabul etmek anlamı taşıyordu. Üstelik, Başbakanın konuşması esnasında söylediklerinin “twitt” olarak atılması da kendi ironisini içinde barındırıyordu. Elbette, başbakanın twittlerini yazan kişi tarafından “Twitter baş belasıdır” cümlesi sansürlenmiş ve twitt olarak atılmamıştı. Bu hareket de, kural koyucuların bile twitterın kendi kurallarını kabul ettiğinin bir göstergesiydi. Gelin o halde gücü, güç sahiplerince bile kabul edilmiş ve tehdit unsuru olarak görülen bu “baş belası” mecraya bir göz atalım...

Twitter ne değildir?


- Bir mesajlaşma yeri değildir. Arkadaşlarla aranızda konuşmak için, lütfen mesajlaşın, sayfaları doldurmayın.

- Sürekli bir motto üretme ya da ders verme yeri değildir. “Baş öğretmencilik“ oynama yeri değildir. “Egomu dindireyim” derken, “egonu indireverirler” bilesin. Herkes “Gezi”den konuşurken, buzullardan konuşma ama sakin zamanlarda da kasma. Kuştan, böcekten, yeni açan gülden haber ver. İnsanların ruhuna iyi gel.

- Bizim kuşak, buraların (twitter) yerlisi değildir, kabul etmek gerekir. Biz göçebeyiz, bu mecraya doğan ve bununla yoğrulan gençler gerçek yerlileri. Ev sahipleri. Gençlerden öğrenilecek çok şey olduğu yadsınmamalı, büyüklük havasına kapılmamalı.

- Anarşi üreten bir ortam değildir. Twitter yapısı gereği bir örgütlenme yeri olmaya çok uzaktır.

O kadar ortada ve açıktır ki, eski kafa alışkanlıklarla “derin twitter“ aramak büyük hatadır.

- Torba değildir. Ağzını büzemezsin.

- Mevlana türbesi değildir. Herkesi buyur edemezsin. Takipçi kaybetmemek uğruna “ortaya karışık” kalırsan, kendini kaybedersin. Temiz ve seviyeli bir ilişki için, tıpkı hayattaki gibi, bazı kişileri hayatından çıkarmak gerekir. “Bahar temizliği“ için “engelle” ve “spam” idealdir. Elini korkak alıştırmamak gerekir.

- Masum değildir. Medya susturuldukça, baskı arttıkça, güçlenir. Tek başına iktidar olduğunda, tüm iktidarlar gibi sarhoşluğa kapılır, yalan, provakasyon ve iftira üretmeye başlar. O yüzden, twitterın, medyatik arkadaşları uyumamalı, uydurmamalı, kör göze parmak sokmamalıdır. Bunun yolu da doğru, tarafsız ve dürüst yayıncılıktan geçtiği unutulmamalıdır.

Yeni başlayanlar için başa bela Gezi Park twittleri




- Fenerli’yim ama yükselenim Çarşı.

- Kadıköy’den, “Gezi” eylemlerine bir arkadaşımı çağırdım, “ben karşının çapulcusuyum” dedi.

- Ne sağcıyım ne solcu, çapulcuyum çapulcu...

- Yüzde 50’yi serbest bırak, dönerse senindir, dönmezse direnişe katılmıştır.

- Sinirlenince çok güzel oluyorsun, Türkiye’m. (Metin Üstündağ)

- “Aşkım söyle, o kız mı daha iyi direniyor, ben mi?”

- Orama Toma, burama To.

- Anlayana toma, biber, gaz... Anlamayana Tunus, Cezayir, Fas...

- Gözünü seveyim Toma, bizi susuz koma.

- Üzerine tazyikli su atılmamış kalabalık: Kuru kalabalık.

- Bizim gibi 3 çocuk daha ister misin, Başbakan.

- Ankara’nın semtleri: TomalıHilmi, DövenPark, Gazılay.

- Ben seninle Tomalı Hikmi’de biber gazı soluma ihtimalini sevdim. (Erdal Beşikçioğlu)

- Toma ile 10 gündür beraberiz, “ciddi“ düşünüyoruz.

- Arada kendi gazımızı kendimiz sıkalım, üstümüze hortum tutalım, her şeyi devletten beklemeyelim.

- Sizinki AVM değil, kaldırım çalışması; bizimki de eylem değil arkadaş buluşması.

- Çirkin kadın yoktur, “direnmeyen” kadın vardır.

- Benimle aynı düşünmek zorunda değilsin, sadece düşün.

- Başbakan yüzde 50 jokerini kullanacağına, keşke seyirciye sorma hakkını kullansaydı.

- Bazı illerimiz için biber gazı vakitleri: İstanbul: 19.30, İzmir: 20.15, Ankara: 21.45

- Yeni doğan çocuklara isimler: Çapulcan, Çapulnaz, Çapulgül, Çapulay, Çapultay, Çapulettin.

- Uykumun yüzde 50’si kaçtı, yüzde 50’yi zor tutuyorum.

- Biz de babaannemizi zor tutuyoruz.

Yazının devamı...

Gezen birinden bir Gezi yazısı

ezi Park protestosu kısaca nedir; nasıl başlamıştır?
-Biz buraya AVM yapıcaz, bir de kışla yapıcaz!
-Aaa ama AVM istemiyoruz, her yer AVM! Biz park olarak kalmasını istiyoruz.
- Yok valla biz yapıcaz artık, karar verdik!
-Yok biz ağaçlarımızı, parkımızı vermeyiz!
-Yok size sormuyoruz, yapıcaz diyoruz! Kışla kesin, bir de AVM, belki otel ya da residance...
-Yok bu şehirde biz yaşıyoruz ve Taksim'de kalan bu son parkı ve ağaçların gitmesini istemiyoruz. Buraya beton yapı yapılmasını istemiyoruz. Zaten Emek Sinemamız da yıkılmasın istemiştik, o da gitti, AKM de kapatıldı, buraya dokunmayın.
-YOK VALLA, size sormuyoruz yapıcaz, AKM'yi de yıkıcaz, kışla AVM, otel, opera filan yapıcaz!
-Burda biz yaşıyoruz, istemiyoruz diyoruz.
- Size sormadık, yapıcaz diyoruz!
-Ne demek bize sorulmuyor, bizim söz hakkımız yok mu!
- Yok!
-Zaten bize hiç bir şey sorulmuyor, değer verdiğimiz şeyler yalvarsak da yıkılıyor, hakarete uğruyoruz. Bizi dinlemek zorundasınız. Fikirlere saygı ve değer vermek zorundasınız, biz halkız... BİZ HALKIIIIIZZZZZZ... NERDE DEMOKRASİİİİİİ?!
Oturma eylemi başlıyor, Başbakan üst üste yaptığı dört basın toplantısında kararından vazgeçmeyeceğini bildiriyor. Her basın toplantısının ardından, “Gezi Park” katlanarak kalabalıklaşıyor. Herkes Başbakan'dan demokrat ve uzlaşmacı bir cümle bekliyor. Fikirlerine değer verildiğini, söz hakkı olduğunu, demokrasinin gereğinin yapılacağını duymak istiyor. Başbakan söyleminden vazgeçmiyor, kalabalık artıyor. Gerekeni maalesef demokrasi değil, polis yapıyor! Halk ülke genelinde, tüm ayrımcılıkları mucizevi bir şekilde bertaraf ederek, yek vücut "Demokrasi" başlığında birleşiyor. Türkiye'nin her yeri, "Gezi Park"ı oluyor. İşte her şey böyle başlıyor...

Ne oldu da oldu?

Çok bilinen bir bilimsel testi sonucu ile birlikte yeniden paylaşarak hatırlatmak istiyorum: " Üç bardak temiz su koyun; bardağın birine her gün bir kere "seni seviyorum", diğer bardağa "senden nefret ediyorum" diyerek hitap edin. Üçüncü bardağı ise görmezden gelin. Onbeş gün sonra, sevgi ile seslenilen bardaktaki su bozulmadan kalacak, nefretle seslenilen su kötü kokacak ve görmezden gelinen su hem yosunlanacak hem kötü kokacak. Görmezden gelmek, bir insana yapılacak en büyük kötülüktür." İşte ne olduysa, "görmezden gelinmek"ten oldu. Umursanmadığını, yok sayıldığını, kaale alınmadığını düşünen halk, başka bir ifade biçimi oluşturmak için "Gezi"ye çıktı! Ez cümle: Her şey , "yok sayılmak" karşısında, itaat etmek yerine "burdayım" demek için oldu. Direncin ve dayanışmanın adı; "Gezi" oldu!

Başı kimler çekiyor?


İşte ezber bozan bir durum daha! Baş yok ve kimse kimseyi bir yere çekmiyor. Pek çok sosyolog için ileriki günlerde iyi bir araştırma konusu olacağa benziyor.

- Üniversite gençleri çoğunlukta... Uzun yıllardır alışık olmadığımız bu duruma anlam vermekte zorlananlar oluyor. Çocukluğunu darbenin yumruğu altında geçirmiş olan nesil, ses çıkarmayan ve apolitize bir gençlik yaşadıktan sonra, olgunlukla birlikte bu gün, ancak kendini ifade edebilecek gücü buldu. Yeni gelen nesil kendi gibi olmasın diye, gençleri özgür kalmaları için destekledi.

Kendine güvenen, demokrasinin hakkı olduğunu bilen ve bunu özgürce dile getirecek cesareti olan bu yeni nesil, 80'lerin çocuklarının da yanlarında olduğunu bilerek, el ele vererek, ülkenin saptırılmış demokrasi tanımını yeniden tarif etmek için, "Gezi" de buluştular. Çoğaldılar ve tüm Türkiye'ye yayıldılar.

- Epey de 70 yaş üstü var... Çocuklukları yeşilin içinde geçmiş bu insanlar için betonlar sahiden bir hapishane niteliği taşıyor. Bu gurup doğuştan "çevreci"... Bu yaşa gelip hâlâ lâflarının kaale alınmadığını hissetmek ve saygı görmemek ise en büyük kalp kırıklıkları.

