Trakya’da bağ bozumu mevsiminde yerel üreticilerin şaraplarını tatmanın tam zamanı.Tekirdağ’ın çıkışında İpsala’ya doğru uzanan yol ile Marmara Denizi’nin mavi sularının arasındaki yemyeşil tepelerin birinin üstünde kurulu Barbaros Bağ Evi. Etrafını Barbare bağları sarmış, uzakta bulutların arasından sızan güneşin ışıklarının aydınlattığı Marmara adası. Bağ evinin çok büyük bir balkonu, onun da bir tarafında güzel bir yeşillik alan var. Burada kır düğünleri yapmak ve Barbaros Bağ Evi’nde kalıp etrafınızı saran tabiatın sunduğu güzelliklerden yararlanmak bu aralar pek bir revaçta! Ama bizim ziyaret nedenimiz bu sefer ne bir kır düğünü, ne de bağların nimetlerinden faydalanmaktı. Gerçi itiraf etmeliyim ki, ikinci yazdığım, yani buraya kadar gelip bağların nimetlerinden faydalanmadık demem tam olarak doğru değil.Bağda mangal keyfiBarbaros Bağ Evi’nin yanındaki çayırlıkta uzun masalar dizilmiş, bir kenara da beş tane kocaman mangal kurulmuştu. Trakya Lezzet Şenliği etkinliklerinin en önemlilerinden birisi olan Trakya köfteleri tadımı güneşin batmasıyla beraber başlayacaktı. Bölgenin il ve ilçelerinden Tekirdağ, Edirne, Kırklareli, Uzunköprü ve Keşan’ın ünlü köftecileri meşe odununun dumanları arasındaki mangallarının başına geçtiler. Edirne Köfteci Osman, Kırklareli Ahmetbey Köftecisi, Uzunköprü kendi adını taşıyan Uzunköprü Köftecisi, Keşan Yenimuhacir Özen, ev sahibi Tekirdağ ise Sardunya Köfte tarafından temsil ediliyordu. Önümüzdeki manzara yazarınız gibi köfte hayranı olan birisi için cennet gibiydi. Şenliği yapan Süleymanpaşa Belediye Başkanı Ekrem Eşkinat misafirlerle birlikte mangalların başına geçti. Konuşma değil, köfte yemek zamanıydı, başkan da sağ olsun nutuklarla, konuşmalarla vakit geçirmeden bizi bu lezzet deryasının içine bekletmeden salıverdi.Trakya etinin lezzetiKöftenin kitabını yazmış olan sevgili arkadaşım Osman Serim, Trakya ve Anadolu’da 300 kadar köfte çeşiti olduğunu söyler. Gerçi bunların birçoğunun tadı birbirine çok yakındır. Örneğin Trakya Lezzet Şenliği’nde tattığımız köftelerin Keşan dışındakilerin hepsi 2-3 yaşındaki danaların kaburga ve üst kol etlerinden kimyon, soğan, tuz ve birkaç baharatın karışımı ile yoğrulmuş köftelerdi. Çoğu dededen kalma mesleklerini devam ettiren ustaların köfteleri yiyebileceğiniz köftelerin en iyilerindendiler. Keşan’ın ünlü satır eti ise kıvırcık süt kuzularının etinin elle kıyılmasıyla yapılıyor. Satır etin eşsiz lezzetini bir kenara koyarsak, kendimi en çok Fazıl Usta’nın Kırklareli köftesi yaptığı mangalın dumanları arasında buldum.Eşşiz şaraplar...Kendimizi bağların ortasında, bir de et yerken bulunca, bağ evinin terasına çıkan merdivenlerin yanındaki bir masaya dizili olan Trakya şarapların yanına gitmemiz de çok sürmedi. Barbare’nin zaten bağlarının ortasındaydık. Arkasında batan güneşin kızıllığının hâlâ sürdüğü tepelerle aramızda kalan vadide bulunan Umurbey ve Tekirdağ’ın yakınlarındaki Barel ile Chateau Nuzun’un şaraplarını tatmamak ise haksızlık olurdu. Trakya galiba Cabernet Sauvignon’u çok seviyor. Dört üreticinin de kâh Merlot, kâh Şiraz ile şişenin içinde mutlu bir beraberlik oluşturmuş olan Cabernet Sauvignon şarapları köfte ile bile damaklarımızı şenlendirdiler. Belki de bağ bozumu vakti olduğu için tesir altında kalıyorum diye düşündüm; öyle ya, köfte ile canımın normalde soğuk bir bira çekmesi gerekirdi. Sonra, ağzımda köfte, elimde kadeh ile tam “bununla bir steak ne güzel olurdu” diye düşünecektim ki, kendimi bu sefer de Uzunköprü Köftecisi’nin mangalının önünde buldum. Mustafa Alsat Usta bir yandan köfteleri çevirirken köfte hakkında duyduğum en bilge sözlerden birisini söylüyordu: “Köfte asla bozulmaz, bozulursa köfteci bozulur!”
