Hizbullah ile PKK arasında yeniden gerginlik yaşıyor. Ve yıllar sonra iki grup arasına yeniden kan girdi. 5 Mayıs günü Hakkari Yüksekova’da gösteri düzenleyen PKK yanlısı bir grup Mustazaf-Der binasına saldırıp yaktı; derneğin başkan yardımcısı Ubeydullah Durna, grup içinden açıldığı ileri sürülen ateş sonucu hayatını kaybetti. Yüksekova’da yaşananlar bir dizi soruyu beraberinde getiriyor. Bunlardan bazılarını yanıtlamaya çalışalım: 1 İki grup arasındaki gerilimin sorumlusu kim? Tıpkı geçmişteki çatışmada olduğu gibi, bu seferki gerilimde de ilk kıvılcımı PKK tarafı çaktı. Daha önce de Güneydoğu’nun değişik yerleşim birimlerinde, Adana ve Mersin’de Hizbullah’a yakın olduğu söylenen bazı yasal kuruluşlara ve buralarda faaliyet yürüten bazı kişilere saldırılar olmuş, ama bunların hiçbiri son olayda olduğu gibi büyümemişti. 2 PKK Hizbullahçılara neden saldırıyor? PKK öteden beri Kürtler arasında kendisi dışındaki herhangi bir siyasi gücün varlığından hoşlanmaz, hele kendisine rakip olma potansiyeli taşıyan yapılar söz konusu olduğunda bunları şiddet yoluyla tasfiye etmeye gider ki bu konuda sadece Hizbullah örneğinde başarısız olmuştur. PKK’nın günümüzde yine Hizbullah’ı hedef seçmesi, bu grubun yediği bütün darbelere rağmen güçlü bir şekilde ayakta kalması ve son yıllarda bütün enerjisini yasal faaliyetlere vermesidir. Tabii PKK’nın, geçmişteki çatışma ortamı nedeniyle Hizbullah’a kin güdüyor olduğunun da akılda tutmak lazım. 3 Devlet bu çatışmanın neresinde? PKK’lılara göre Hizbullah geçmişte olduğu gibi bugün de devletle birlikte, devletin gözetim ve denetiminde ve devletin hesabına çalışıyor. Ama PKK’lıların gözünde geçmişin askerini (JİTEM vb.) günümüzde hükümetin kendisi ve bir ölçüde emniyet teşkilatı almış durumda. Bu nedenle Hizbullah’tan “derin AKP” olarak söz ediyorlar. Geniş kamuoyunda büyük infiale neden olan son Hizbullah tahliyelerini de, hükümetin kendilerine yönelik bir komplosu olarak algılıyorlar. Fakat PKK çevrelerinin Hizbullah-devlet ilişkileri üzerine yaptıkları değerlendirmelerin, dün olduğu gibi bugün de fazlasıyla abartılı olduğunu düşünüyorum. Ama bu abartı payına, Kürt kamuoyu nezdinde Hizbullahçılara saldırılarını meşrulaştırmak için ihtiyaçları olduğu da muhakkak. 4 Hizbullah’ın PKK’ya cevabı ne olacak? Hizbullah Yüksekova olayından sonra çok sert bir açıklama yaptı ve PKK’yı olayı aydınlığa kavuşturmaya ve failini ortaya çıkarıp cezalandırmaya çağırdı. Hizbullah yöneticileri ardından şu uyarıda bulundu: “Eğer gerçekten yaptıkları açıklamada samimi iseler, bunu yapar ve sonuçlarını hem bizimle ve hem de kamuoyu ile paylaşırlar. Bunu yapmadıkları takdirde, bizim yapma güç ve imkanlarımız vardır. Biz bu olayı tüm yönleriyle deşifre edeceğimiz gibi, bunun neticesinde misillemede bulunma hakkımızı saklı tutuyoruz.” Görüldüğü gibi 2001 Ocak ayındaki Gaffar Okkan suikastinden bu yana silahlı eylemlerden uzak duran Hizbullah 10 yıl sonra tekrar silaha başvurma ihtimalinin altını çiziyor. “Peki başvurur mu?” diye sorulacak olursa cevabım “Pekala başvurabilir, ama başvurmamak için elinden geleni yapar” olacaktır. Çünkü Hizbullah son 10 yılda yasal faaliyetleri temel alarak bambaşka bir örgüte dönüştü ve geldiği noktadan da, birtakım sorunlar olmakla birlikte, epey memnun. Gerek örgüt yönetiminin, gerekse tabanının çoğu, geçmişin o sert illegalite ortamına ve sürgit silahlı çatışma atmosferine dönmek istemiyor. 