- İş adamları ve kadınları, hafta içi bile çok aktif.

- Polis müdâhalesinin çok olmadığı yer ve zamanlarda epey çocuk ve elbette anneleri de var. Çöp toplamak da bu eylemin bir parçası... Bu durum, ezberleri bir kez daha bozuyor. Özellikle, "Gezi Park" ta halkın kendi ve eylemcilere destek için kurduğu açık büfe ve çöp toplama eyleminde çocuklar aktif okarak görev yapıyor.

- Sanatçılar, bu eylemin büyük bir parçasını oıuşturuyor. Son yıllarda, en çok reddedilen, görmezden gelinen, hakarete varan söylemlere marûz kalan ve mesleklerini hedef alan bir baskıyla karşılaştıkları göz önüne alındığında sanatçıların bu direnişin bir parçası olması ve kendilerine yakışan bir biçimde demokrasi arayışı, kimseyi şaşırtmıyor.

Bu nasıl bir eylem?

Polis müdâhaleleri dışında son derece durağan bir eylem. Genellikle oturmak, kitap okumak ve şarkı söylemek şeklinde tezâhür ediyor. En coşkulu hareket, "alkış" olarak vücut buluyor. Eylemin en şiddetli ve en taşkın zamanları ise tencere-kaşık çalınıyor. Polis müdâhalesi olmayan yerlerde, en fazla yürüyüş oluyor ve bir bayram havası esiyor. Ama polisin bu eyleme verdiği karşılık, insan vicdanına sığmıyor. Yerde oturan insanların ağzına gözüne biber gazı sıkılıyor. Kullanılan caydırıcı silâhlar, amacını çok aşıyor. Anayasa ile belirlenmiş bir hak olan protesto, en büyük suç gibi algılanıyor. Biber gazı, biberi bir yana doğrudan mermi gibi atılan kapsulleriyle başlı başına bir silâh olarak kullanılıyor. "Gaz" dan göz gözü görmüyor. Ortada hiç bir şey yokken, sadece kalabalık yaptılar diye halka atılan o zehir zıkkım biber gazı taaruzu en çok, turistlere anlatmak zor oluyor. İstiklâle gezmeye gelen turistler , "e şimdi niye gaz bombası atıldı" diye sorup duruyor! Cevap: "Burada böyle!" oluyor. İşin ilginci, pek çok turist de bir süre sonra bu eyleme katılıyor. Tabii tüm bu yaşananları ancak olay yerine gidip herkes kendi görebiliyor. Evinde, televizyon başında tâkip ile yetinmek isteyenler, kendilerine dayatılan bambaşka bir filmi hafızaya alıyor. Bu süreçte, suya sabuna dokunmaktan kaçınan bazı yayın organlarında sürekli oynatılan "penguen" belgeseli sayesinde, ülkemizde çok rastlamadığımız bu hayvanların türleriyle ilgili vatandaş uzmanlaşıyor.



Nereye gidiliyor?

Nereye gidildiği bilinmez ama yola çıkıldı bir kere...
Halk bekleyerek alamadığını, yolda keşfederek bulacak belki de... Mevlâna'nın sözü yol gösterici olmalı herkese :
"Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lâzım"

Nasıl oldu?

Sakince ve birdenbire oldu. Halkın söylediklerini hâlâ okuyamayanlar, ya da okumak istemeyenler, istedikleri kadar bu hareketi; siyasileştirmeye, gruplara mâl etmeye, karmaşıklaştırmaya, darbecileştirmeye, anarşikleştirmeye çalışsanlar, durumun sadeliği karşısında boşa kürek çektiklerini görecekler. Bu direniş o kadar basit olduğu için bu denli güçlü. Çünkü bu; taraflara bölünmemiş, kimliklerle çizilmemiş, coğrafyayla sınırlanmamış, “saf” halk direnişi. Bu bir itiraz! Bu bir haykırış değil. Bu, sakin bir şekilde "HAYIR" demek. Bu yüzden, bu kadar ürkütücü. Gücünü, alışılmışın dışında olmaktan alan, bir direnç biçimi. Hesapsızlığının hesap edilemeyişinden dolayı, engellenemeyen bir eylem. O kadar hafif ki, baskının ağırlığının yanında hep yukarda kalıyor. Kendiliğinden olduğu için, bu kadar mükemmel işliyor. Zorla ve hile ile kâr amacı hesabı ile değil yürekten inanan insanların birlikteliğinden doğduğu için, her türlü zorbalığa göğüs gerebiliyor.
O kadar temiz ki; tüm iftiralara rağmen Dünya'nın desteğini alıyor. Dünya'nın en naif, barışçı, birleştirici "demokrasi" eylemlerinden biri olarak tarihe yazılıyor.

Yazının devamı...

Amacımız insanları sağlıklı yaşama teşvik etmek

“Sağlıklı olma”nın karmaşık bir durum olmadığını, “mutlu olmak” kadar basit olduğunu bize anlatan Mindbody Festivali İstanbul Santral’de. Yoga, bioterapi eğitmenleri, beslenme uzmanları bu festivalde... Richmond Nua tarafından ikincisi düzenlenen festivali kaçırmayın. Hedef Türkiye’den dünyaya uzanan uluslararası bir gün yaratmak! Festivali düzenleyen Stephanie Sayegh ve Belgin Aksoy ile konuştum.

Son zamanlarda neler yapıyorsunuz?

Belgin Aksoy: Wellness Day ile uğraşıyorum. Hayalimi gerçekleştirmek ve Wellness Day ile ilgili çalışmalarımızı uluslararası boyuta taşıyabilmek için çok fazla şey okuyorum, araştırıyorum. Son günlerde aslında bütün insanların düşündüğü bu. Ne yiyorsak oyuz değil mi? Siz tüm bu oluşumun başını çekenlerdensiniz...

Belgin A.: Bundan 7 yıl önce biz Richmond Nua olarak Türkiye’de wellness ve spa konusunda bir öncülük yarattık. O günden beri şahsen hayatımda çok şey değişti. Hayatıma detoks girdi, daha iyi beslenir, kendime daha dikkat eder oldum. Zaman içinde bunu çevreme de yaydığımı farkettim. Daha sonra dünyada Wellness Day nerede kutlanıyorsa gideyim ve onu ülkemize getireyim istedim. Dünyada Wellness Day kutlanmadığını gördüm. Dünya sağlık örgütünün yaptığı açıklamaya göre; 2050 yılında sağlığımızı en çok tehdit eden sorun depresyon olacak. Depresyon eşittir obezite. Soluduğumuz hava bile kirleniyorken; dünyada bir Wellness Day olmaması beni gerçekten çok şaşırttı. Geçen sene, madem dünyada yok biz yapalım dedik. Otelde 250 kişilik davet vererek ilk Wellness Day i kutladık. Amerika’dan Mark David adında nutrition psychologist davet ettik. Murat Tavman bize gün içerisinde sporu nasıl kolayca yapabilirsinizle ilgili bir seminer verdi. Hem eğlenip, hem dinlenip hem de öğrenilen bir gün oldu. Bu sene Wellness Day’i otelde yapacakken; Mind&Body Festivali yapan Stephanie ve Eralp ile tesadüfen Happily Ever After’da tanıştım. Aslında 2 proje de aynı şey için uğraşıyor ve güçlerimizi birleştirme kararı aldık. Richmond Nua olarak Mind&Body Festivali’ne ana sponsor olmaya karar verdik.

Wellness Day ile ilgili sunum yapacağız

100 bin imza kampanyanızı da bize anlatsanız...
Belgin A.: Böyle bir günün uluslarası boyutta kabul görmesi için ne yapılmalıdır ile ilgili bir veriye ulaşamadık. Onun için tamamen ekim ayındaki Global Spa & Wellness Summit isimli zirve her yıl dünyanın değişik ülkelerinde yapılıyor. Biz de Richmond Nua olarak her yıl bu zirveye gidiyoruz. Dünyadan wellness ve spa konusunda söz sahibi olan 42 ülkeden yaklaşık 300 kişinin katıldığı bir zirve. Yöneticilerine projemizden bahsettim ve geçen sene ne yaptığımızla ilgili bir film yolladım. Birkaç ay önce inovatif fikirler diye genel toplantı düzenleyeceklerini ve orada Wellness Day fikrimiz ile ilgili sunum yapmamızı istediler. Oraya bu şekilde davet edilmek çok hoşuma gitti. Bu imza belki bu festivalde 100 bine ulaşamayacak ama ne kadar fazla imza toplayabilirsek o kadar iyi. Ekim ayına kadar zamanımız var. Bunları toplayıp sunumumuzun arkasından Türkiye olarak böyle bir farkındalık yarattık , diyerek oradaki 300 kişiyi de arkamıza almak istedik. Onlar da bu imzayı atarsa Dünya Sağlık örgütüne gideceğiz.

Vücudumuzun da tatile ihtiyacı var

Son dönemde herkes daha iyi, daha sağlıklı yaşamaya çalışırken buna özel bir gün olup festivale dönüşmesi çok sevindirici. İnsanlar detoks ve pilatese yöneldiler. Nedir detoksun alametifarikası?
Belgin A.: Detoks, pilates, sağlıklı beslenmek, sebzeyi meyveyi yemek ya da suyunu sıkıp içmek, her gün 1 saatinizi vücudunuzu harekete geçirerek yaşamak; bunların hiçbiri yeni bir şey değil. Hem teknoloji hem de fast food tarzı kötü beslenmeden dolayı o kadar çok yanlışı doğru diye kanıksadık ki şimdi doğruya da yeni birşey olarak bakıyoruz. 50-60 sene öncesine göre hormonlu besleniyoruz, kötü hava soluyoruz, az hareket ediyoruz, stressliyiz. Detoks gerekli değil evet ama köylerde yaşıyorsak, hormonsuz besleniyorsak ve kötü havayı solumuyorsak, alkol kullanmıyorsak, hayatımızda az stres varsa... Günümüz şartlarında bu mümkün değil. Yılda 2 defa organlarımıza tatil vermemiz gerekiyor. Ruhumuzun nasıl eğlenceli bir tatile ihtiyacı varsa vücudumuzun da var.