Köftesi, yaprak ciğeri ve Hayrabolu tatlısıyla Edirne, yalnızca görkemli camileriyle değil dudak çatlatan lezzetleriyle de keşfedilmeyi hak ediyor...1361’den 1453’e kadar Osmanlı’ya başkentlik etmiş bir şehir Edirne. Ancak başkentliği İstanbul’a kaptırdıktan sonra bile önemini kaybetmemiş. Padişahlar kendilerine Edirne’de camiler, saraylar yaptırmışlar ve zaman zaman burada kalmaya devam etmişler. Edirne’nin ortasındaki bir tepede kurulu olan Selimiye Camii sadece ülkemizin değil dünyanın da en önemli mimari eserlerinden birisi. Mimar Sinan “ustalık eserim” dediği Selimiye Camii mutlaka görülmesi gereken bir şaheser, ama Edirne’deki tek muhteşem diye adlandırılacak cami değil. Özellikle olağanüstü güzellikteki renkleri ile Eski Camii ve İstanbul’un fethinden hemen önce yapılmış olan ÜçŞerefeli Camii dikkate değer. Üç Şerefeli Camii farklı bir mimarisi, etrafınızı seyretmeye doyamayacağınız avlusu ve tabii ki farklı zamanlarda yapılmış olan minareleri ile çok güzel bir cami.Köfte ve ciğer için bile gidilirAsıl konumuz olan yemeye içmeye gelince, Edirne bu konuda da ziyaretçilerini fazlasıyla tatmin ediyor; ilk akla gelen yemekleri de tabii ki ünlü köfte ve ciğeri. Köfteci Osman, Selimiye’nin tam karşısındaki dükkanıyla Edirnede köfte yemek için çok iyi bir yer. Edirne köfteleri 2-3 yaşındaki danalarının döş ve kol etlerinden yuvarlak ve kalınca yapılıyorlar. Köfteci Osman’ın köfteleri ağzınıza suyunu bırakacak kıvamda pişirilmiş çok lezzetli köfteler, ama zaten Trakya’da kötü köfte yemek neredeyse mümkün değil. Edirne’de köfte kadar önemli bir yemek de ünlü tava ciğer veya başka bir adıyla yaprak ciğer. Çok ince yaprak şeklinde kesilen dana ciğerleri kızgın yağa çok kısa bir süre bırakıldıktan sonra servis ediliyorlar. Edirne’de her biri birbirinden iddialı ciğer ustaları var. Kazım Usta, Aydın Usta, Niyazi Usta, her biri adeta taraftarları olan ustalar. Niyazi Usta’da nefis bir ciğerden sonra yediğimiz köftenin de en iyi köftecilerin köfteleriyle rekabet edecek lezzette olduğunu söylemeliyim. Kendinden sonra gelen nesil galiba Niyazi Usta’nın dükkanına ciğer kadar köfte için de gidilmesine neden olacak!Hayrabolu, Kemalpaşa tatlısına rakip oldu...Köfte veya ciğer yedikten sonra insanın canı tabii ki bir tatlı çekiyor. Burada yenilmesi gereken tatlı ise Trakya’nın Kemalpaşa peynir tatlısına cevabı olan Hayrabolu tatlısı. Hayrabolu, Tekirdağ’ın bir ilçesi ve söylentiye göre ilk olarak kasabaya taşınan bir ustanın yapmaya başladığı bu tatlı gelip tadanların arkadaşlarına “Hayrabolu bir tatlı yedim ki…” diye anlatmaya başlamalarıyla bu adı almış. Hayrabolu tatlısı, Kemalpaşa’dan biraz daha dolgun. Biga’da Köfteci Akif’te yediğimi düşünürsem biraz daha lezzetli de diyeceğim, ama hakkı verilerek yapılmış Kemalpaşa tatlılarına da haksızlık olmasın diye demiyorum. Bu muhteşem tatlıyı Edirne’de şerbetiyle damağımızı sıvayarak Tatlı Konağı’nda yedik. Etrafımız sarmış olan peynir helvalarına ve diğer tatlılara rağbet edemedik, Hayrabolu tatlısının ise son zamanlarda adet olmaya başladığı gibi üzerine tahin dökülerek değil, üzerine cömert bir boyda kaymak konularak yenilmesi gerektiğine karar verdik. Bu arada bu hafta konuyu biz diye çoğul olarak anlattığıma bakmayın, ben ve damağımdan bahsediyorum.Edirne, İstanbul’a sadece iki buçuk saat mesafede. Dönmeden önce her ne kadar trenler artık oradan kalkmıyorlarsa da Meriç nehrinin öteki tarafındaki eski Karaağaç tren istasyon binasını mutlaka görün. Dönüş yolunda da Trakya’nın Kırklareli, Tekirdağ, Uzunköprü ve Keşan gibi il ve ilçelerine uğrayıp oraların köftelerinin de tadına bakın.