5 Gerginlik tırmanır mı? Normal şartlarda PKK ile Hizbullah’ın çatışma ne kelime, birçok konuda işbirliği ve ittifaka girmesi beklenirdi. Çünkü geçmişte birbirlerine taban tabana zıt olan bu örgüt son 10 yılda iyice yakınlaştılar. Örneğin PKK o eski kaba materyalist ve dini (İslamiyeti) dışlayan, karşısına alan dilini çoktan terk etti ve dindarlara çok açık ve pozitif mesajlar vermeye başladı. Buna paralel olarak Hizbullah da “tüm Türkiye’ye hitap etme” ısrarından vazgeçip bir Kürt hareketi olduğunu kabul etti, söyleminde Kürt sorununu iyice ön plana çıkartır oldu. Eğer bu iki güçlü örgüt geçmişte olduğu gibi amansız bir çatışmaya girerse, bu seferki daha kanlı ve tahripkâr olur. Örneğin Hizbullah’ın son açıklanmasında şöyle deniyor: “Özellikle yaşanan son şehadet olayı ile haddin aşıldığı, sabır ve tahammül sınırının çokça zorlandığı bir noktaya gelinmiştir. Bu durumda biz de tabanı ve gençleri kontrolde zorlandığımızı belirtmek isteriz. Böyle durumlarda istenmeyen ve arzulanmayan bazı olayların yaşanabileceği endişesi taşımaktayız. Ayrıca bu gelişmeleri ve ortamı fırsat bilen kimi provokatörler tarafından da bazı eylemler sergilenebilir.” Evet provokasyona son derece elverişli bir gerginlik yaşanıyor iki örgüt arasında ve sanılacağının aksine böylesi bir savaş sadece PKK ile Hizbullah’ın güç kaybetmesine neden olmaz, tüm Türkiye’ye çok ciddi zararlar verir.
Kastamonu saldırısının ardından bir kez daha PKK’nın, en azından içinden bazı unsurların, örneğin yönetici kadrodan bazı isimlerin eskiden “derin devlet” dediğimiz; bir süredir Ergenekon diye tanımlanan bazı odaklarla ilişkisi tartışılıyor. “Tartışılıyor” dememe aldanmayın, PKK’nın Ergenekon’la yoğun ilişki içinde olduğu iddiaları o kadar egemen ki farklı bir şey söylemek isteyenler ürküyor ve sessizliği tercih ediyor.Halbuki PKK’yı, buradan hareketle Kürt siyasi hareketini ve nihayet ülkemizdeki Kürt milliyetçiliği olgusunu daha iyi anlayabilmek için PKK’nın gündemi belirlediği her olayın ardında bir “Ergenekon parmağı” arama ucuzluğundan uzak durmak ve bu tavırla mücadele etmek şart. “Ucuzluk” diyorum çünkü bu tür analizleri yapmak çok ama çok kolay ve doğal olarak hiçbir kullanım değeri de yok.Evet, Ortadoğu gibi bir coğrafyada yıllarca varkalmayı bilmiş bir silahlı örgütün, gerek kendi ülkesindeki, gerekse yabancı birtakım güç odaklarından bütünüyle bağımsız olması kesinlikle mümkün değildir. Yine aynı şekilde, bu odakların dönem dönem böyle bir örgütü kendi çıkarları için kullanıyor olmaları da şaşırtıcı değildir. Ama dünyanın hiçbir yerinde, PKK gibi geniş bir kitle tabanına yaslanan ve onlarca yıl varlığını etkili bir şekilde sürdüren bir örgüt, onun bu tür odaklarla ilişkisi ya da ilişkisizliğiyle anlaşılamaz ve anlatılamaz.Son yaşanan çarpıcı bir örneği ele alalım: Tunceli’de çatışmada ölen PKK militanlarından dördünün cenazesi Diyarbakır’da onbinlerce kişinin katılımıyla kalktı. Eğer siz bu cenazeden çekilmiş fotoğraflara baktığınızda, orada kadını-erkeği; yaşlısı çocuğuyla onbinlerce kişiyi ve onları biraraya getiren nedenleri ve motivasyonları görmez de bunun arkasındaki odakları ve onların emellerini aramaya kalkarsanız bir adım bile ileri gidemezsiniz.Ergenekon mağdurlarıPKK’nın, dolayısıyla Kürt siyasi hareketini Ergenekon güdümünde olarak tarif etmeye çalışmanın doğurduğu çok önemli bir çelişkinin de altını çizmek gerekir: Türkiye’de “derin devlet” denildiğinde akla ilk olarak Kürt sorunu, Güneydoğu’daki zulümler, yargısız infazlar vs. gelir. Buna karşılık Ergenekon soruşturması bugüne kadar “Fırat’ın doğusuna” ciddi olarak uzanabilmiş değil.Ergenekon soruşturmasının ilk safhaları Güneydoğu ne derece güçlü bir heyecan yaratmıştı. Fakat faili meçhullerin ortaya çıkarılması yönünde ilk başlarda yürütülen kimi kazılardan pek bir şey çıkmaması ve bir süre sonra işin ucunun bırakılması Kürtlerde çok derin bir hayal kırıklığı yarattı. Buna ek olarak her türlü hak arayışlarının karşısına “Ergenekon’un ekmeğine yağ sürmeyin” diye karşı çıkılmasının, bu kesimlerin söz konusu soruşturmaya bakışlarını bir ölçüde değiştirdiği söylenebilir.Özetleyecek olursak: Ergenekon gibi yapıların birinci derecede mağduru olmuş kişilerin yaralarını sarmayıp, saramayıp, üstüne aynı kişileri bilerek ya da bilmeyerek Ergenekon çizgisinde olmakla suçlamak pek doğru bir davranış olmasa gerektir.