En büyük zehir zihinde; detoksu zihnimize yapmalı


Stephanie, Mindboy Festivali yaratıcısı ve organizatörü olarak sen ne söylemek istersin Wellness Day için?

Stephanie Sayegh: Sizin de söylediğiniz gibi herkes zayıflamayı düşünüyor ama aslında en büyük detoksu zihinde yapmak lazım. En büyük zehir zihinde aslında. Belginin de söylediği gibi herkes detoksu zayıflamak olarak görüyor. Bu yanlış, bir yaşam biçimi olmalı. İnsanlar sağlıklı olanın sıkıcı olduğunu düşünüyor. Biz bu festivalde sağlıklı yaşamın sıkıcı olmadığını anlatmak istiyoruz. Sadece ot yeşillik ve sebze meyve sularından ibaret değil sağlıklı beslenme. Çok lezzetli ve sağlıklı yemekler yapabiliriz.

Yoga ve meditasyona ne zaman ihtiyacımız oluyor?

Stephanie S.: Unutmamak gerekir ki, yoga sadece hareket etmek değildir. Bir felsefedir.

Türkiye’de insanlar buna moda olarak mı bakıyor? Doğru yolda mıyız?

Stephanie S.: Birisi yoga, detoks, pilates ile kendine bakmaya başlıyorsa sebep ne olursa olsun iyi bir başlangıç. Çünkü devam ederse doğru sebep gelecektir. Ben de 15 yaşımda iken babam yogaya götürürdü, istemeyerek giderdim. Ama devam edince anladım, ne kadar faydalı olduğunu. Zaten her şey trend ve özenme ile başlıyor... Festivalde detoks, antiaging, yoga, pilates, müzik, yemekler kısaca her şey var; herkese özel reçeteler de... Sağlıklı olmak mutlu olmaktır. Mutlu insan da sağlıklı gözükür.

Belgin A.: Bir insanın yaşayabileceği ortalama yaş sınırı 70’lerden 100’e çıkmıştı. Dünya Sağlık Örgütü bu yaşın 120 olduğunu açıkladı. Her ay ya da her yıl sadece bir tane kötü alışkanlığı bile hayatımızdan çıkarsak ömrümüze ömür katarız.

Festival 08.00-23.00 saatleri arasında



Biz Z kuşağı anneleriyiz. Çocuklarımızı böyle bir hayata nasıl yönlendirmeliyiz? Belgin A.: Benim çocuğum sakızın ne olduğunu daha yeni öğrendi. Şekerli içecek tadını bilmiyor. Dolayısıyla şimdi ona şekerli bir süt, çay verseniz içemez muhtemelen, tadını sevmeyecektir. Mümkün olduğunca geç tanışmaları gerekir. Biz küçükken okuldan eve gelince kek, börek olurdu. Benim oğlum eve gelince meyve, ceviz, badem, kuru meyveler oluyor. Baharatları tanır, yeşillerin isimlerini bilir. Ödül olarak asla şeker vermedim. Aşıdan sonra şeker verirler, o kadar yanlış ki... Ben bunu bireysel olarak yapıyorum tabii ki. Ama bence okulları bu konuda ayaklandırmak lazım. Sağlık Bakanlığı’nın bu konu ile ilgili çalışmaları başladı. Son olarak festivalden bahsedelim. Hangi tarihlerde ve nerede olacak ? Stephanie S.: Festival 7-8-9 Haziran’da Santral İstanbul’da olacak. Sabah 08.00 ile 23.00 arasında ziyaret edebilirler. Aileler çocukları ile gelebilir. Çocuklar için bir alan olacak. Akşam 20.00’den sonra konser olacak. ‘mindbodyfestival.com’ sitesinden detayları inceleyebilirler.

Yazının devamı...

Çocuklarımızın sahibi miyiz?

Mâlum, artık pek çok fikrimizi sosyal medya ile paylaşıyoruz. Hele ben bu konuda biraz geveze sayılabileceğimi itiraf etmeliyim.

En çok da twitter’da “kamuoyu yoklaması” yapmayı ilginç buluyorum. Hatta şu ara bu konuda bir tez yazma çabası içindeyim.

Tabii, insanın fikri neyse zikri de oymuş... Ben de, en çok insanların, çocuklarla nasıl ilişkilendiğini merak ediyorum. Herkesin ,en azından hayâtının bir döneminde çocuk olduğunu bildiğimize göre (bir de benim gibi her döneminde çocuk kalanlar da var çünkü) insanların en iyi çocukların hâlinden anlamalarını beklemekte haksız sayılmam. Ama gördüğüm o ki, durum hiç de sanıldığı gibi değil. Yetişkinler, ilk önce çocukluk hislerini unutuyorlar galiba. Çocukluklarına, uzak bir ânılar silsilesi olarak dışarıdan bakanlar, elbette çocukluğun naif dünyasını da geride bırakmış oluyor. Kuşak çatışmasının, kökeninde bile bunun olduğunu düşünüyorum. Çünkü; örnekler değişse de yaşanılan hisler özünde hep aynı. O zaman, yaşadıklarımızın benzerini yaşadıkları için niye kızalım çocuklarımıza! Ah bir tutabilsek, kendi çocukluğumuzun elinden, işte o zaman tüm çocuklarla elele yürüyebiliriz belki... Kendimizi onların sahibi ya da efendisi sanmadan yoldaşlık edebiliriz çocuklarımıza.

“Çocuk musun sen!”, “Hadi çocuklaşma!”, “Aaa hiç büyümeyecek bu” , “Çocuk gibi konuşma, zırlama”, “Büyü artık”...

Dilimize yerleşmiş bu lâfların hepsinde çocukluğa yergi yok mu? Çocuk olmanın kötü ve bir an önce kurtulunması gereken bir şey olduğunu anlatan sözler değil mi?

Çocukluğunu, çabucak geçiştirilmiş bir dönem olarak yaşayan büyükler, belki de bu yüzden tahammülsüzler çocukluklara.

ÇOCUKLUĞUNLA BARIŞ!

“Ben çocuk sevmem” diyen çok insanla karşılaşmışsınızdır. Kendini sevemeyen insanların, çocukları sevmediğini düşünmüşümdür hep.

Sevgisiz bir çocukluk geçirenler, bu acıyı hafifletmek için, “sorun bende değil, çocuklar sevilmez, kimse çocukları sevmez” şeklinde bir kod oluşturuyorlar belki de küçücük yaşlarında. Tüm hayatımızı belirleyen çocukluğumuzla belirliyoruz, çocuklarımızın hayatını bir bakıma.

Oysa bir bulsak, içimizde bir yerlerde sinmiş, ürkmüş, gizlenmiş çocukluğumuzu ve sevsek... Ve barışsak onunla... O zaman, sadece çocuklarımızı dinlemek ve dönüp içimizdeki çocuğun tavsiyelerine kulak vermek yetecek. O zaman, bize saçma gelen bir isteğin, çocuk dünyasındaki önemini hissedebiliriz. Ya da, çocukların, isteklerinin yerine geldiği hâlde, çoğunlukla neden tatmin olmadıklarını, belki de ihtiyacı olanın, aslında söylediklerinden çok başka şeyler olduğunu fısıldayabilir bize kendi çocukluğumuz.

Mutlu bir aile-çocuk iletişimi için benim inandığım şu: Hem karşındaki hem içindeki çocuğu dinle ve onların arkadaş olmasına izin ver.

‘Sivri kayalara çarptı düşüncelerim’

Tam da bu duygular içinde, meseleyi biraz daha ileri götürüp, çocukların hislerine uzaklığı geride bırakıp, çocuğa ve “çocukluk” kavramına ihânet olarak nitelendirdiğim durumlarla ilgili bazı paylaşımlarda bulundum, twitter hesabımdan. Özellikle de, çocukların haklarının ihlâl edildiğini düşündüğüm durumlarla ilgili... En somut örnek olarak da çocukların çalıştırılmasını gösterdim. Elbette pek çok akl-ı selim insan, çocukların, eğitim, uyku, oyun hakları konusunda benim kadar hassastı ama bazı cevaplar insanın kanını donduran cinstendi. En önemlisi, vicdandan uzaktı.
Ve sosyâl medya bana bir kere daha gösterdi ki, ülkemiz insanının çoğu, kendilerini, “çocuklarının sahibi” olarak görme eğilimindeler.
Bu bana sahiden çok korkutucu geldi ve bu konuyu bu sayfaya taşımama neden oldu.
“Küçücük çocuklar, doğru düzgün okula gidemeden, uyuyamadan, oyun oynamadan çalıştırılıyor” diye tweett attığımda, hiç ihtimâl vermediğim cevaplar geldiğini gördüm.”Ne var canım, para kazanıyor işte, daha ne” diye yazanlar oldu!
“Bakalım çocuk istiyor mu? Aileler çocukları zorla çalıştırdığında, yazık günâh olmuyor mu? Çocuk, çocukluğunu veriyor ama parayı aile alıyor” diye tartışmayı sürdürdüğümde gelen cevaba bakın: Eeee onu da ailesi bilir, sen karışamazsın! Aile kendi çocuğunu istediği gibi çalıştırır!”
Bu cevap karşısında dondum.
Oysa ben, uç bir örnek teşkil etmesi için, herkesin büyük oranda hemfikir olacağını düşündüğüm için “çocuk işçier”den girmiştim konuya. Amacım; çocuğunun, matematik mi yoksa fen mi okuması gerektiğini söyleyen, aile işini yapması konusunda ısrar eden, eş seçimine karışan, kendi hâyalinde kurguladığı insan kalıbına çocuğunu dökmeye çalışan ailelere ve bunun çocukları köleleştirmek olduğuna dikkati çekmekti.
Ama tıkandım kaldım. Çocuğun okuma, uyku, beslenme haklarıyla ilgili karar verecek olanın bile aile olduğunu savunan, sivri kayalara çarpmıştı düşüncelerim.