İki yüz yıl önce Bavyera veliaht prensi Ludwig, Theresa von Saxe-Hildburghausen ile evlenmeye karar verince Münih’in biraz dışındaki bir kırda büyük bir düğün düzenlenmiş. Halk düğünde o kadar eğlenmiş ki düğünün değil ama bu eğlencenin her yıl tekrarlanmasına karar verilmiş. Bir süre sonra Münih Belediyesi bu organizasyonu üstlenmiş ve yer Bavyera ve başkenti Münih olunca ortaya bira festivallerinin en ünlüsü Oktoberfest çıkmış. Oktoberfest her ne kadar “Ekim festivali” demekse de son yıllarda havalar daha güzel oluyor diye Eylül ayının sonlarında yapılıyor. Bu yıl ki Oktoberfest de dün Münih Belediye Başkanı’nın ilk bira fıçısına musluğu takıp bira servisini başlatmasıyla başladı ve 3 Ekim’e kadar sürecek.Oktoberfest hâlâ artık gelin hanımın adını taşıyan ama artık şehrin içinde kalan çayırda, Theresienwiese’de yapılıyor. Festival boyunca 6 milyondan fazla ziyaretçi festivalde çadır kurmalarına izin verilen Münih Belediye sınırları içindeki bira üreticilerin binlerce kişi kapasiteli çadırlarında 7 milyon litre bira içecekler. Bu çadırlardan en büyüğü 10 bin kişilik Hofbräu’un, en güzeli ise muhtemelen Bavyera’nın bulutların arasından görünen mavi semalarını çadırın içine yansıtan Hacker-Pschorr’un çadırıdır. Oktoberfest için biraz daha alkollü özel bir bira üretilir. Bu rahat içimli bira festival boyunca erkekli kızlı garsonların ellerinde onar onar taşıdıkları litrelik bardaklarda içiliyor. Biranın yanında yarım milyona yakın piliç, 300 bin sosis ve yüzden fazla bütün sığır yenilecek. Bu kadar bira içilen bir festivalde tuvaletlerdeki hayvanların su içtikleri yalaklara benzeyen pisuvarların uzunluğu ise daha da uzatmadılarsa tam 878 metre! Oktoberfest’in her yıl Münih şehrine ekonomik katkısı ise, bira festivali deyip geçmeyin, 850 milyon avro!Japonya'dan Amerika'yaMünih ve Oktoberfest’i her yıl yazıp çiziyorum, onun için bu yıl değişiklik olsun biraz da Bavyera dışındaki bira festivallerinden, daha doğrusu Oktoberfest’lerden bahsedelim. Örneğin birayı pek seven Japonların Tokyo ve Osaka gibi büyük kentlerde yaptıklarından. Gerçi Japonlar nedense Oktoberfest’i Mart gibi biraz alakasız aylarda düzenliyorlar, ama giysileri, litrelik bira bardakları, hatta Alman halk şarkıları, daha doğrusu bira şarkılarıyla sağa sola sallandıklarında Japon olmaları dışında kendilerini Almanya’da farz edebilirler. Bir başka büyük bira ülkesi olan ABD de Oktoberfest konusunda oldukça iddialı. Almanlar zaten ülkenin en büyük etnik gruplarının başında geliyorlar. Hal böyle olunca da Alman bira bahçeleri ve bira festivalleri Birinci Dünya Savaşı öncesi yıllardan beri sürdürülen bir gelenek olarak devam ediyorlar.Brezilya’daki küçük AlmanyaAma Münih dışındaki en büyük ve en ilginç Oktoberfest hiç aklınıza gelmeyecek bir yerde yapılıyor: Brezilya’nın güneyindeki Santa Catarina eyaletinin 293 bin nüfuslu Blumenau kentinde! Blumenau Brezilya’da tropikal ormanların içinde, ama tam bir Alman kasabası. 1850 yılında adını aldığı eczacı Hermann Otto von Blumenau ve 17 Alman çiftçi tarafından kurulmuş ve o günden beri tipik ahşap Alman evleri ve Alman nüfusuyla Brezilya’nın ücra bir köşesinde küçük bir Almanya gibi varlığını sürdürmüş. Gerçi zamanla yeni nesiller ülkenin resmi dili Portekizceyi tercih eder olmuşlar, ama eski geleneklerini de sürdürmeye devam etmişler, aynı Oktoberfest gibi! Blumenau’daki Oktoberfest tipik Alman atmosferi, şehrin nüfusunun iki katı, 600 bine dayanan ziyaretçisi ve dev alanlara kurulan çadırlarıyla her yıl daha çok ziyaretçiyi çekmeye başladı. Adına uygun bir şekilde Ekim ayında yapılan Blumenau Oktoberfest artık dünyanın dört bir ucundan biraseverleri bu uzak diyarlara çekiyor. Festivalin yapılmaya başlamasından beri Blumenau’ya gelen ziyaretçi sayısı 20 milyon kişiyi bulmak üzere, yani konu Oktoberfest olunca bir bira festivali de neymiş deyip geçiştirmemek lazım!
