Köy zamanı Cumalıkızık ve Tirilye
.
ıllarca gitmek isteyip de bir türlü gitme imkânı yaratamadığımız yerler vardır. Bunun kimi gerçekleştirmesi zor hayaller olduğundan ötelenir, kimi ise sebepsizdir. Niyet vardır ,ulaşım imkânı kolaydır ama nedense bir türlü kavuşma gerçekleşmez. İşte Cumalıkızık Köyü de benim için böyle bir yerdi. Benim sürekli hareket halinde ve seyyah bir yaşam biçiminde olduğumu bilenler “Eh Berna gitmediğin yer yok, bir Cumalıkızık Köyü’ne mi gidemedin?” diyecekler elbette. Evet öyle oldu işte. Bursa’ya her gidişimde niyet ettim ama bi türlü gerçekleştiremedim. Daha doğrusu gerçekleştirememiştim. Sonunda, ilkbaharın pastoral rüzgarı, beni sanki zamanı dondurmuş gibi görünen bu Osmanlı köyüne götürdü, bıraktı.
Osmanlı Beyliği’nin ilk kurulduğu köylerden biri Cumalıkızık... 1300’lü yıllardan bu yana, Osmanlı Mimarisinin tüm izlerini taşıyarak ayakta kalmış bir köy. Hiç değişmemiş. Bu yüzden güzel olduğu kadar büyüleyici de.Vakt-i zamanında, içinde yaşanan 270 evin 180’i zamandaki yolculuğuna aynen devam ediyor. Kalanlar da bugüne ayak uydurmak için restore ediliyor. İç içe geçmiş, moloz taş, ahşap ve kerpiç evler, genellikle sarı, beyaz, mor ve mavi renkte badana edilmiş ve mutlaka avlulu. Ağaç kapılarda kullanılan, dikkat çekici kilitler, evleri bir kolye gibi süslüyor. Daracık taş sokaklardan, ince bir dere gibi, dağdan gelen kaynak suyu kıvrıla kıvrıla akıyor. Köyün tepesine yapılan bir sistemle su, istenilen sokaklara yönlendiriliyor. Sokaklar her daim yeni yıkanmış gibi tertemiz bu sayede. Köyün sahipleri, bu suyla bahçelerini suluyor, musluklardan, bu su aktığı için kana kana içiliyor. “Suyun geçtiği yerde hayat vardır” denir ya, bu sözü haklı çıkarırcasına yeşile bürünmüş bir köy burası. Meyveler dallardan sarkıyor ve kolunuzla uzanma mesafesinde oldukları için köyün ikramı gibi duruyor. Erik, kiraz, dut ama buranın en ünlüsü ahududu; her yerde. Hatta haziran ayında, ahududu festivali varmış. Köylüler, yollara açtıkları el emeği tezgâhlarına yanaştığınızda hiç aşırı tatlı olmayan, buz gibi ve ferahlatıcı “ahududu şerbeti” ikram ediyorlar hemen. Ekşi mayadan bir köy ekmeği yapıyorlar ki inanamazsınız. Dönüşte eve getirip derin dondurucuya atın, kızartıp yediğinizde de bayılacaksınız. Türlü türlü reçeller satılıyor her sokakta.
Ahududu yine favori olanı.
700 yıllık Mavi Boncuk’ta mutlaka kahvaltı edin
Köyün içi, özellikle hafta sonları epey kalabalık. Ama sabah saatleri ve akşam el ayak çekildikten sonra Cumalıkızık’ın gerçek yaşamıyla baş başa kalıyorsunuz. Bu sebeple, biz ailece bir gece köyde konaklamayı seçtik. Mavi Boncuk isminde, 700 yılı aşkın yıldır dimdik ayakta kalan bu köy evinin bahçesi, tam bir “vaha”. Kahvaltısı ile çok meşhur Mavi Boncuk ve açıkçası bu şöhreti fazlasıyla hak ediyor. “Köy kahvaltısı” neymiş, görmek isterseniz bir gün Mavi Boncuk’ta mutlaka kahvaltı edin. Altı odasını da konaklamaya açmış evin sahibesi. Tam bir köy evi deneyimi. Küçücük bir oda ve dolap gibi de bir tuvalet ve müthiş bir huzurdan başka bir şey vaadetmiyor. Köyün sessizliğine uyanmanın hissi ise paha biçilmez. Kahvaltı etmeden önce hemen kendinizi sokaklara atmalısınız ki, köyün uyanışını, sakinliğini, ekmek kokusuyla birlikte içinize çekebilin. Hem de turistler akın etmeden... Fotoğrafçılar için de sabah saatlerinin boşluğu ve ışığın yumuşaklığı bakımından kaçırılmaması gereken saatler bunlar. Köy hareketlenmeye başladığında, siz de iyice acıkmış oluyorsunuz zaten. Odun ateşinde fokurdayan semavere, bin bir çeşit, katkısız-katışıksız el emeği kahvaltılık eşlik ediyor. Tavukların yumurtaları çalınıyor ve keyife keyif katılıyor. Sık ağaçların gölgesinde insan ne kadar yediğinin hesabını da ağacın dibine bırakıyor.
