Çocuklarımızın sahibi miyiz?
.
Mâlum, artık pek çok fikrimizi sosyal medya ile paylaşıyoruz. Hele ben bu konuda biraz geveze sayılabileceğimi itiraf etmeliyim.
En çok da twitter’da “kamuoyu yoklaması” yapmayı ilginç buluyorum. Hatta şu ara bu konuda bir tez yazma çabası içindeyim.
Tabii, insanın fikri neyse zikri de oymuş... Ben de, en çok insanların, çocuklarla nasıl ilişkilendiğini merak ediyorum. Herkesin ,en azından hayâtının bir döneminde çocuk olduğunu bildiğimize göre (bir de benim gibi her döneminde çocuk kalanlar da var çünkü) insanların en iyi çocukların hâlinden anlamalarını beklemekte haksız sayılmam. Ama gördüğüm o ki, durum hiç de sanıldığı gibi değil. Yetişkinler, ilk önce çocukluk hislerini unutuyorlar galiba. Çocukluklarına, uzak bir ânılar silsilesi olarak dışarıdan bakanlar, elbette çocukluğun naif dünyasını da geride bırakmış oluyor. Kuşak çatışmasının, kökeninde bile bunun olduğunu düşünüyorum. Çünkü; örnekler değişse de yaşanılan hisler özünde hep aynı. O zaman, yaşadıklarımızın benzerini yaşadıkları için niye kızalım çocuklarımıza! Ah bir tutabilsek, kendi çocukluğumuzun elinden, işte o zaman tüm çocuklarla elele yürüyebiliriz belki... Kendimizi onların sahibi ya da efendisi sanmadan yoldaşlık edebiliriz çocuklarımıza.
“Çocuk musun sen!”, “Hadi çocuklaşma!”, “Aaa hiç büyümeyecek bu” , “Çocuk gibi konuşma, zırlama”, “Büyü artık”...
Dilimize yerleşmiş bu lâfların hepsinde çocukluğa yergi yok mu? Çocuk olmanın kötü ve bir an önce kurtulunması gereken bir şey olduğunu anlatan sözler değil mi?
Çocukluğunu, çabucak geçiştirilmiş bir dönem olarak yaşayan büyükler, belki de bu yüzden tahammülsüzler çocukluklara.
ÇOCUKLUĞUNLA BARIŞ!
“Ben çocuk sevmem” diyen çok insanla karşılaşmışsınızdır. Kendini sevemeyen insanların, çocukları sevmediğini düşünmüşümdür hep.
Sevgisiz bir çocukluk geçirenler, bu acıyı hafifletmek için, “sorun bende değil, çocuklar sevilmez, kimse çocukları sevmez” şeklinde bir kod oluşturuyorlar belki de küçücük yaşlarında. Tüm hayatımızı belirleyen çocukluğumuzla belirliyoruz, çocuklarımızın hayatını bir bakıma.
Oysa bir bulsak, içimizde bir yerlerde sinmiş, ürkmüş, gizlenmiş çocukluğumuzu ve sevsek... Ve barışsak onunla... O zaman, sadece çocuklarımızı dinlemek ve dönüp içimizdeki çocuğun tavsiyelerine kulak vermek yetecek. O zaman, bize saçma gelen bir isteğin, çocuk dünyasındaki önemini hissedebiliriz. Ya da, çocukların, isteklerinin yerine geldiği hâlde, çoğunlukla neden tatmin olmadıklarını, belki de ihtiyacı olanın, aslında söylediklerinden çok başka şeyler olduğunu fısıldayabilir bize kendi çocukluğumuz.
Mutlu bir aile-çocuk iletişimi için benim inandığım şu: Hem karşındaki hem içindeki çocuğu dinle ve onların arkadaş olmasına izin ver.
‘Sivri kayalara çarptı düşüncelerim’
Tam da bu duygular içinde, meseleyi biraz daha ileri götürüp, çocukların hislerine uzaklığı geride bırakıp, çocuğa ve “çocukluk” kavramına ihânet olarak nitelendirdiğim durumlarla ilgili bazı paylaşımlarda bulundum, twitter hesabımdan. Özellikle de, çocukların haklarının ihlâl edildiğini düşündüğüm durumlarla ilgili... En somut örnek olarak da çocukların çalıştırılmasını gösterdim. Elbette pek çok akl-ı selim insan, çocukların, eğitim, uyku, oyun hakları konusunda benim kadar hassastı ama bazı cevaplar insanın kanını donduran cinstendi. En önemlisi, vicdandan uzaktı.
Ve sosyâl medya bana bir kere daha gösterdi ki, ülkemiz insanının çoğu, kendilerini, “çocuklarının sahibi” olarak görme eğilimindeler.
Bu bana sahiden çok korkutucu geldi ve bu konuyu bu sayfaya taşımama neden oldu.
“Küçücük çocuklar, doğru düzgün okula gidemeden, uyuyamadan, oyun oynamadan çalıştırılıyor” diye tweett attığımda, hiç ihtimâl vermediğim cevaplar geldiğini gördüm.”Ne var canım, para kazanıyor işte, daha ne” diye yazanlar oldu!