Öncelikle, Kastamonu’daki saldırıyı PKK dışındaki herhangi bir gücün gerçekleştirmiş olabileceğini düşünmüyorum. Zaten fazlasıyla zorlama komplo teorilerini bir kenara bırakacak olursak, olayın ardında PKK’nın bulunduğu yolunda genel bir mutabakatın oluştuğunu da görüyoruz. Bununla birlikte, büyük bir çoğunluğun benimser göründüğü “PKK’lı ama örgüt merkezinden bağımsız hareket eden militanlar” tezi bana fazla makul görünmüyor. Aslına bakılacak olursa PKK tarihinde sözünü ettiğimiz tezin geliştirilmesini mümkün kılan nice olay yaşandı. Hatta Abdullah Öcalan başta olmak üzere, değişik dönemlerde değişik PKK yöneticileri genel olarak geniş kamuoyunu fazlasıyla rahatsız eden bazı sansasyonel eylemlerin kendi bilgileri dışında kotarılmış olduğunu itiraf ettiler. Yine de bu “itiraf”ların ne derece samimi olduğu kuşkuludur. Kaldı ki PKK yöneticilerinin, ummadıkları sonuçlara yol açan kimi eylemler için “bize haber vermediler ama bizimkiler yapmış” demelerinin bir yerden sonra hiçbir anlamı yok.PKK’nın, içindeki bazı grupların merkezden bağımsız eylemler yapabildiği bir örgüt olduğu doğrudur. Yine PKK’nın, en azından bazı kollarının, kimi iç ve dış güç odaklarının sızıp yönlendirmesine son derece açık olduğu da doğrudur. Ama bütün bunlara rağmen Başbakanlık konvoyuna saldırının örgütün merkezinin bilgi ve onayı, hatta talimatı kapsamında gerçekleştirilmiş olduğu kanısındayım.Misillemeden ötePeki PKK bu saldırıyı neden yapmış olabilir? Hiç kuşkusuz akla ilk olarak, son günlerde yoğunlaşan bazı askeri operasyonlar ve Tunceli’de 7 militanın öldürülmesi geliyor. PKK’nın defalarca ilan etmiş olduğu “ateşkes”, “eylemsizlik” ve “çatışmasızlık” kararlarının, yine örgüt tarafından, genellikle “misilleme” gerekçesiyle delindiğine tanık olduk. Bu sefer de öyle olacağa benzer.Ama bunun sıradan bir “misilleme” olduğunu düşünmek yanlış olacaktır. Her şeyden önce seçilen hedef son derece sembolik: Her ne kadar kendisi aralarında olmasa da Başbakanlık konvoyu. Hedef sembolik olunca misillemenin ötesinde bir amaç aramak gerekecektir. Bu bağlamda iki noktanın altını çizmek istiyorum:1) Gerek çok güçlü bir aday listesi çıkarması, gerekse YSK vetosuyla bütün ilgileri üzerine toplaması nedeniyle son günlerde Kürt siyasi hareketi denilince akla esas olarak BDP gelmeye başladı ve PKK hayli gölgede kaldı. Dolayısıyla son saldırıyı, PKK’nın kendini hatırlatması, kendisinin şu ya da bu şekilde dışlanmasına yanaşmayacağının ilanı olarak görebiliriz.2) İlk bakışta bu saldırının, devletle düzenli bir şekilde görüşen Öcalan’ı zor durumda bırakabileceği düşünülebilir. Fakat son avukat görüşmelerinden dışarıya yansıyanlara bakıldığında Öcalan’ın görüşmelerin gidişatından pek memnun olmadığı ve PKK kartını hep elinde tuttuğu anlaşılıyordu. İşte PKK bu saldırıyı pekala Öcalan’ın elini güçlendirmek için yapmış olabilir.İpotek kalkmıyorPKK’nın bu tür beklenmedik ve aşırı ölçüde sansasyonel saldırıları düzenlemesinden en büyük zararı hiç kuşkusuz tüm Türkiye görüyor. Zaten kırılgan olan “iç barış”ı iyice tehlikeye atan bu saldırıların yasal Kürt siyasi hareketini de çok zor durumda bıraktığı da ortadadır. Kürt sorunuyla ilgili olarak gözler sandığa çevrilmiş ve 12 Haziran’dan sonra oluşacak olan BDP Meclis Grubu’nun performası merakla beklenirken, PKK, bu saldırıyla, yasal hareket üzerindeki ipoteğini kaldırmaya kolay kolay razı olmayacağını bir kere daha göstermiş oldu. Bakalım 12 Haziran’da seçilecek olan BDP destekli adayların bu ipoteği kaldırmaya güçleri yetecek mi?