Başkalarının özgürlüğünü aldıkça insan kendini de köleleştiriyor

Peki, anne-babalar çocuklarının sahibi midir?
Kültürel yapımızda, tıpkı genetik bir kod gibi, nesilden nesile taşınan başlıca sorunumuz, kendimizi bir şeylerin ya da birilerinin sahibi veya birilerine ait sanma yanılgısı. Bir anne çocuğunun sahibi olduğunu sanarken bir yandan kendini kocasına ait sanıyor. Koca, tüm ailesine sahip olduğunu düşünürken, o da kendi babasının sahipliğinde tutsak yaşıyor. Halkın çoğunluğu ise, ülkeyi yönetenlerin, kendilerinin ve yaşadığı toprakların sahibi olduğuna inanıyor. Eh, teammüller böyle olunca, Devlet Erkânı da kendini her şeyin sahibi olarak görüyor. İnsanın, tarihin, denizin hatta ağaçların bile... Bu zincirleme kaza böylece sürüp gidiyor. Sorun şu ki ülkemizdeki çoğunluk, biat etme geleneğine inanıyor. Bu yüzden bu ülkede, çocuk yaştaki kızlar evlendiriliyor, kadınlar öldürülüyor, kediler-köpekler imha ediliyor, ağaçlar hunharca katlediliyor. Herkes, bir üst kümede itaat ettikleriyle, bir alt kümede kendine biat edilmesini bekledikleri arasında bir zincir halkası gibi kıpırtısız ve tutsak kalıyor. Başkalarının özgürlüğünü aldıkça, insan kendini de köleleştiriyor sonunda.

Mesele vicdanla vicdansızlık arasında

Her şey bir yana; ne vicdana, ne de Uluslararası Hukuk’a sığar, çocuğunun efendisi saymak kendini ve keyfen haklarını işgal etmek.
En baştaki soruya yeniden dönecek olursam: Anne-Babalar çocuklarının sahibi midir? “Hayır değildir”, diye cevaplarım kesinlikle. Tıpkı birbirlerinin sahibi olmadıkları, kimsenin kimsenin sahibi olamayacağı herkesin bir tek kendi canına sahip olacağı gibi... Cevabım: Hayır!
Ama “Evet”lerim de var elbet! Evet çalıştıramazsın, evet satamazsın, canın istediğinde evlendiremezsin, evet çocukluk haklarını elinden alamazsın, dövemezsin, sövemezsin, evet isteklerini uygulatamazsın, kendini çocuğunun sahibi sayamazsın! Evetlerim, böylece sürer gider.
Unutmamalı ki,onu yaratan değil, aracıyız sadece. Mesele sahip olmakla olmamak arasında değil, vicdanla vicdansızlık arasında!

Çocukları üzerinde her türlü yaptırım hakkı olduğunu düşünenlere ise
Halil Cibran’ın yüzyılı aşan şu dizeleri bilmem bir şeyler ifade eder mi:


Çocuklarınız,
sizin çocuklarınız değil gerçekte.
Hayat’ın kendine karşı duyduğu özlemin
oğulları, kızları onlar.
Sizden geçerek geliyorlar dünyaya,
evet,
ama siz değiliniz yola çıktıkları kapı.
Ve sizinle beraber olsalar da,
size ait değiller onlar.
Sevginizi verebilirsiniz onlara,
ama düşüncelerinizi değil.
Kendi düşünceleri var, çünkü onların.
Çocuklarınızın canlı oklar olarak atıldığı yaylarsınız siz.
Öyleyse, Okçu’nun (Yaradan’ın) elinde, O’nun istediği kadar
gerilmeye, esnemeye bırakın kendinizi.
Çünkü, bakın, O (Yaradan), iyi uçan okları sevdiği kadar,
İyi gerilmesini bilen yayı da sever.

Yazının devamı...

Haftanın özeti; bir film bir kitap, bir konser

Büyülü dünyaların cazibesi ve gerçek dünyanın kâbusu arasında, bir alçalıp bir yükseldim bu hafta... Kâh çok mutlu oldum, kâh acı duydum; bir yükselip bir alçalarak uçtum, kimi zaman zevkten kimi zaman üzüntüden gözyaşı döktüm. İşte benim haftam...

Pazartesi Bir film: Muhteşem Gatsby...

1925 yılında F.Scott Fitzgerald’ın , o dönemin ruhu olan “Amerikan rüyası”na eleştirel bir bakışla ve karşı duruşla yazdığı bu muhteşem roman, ilk baskıdan bir sene sonra beyazperdeye uyarlanmış. 1926 yılından sonra 1949, 1974, 2000 yıllarında yeniden çekilen film, bu yıl yönetmen Baz Luhrmann tarafından yorumlanmış olarak seyirciyle buluşuyor. Bir sinema izleyicisi olarak, yenilikçi yorumlardan hoşlandığımı söyleyebilirim. Benim için en önemli kriter, film bittiğinde etkilenmiş olarak beynimde ve ruhumda filmden izlerle sinema salonundan ayrılmaktır. Bu filme giderken de, hem Muhteşem Gatsby romanını hem de yönetmen Baz Luhrmann’ı sevdiğim için büyük bir heves taşıdığımı belirtmeliyim.
Ve şimdi de, filmi izledikten sonra, hevesimin kursağımda kaldığını itiraf etmeliyim. Yönetmenin, Romeo+Juliet filmi çok aykırı bir Shakespeare uyarlaması olduğu için yadırgandığında da, müzikleri yabancılaştırıcı bir öğe olarak kullandığı Moulin Rouge müzikalini yaptığında da, ben bu yenilikçi bakışı çok sevdiğimi hissetmiştim. O yüzden, Muhteşem Gatsby’nin yeni yorumu benim içimde heyecan ve merak yaratmıştı. Ama filmi izledikten sonra, yenilikçi bir yorumdan çok, yönetmenin kuş kondurma isteği olduğu hissine kapıldım.
Son yıllarda Keira Knightley’ın yaptığı gibi, bazı oyuncuların,tribüne oynar gibi “Oscar”a oynadığını hissediyorum. Bu filmde de aynı şeyi hissettim. “Heeey öyle bir film yapalım ki tüm Oscar’ları alalım”... İşte filmle ilgili hissim bu. Hele 3-D olması bu kuş kondurma gayretine bir de tüy dikmiş bana göre. Kötü bir film mi? Elbette hayır. Ama filmden ne etkilendim ne de filmi sevdim.
Üstelik, romanın ağır akışını kırmak ve filmin sıkıcı olması riskini azaltmak için yaratılan cümbüş, ters tepmiş ve hikâyenin hissi kaybolduğu için filmin hızlı ama bir o kadar sıkıcı olmasına sebep olmuş. Özetle, hissiz buldum filmi. Elbette bu benim şahsi fikrim. Ama açıkçası bazı eleştirmenlerin, Leonardo Di Caprio ile ilgili, “kendini epey geliştirdi” yorumunu da şaşkınlıkla karşılıyorum. Dünyanın en çok kazanan, en iyi projelerin içinde yer alan aktöründen beklenti, “çocuk kendini geliştiriyor”un ötesinde olmalı bana göre. Üstelik bu oyuncu 40 yaşında ise! Bu kadar fırsat verilse kendini geliştiremeyecek oyuncu olacağını sanmam. Bu filmde de Di Caprio’nun oyunculuğu bana sıradan geldi. İtiraf edeyim, Rober Redford’un Gatsby’sinin üzerine hatta yavan geldi.

Salı

Bir kitap: İsmilâzımdeğil

Okumayı seven biri olarak, yeni bir kitap ve daha iyisi yeni bir yazar keşfettiğim zaman çok mutlu olurum. Benim gibi olan insanların varlığını bildiğimden, bu keşiflerimi de paylaşmak isterim. Kitabın adı: İsmilâzımdeğil (Yazdığım gibi birleşik yazılıyor) Bir ilk roman. Yazar: Erdinç Mutlu. Yenilikçi, heyecanlı, fantastik ve içimizden bir roman. Hâyalle gerçek, rüya ile bizim aramızdaki bir hikâye... Çok uzak bir o kadar yakın, nostaljik olduğu ölçüde yenilikçi, sâde ama aynı zamanda karmaşık, naif ama çarpıcı... Tek kelimeyle lezzetli bir anlatım. Yazarın, kitaptan elde edeceği gelirin bir bölümünü, romanın kahramanı “ismilâzımdeğil” gibi tekerlekli sandalye mecburiyeti içinde olanlara bağışlayacağını da not düşmeliyim.
Okur dünyamıza hoşgeldin Erdinç Mutlu.

Çarşamba Bir konser: Itzhak Perlman...

Yoksa Muhteşem Perlman mı demeliydim? Hiçbir sıfat, bu keman virtiözünü tarif edebilir gibi gelmiyor. Yapı Kredi Özel Bankacılık ana sponsorluğu ile İstanbul’da olağan üstü bir konser veren Perlman, seyirciyi büyüledi. Klasik müzikten anlayıp anlamamak, sevip sevmemek , bu sihirli kemanın dünyasında erimeye sebep ya da engel değildi. Şah damarına dayadığı kemanıyla bir beden oluyordu sanatçı. O kadar parmaklarının ucundaydı ki duyguları, biz dinleyicileri de kendi bedenine kattı. Ve hissettik... Sadece hissettik...
4 yaşında çocuk felci geçirdiği için Itzhak Perlman ayağa kalkamıyor ama kemanıyla, her konser sonrası binlerce insanı ayağa kaldırıyor. O da defalarca ve defalarca yeniden çalarak, ayakta alkışlayanlara teşekkür ediyor. İnsan bu rüya hiç bitmesin istiyor.
Ülkemizde çok az rastlanan böyle muhteşem performansların çoğalması için, sponsor olan kuruluşların artmasını diliyor ve bu muhteşem buluşmaya imkân sağladığı için ana sponsor Yapı Kredi Özel Bankacılık’ı tebrik ediyorum.

Perşembe Bir vahşet: Gezi Parkı kıyımı...