Yunan adalarına gitmenin moda olmasıyla tatilciler akın akın bu adalara gitti. Tercih edilenler ise daha çok sahillerimize yakın olanlardı. Halbuki ihmal ettiğimiz ve gerçekten görmeye değer olan adalar da var...Son yıllarda Yunan adalarına gitmenin moda olmasıyla milletçe akın akın bu adalara aktık. Daha çok bizim sahillerimize yakın adaları tercih ettik, bunların başında da (aslında 14 tane olan) On İki Adaları tercih ettik. Gerçi onlardan da bazıları bu Türk turist akımından diğerlerinden daha çok nasiplerini aldılar. Biz bu hafta Patmos, Leros, Kos ve Simi gibi ilk aklımıza gelenleri değil, Kos ile Rodos arasında kalan ve bizim ihmal ettiğimiz adaları gezeceğiz.Aktif volkan üzerine kurulu NisirosNisiros, Santorini ile birlikte Ege Denizi’nin hâlâ faal olan iki volkanından birisi. Burada hâlâ kükürt kokusunun ve zaman zaman dumanların yükseldiği üç tane krater bulunuyor. Manzarayı seyretmek için bir araba kiralayıp yamaçların üstünde kurulu Emborios ve Nikeia köylerine çıkın. Emborios’daki Balkoni, size yemek veya bir kahve eşliğinde bu manzarayı sunan bir taverna. Nisiros’un ana köyü Mandraki beyaz evleri ve dar sokakları ile ile çok güzel bir köy. Adanın en güzel tavernası ise Afroditi olmalı. Afroditi, Mandraki’ye beş kilometre mesafedeki Pali’deki yatlarında bağlandığı küçük balıkçı barınağı Pali’de, mavi masa ve sandalyeleri ve nefis mezeleriyle olabildiğince tipik bir Yunan tavernası.“Buraya neden geldiniz ki?”Nisiros’tan Rodos’a doğru yol alırken karşınıza 12 Adalar’ın belki de en iddiasız olanı olan Tilos çıkar. Komşu adalarda Tilos’dan geldiğinizi söylediğinizde neredeyse “Oraya neden gittiniz?” diye sorarlar, hatta Tilos’da bile yüzünüze neredeyse hayretle “Buraya neden geldiniz ki?” diye bakarlar. Oysa bu adaya yapılan büyük bir haksızlıktır. Tilos’un limanı Livadia birkaç ev, güzel bir iki otel ve tabii ki bir kiliseden oluşan hoş bir köy. Kıyıda tavernalar dizili, bunlardan bir uçtaki Kritikos çok iyi. Burada yediğimiz gigantes, yani sıcak bomba fasülye pilaki yediğimiz en iyi gigantes’lerden biriydi, diğer mezeler, yemekler ve servis de fazlasıyla tatmin ediciydi. Ama Tilos’da da bir araba kiralayıp adanın iç kısımlarına gitmezseniz hata edersiniz. Adanın ana köyü Megalo Horio iç kısımda bir dağın yamacında kurulmuş, önünde yemyeşil bir ova, masmavi suların güneşin ışıkları altında size göz kırptıkları bir körfeze doğru uzanıyor. Köyün girişindeki To Kastro’yu daha önce de yazmıştım, onun için bu sefer Tilos’a giderseniz mutlaka uğrayın. Mezelerin dışında kendi yetiştirdikleri hayvanlardan yaptıkları et yemeklerini tadın...Küçük ve sempatik: Halki...Tilos’dan sonra doğuya doğru yol almaya devam edince bu sefer Rodos’un gölgesinde kalan küçük bir çorak adaya, Halki’ye rastlarsınız. Halki belki de en çok hakkı yenen adaların başında geliyor. Halki de Simi gibi eski bir süngercilik adası ve kıyıya dizili rengarenk neoklasik evleriyle Simi’ye çok benziyor. Ama Halki de teknenizi bağladığınız iskele ile duvarları denizin içinden yükselen evlerin arasında türkuvaz rengi sulara kendinizi bırakabiliyorsunuz. Etrafına tavernalar, barlar serpiştirilmiş olan köyün küçük meydanının bir tarafında bir kilise, diğer tarafında ise On İki Adaların en yüksek saat kulesi adeta biz bir kasabaya ait olmalıydım diyorlar. Ama heyhat, Halki küçük bir köy, ama çok güzel, çok sempatik bir köy.