Usame bin Ladin’in (UBL) öldürülmesiyle birlikte El Kaide’yi nasıl bir geleceğin beklediği sorusu iyice öne çıktı. Şu ana kadarki tartışmalar, aslında El Kaide hakkında çok da fazla bir şey bilmediğimizi gözler önüne seriyor. Ne El Kaide’nin an itibariyle nasıl bir şebeke olduğunu; kollarının nereye uzanıp nereye uzanamadığını; ne UBL’in El Kaide içindeki gerçek konumunu; ne de onun ölümünün ardından El Kaide’de nasıl bir liderlik yapılanmasına gidileceğini biliyoruz.Bu bilgi eksikliğinin, bilgisizliğin temel nedeni ilgisizlik. Çünkü 11 Eylül’ün ardından Madrid, Londra, Bali, İstanbul gibi yerlerde çok sansasyonel eylemlere imza atmış olan (ki bu eylemlerden bazılarının El Kaide ile doğrudan ilişki içinde olmayan kişi ve gruplar tarafından yapıldığı ileri sürülüyor) bu uluslarötesi şebeke ne zamandır bir suskunluğa gömülmüştü. Aslına bakılacak olursa söz konusu olan “suskunluk” değil köklü bir “strateji değişikliği”ydi, “küresel”den, tekrar “ulusal”, “bölgesel” ve “yerel” cihada dönüştü. Bugünden bakıldığında bu değişikliğin El Kaide açısından son derece yanlış olduğunu söyleyebiliriz.Şöyle ki El Kaide’nin başarısının sırrı, o ana kadar “ulusal”, “bölgesel”, hatta “yerel” sınırlara hapsolmuş ve geçici Taliban iktidarını saymazsak, hiçbir yerde kalıcı sonuçlar alamayan “cihad” anlayışına 11 Eylül’le birlikte küresel bir boyut katmasında yatıyordu. Kenya ve Tanzanya’da Amerikan büyükelçiliklerinin havaya uçurulması, Yemen’de Amerikan zırhlısına yönelik saldırı gibi eylemleri 11 Eylül’ün provaları olarak görebiliriz. Bali, İstanbul, Madrid, Londra gibi yerlerde düzenlenen intihar eylemleri de El Kaide’nin istediği zamanda, istediği yerde, istediği şekilde saldırabileceği yolundaki imajını iyice güçlendirmişti. El Kaide’nin Batı karşısında gücünü esas olarak nerden aldığını, örgütün bir yöneticisi mealen şöyle açıklamıştı: “Bizim insanlarımız ölmek, şehit olmak için ellerinden geleni yaparken sizin insanlarınız ölmemek için her şeyi yapıyorlar.” Hiç kuşkusuz El Kaide’den önce de “intihar eylemleri” vardı, ama UBL ve kurmayları “intihar eylemleri”ni küreselleştirdiler, işin içine en ileri teknolojileri ve kimi zaman deha derecesinde yaratıcılıklarını kattılar ve bütün bunların sonucunda beklenmedik bir başarıya ulaştılar.Dönüm noktası: IrakFakat bir aşamadan sonra El Kaide inişe geçti. Bu inişin temelinde, yukarda da değindiğim gibi, “küresel cihad” anlayışının ikinci plana itilmesinin, hatta unutulmasının ve yerine eski tip “ulusal”, “bölgesel” ve “yerel” cihadlara dönülmesinin yattığını düşünüyorum. Bu bağlamda Irak’ın işgali El Kaide için tam bir dönüm noktası olmuştur. Amerikalıların Kürtler ve Şiileri tercih etmesi üzerine Sünni Araplarda yaşanan derin memnuniyetsizliği kaçırılmayacak bir fırsat olarak gören El Kaide elindeki imkanların birçoğunu buraya akıttı. Bunun sonucunda, Ebu Musab el Zerkavi liderliğindeki El Kaide güçleri başlangıçta Irak’ta epey mesafe aldılar ama gerek Sünni aşiretlerin bir kısmının, Türkiye’nin de dahil olduğu bazı dış güçlerin de telkiniyle yeni sisteme entegre olmaları, gerekse Haziran 2006’da Zerkavi’nin öldürülmesiyle etkilerini yitirdiler. Sonuçta Irak, işgalci Amerikalılar için kısmen, ama buradan bir “şeriat devleti” çıkarma hayaline kapılmış olan El Kaide için tamamen bir hüsran