Aslında perşembe değil, her şey pazartesi gece yarısı, Gezi Park’ta yıkım çalışmalarıyla başladı. Birden bire, sessiz sedâsız ve sanki çok olağanmışçasına, kent merkezinde zaten çok az olan, neredeyse son kalan ağaçlar kesilmeye başlandı. İnsanlar ağaçlara sahip çıktı, İstanbullu parkını vermek istemedi ve ben de safça bu isteğin haklı bulunacağını, kararı uygulayanların yanlışlarını farkedip, halkın bir canlıyı korumadaki haklı mücadesine saygı göstererek geri çekileceklerini bekledim. Taa ki perşembe gününe kadar... Bürokrasinin ağır işlediği ülkemde, kararın geri çekilmesinin bir kaç gün alacağına dair inancımı perşembe gününe kadar muhafaza etmiştim oysa. Ağacın bir “can” olduğunu bilen, bir canın ölüm hakkının kimsede olmadığı inancını taşıyan, toplum sağlığımız için park ve ağaçların öneminin farkında olarak, çocuklar AVM ya da betonda değil, parkta oyun oynasın isteyen, sadece ağaçların altında oturmak suçu işleyen kadınlara sıkılan biber gazına rağmen sürdürmüştüm üstelik umudumu. Emek Sineması’nın yıkımını, o sinemayla bağı olan binlerce sinemaseverin, halkın, kent sakininin, en çok söz sahibi olması gereken binlerin engelleyemediği gün kaybettiğim inancımdan geriye kalanları, bir kez daha ve bu kadar çabuk kaybedeceğimi hiç aklıma getirmemiştim oysa.
Şu anda iflâh olmaz iyimserliğimle ne yapacağımı bilemez hâldeyim.
Ve bu hâl içinde, kendini; ağaçların, kuşların, eserlerin, tarihin, halkın, oksijenin, Allah’ın yarattığı, insanın kattığı her şeyin sahibi sanan zihniyete sesleniyorum:
“Gölge etme başka ihsan istemem “ sözünü kendinize göre yorumlamayınız. Bize böyle bir ihsân bahşetmeyiniz. Biz yalnızca gölgemizi geri istiyoruz, lütfen ihsân etmeyiniz!

Cuma Bir haber: Kocaman’ın istifası...

Aslında bu da Perşembe’nin haberi ama ağaçlar için ağlamaktan beynim bulandığı için ancak bu gün idrâk edebiliyorum. Yine de hiç bir haber, “Gezi Park” tan gelen haberler kadar etkilemiyor beni. Evet, haftanın sansasyonel haberi Fenerbahçe’den geldi: Aykut Kocaman’ın istifası kabul edildi. O kadar çok kişiyle iddiaya girmiştim ki bu konuda, artık hesabını tutamıyorum. İnsanların bu haberi sürpriz gibi karşılamasına da ayrıca şaşırıyorum. Kocaman, sezon başında bu kararını çok net ifade etmişti zaten. Fenerbahçe’yi karalama sevdalıları da hemen üst üste haber üretmekten geri kalmadılar bu arada. Yok “ben kovdum” dedi, yok “beni kovdu” dedi... Bırakın bunları bir kenara. Kocaman, kararını uyguladı o kadar. Artık herkese de “Hayırlı olsun” demek düşer.
Ve bu Cuma gününün, hikmetine yakışır biçimde, “yaratılanı severim yaradandan ötürü” fikrinde olan kişilerin ağaçların da can taşıdığını ve bize can-nefes verdiğini hatırlayan insanların birliğiyle sona ermesini diliyorum.
Size söylemiştim; maalesef ben iflah olmaz bir iyimserim!

Yazının devamı...

Köy zamanı Cumalıkızık ve Tirilye

ıllarca gitmek isteyip de bir türlü gitme imkânı yaratamadığımız yerler vardır. Bunun kimi gerçekleştirmesi zor hayaller olduğundan ötelenir, kimi ise sebepsizdir. Niyet vardır ,ulaşım imkânı kolaydır ama nedense bir türlü kavuşma gerçekleşmez. İşte Cumalıkızık Köyü de benim için böyle bir yerdi. Benim sürekli hareket halinde ve seyyah bir yaşam biçiminde olduğumu bilenler “Eh Berna gitmediğin yer yok, bir Cumalıkızık Köyü’ne mi gidemedin?” diyecekler elbette. Evet öyle oldu işte. Bursa’ya her gidişimde niyet ettim ama bi türlü gerçekleştiremedim. Daha doğrusu gerçekleştirememiştim. Sonunda, ilkbaharın pastoral rüzgarı, beni sanki zamanı dondurmuş gibi görünen bu Osmanlı köyüne götürdü, bıraktı.
Osmanlı Beyliği’nin ilk kurulduğu köylerden biri Cumalıkızık... 1300’lü yıllardan bu yana, Osmanlı Mimarisinin tüm izlerini taşıyarak ayakta kalmış bir köy. Hiç değişmemiş. Bu yüzden güzel olduğu kadar büyüleyici de.Vakt-i zamanında, içinde yaşanan 270 evin 180’i zamandaki yolculuğuna aynen devam ediyor. Kalanlar da bugüne ayak uydurmak için restore ediliyor. İç içe geçmiş, moloz taş, ahşap ve kerpiç evler, genellikle sarı, beyaz, mor ve mavi renkte badana edilmiş ve mutlaka avlulu. Ağaç kapılarda kullanılan, dikkat çekici kilitler, evleri bir kolye gibi süslüyor. Daracık taş sokaklardan, ince bir dere gibi, dağdan gelen kaynak suyu kıvrıla kıvrıla akıyor. Köyün tepesine yapılan bir sistemle su, istenilen sokaklara yönlendiriliyor. Sokaklar her daim yeni yıkanmış gibi tertemiz bu sayede. Köyün sahipleri, bu suyla bahçelerini suluyor, musluklardan, bu su aktığı için kana kana içiliyor. “Suyun geçtiği yerde hayat vardır” denir ya, bu sözü haklı çıkarırcasına yeşile bürünmüş bir köy burası. Meyveler dallardan sarkıyor ve kolunuzla uzanma mesafesinde oldukları için köyün ikramı gibi duruyor. Erik, kiraz, dut ama buranın en ünlüsü ahududu; her yerde. Hatta haziran ayında, ahududu festivali varmış. Köylüler, yollara açtıkları el emeği tezgâhlarına yanaştığınızda hiç aşırı tatlı olmayan, buz gibi ve ferahlatıcı “ahududu şerbeti” ikram ediyorlar hemen. Ekşi mayadan bir köy ekmeği yapıyorlar ki inanamazsınız. Dönüşte eve getirip derin dondurucuya atın, kızartıp yediğinizde de bayılacaksınız. Türlü türlü reçeller satılıyor her sokakta.
Ahududu yine favori olanı.



700 yıllık Mavi Boncuk’ta mutlaka kahvaltı edin

Köyün içi, özellikle hafta sonları epey kalabalık. Ama sabah saatleri ve akşam el ayak çekildikten sonra Cumalıkızık’ın gerçek yaşamıyla baş başa kalıyorsunuz. Bu sebeple, biz ailece bir gece köyde konaklamayı seçtik. Mavi Boncuk isminde, 700 yılı aşkın yıldır dimdik ayakta kalan bu köy evinin bahçesi, tam bir “vaha”. Kahvaltısı ile çok meşhur Mavi Boncuk ve açıkçası bu şöhreti fazlasıyla hak ediyor. “Köy kahvaltısı” neymiş, görmek isterseniz bir gün Mavi Boncuk’ta mutlaka kahvaltı edin. Altı odasını da konaklamaya açmış evin sahibesi. Tam bir köy evi deneyimi. Küçücük bir oda ve dolap gibi de bir tuvalet ve müthiş bir huzurdan başka bir şey vaadetmiyor. Köyün sessizliğine uyanmanın hissi ise paha biçilmez. Kahvaltı etmeden önce hemen kendinizi sokaklara atmalısınız ki, köyün uyanışını, sakinliğini, ekmek kokusuyla birlikte içinize çekebilin. Hem de turistler akın etmeden... Fotoğrafçılar için de sabah saatlerinin boşluğu ve ışığın yumuşaklığı bakımından kaçırılmaması gereken saatler bunlar. Köy hareketlenmeye başladığında, siz de iyice acıkmış oluyorsunuz zaten. Odun ateşinde fokurdayan semavere, bin bir çeşit, katkısız-katışıksız el emeği kahvaltılık eşlik ediyor. Tavukların yumurtaları çalınıyor ve keyife keyif katılıyor. Sık ağaçların gölgesinde insan ne kadar yediğinin hesabını da ağacın dibine bırakıyor.

Cinci Çıkmazı için “dünyanın en dar sokağı” deniyor

Gecesi ise bir başka güzel. Köy halkı, tezgâhını topladıktan sonra kendi yaşamına dönüyor. Son derece de eğlenceliler... Evlerden gelen kına gecesi eğlenceleri, kadın kahkahaları geç saatlere kadar sürüyor. Evlerden eve geçişlerle, köy sürekli kıpırdanıyor sanki. Sonra kâdim bir sessizlik, Osmanlı’dan bugüne gelen hikâyeleri fısıldıyor rûyalara... Dağların arasına kısılmış anlamında, “kısık” denilmiş, yan yana oluşan bu yeni Osmanlı köylerine. Zamanla, kısık olmuş kızık. Ama içinde kendini bugüne kadar, aynen koruyan bir Cumalıkızık olmuş. Yolda karşılaştığım, beni ve muhabbeti pek seven bir teyzenin anlattığına göre civar köyler Cuma namazına bu köye gelirlermiş de, o yüzden adı “Cumalıkızık” olmuş. Sokakları o kadar dar ki “cinci çıkmazı” adı verilen geçit için dünyanın en dar sokağı diyenler var. O kadar dar ki, dışardan bakıldığında, sokağı dönen kişi sanki duvarın içine geçip yok oluyormuş gibi görünüyor. Bu yüzden almış “cinci çıkmazı” adını. Daracık taş sokakları, rengârenk boyalı taş evleri ve şenlikli insanlarıyla Cumalıkızık, köy hayatını özleyenleri bekliyor.