“Bakalım çocuk istiyor mu? Aileler çocukları zorla çalıştırdığında, yazık günâh olmuyor mu? Çocuk, çocukluğunu veriyor ama parayı aile alıyor” diye tartışmayı sürdürdüğümde gelen cevaba bakın: Eeee onu da ailesi bilir, sen karışamazsın! Aile kendi çocuğunu istediği gibi çalıştırır!”
Bu cevap karşısında dondum.
Oysa ben, uç bir örnek teşkil etmesi için, herkesin büyük oranda hemfikir olacağını düşündüğüm için “çocuk işçier”den girmiştim konuya. Amacım; çocuğunun, matematik mi yoksa fen mi okuması gerektiğini söyleyen, aile işini yapması konusunda ısrar eden, eş seçimine karışan, kendi hâyalinde kurguladığı insan kalıbına çocuğunu dökmeye çalışan ailelere ve bunun çocukları köleleştirmek olduğuna dikkati çekmekti.
Ama tıkandım kaldım. Çocuğun okuma, uyku, beslenme haklarıyla ilgili karar verecek olanın bile aile olduğunu savunan, sivri kayalara çarpmıştı düşüncelerim.
Başkalarının özgürlüğünü aldıkça insan kendini de köleleştiriyor
Peki, anne-babalar çocuklarının sahibi midir?
Kültürel yapımızda, tıpkı genetik bir kod gibi, nesilden nesile taşınan başlıca sorunumuz, kendimizi bir şeylerin ya da birilerinin sahibi veya birilerine ait sanma yanılgısı. Bir anne çocuğunun sahibi olduğunu sanarken bir yandan kendini kocasına ait sanıyor. Koca, tüm ailesine sahip olduğunu düşünürken, o da kendi babasının sahipliğinde tutsak yaşıyor. Halkın çoğunluğu ise, ülkeyi yönetenlerin, kendilerinin ve yaşadığı toprakların sahibi olduğuna inanıyor. Eh, teammüller böyle olunca, Devlet Erkânı da kendini her şeyin sahibi olarak görüyor. İnsanın, tarihin, denizin hatta ağaçların bile... Bu zincirleme kaza böylece sürüp gidiyor. Sorun şu ki ülkemizdeki çoğunluk, biat etme geleneğine inanıyor. Bu yüzden bu ülkede, çocuk yaştaki kızlar evlendiriliyor, kadınlar öldürülüyor, kediler-köpekler imha ediliyor, ağaçlar hunharca katlediliyor. Herkes, bir üst kümede itaat ettikleriyle, bir alt kümede kendine biat edilmesini bekledikleri arasında bir zincir halkası gibi kıpırtısız ve tutsak kalıyor. Başkalarının özgürlüğünü aldıkça, insan kendini de köleleştiriyor sonunda.
Mesele vicdanla vicdansızlık arasında
Her şey bir yana; ne vicdana, ne de Uluslararası Hukuk’a sığar, çocuğunun efendisi saymak kendini ve keyfen haklarını işgal etmek.
En baştaki soruya yeniden dönecek olursam: Anne-Babalar çocuklarının sahibi midir? “Hayır değildir”, diye cevaplarım kesinlikle. Tıpkı birbirlerinin sahibi olmadıkları, kimsenin kimsenin sahibi olamayacağı herkesin bir tek kendi canına sahip olacağı gibi... Cevabım: Hayır!
Ama “Evet”lerim de var elbet! Evet çalıştıramazsın, evet satamazsın, canın istediğinde evlendiremezsin, evet çocukluk haklarını elinden alamazsın, dövemezsin, sövemezsin, evet isteklerini uygulatamazsın, kendini çocuğunun sahibi sayamazsın! Evetlerim, böylece sürer gider.
Unutmamalı ki,onu yaratan değil, aracıyız sadece. Mesele sahip olmakla olmamak arasında değil, vicdanla vicdansızlık arasında!
Çocukları üzerinde her türlü yaptırım hakkı olduğunu düşünenlere ise
Halil Cibran’ın yüzyılı aşan şu dizeleri bilmem bir şeyler ifade eder mi:
Çocuklarınız,
sizin çocuklarınız değil gerçekte.
Hayat’ın kendine karşı duyduğu özlemin
oğulları, kızları onlar.
Sizden geçerek geliyorlar dünyaya,
evet,
ama siz değiliniz yola çıktıkları kapı.
Ve sizinle beraber olsalar da,
size ait değiller onlar.
Sevginizi verebilirsiniz onlara,
ama düşüncelerinizi değil.
Kendi düşünceleri var, çünkü onların.
Çocuklarınızın canlı oklar olarak atıldığı yaylarsınız siz.
Öyleyse, Okçu’nun (Yaradan’ın) elinde, O’nun istediği kadar
gerilmeye, esnemeye bırakın kendinizi.
Çünkü, bakın, O (Yaradan), iyi uçan okları sevdiği kadar,
İyi gerilmesini bilen yayı da sever.