Alabildiğince uzanan lacivert denizi, sakinliği ve aşkla harmanlanan yemek kültürüyle Sifnos, Yunan adalarının cennete açılan bir kapısı gibi...Geçen hafta Milos’daydık. O kadar güzel bir ada ki deniz kenarında oturup yazımı yazarken gemiyle uçağı karıştırıp Pire’den bir saat mesafede olduğunu yazmışım, oysa bu süre Yunanistan’ın çok iyi çalışan adalararası hızlı gemileriyle bile 3 saat olmalıydı. Bu hafta ise Milos’un kuzeyindeki Sifnos adasındayız. Sifnos, Milos’a 40 dakika, Pire’ye ise 2 buçuk saat mesafede, ki bunlar bu sefer kesin bilgi! Sifnoslular’ın Milos’un şimdi Louvre müzesinde sergilenen ünlü Milos Venüsü heykelini kıskandıkları Miloslular’ın ise Sifnos’un olağanüstü lezzetli mutfağını kıskandıkları söylenir. Ben iki adayı da çok sevdim, ama Sifnos’un yemeklerini kıskanmakta Miloslular’ın ve hatta diğer adalıların kıskanmakta haklı olduklarını söyleyebilirim. Çünkü gittiğim onlarca Yunan adasının hiçbirinde Sifnos’ta yediğim yemekleri yemedim diyebilirim. Ama isteseniz ilk önce adaya ayak basalım.Kokoreççi bile varSifnos en güzel Ege adalarından biri olmalı. Küçük bir koyun kenarındaki limanı Kamares’in bulunduğu koyu saran tepelere tırmanan yol yamaçlarda taş duvarların tuttuğu teraslarda zeytin ağaçlarının arasında yükseliyor. Yol tepeye ulaştığında karşınıza birbirine yapışık üç köy çıkıyor. Bunlardan Apollonia köyün merkezi, birçok Ege adasında olduğu gibi korsan saldırılarına karşı korunaklı olsun diye deniz kenarından uzak, tepelerin üstünde. Apollonia küçük bir köy meydanı, kilise ve etrafındaki evlerden oluşan sakin, adeta uykuda bir köy. Birkaç dükkan, iyi bir dondurmacı, hatta kadim dostum Mehmet Yaşin’in kulakları çınlasın, bir de kokoreççi! Tepedeki Apollonia’dan kıyısına inen birkaç yol var. Bunlardan biri, adı üstünde kıyıdaki bir kayalığın üstünde kurulu bir kalenin kenarına yapışmış Kastro’ya iniyor. Kastro’dan Ege’nin lacivert sularına uzanan küçücük, kayalık bir yarımadanın üstünde Eklisaki Epta Martiron (yedi şehit şapeli) dünyada Ege ile ilgili en çok yayınlanan görüntülerden birisini sunuyor, tepede oturup seyrine doyum olmuyor. Burası Atinalılar’ın düğünler için en tercih ettiği yerlerden biriymiş, görünce hiç şaşırmamak gerekiyor diyorum.İzmir köftesi güzel sürprizdiGelelim Sifnos’da yiyip içmeye. Adanın iki kumsalından Platis Gialos’daki Omega 3 adıyla balığın sağlığa faydasını vurguladığı kadar modern sunumlarıyla dikkat çeken bir restoran. Adanın en güzel plajı Vathi. Kumsaldaki Tsikali iyi bir taverna adeta deniz kenarındaki bir Yunan tavernasının sadece deniz mahsüllerinden ibaret olmadığını gösteriyor. Buralarda ilk defa rastladığım Smyrna (İzmir) köfte ise lezzetli bir sürprizdi.Serifos’u listenize eklemeyi unutmayınVathi’de kumsalın üstündeki Manolis’e gelince, itiraf etmeliyim ki Ege adalarında bu kadar etkilendiğim bir tavernaya az rastladım. Manolis 1976 yılından beri burada, artık mutfakta oğlu Stelyo ve karısı var. İçeriye girdiğinizde bizim tipik esnaf lokantalarından biri ile karşılaşıyorsunuz, tepsilerde seçmeniz için çoğu kendi çiftliklerinin fırında pişmiş kuzu ve keçi eti olan nefis domates soslu yemekler bekliyorlar.Ama Monolis’in muhteşem yemekleri dışında beni çok şaşırtan yönü 10-15 tane Yunan “craft” birasının olduğu bira listesi oldu. O akşamlık uzoyu bıraktık ve sevgili şarapsever dostlarım Dr. Mehmet Ömür ve Erhan Palaoğlu ile bir Yunan adasındaki bir kumsalda, bir tavernada meze eşliğinde bira tadımı yaptık. Flaros Session Ale ile Eğriboz adasından Pikri IPA ve Septem Sunday’s Golden Ale çok etkileyiciydiler.Fıçı Voreia Pilsner ise bu coğrafyada bulmayı hayal bile edemeyeceğimiz kadar iyi bir Pilsen birasıydı. Manolis ve bir balıkçı lokantasının neden sadece balık uzo veya rakıdan ibaret olmaması gerektiği başka bir yazı konusu olmalı, zaten yerimiz de yalmadı.Onun için bu haftalık Ege Adaları programınıza Milos ve Sifnos’u, hatta kayalık bir tepenin üstüne kurulu köyüyle Serifos’u da ekleyin demekle yetineceğim.