Cinci Çıkmazı için “dünyanın en dar sokağı” deniyor
Gecesi ise bir başka güzel. Köy halkı, tezgâhını topladıktan sonra kendi yaşamına dönüyor. Son derece de eğlenceliler... Evlerden gelen kına gecesi eğlenceleri, kadın kahkahaları geç saatlere kadar sürüyor. Evlerden eve geçişlerle, köy sürekli kıpırdanıyor sanki. Sonra kâdim bir sessizlik, Osmanlı’dan bugüne gelen hikâyeleri fısıldıyor rûyalara... Dağların arasına kısılmış anlamında, “kısık” denilmiş, yan yana oluşan bu yeni Osmanlı köylerine. Zamanla, kısık olmuş kızık. Ama içinde kendini bugüne kadar, aynen koruyan bir Cumalıkızık olmuş. Yolda karşılaştığım, beni ve muhabbeti pek seven bir teyzenin anlattığına göre civar köyler Cuma namazına bu köye gelirlermiş de, o yüzden adı “Cumalıkızık” olmuş. Sokakları o kadar dar ki “cinci çıkmazı” adı verilen geçit için dünyanın en dar sokağı diyenler var. O kadar dar ki, dışardan bakıldığında, sokağı dönen kişi sanki duvarın içine geçip yok oluyormuş gibi görünüyor. Bu yüzden almış “cinci çıkmazı” adını. Daracık taş sokakları, rengârenk boyalı taş evleri ve şenlikli insanlarıyla Cumalıkızık, köy hayatını özleyenleri bekliyor.
Osmanlı sarayının tüm zeytinleri Tirilye’den alınırmış
Dönüş yolculuğumuzu, Mudanya-Yenikapı feribotuyla yapmayı planlıyoruz. Daha önce tepeden görüp aşık olduğum ama zamansızlıktan içine giremediğim Tirilye’yi es geçmiyoruz bu defa. Tiril kelimesi, Rumca “zeytin” demek. Yörenin adı önce “Mahmutşevketpaşa” ardından “Zeytinbağ” olarak değiştirilse de 2011 yılında alınan bir kararla yine Tirilye adında karar kılınmış. Ne yalan söyleyeyim, yerleri geçmişleriyle sahiplenmekten yana olduğum için, isim değişikliklerinden pek hoşlanmam bu yüzden ben de “Tirilye” adından yana olduğumu belirtmeliyim. Zamanında Osmanlı’nın, özellikle sarayın tüm zeytinleri buradan alınırmış. Rahmetli dedemden duyardım, Tirilye zeytinini pek severdi. Her yer zeytinlik... Sahiden zeytini de yağı da ayrı güzel. Arabayla seyahat etmenin avantajıyla, bagajı dolduruyouz.
Ege’deki bir balıkçı kasabasında hissediyorum kendimi
Evleri ve yaşamı olduğu gibi korunmuş, yerleşim yerinin içi hemen hemen hiç turistik olmamış, ender yerlerden biri. Sadece denize açılan caddedeki sevimli çarşısı dükkanlara ayrılmış. Misyalılar, Traklar, Antik Romalılar, Bizanslar ve Osmanlılar tarafından yönetilmiş. Bir Bizans kilisesinin hemen yanına, aynı doku korunarak bir de Osmanlı hamamı yapılmış olduğunu görüyorsunuz. Bütün sokaklar, bu çok kültürlülükle güzelleşmiş. Rum mimarisi özellikle göze çarpıyor. Osmanlı döneminde yapılan “Taş Mektep” ise, görkemli mimarisi ile tezat oluşturan terkedilmişliğiyle yürek burkuyor. Küçücük ve bahçeli evlerin önü, her tür teneke kutuya dikilmiş çiçeklerle süslü. Marmara’da değil de sanki Ege’de gibi hissediyorum kendimi. Kadınlar kapı önünde sohbet edip, örgü örüyor. Çocuklar, incecik sokaklarda koşturuyor.
Deniz kenarı, balık lokantalarıyla dolu. Çok da güzel mezeler ve balıklar. Burası bir Ege balıkçı kasabasına benziyor gerçekten de. Tek bir farkla; Ege’nin o billur turkuaz suları yok burada. O yüzden deniz turizmi olarak değil, gezilecek bir yer olarak düşünmekte fayda var.
Tatilin sonunda Osmanlı konağında İskender keyfi
İki günlük Cumalıkızık-Tirilye güzergâhında, Bursa’ya yer vermedim. Çünkü, şöyle bir gezilecek yer değil Bursa. Osmanlı’nın ardında bir hazine gibi bıraktığı kenti yazmayı bir başka zamana bırakıyorum. Ama sadece bir saatliğine, Bursa’ya uğradığımı itiraf etmeliyim. Niye mi? Bursa Botanik Park içinde yer alan İskender’in eşsiz “etibol”unu yemek için. Burası aynı zamanda bir müze. Bir Osmanlı konağı restore edilerek, inanılmaz güzel bir mekân yaratılmış. İskenderine gelince...
Ne diyeyim, anlatılmaz,yaşanır...
Cumhuriyet tarihimizde büyük yeri olan, Mudanya’ya geldiğimde, her evin camında asılı olan Türk bayrakları dikkatimi çekiyor. Tam bir sayfiye Mudanya. İnsanın yerleşesi geliyor. İki günlük bu kısa yolculuktan büyük bir doygunlukla ayrılıyoruz.
Ve feribotta ailece, en kısa zamanda tekrar gelmeye karar veriyoruz.