oldu.Benzer bir gelişme Afganistan’da ve daha çarpıcı bir biçimde Pakistan’da yaşandı. Pakistan’da yaşanan her türlü kutuplaşmanın kendilerine yaradığını düşünen ve mevcut istikrarsızlığı daha da tırmandırmaları halinde bu ülkenin en azından bazı bölgelerinde iktidara gelebileceklerini (veya kendilerine yakın bazı İslamcı grupları iktidara taşıyabileceklerini) düşünen El Kaideciler yine hüsran yaşadı.Bitirirken şu noktanın altını çizmek isterim: El Kaide kolay kolay ortadan kaybolacak bir örgütlenme değil. En önemlisi, yaşadıklarından ders çıkarmayı bilen son derece iyi yetişmiş çok sayıda kadroya sahip. İşte bu ekip eğer yeniden “küresel cihad” anlayışına dönüş yaparsa o zaman tüm dünya yeniden El Kaide’yi dert edinebilir.
Usame bin Ladin’in öldürülmesi pek çok soruyu beraberinde getirdi. Bunlardan öne çıkan bazılarını cevaplamaya çalışalım:1-El Kaide neden uzun zamandır sessiz ve pasifti?Aslında El Kaide’nin sessiz ve pasif olduğu söylenemez. Bu uluslarötesi şebekenin bir süredir, özellikle Irak işgalinden sonra, “küresel” değil de “yerel”, “bölgesel” veya “ulusal” düzeyde faaliyetlere ağırlık vermiş olması böylesi aldatıcı bir görüntüye neden oldu. El Kaide’nin cihadını Batı topraklarından İslam dünyasına taşımasının büyük bir stratejik hata olduğunu söyleyebiliriz. El Kaide, son yıllarda Irak, Pakistan, Afganistan gibi yerlerde çok güçlü eylemler düzenledi ancak eskisi kadar önemsenmedi; Batı için birinci derecede tehdit olmaktan çıktığı düşünüldü.2-Ladin’den sonra El Kaide’yi nasıl bir gelecek bekliyor?Önce bin Ladin’in yerini kimin alabileceğine bakacak olursak, akla ilk olarak Mısırlı doktor Eymen el Zevahiri geliyor. Ama El Kaide içinde liderliği üstlenebilecek başka isimlerin olduğu da muhakkak. Hatta bin Ladin’in ailesinden bir isim de söz konusu olabilir. Esas önemli olan, El Kaide’nin bu ölümün ardından nasıl bir çizgi izleyeceğidir. Bu uluslarötesi şebekenin son yıllardaki durumu hakkında o kadar az şey biliyoruz ki bu noktada bir öngörüde bulunmak neredeyse imkansız. Şahsen El Kaide’nin uzunca bir süredir, belli bir merkez ve lider tarafından yönetilen bir şebeke olmaktan çıktığını düşünüyorum. Bin Ladin ve çevresinin esas olarak El Kaide çizgisini benimseyen irili ufaklı gruplara birtakım yönelimler ve öneriler sunduğunu, ama kararların her grup tarafından bağımsız olarak alınıp hayata geçirildiğini düşünmek için elimizde pek çok neden var. Burada Afganistan, Pakistan ve bir ölçüde Irak’ı istisna tutabiliriz. Bin Ladin ve etrafındaki çekirdek kadro bu ülkelerle özel olarak ilgileniyorlardı. Dolayısıyla bin Ladin’in ölümü en çok bu ülkelerdeki durumda ciddi değişiklikle yol açacaktır.3ABD başta olmak üzere Batı ülkelerinde misilleme eylemleri olur mu?Amerikan vatandaşları nasıl sevindiyse, özellikle İslam dünyasında ve Batı’da yaşayan Müslümanlar arasında bin Ladin’in ölümüne üzülen çok sayıda kişinin bulunduğu kesin. Bunların arasından Batılı hedeflere fevri saldırılar düzenlemek isteyenler çıkabilir ve istihbarat servislerinin denetim ağları dışında olanlar bu açıdan kısmi başarılar da elde edebilirler. Ama önemli olan örgütlü grupların ve tabii ki El Kaide merkezinin ne yapacağıdır. Aslına bakılacak olursa El Kaide gibi bir şebekenin, tıpkı 11 Eylül’de olduğu gibi Batılı hedeflere saldırması için herhangi bir