Milos, Ege’nin ortasındaki Kiklad adalarının bir parçası. Bu volkanik ada, mavinin içinde gizli bir sığınak adetaİngiliz yazar Lawrence Durrell 1940’lı yıllarda Yunan adalarının neredeyse hepsini gezip bir seyahat kitabı yazmış. Her ne kadar haliyle güncel bilgiler içermiyorsa da bence Yunan adalarını gezmeye niyeti olan herkesin okuması gereken bir kitap. Yazarın “orada oturanların bile sevmedikleri bir ada” gibi sarkastik yorumları ve tarihten hikayelerle dolu kitabı keyifle okunuyor.Her Ege adası seyahatimde olduğu gibi bu sefer de Lawrence Durrell’in “The Greek Islands” kitabını yanıma aldım ve gideceğim adalarla ilgili sayfalarını karıştırmaya başladım. Milos’u bulunca okuduklarım pek hoşuma gitmedi, “lanet olası can sıkıcı bir ada” diyordu Durrell varmak üzere olduğum ada için! Oysa benim beklentilerim çok yüksek idi bu volkanik ada için, bembeyaz kayaların denizin içine düştüğü uçurumlar, vahşi dalgaların yıllar boyu dövdükleri kıyılardan içeriye giren sarp kayalıkların sardığı koylar, birkaç hoş dağ köyü; bunlar mıydı “can sıkıcı”?Milos, Atina’dan gemi ile bir saat mesafede. Sabahın erken saatlerindeki İstanbul-Atina uçağı rötar yazmaz, siz de Pire’den saat 10’da kalkan gemiye yetişebilirseniz öğlen 12 sularında kendinizi Ege’nin lacivert sularında yüzerken bulabilirsiniz. Adanın en iyi otelleri Pollonia köyündeki bir koya bakan kayalıkların üzerindeki Melian ile hemen yanıbaşındaki Salt. Sürekli bir esinti, kuzey rüzgarlarıyla kâh coşan, kâh sakinleşip sizi davet eden bir deniz, gökyüzünü ilk önce kızıla, sonra pembelere, morlara boyayan günbatımları daha ilk günden Lawrence Durel’in kısa ve haksız Milos yorumlarını, hatta kitabını bu seyahatlik bir kenara bırakmama yetti.Tavernalarda kuyruk var...Pollonia Milos’u karşısındaki Kimolos adasından ayıran boğazın kenarında yarım ay şeklindeki bir kumsalın kenarında kurulu bir köy. Bir ucundaki balıkçı barınağına giden yolun üstündeki tavernalardan birisinin önünde her daim bir kuyruk, tam sevdiğim tarz, yaşayan bir lokanta Gialos! Yemeklere gelince yeşil Barbayani eşliğinde tarama, kalamar, hatta kızarmış patates, ana yemekte de istakozlu spagetti çok lezzetliydi. Milos’un merkezi Adamandas, yüz yıl kadar önce Girit göçmenleri tarafından kurulmuş. Eski merkez ise Adamandas’ın sırtını dayadığı yamacın üstündeki Plaka ve hemen yanıbaşındaki Trypiti köyleri. Mandraki koyundaki Medusa adanın en iyi lokantalarından biri. Adamandas’a dönüş yolu üzerinde uğranılması gereken restoran ise Şef Vasilis Papikinos’un başta fırında domates soslu oğlak olmak üzere harika yemekler yaptığı kendi lokantası Alevromylos.Etkileyici derin maviMilos’ta 75 tane plaj olduğu söylenir. Bunların çoğu adanın güzey kıyılarında, maden zengini adanın rengarenk boyalı uçurumlarının altında uzanan ulaşımı zor plajlar. Buraları görmenin en iyi yolu Paliohori’den bir tekne tutup Kleftiko’ya kadar olan sahili kat etmek. O zaman yolda bembeyaz bir uçuruma tabiatın sarı ve kızılın tonlarında röfleler attığı Fyriplaka’da veya başka bir ücra koyda denize girebilir ve bir yolun sonunda tam bir tabiat harikası olan Kleftiko’yu görebilirsiniz. Kleftiko’da etrafımı hayranlık içinde seyrederken birden kitabımın yazarıyla samimileşerek “Lawrence sen herhalde buraya gelmedin” diyorum gülümseyerek…