Osmanlı sarayının tüm zeytinleri Tirilye’den alınırmış

Dönüş yolculuğumuzu, Mudanya-Yenikapı feribotuyla yapmayı planlıyoruz. Daha önce tepeden görüp aşık olduğum ama zamansızlıktan içine giremediğim Tirilye’yi es geçmiyoruz bu defa. Tiril kelimesi, Rumca “zeytin” demek. Yörenin adı önce “Mahmutşevketpaşa” ardından “Zeytinbağ” olarak değiştirilse de 2011 yılında alınan bir kararla yine Tirilye adında karar kılınmış. Ne yalan söyleyeyim, yerleri geçmişleriyle sahiplenmekten yana olduğum için, isim değişikliklerinden pek hoşlanmam bu yüzden ben de “Tirilye” adından yana olduğumu belirtmeliyim. Zamanında Osmanlı’nın, özellikle sarayın tüm zeytinleri buradan alınırmış. Rahmetli dedemden duyardım, Tirilye zeytinini pek severdi. Her yer zeytinlik... Sahiden zeytini de yağı da ayrı güzel. Arabayla seyahat etmenin avantajıyla, bagajı dolduruyouz.

Ege’deki bir balıkçı kasabasında hissediyorum kendimi

Evleri ve yaşamı olduğu gibi korunmuş, yerleşim yerinin içi hemen hemen hiç turistik olmamış, ender yerlerden biri. Sadece denize açılan caddedeki sevimli çarşısı dükkanlara ayrılmış. Misyalılar, Traklar, Antik Romalılar, Bizanslar ve Osmanlılar tarafından yönetilmiş. Bir Bizans kilisesinin hemen yanına, aynı doku korunarak bir de Osmanlı hamamı yapılmış olduğunu görüyorsunuz. Bütün sokaklar, bu çok kültürlülükle güzelleşmiş. Rum mimarisi özellikle göze çarpıyor. Osmanlı döneminde yapılan “Taş Mektep” ise, görkemli mimarisi ile tezat oluşturan terkedilmişliğiyle yürek burkuyor. Küçücük ve bahçeli evlerin önü, her tür teneke kutuya dikilmiş çiçeklerle süslü. Marmara’da değil de sanki Ege’de gibi hissediyorum kendimi. Kadınlar kapı önünde sohbet edip, örgü örüyor. Çocuklar, incecik sokaklarda koşturuyor.
Deniz kenarı, balık lokantalarıyla dolu. Çok da güzel mezeler ve balıklar. Burası bir Ege balıkçı kasabasına benziyor gerçekten de. Tek bir farkla; Ege’nin o billur turkuaz suları yok burada. O yüzden deniz turizmi olarak değil, gezilecek bir yer olarak düşünmekte fayda var.

Tatilin sonunda Osmanlı konağında İskender keyfi

İki günlük Cumalıkızık-Tirilye güzergâhında, Bursa’ya yer vermedim. Çünkü, şöyle bir gezilecek yer değil Bursa. Osmanlı’nın ardında bir hazine gibi bıraktığı kenti yazmayı bir başka zamana bırakıyorum. Ama sadece bir saatliğine, Bursa’ya uğradığımı itiraf etmeliyim. Niye mi? Bursa Botanik Park içinde yer alan İskender’in eşsiz “etibol”unu yemek için. Burası aynı zamanda bir müze. Bir Osmanlı konağı restore edilerek, inanılmaz güzel bir mekân yaratılmış. İskenderine gelince...
Ne diyeyim, anlatılmaz,yaşanır...
Cumhuriyet tarihimizde büyük yeri olan, Mudanya’ya geldiğimde, her evin camında asılı olan Türk bayrakları dikkatimi çekiyor. Tam bir sayfiye Mudanya. İnsanın yerleşesi geliyor. İki günlük bu kısa yolculuktan büyük bir doygunlukla ayrılıyoruz.
Ve feribotta ailece, en kısa zamanda tekrar gelmeye karar veriyoruz.

Yazının devamı...

Cumartesi Rapsodisi

Cumartesi sabahı... Uyanıyorum... Akşamdan kalma yavan bir tat dimağımda... “Sebebi yok, sebebi çok” bir his bu.
Çevrende her şey kötü gittiğinde, uzağındaysan yaşananların, utanca benzer bir duygu kaplar insanı.




Bir yandan şükredersin “salim” kaldığın için ama bir yandan da neşelenme hakkı bulmazsın içinde. İşte böyle bir hâl içinde başlıyorum güne. Ülke, yara bere içinde, facialar üst üste... Bir kör döğüşün içinde, yuvarlanıp gidiyoruz işte...



Evde öylece oturmak, kasveti koyulaştırmaktan öteye götürmüyor günleri. Coşup eğlenecek, vurdum duymaz tıynet de bende yok. Ama yaşamak istiyorum inadına ve karışmak hayata. İşte böylece bırakıyorum kendimi akışa... Yassız ve gözü yaşsız bir günün kucağına...
Üsküdar’dan vapura biniyorum. Martılar düşüyor önüme... Araba yok, trafik yok... Tuz kokusunu çekiyorum içime... Küçük bir çocuğun elindeki simit için gösteri yapan martıyı izliyorum. Martının iştahını görünce acıktığımı fark ediyorum. İştahım da kaçmış keyfimle birlikte meğer, şimdi anlıyorum. “Keyifsiz iştah hali, oburluktur” derim. Ağzının tadı olmayınca, yemek yemek hamallık. Ama bu Boğaz havası, mutluluğa benzer bir his uyandırıyor içimde. Vapurdan inerken, çocuğun elinde evirip çevirdiği simite, martılar gibi talip olmak geliyor içimden. Karaköy’e inince, Çerkezköy’e gidip çeşit çeşit peynir, zeytin, börek, ne varsa sipariş ediyorum. Mendil satan küçük kıza, “Sucuk sever misin?” diyorum. Gözlerindeki ışıltıdan alıyorum cevabımı. Yarım ekmeğin içine dolduruyorum sucukları. “Gel beraber yiyelim” diyorum. Ağacın altına oturup, bana oradan bakışlarıyla eşlik ediyor. Bu kez bir sokak köpeğine ikramda bulunuyorum. Bir türlü beğendiremiyorum. Halime gülen mekan sahibi yetişiyor imdadıma ve “Vejetaryen o” diyor. Çok şaşırıyorum. Koskoca bir sokak köpeği ve vejetaryen... İlk kez böyle bir şey görüyorum... “Köpek köpeğe benzemiyor ama insanlar hep birbirine benzemeye çalışıyor” diye geçiriyorum aklımdan. Yürüyorum yol boyu... Aşıyorum, arşınlayarak denizi. Eminönü, Mısır Çarşısı, Sirkeci... Fotoğraf meraklıları için cennettir Sirkeci. Biliyorum ama saat meraklıları için de öyleymiş meğer yeni keşfediyorum. Çeşit bol, fiyatlar ucuz. Ama ben yine dalıyorum fotoğraf malzemelerine... Hayyam Pasajı’nda kendimi kaybediyorum. Almayacaklarımı da alıp, yeni sırt çantama dolduruyorum. Tramvay, füniküler, tünel... Birinden inip, birine biniyorum. Arada bir fısıltılara takılıyor kulağım; “İnsan insan bu kadar benzer, şu turist kadın bizim Berna Laçin’e ne çok benziyor” diyor biri... Hiç istifimi bozmuyorum. Kendi ülkemde turist takılıyorum...

Bebeğin büyümesi gibi hızla değişen Galata

Galata’ya geliyorum. Sık sık dolaştığım halde, buralardaki değişim, bir bebeğin büyümesi gibi hızlı olduğundan, her seferinde şaşırtıyor beni. Paris’in, Londra’nın, Berlin’in, o en bilinen markalarından kendini ayırmış, tasarım ve sanat kokan halini Galata’nın ara sokaklarında yakalamak büyük keyif veriyor. Farklı bir şıklık anlayışına sahip kafelerden, hangisinde soluklansam diye şaşırıyorum. Serdar-ı Ekrem Sokak’taki mekanlar beni benden alıyor. Ev gibi döşenmişi, sokak gibi tasarlanmışı, balıkçısı, çaycısı... Hiçbirisi, ne birbirine ne de kendinden öncekilere benzemeyen mekanlar... İçinde tarihi kostümlerle fotoğraf çektirebileceğiniz “Giyçek” nostaljik fotoğraf stüdyosu, çekiyor ilgimi... Bir gün Ada ile gelip neşeli bir çekim yapmak için hayal kuruyorum. İçim açılıyor... Veeee fotoğraf tutkunlarını delirtebilecek olan, Lomografi’nin mağazasına giriyorum. Çok eski ve ünlü olan, “düşünme çek” mottosunu temel alan ve günümüzde de büyük hayran kitlesiyle oluşturduğu “Lomografi” akımıyla yoluna devam eden bu nostaljik, filmli makineler, gerçekten baştan çıkarıcı. Sonunda bir tane küçük, mavi, harita desenli ve eski tip bir flaş taşıyan modelini edinip, yeni oyuncağımla -çünkü gerçekten oyuncak gibi görünüyor- fotoğraf çeke çeke yoluma devam ediyorum. Tabii, dijital olmadığı için tab ettirene kadar ne çektiğimi, basılı çıkacağını anlayamayacağımı biliyorum. Yine de çok keyif alıyorum.

İç içe kültürler Beyoğlu’nun sokaklarında kök salmış

Galata’nın yanından, Tünel’e çıkan sokakta, mumcular, el dokuması şalcılar, aksesuarcılar... Sırt çantamı doldurmaya devam ediyorum. İstiklal Caddesi’ne gelince, sokak müzisyenleri, duvar resimleri ve kalabalık, beni içinde eritiyor. Bir rengin bütününü oluşturan farklı bir renk gibi hissediyorum kendimi. Tam ihtiyacım olan şeyi veriyor bana burası.
Sen-ben-öteki diye ayrışmadan, bambaşka renklerin nasıl da bir arada büyüleyici bir güzellik yarattığına tanık olmak, bunu
ülkemin tamamı için hissetmek istiyorum. Bu Bizans’la kurulmuş toprakta, Osmanlı kök salarken, Cenevizliler’in, İtalyanlar’ın, Fransızlar’ın izlerini bıraktığı sokaklar, bu iç içe kültürlerle yoğrulmuş koku... Beyoğlu... Bu kadar çok kökü olmasaydı, bu kadar çekici olur muydu... Türkiyemiz de elbet fark edecek bir gün bunu... İnancımı kaybetmiyorum... Kaybetmek de istemiyorum...