bahaneye ihtiyacı yok. Şartlar olgunlaştığında ve hazırlıklar tamamlandığında her an her yerde saldırı düzenleyebilecek bir yapıdır El Kaide. Eğer bir süredir hazırlığı yapılmakta olan sansayonel bir eylem varsa, bunun bin Ladin’in anısına hızlandırılması pekala söz konusu olabilir. Ancak normal şartlarda etkili bir misillemenin zaman alacağını düşünebiliriz. Şurası muhakkak ki, bin Ladin’in ölüm yıldönümleri bundan böyle tüm dünyanın alarma geçtiği günler olacak.4 -ABD “teröre karşı savaş”ı kazandı mı?Öncelikle şunu vurgulayalım: Başkan Bush’un, 11 Eylül’ün ardından “teröre karşı savaş” ilan etmesi son derece yanlıştı. Ortada elle tutulur, gözle görülür bir ordu olmadığı için ABD’nin düşmanının Müslümanlar olduğu yolunda bir algı tüm dünyaya hakim oldu ki bunun yaratmış olduğu travmaların etkileri yıllarca süreceğe benziyor. Bush’un beceremediğini, “barışçı” bir imajla iktidara gelen, bazı rakipleri tarafından terörle mücadeleyi sekteye uğratacağı söylenen, hatta hakkında Müslüman olduğu söylentileri çıkarılan Obama başardı. Ancak yaklaşık 10 yıl sonra bin Ladin’in öldürülmesiyle bir zafer kazınılmış olunmaz, olsa olsa bir intikam alınmış olur. Eğer bundan sonra doğru adımlar atılmazsa bin Ladin’in öldürülmesi “küresel cihad” anlayışının sonu değil, tam tersine yepyeni ve taze bir başlangıcı haline gelebilir.5 -Bin Ladin’in ölümü Ortadoğu’daki ayaklanmaları nasıl etkiler?Eğer bu ölüm, Washington’un temenni ettiği gibi El Kaide ve benzeri yapılara öldürücü bir darbe anlamına geliyorsa söz konusu ayaklanmaların önü iyice açılacak demektir. Şöyle ki hemen hemen tüm ülkelerde İslamcılar, muhalif hareketlerin asli unsurları arasında yer alıyorlar ve içlerinde hatırı sayılır oranda radikal unsurlar da bulunuyor. İşte birçok Batılı devlet, bildikleri otoriter/totaliter rejimlerin yerlerini radikal İslamcı rejimlere bırakma ihtimalinden hayli ürküyorlardı. Bin Ladin’in ölümünün ardından Batılı devletlerin bu kaygıları iyice azalabilir ve onların vereceği desteklerle muhalefet hareketleri daha hızlı bir şekilde başarıya ulaşabilirler.
Dün Taksim Meydanı’nda ne biber gazı sıkıldı, ne tekmeler atıldı ne de coplar konuştu. Aksine yüz binler, tam bir bayram havasıyla coştu. Her 1 Mayıs’ta alışık olduğumuz ve korkuyla beklediğimiz sahneler artık tarihe karıştı. İşçisi, emekçisi, türbanlısı, laiki, liselisi, üniversitelisi, sağcısı, solcusu, hükümeti, muhalefetiyle tüm Türkiye bayram etti! Dün Taksim’de gördüklerim, düşündüklerim, hissettiklerim... İlk 1 Mayıs gösterisine, bundan tam 35 yıl önce katılmıştım. Yer yine Taksim Meydanı’ydı ve ben 14 yaşında bir ortaokul öğrencisiydim. Hem o gün, hem bir yıl sonraki kanlı 1 Mayıs’ta, hem de onun ardından aynı yerde yapılan 1978 1 Mayıs’ında da neredeyse emekçiler kadar gençler vardı. Normal olarak 1 Mayıs’a “sol” rengi emekçilerin vermesi gerekirken 1970 sonlarında bunu gençler yapıyordu. ‘Amip gibi çoğalan’ sol Dün Taksim’de, 35 yılda çok fazla bir şeyin değişmemiş olduğunu gördüm: Geçmişe kıyasla “orta yaşlı”ların sayı ve oranı bir nebze artmış gözükse de radikal sol gruplar, yine gençler üzerinden yükseliyordu. Bu arada şu noktanın altını çizelim: Her 1 Mayıs’a daha fazla gencin katılıyor olması, “sağ-sol bitti”, “sosyalizm öldü” gibi klişelerin hiç de gerçeği yansıtmadığını gösteriyor. Dün