Majesteleri evde olduğu zamanlar, günün ilk içkisini sabah 11’de alır. Bu, genellikle iki ölçek Dubonnet vermut ile bir ölçek cinden yapılan bir kokteyldir. İşte Buckingham Sarayı’nın lezzet tarihçesi...Bu haftaki konumuz 17’nci yüzyılda Hollanda’daki Leiden Üniversitesi profesörlerinden Franciscus Sylvius’un idrar sökücü olarak yarattığı bir iksirin oradan Buckingham Sarayı’na olan yolculuğu. Son yıllarda popülerliği süratle artan cin adını Flemenkçe “Jenever” kelimesinden alır ki o da bu içkinin damıtımı sırasında içine atılan “ardıç” anlamına gelir. Cin Hollanda kökenli bir içki olmasına rağmen Hollandalı William of Orange’ın İngiltere tahtını eline geçirmesi ve yeni tebalarına eski ülkesinin içkisini zorla içirmeye başlamasıyla İngilizler tarafından benimsenmiş, sevilmiş ve dünyaya bir İngiliz içkisi olarak yayılmıştır. Hal böyle olunca İngiltere kral ve kraliçelerinin cinden uzak kalmaları pek mümkün olmamıştır. Özellikle 65 yıldır İngiltere kraliçesi olan II. Elizabeth ile annesi, halkı tarafından pek sevilen Ana Kraliçe Elizabeth.Kraliçenin saraydaki hayatı kurallara bağlı ve yapılması gereken görevler tarafından kontrol altında olan, aslına bakacak olursanız zor bir hayat. Ama majesteleri bu kurallarla sarmalanmış hayatı daha yaşanır kılabilmek için günlük programına keyif anları koymayı da ihmal etmemiş. Örneğin majesteleri evde olduğu zamanlar ki bu, burada bahsi geçen ev Buckingham Sarayı oluyor, günün ilk içkisini sabah 11’de alır. Bu genellikle iki ölçek Dubonnet vermut ile bir ölçek cinden yapılan bir kokteyldir. Sonra öğlen yemeği öncesinde çok sek bir Cin Martini içer ki bu bilenler bilir, oldukça sert bir kokteyldir.Öğlen yemeği ise tabii ki şarapsız olmaz ve Kraliçe yemeğinin yanında ya da yemekten sonra bir parça çikolata ile bir kadeh şarabını yudumlar. Yatmadan önce ise ya pek sevdiği malt viskisinden, ya da bir kadeh roze Veuve Cliquot şampanyasından içer.İyi içer asla sarhoş olmazmışAma konu İngiltere Sarayı ve cin olunca Queen Mother, yani Ana Kraliçe’den bahsetmemek haksızlık olur. Savaş yıllarının kekeme olduğu için kendine pek güveni olmayan kralı VI. George’un arkasında olan kadındı Ana Kraliçe Elizabeth. Biyografisini yazan Lady Colin Campbell onu savaş yıllarında “Fransa’nın şarap bağları saldırı altındayken kendi saraylarının şarap mahzenlerine saldırırdı” diye anlattıktan sonra “hiç bir zaman tam ayık değildi, ama hiç bir zaman sarhoş da olmazdı” diyor. Ana Kraliçe’nin dünyanın gelmiş geçmiş en iyi cin içicilerinden biri olduğu söylenir. Onun da günlük programı kızı Kraliçe Elizabeth gibi sabah 11’de iki ölçek Dubonnet ile bir ölçek cinden oluşan kokteylle başlar, yemekte şarap, yemekten sonra da bir kadeh Port ile devam edermiş. Akşam 18:00 ise Ana Kraliçe için “sihirli saat” imiş, çünkü bu saatte Cin Martini içermiş. Akşam yemeğinde ise tercihi genellikle roze şampanya olurmuş. Günde ortalama sekiz tane içki içen Ana Kraliçe bu temponun getirdiği pembe yanaklarıyla 102 yaşına kadar yaşamış.Butik cin barları gitgide yayıldıAna Kraliçe cinin yaşadığı rönesansı göremeden öldü, ama sevgili içkisinin votkanın hakimiyetini kırıp tekrar en aranan içkiler arasına girmesini görmekten herhalde mutlu olurdu. 21’inci yüzyılın ilk yıllarında Londra’dan başlamak üzere birçok küçük üretici ardıç ile farklı otların, baharatların birlikteliğiyle hepsi birbirinden farklı, ilginç lezzetli cinler yapmaya başladılar. Bilinen cin üreticileri de bu akıma karşı kendi “butik” cinlerini üretmeye başladılar. Gene Londra’dan başlamak üzere dünyanın çeşitli şehirlerinde cin barları açılmaya başlandı. Londra’da örnekleri çok, ama yanıbaşımızdaki Atina’da bile listesinde yüzden fazla cin bulunduran Gin Joint gibi barlar açıldı. Ülkemizde daha örnekleri yok, ama ithal edilen cin markaları arasında Londra’daki yeni butik üreticilerden Sipsmith, İskoçya’nın isli malt viskileriyle ünlü Islay adasında damıtılan Botanist, gene İskoçya’dan Caoroon ve Hendrick’s gibi “yeni nesil” cinler ile eski üreticilerden Tanqueray’ın yeni cini “No. Ten” gibi cinler bulunabiliyor.