Garibaldi’nin evi kültür merkezi olacak

Biraz yorgun düşüp sıcaktan bunalınca, Galata Mevlevihanesi’nin bahçesine atıyorum kendimi. Bir ağaç gölgesinde, kalbimde Mevlâna’nın sözleri, derin derin huzur çekiyorum içime. Bu yapının komşusu olan, Alman Lisesi’nde tenefüs zili çalana kadar kalıyorum öylece. Ve dalıyorum tekrar, Galata’nın ya da başka bir deyişle Pera’nın sokaklarına...
Bu bölge, Bizanslılar tarafından kurulmuş ama asıl popüler olması, Cenevizliler, Venedikliler, Napoliler gibi İtalyan kökenlilerin gelmesiyle oluşmuş. 1000’li yıllarda Pera bölgesi, özerk bir statüye geçmiş. Venedikliler’in fikriyle, etrafı surlarla çevrilmiş ve Bizans’a bağlı bir koloni olarak ama özel bir yönetim biçimini kabul ettirmiş. Bu, Osmanlı’da da sürmüş. Fatih Sultan Mehmet, fermanıyla da bu bölgenin özerk olduğunu ilan etmiş. 1600 yıllara kadar da bu özerk uygulama devam etmiş. O yüzden, pek çok yapı, İtalyan bu bölgede. Bunların en eskisi ve en korunmuşu, Garibaldi’nin evi-Casa Garibaldi... İtalyan işçilerin kurduğu bir çeşit SSK... Şu an restorasyonda ve bittiğinde çok müthiş bir kültür evi olacağını şimdiden söylemek yanlış olmaz. İtalya devletini kuran, İtalyanların en büyük kahramanı Garibaldi, 3 yıl Pera’da yaşamış. O günlerden bugüne kalan, işçilerin kayıt defterleri, ilk günkü tazeliğinde korunup bugünlere gelmiş. Garibaldi’nin evindeki, bu kayıt defterlerinin de saklandığı kütüphane çok etkileyici. Ve en güzeli, Osmanlı’daki İtalyan işçilerin, gelirlerinden yaptığı kesintilerle aldıkları bu binada küçük bir de opera salonu açmış olmaları. İtalya’nın sanatta bu kadar gelişmesine şaşmamak gerek. Sanata, su gibi, ekmek gibi bir ihtiyaç olarak baktıklarını bir kez daha görüyor ve kıskanıyorum.
Saatlerce yürüyorum yollarda... Kiliselere giriyorum çıkıyorum... Elime mum veriyorlar, yakıyorum... Beyoğlu’nun adının nerden geldiği ile ilgili pek çok söylence var ama en kabul görmüşü; 1500’lü yıllardan itibaren Venedik Büyükelçilerine, “Bayio“ denildiği için bu ismi aldığı. Buralar henüz bağ iken, Venedik Büyükelçiliği kendine burayı mesken tutuyor. Halk arasında, “Bayio’nun oraya gidiyorum“ lafı, olmuş yıllarla “Beyoğlu”. “Baio’nun” anlamında söylenen “Baios” yolu ise, bugün karşımıza “Balyoz” sokak olarak çıkıyor. Peki Garibaldi ismi bugün hangi sokağın orijinal ismi derseniz: Meşhur
Kallavi Sokak.

Size sesleniyorum hadi çıkın sokağa!

Beyoğlu büyüleyici, Beyoğlu sırlarla dolu... Beyoğlu eski görkemine ve güzelliğine kavuşmak için silkinmeyi bekliyor. Bu haliyle bile bu denli çekiciyken, aslına uygun olarak restorasyon yapıldığında nasıl bir ışıltıya sahip olacağını hayal bile edemiyorum. Yürürken, muhteşem Markiz Pastanesi‘nden tarafa bakmamaya çalışıyorum. Camında, kocaman parlak ve renkli kağıt bir afişte “fish and cips“ yazıyor. İçim acıyor. Bunu modernleşme sananlar yanılıyor... Düpedüz, zevksizlik ve saygısızlık olduğunu herkes görüyor.
Ve Beyoğlu’nun olmazsa olmazı... Kitapçılar... O muhteşem kağıt kokusunda kendimden geçiyorum. Koleksiyonculardan pul alıyorum. Ve elbette pek çok yeni kitapla dolduruyorum çantamı. Yeni aldığım kitaplarım: Son Oyun-Ahmet Altan (Öyle lezzetli ki kelimeleri, insanın dimağından ruhuna yayılan bir tad bırakıyor), İmza Karın (Benim de eşime yazdığım bir mektup var içinde. Tanıdığınız 100’ü aşkın kadının, aşık oldukları adamlara yazdıkları mektupları Banu Özkan Tozluyurt derledi. Geliri tamamen STE derneğine bağışlanan bu aşk dolu romantik kitabı kaçırmayın derim) ve bir ilk roman Zillet-Ülkü Burhan (Bir kadının ensest ve tüm yaşamla mücadelesini, cesurca ve ancak bir kadının hissedip anlatabileceği incelikte bir duyguyla aktaran, özellikle kadınların çok etkileneceğini düşündüğüm, çarpıcı bir kitap.)
Yorgunluk ve açlık içinde, yeni ve muhteşem keşfim olan “Varka“ya gidiyorum. 20 küsür yıl önce, Antakya’ya gelen giden ve bugün kendi kentine dönüp Antakya yemeklerini bizimle buluşturan Ganimet Hanım ve oğlunun, İstiklal Caddesi’nde açtığı, küçük, sıcak ve nefis lezzetlerle dolu bir mekan. İştahlı olmanın, yaşamdan tat almakla benzerlik taşıdığını bir kez daha keşfedip, her şeyden az az tadıyorum. Künefeyi de ıskalamıyorum tabii...
Evime dönüyorum, her şeye rağmen yaşama tutunarak... Size sesleniyorum, hadi çıkın sokağa ve gönül kulağınızı verin bu rengi çok, kültürü bol coğrafyanın rapsodisine... Belki size de bir şeyler anlatır bu ezgiler... Denemeye değer...

Yazının devamı...

Dan Brown’ın şifresini İstanbul’a taşıyan adam

Dan Brown’ın son kitabı “Cehennem” salı günü piyasaya çıkar çıkmaz gündemimize bomba gibi düştü. Dünyanın en çok satan yazarlarından biri olduğu için, aslında kitabın çıkması, tüm ülkelerde sansasyonel bir etki yarattı ama doğrusu, kitabın Türkiye için bu kadar büyük bir sürpriz barındırdığı kimsenin aklına gelemezdi. Bir kişi dışında... Sadece bir kişi, Dan Brown’ın macerasına İstanbul’u katmasını hayal etmiş, bunu istemiş ve çaba göstermişti... Dan Brown’ı 3 yıl önceki İstanbul ziyareti sırasında gezdiren, gezdirmekten öte, yazarın bir sonraki romanını, İstanbul’un tarihi yarımadasında geçirmesinin hayâlini kuran, onu etkilemek için, tüm bilgi ve birikimini en çarpıcı şekilde ortaya koyan ve görünen o ki bunda da başarılı olan, Serhan Güngör...
81 milyon satan “Da Vinci Şifresi”nin yazarı Dan Brown, kitaplarındaki hikâyelerini, tarihi kentler ve efsaneleri olan, önemli yapılar merkezinde kuruyor. Kelimeleriyle dokunduğu bu kentlere ilgi de bir anda bin katına çıkıyor. Kitaplarındaki maceraların izini süren turlar düzenleniyor. Dünya, bu coğrafyalara akın ediyor. Bizim için sürpriz bu noktada devreye giriyor. Popüler kültürün bu denli etkili yazarının, salı günü çıkan son kitabı “Cehennem” bu kez şifresini İstanbul’da çözüyor...
Heyecandan zaten en fazla üç günde okuduğum Dan Brown’ın son kitabını bu sefer bir solukta okuyorum.
Dan Brown, bir sürpriz de Göksel Gülensoy’a yapmış. Yönetmenin eylül ayında tamamlanacak, benim de merakla beklediğim, “Ayasofya’nın Derinliklerinde” belgeselinden kitapta epey söz ediyor ve böylece tanıtımını yapıyor.
Kitabın sürükleyiciliği bir yana, okuyucularının çok iyi bildiği gibi, heyecanın doruk yaptığı, şifrenin çözüm bölümünde görsel olarak da Ayasofya’dan Mısır Çarşısı’na, Galata Köprüsü’nden Yerebatan Sarayı’na sürüklüyor. Üstelik, James Bond filmindeki gibi İstanbul’u kısacık süren bir maceraya oryantalist bir fon olarak kullanmayı değil, tarihiyle, gizemiyle, tüm çekiciliği ile anlatmayı tercih ediyor. Diğer kitapları gibi, bu kitabının da bir an evvel filminin yapılmasını ve Tarihi Yarımada’mızın yapacağı süksenin hayalini kuruyorum. İtiraf edeyim, o günü iple çekiyorum.
Elbette Dan Brown, Ayasofya’ya uzanan yeni kitabıyla gündemimize düşerken yalnız değil.
Kitapta, kahramanımız Robert Langdon’un Mirsad adında bir rehberi var. Yazarın bu karakteri yaratırken, rehberi Serhan Güngör’den esinlendiğini anlamak zor değil. Dan Brown’ın şifresini İstanbul’a taşıyan adam; Serhan Güngör ile Seven Hills Otel’in terasında buluşuyoruz. Bir yanımız Ayasofya, bir yanımız Sultanahmet, önümüz deniz, maceranın başladığı bu güzel coğrafyanın ve bir bardak demli çayın eşliğinde, hikâyenin aslını öğreniyoruz.