Taksim’de, solun “amip gibi çoğalma” özelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olduğunu bir kez daha gördüm. “Sosyalist”, “devrimci”, “halk”, “özgürlük”, “işçi”,“emekçi” gibi kavramlarla “parti”, “federasyon”, “dernek”, “platform”, “cephe” gibi kavramların yan yana getirilmesiyle bir dizi birbirinden farklı oluşum vücuda getirilmiş. Dün Taksim’de, 1970’lerden farklı olarak, kimi birbirine taban tabana zıt sol grupların pekala kavga etmeden yan yana bulunabildiklerini gördüm. “Yan yana”ydılar ama “bir arada” oldukları pek söylenemezdi. Yine de, kuşkusuz farklı anlamlar yükledikleri 1 Mayıs’ı aynı anda ve aynı yerde birlikte kutlamayı, diğer bir deyişle birbirlerine tahammül etmeyi öğrenmiş olmaları da ciddi ve olumlu bir gelişmedir. Dün Taksim’de, tıpkı geçen 1 Mayıs’ta olduğu gibi, yıllardır görmediğim birçok kişiyle karşılaştım ve birbirimizin bayramını kutladık. Bunların bir bölümü, 1970’lerdeki yol arkadaşlarımdı; diğer bölümüyse 1970’lerin sol içi çatışma atmosferinde birbirimize hiç de iyi bakmadığımız kişilerdi. Örneğin Galatasaray Lisesi’nde okurken epey kapıştığımız Türkiye İşçi Partili arkadaşlarımla hasretle kucaklaştık ve onlarla birlikte bir süre Behice Boran pankartı arkasında yürüdüm. Kavgaya değil, şenliğe... Dün Taksim’de, 1970’lerde, tam da sol hareketin sahici bir alternatif olarak ortaya çıktığı bir dönemde, kimi Moskova’nın, kimi de Pekin’in stratejik çıkarlarını savunma adına Türkiye’nin solcularını birbirine kırdıranlar aklıma geldi. O tarihlerde birbirlerine “sosyal faşist” ve “Maocu bozkurt” diye savaş açan bazı “ağır abilerin”, yıllar sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi “kanka” olmalarına ve solu herşeye rağmen yaşatmaya çalışanlara karşı elbirliğiyle mücadele yürütmelerine lanet okudum. Dün Taksim’de 1 Mayıs’ın bir bayram olduğunu yaşadım ve gördüm. Tam da Türkiye’nin hak ettiği bir bayram. Normal olanı da buydu. 1970’li yıllarda 1 Mayıs’lar, ağır çatışma atmosferi ve iç ve dış derin odakların sola karşı komploları nedeniyle çok gergin geçerdi. Nitekim 1977’de bu odaklar çok büyük bir katliama imza attılar. Ama artık Türkiye büyük ölçüde normalleşti ve tıpkı geçen yıl olduğu gibi dün de 1 Mayıs’a gelenlerin çoğunluğu “kavga”ya değil “şenlik”e gelmişlerdi. Keşke onlar da burada olsaydı Dün Taksim’de, şu ya da bu bahaneyle 1 Mayısları yasaklayan egemen güçlerin Türkiye’ye neler kaybettirmiş olduklarını düşündüm. Tabii bir de, bütün baskı ve yasaklara rağmen 1 Mayıs bilincini ortadan kaldıramamış olduklarını. Hiç tartışmaya gerek yok: İki yıldır Taksim’de yaşanan 1 Mayıslar kimlerin kazanıp kimlerin kaybettiğini bizlere gösteriyor. Dün Taksim’de bir grup meslektaşımızla birlikte yürüdük. Ellerimizde Ahmet Şık ve Nedim Şener’in resimleri, üstümüzde basın özgürlüğünü sembolize eden tişörtler ve önümüzde “Yansak da dokunacağız” pankartı. Keşke onlar da bu 1 Mayıs’ta aramızda olsalardı. Artık seneye! Son bir not: Tanıyanlar bilir: Nedim fazla politize bir meslektaşımız değildir, ama Ahmet çok erken yaştan beri sıkı bir sosyalisttir. Bazı “demokrat” iddialı kalemşorların son dönemde Ahmet’i itibarsızlaştırma gayretlerinin altında iliklerine işlemiş bu solcu düşmanlığı yatıyor. Onları kötücül duygularıyla başbaşa bırakıp bizler bayramımızı kutlamaya devam edelim.