Uluslararası Bira Günü’nde biraseverler bir araya gelip birbirlerine bira ile ilgili hediyeler veriyorlar.2007 yılında Kaliforniya’da bir grup arkadaşın kendi aralarında başlattıkları bir bira günü on yıl içinde altı kıtada elliden fazla ülkeye yayılınca her yıl bütün dünyada kutlanan “Uluslararası Bira Günü”ne dönüştü. Bu günde biraseverler bir araya gelip bira içiyorlar, birbirlerine bira ile ilgili hediyeler veya zor bulunan biraları veriyorlar. Bira Günü’nün tarihi aslında ağustos ayının ilk cuma günü, ama biz bir grup birasever daha perşembe günü Frankie’de buluştuk. Konu bira olunca insan daha esnek olabiliyor ve “Avustralya Bira Günü’ne girdi, biraz önce Tayland da girdi” gibi bahanelerle kutlamalara bir gün önceden başlamak mümkün oluyor. Biz de Frankie’de öyle yaptık.Raf ömrü kısaldı lezzet arttıŞef baharatlı çıtır ekmekler, sirke ile turşulaştırılmış ayşekadın fasulye, karides ve bamya tempura gibi bira ile uyacağınıza karar verdiği başlangıçlar yapmış ve iyi de etmişti. Trüflü patates eşliğindeki şişko dana sosislerini de unutmamış olması memnuniyet vericiydi. Yaz sıcağında biranın yemekle çok iyi gittiğine karar verince ana yemekte de biraya devam ettik. Amerikalıların “Surf & Turf” dedikleri aynı tabağı birbirlerine değmeden paylaşan istakoz ile antrikot benim gibi talebelik yıllarını oralarda geçirmiş biri için güzel bir sürprizdi. Masamızda Efes Pilsen’in etiketlerinden tadına kadar yenilediği biralar vardı. Biraların raf ömrünü bir yıldan altı aya çekmiş olmalarının etkisi tada çok olumlu yansımış, Pastörsüz kıvamında taze ve şerbetçiotunun eskiye oranla kendini daha çok belli ettiği lezzetli bir bira ortaya çıkmış. Biraya acımtrak lezzetini veren şerbetçiotu, ki yeni öğrendim halk arasındaki diğer bir adı “bira çiçeği” imiş, ülkemizde, Bilecik’te yetiştiriliyor. Şerbetçiotu boyu 7 metreye kadar ulaşan bir bitki, kilomet-relerce araziye yayılan tarlaları etkileyici oluyor, biraya kattığı lezzet ise daha da etkileyici oluyor.Ülkemizde biranın özel sektör tarafından üretilmesi 1969 yılında arka arkaya Efes Pilsen ile Tuborg’un kurulmasıyla başladı. Bu iki şirket de neredeyse 50 yıldır bira içmemizi sağlamaya devam ettiler. Son yıllarda da yaptıkları yeniliklerle biraseverleri memnun ediyorlar. Öte yandan son on yılda ithalatın açılmasıyla bildiğimiz sarışın lager biraların dışında ale, IPA, stout gibi farklı biralarla tanıştık. İthal biralarda ne yazık ki çeşitli nedenlerden devamlılık olmuyor, ama genelde bakacak olursak biraseverler için biradaki durumumuz on yıl önceden çok daha iyi! Uluslararası Bira Günü’nü kaçırdım diyorsanız, önümüzdeki hafta, 8-12 Ağustos’da Londra’da Great British Beer Festival var. İngiltere olunca tabii başta Ale biralar ve son yıllarda “craft beers” olmak üzere yüzlerce birayı tadabileceğiniz bu festival her biraseverin hayatında hiç değilse bir defa gitmesi gereken bir bira ziyafeti. Bir de adı Oktoberfest, yani “Ekim Festivali” olmasına rağmen Eylül ayının sonunda Münih’te yapılan dünyadaki bira festivallerinin en ünlüsü var, Oktoberfest’te çeşit pek yok, ama keyif ve eğlence çok. Bu festivale sadece Münih Belediyesi sınırları içinde üretim yapan iki elin parmaklarından az bira üreticisi katılıyor ve festival için özel üretilen bira içiliyor. Ama ne içiliyor!O tamamen başka bir yazı konusu, zaten Oktoberfest’e de şurada bir buçuk ay kaldı, onu da o zaman yazarım.