İlk götürdüğüm yer gizem taşısın istedim ve Çemberlitaş’a gittik



Kariyeriyle kendi alanında tanınan çok değerli bir rehber olduğunuzu biliyoruz ama birkaç saat içinde haftanın en çok konuşulan kişisi oldunuz.
Sabah uyandım ve telefonlarım çalmaya başladı. Güzel bir sürpriz oldu
Kitapta izinizi görmek nasıl bir his?
Mirsad adında bir karakter var. İstanbul’da tur yapıyor ve benim üç yıl önce yazara anlattığım cümlelerle konuşuyor. Elbette çok hoşuma gitti. Yazara ilham verebilmenin mutluluğunu yaşadım.
Nasıl oldu buluşmanız?
2009 yılının Aralık ayında, Altın Kitaplar Yayınevi’nin davetiyle gelmişti ve kültür turlarıyla bilinen Fest Travel aracılığıyla bana ulaştılar. İlk gelişiymiş. Seyahatini 3 güne uzatmış ve kenti tanımak istemiş. İlk aklıma gelen, “Ne yaparım da bu şehri Dan Brown’a çok sevdiririm, eşsiz hissettiririm ve bir gün kitabına konu edecek kadar etkilenmesini sağlayabilirim” oldu. Ve üç gün boyunca aklımda hep bu vardı.
Siz, bu kitabı aslında yazarının bile haberi yokken hayâl etmişsiniz.
Gerçekten hayalimdi bu. Çevremdekilere de o zaman, “Yeni çıkaracağı kitap İstanbul’da geçerse, çorbada benim de tuzum var demektir” dedim.
Kitap son güne kadar gizli tutulduğu için tabii ki siz de yeni öğrendiniz, hayâlinizin gerçekleştiğini. Bekliyor muydunuz peki?
Açıkçası bekliyordum. Burası eşsiz bir şehir ve Dan Brown’ın beslendiği konuların hepsi var burada. Sanat tarihi, mistik doku, semboller... Gezdirirken, “Robert Langdon’un gözünden nasıl baktırırım” diye düşünerek gezdirdim.
Nasıl bir gezi yaptınız?
“Altın Kitaplar”ın, Bosphorus Four Seasons Otel’deki balosunda tanıştık. “Dilerseniz otelin rıhtımından biraz kenti tanıtayım” dedim. Çok güzel bir geceydi ve İstanbul’un topoğrafyasını anlattım biraz. Çok ilgiliydi. Ben bir rehber olarak ilgi beklerim. Bana değil elbette gezdiği coğrafyaya. Dan Brown çok meraklı, ilgili ve ilgisinde samimiydi. Turist olmak ve gezgin olmak farklıdır.
Dan Brown çok iyi bir gezgin. “Çok yorgun değilseniz size, İstanbul’un birkaç yerini, insanlardan arındırmışken göstermek isterim” dedim. “Hadi yapalım” dedi. Oysa ben sekreterine soracağını, programına bakacağını falan sanmıştım.
İlk izlenim çok önemli bence, insanın bir yerden etkilenmesinde. İlk nereye götürdünüz, gece gece çok merak ettim.
Kesinlikle ilk etkilenme çok önemli. Bir de doğru zamanda gezmek. Rehberlikte en önemli şey budur. Işığı bile hesap etmeniz gerekir, program yaparken. Çünkü, günün farklı zaman dilimlerinde, yapıların, sokakların da görünümü değişir. Örneğin, sabah 10.00’da Beyoğlu’na giderseniz hiçbir şey anlamazsınız. Bomboş sokaklar ve çöp arabaları vardır yalnızca.
Ama akşamüstü giderseniz, bambaşkadır. Tarihi yapılarında gece ışıklandırması çok güzeldir. Üstelik kalabalıktan arınmışken görmenin ayrı bir hazzı vardır. Rehberin, planlamasını yaparken tüm bunları göz önünde bulundurması gerekir. Bir de götürdüğüm yer gizem taşısın istedim.
Veeee...
Veee Çemberlitaş’a götürdüm. Brown’ın kitapları hep Roma ile bağlantılı. Bizim de kentimiz, “Yeni Roma” olarak kurulmuş. O yüzden, en eski Roma bağlantısına sahip ve hakkında pek çok efsane olan Çemberlitaş’ı seçtim. 330 yıllık bir sütun. Konstantin’in Hıristiyan olup olmadığı tartışmalıdır ama annesi Hıristiyan. Kutsal objeleri Kudüs’ten toplattığı ve bu parçalardan bazılarının Çemberlitaş’ın altında saklandığı rivayet edilir. Gittiğimizde restorasyon vardı. Ben de biraz merak uyandırmak ve gizemli bir hava katmak için, “Buranın restorasyonu da iki yıldır devam ediyor, bir sütun bu kadar sürer mi? Acaba, efsaneler doğru da altında bir şeyler mi buldular” diye bir lâf attım ortaya.
Eh epey gıdıklamışsınız adamın gizeme olan merakını. Siz de bir “Robert Langdon”culuk oynamışsınız
Eh bizim işimizi yapanların böyle bir fantazisi vardır. Yeraltı şehrinde gezerken, önümüzde bir gizli geçit açılsın isteriz tabii (Çok gülüyoruz buna).
Oldukça etkileyici bir başlangıç olmuş.
Rehberlik, sinema yönetmenliği gibidir. Eldeki tüm unsurları kurgulamak ve mutluluk vermek. Gün batımında güzelleşen bir yeri o vakitte gezdirmelisiniz. Bir hayâl anlatıyoruz ve o hayâl, o saatte güzel çıkıyor ortaya. Mekân ve öyküyü bir bütün olarak kurgulamak da çok önemli.
Koruma filan var mıydı?
Aslında gerek olmadığını söyledim ama iki kişi eşlik etti. Örneğin; Merryl Streep’i de gezdirdim ailesiyle, karı-koca iki çocuk... Koruma filan da yoktu.
Çok fena kıskanıyorum ama...
O zaman biraz daha kıskandırayım. Meryl Streep, Üsküdar civarında kahve içmek istedi. Sakin bir yer olsun dedi ve bizim evin balkonunda, tiyatro konuşarak içtik. Benim öğrencilik yıllarımdaki oyunculuk deneyimlerimi büyük bir ilgiyle dinledi. Çok zarif, ailesine düşkün ve sıcak bir kadın. Kuzguncuk İsmet Baba’da yemek yedik sonra.
Sanırım biraz sonra kıskançlıktan çatlayabilirim. Lütfen, Dan Brown’a dönelim. Başka nereleri gezdiniz?
Sultanahmet Camii, Ayasofya Müzesi, Türk-İslam Sanat Eserleri Müzesi, Yerebatan Sarnıcı, Arkeoloji Müzesi, Galata ve Kariye Müzesi.

En çok Ayasaofya’dan etkilendi

En çok nereden etkilendi?
Ayasofya... Dünya üzerinde böyle bir yapı yok gerçekten. Şu anda müze olması da çok önemli. Tüm dinleri ve uygarlıkları kucaklayan, kadim bir mekân. Ve turistler, hoşgörü ve saygıyı hissediyorlar. Atatürk’ün, Ayasofya’yı müze hâline getirmesi, Dünya’ya bir barış ve hoşgörü sembolü olarak armağan etmesi, bugün Ayasofya’nın “Dünya Mirası“ duruşuyla tüm insanlığı yanına çekmesinde önemli bir unsur olmuştur. Tüm ülkelerle aramızdaki kültürel ve siyasi ilişkiler açısından da müze olarak kalması önemlidir. Ayrıca pek bilinmeyen bir konuyu da eklemek isterim; Ayasofya’nın Sultan Abdülmecit’in yaptırdığı bölümü ibadete açıktır. Ayrıca minaresinden de ezan okunmaktadır.
Kitapta, oryantalist bir bakış açısıyla James Bond filminde olduğu gibi, bizi bir Arap ülkesi gibi değil, olduğu şekliyle anlatmış Dan Brown. Bir rehber gibi, tüm kültür katmanları ve tüm renkliliğimizi gözler önüne sermiş, buna bayıldım. Böyle bir bakış açısı yaratabildiğiniz için sizi tebrik ederim.
Buna ben de sevindim. Kitapta, benim cümlelerimle, detaylı bir şekilde tarihi eserlerimizi tanıtmış olması beni de gururlandırdı. Çorbada tuzum olduysa ne mutlu bana.
İlk kitap Fransa, ikinci İtalya, bu kitap ise İstanbul şifrelerini anlatıyor. Fransa ve İtalya’da “Dan Brown’ın şifresinin izinden” diye turlar yapılmıştı. Kitapta geçen şifreler rehber eşliğinde gezginlerle keşfediliyordu. İstanbul’da böyle bir tur
yapılacak mı? Özellikle sizin rehberlik yapmanız çok etkileyici olurdu.
(Gülümsüyor) Evet. Yakında Fest Tur ile birlikte, Tarihi Yarımada’da “Dan Brown’ın Şifreleri” turumuz olacak.
İlk tura adımı yazın şimdiden.
Sizin gibi bir gezgini unutur muyuz hiç.

Açıkçası bu tur beni şimdiden heyecanlandırıyor. Her hafta sonunu, ailemle Sultanahmet-Eminönü-Karaköy üçgeninde geçiriyorum ve bu coğrafyaya sahip olduğum için kendimi şanslı hissediyorum.
Serhan Güngör, ”derya” gibi tabir ettiğimiz insanlardan biri. Araştırmaları, bilgisi, entelektüel birikimi ile onunla bir yeri gezmek, tarihte yolculuğa çıkmak gibi. “Matbâh” isimli bir mekâna geçiyoruz yemek için. Fatih Sultan Mehmet’in sevdiği yemeklerden oluşan “saray mutfağı” tek kelime ile muhteşem. Her şeyiyle turizmin gurur noktası olmuş bir mekân. Bir yanda Serhan Güngör’ün derin sohbeti diğer yanda insana gerçekten sarayda yemek yediği hissini veren lezzetler, saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyorum. Bu güzel sohbet için teşekkürler Serhan...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.