Yaklaşık 25 senedir bir gazeteci olarak genel ve yerel seçimleri, halk oylamalarını izlerim. Bu seçimler kadar heyecansız, coşkusuz ve gürültüsüz bir seçim hatırlamıyorum. Kuşkusuz 12 Haziran yaklaştıkça tansiyon yükselecektir ancak yine de 1991, 1995, 2002 ve 2007 genel seçimlerinin, 1994 yerel seçimlerinin atmosferini yakalamanın mümkün olacağını sanmıyorum. Bu seçimleri bir ölçüde, seçmenin önüne iki sandığın birden konulduğu ve DSP ile MHP’nin zaferle çıktığı 1999 seçimlerine benzetebiliriz. 28 Şubat sürecinin gölgesinde yapılan 1999 seçimlerinin nispeten sönük geçmesinin nedeni, kapatılan RP’nin yerini alan Recai Kutan liderliğindeki Fazilet Partisi’nin son derece ürkek bir kampanya yürütmesiydi. Yine de askeri vesayetin gölgesindeki 1999 seçimlerinde, başörtülü adaylar gibi heyecan çıtasını yükselten olaylar vardı, bugün o da yok.Peki neden heyecan yok? Bunun önde gelen nedenlerinden biri, muhalefet partilerinin kampanyalarını “ideolojik-politik” zeminlere oturtmaması olabilir. Hatırlanacaktır, 2007 genel ve 2009 yerel seçimlerinde CHP ve MHP “terör” konusunu fazlasıyla öne çıkarmışlardı; CHP buna fazladan laiklikle ilgili konuları eklemişti. Bu seçimlerde MHP yine belli ölçülerde terör konusunu işlemeye çalışıyor ama gerek medyanın ilgisizliği, gerekse CHP tarafından bu noktada yalnız bırakılmış olması nedeniye sesi fazla duyulmuyor. Laiklik “out”Ama hiç tartışmasız bu seçim kampanyasında tansiyonun aşağılarda seyretmesinde, Kılıçdaroğlu liderliğindeki “yeni” CHP’nin laiklik hassasiyetlerini dile getirmemesi (veya öne çıkarmaması) birinci derecede rol oynuyor. Kılıçdaroğlu’nun bu stratejisinin AKP’nin hoşuna gitmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz, çünkü ne zamandır belki de ilk kez bu seçimlerde muhafazakâr seçmene “bunlar bize dindar olduğumuz için karşı” deme şansına sahip olamayacaklar.Aslına bakılacak olursa seçim kampanyası Güneydoğu’da hayli heyecanlı geçiyor. BDP zaten “sivil itaatsizlik” eylemleriyle seçim kampanyasına çoktan start vermişti. Üstüne YSK’nın dört gün ömürlü vetoları eklenince bölgede, hatta büyük şehirlerde gerilim iyice tırmandı. Tam bunu atlattık derken güvenlik güçleri, durup dururken KCK operasyonlarını sürdürmeye karar verdiler. Medya çok fazla görmek ve göstermek istemiyor ama Güneydoğu bu seçimlere tam anlamıyla istim üzerinde giriyor. MHP’nin durumuBaşlıktaki soruya dönecek olursak; bu seçim kampanyasının sönük geçmesinin temel nedeni, AKP, CHP ve bir ölçüde MHP’nin ülkenin yakıcı siyasi sorunları hakkında çok söz söylememeleri, belki de söyleyememeleridir. Örneğin 12 Haziran sonrasında ortaya çıkacak Meclis’in “yeni ve sivil” bir anayasa yapacağı konusunda nerdeyse bir görüşbirliği var, fakat bu anayasanın nasıl olması gerektiği konusunda, özellikle “kırmızı çizgiler” söz konusu olduğunda tam bir suskunlukla karşılaşıyoruz.Bu suskunluğun bir nedeni, yanlış yapma ve böylece belli bir seçmen kitlesini ürkütme kaygısıysa, acaba bir diğeri de yarışan büyük partilerin sandığa yönelik çok büyük hayalleri olmaması mıdır?Çünkü anketler ne der bilinmez ama kamuoyunda bu seçimlerde mevcut Meclis aritmetiğinin pek fazla değişmeyeceği yolundaki kanı giderek güçleniyor. Burada kritik nokta MHP’nin yüzde 10 barajını aşıp aşamayacağıdır ki AKP’nin bu seçim kampanyasını MHP’yi barajın aşağısına çekmek üzerine inşa edeceği yolundaki iddiaları doğrulayacak pek bir şeye tanık olmadık, en azından şimdilik.
Suriye’de muhalefetin Baas rejimini temelinden sarsmasıyla birlikte zaten berrak olmayan kafalar iyice karıştı. Aslında Suriye’yi 1963’ten beri otoriter bir şekilde yöneten Baas Partisi’ni pek seven yok. Benzer bir şekilde, “reformcu oğul lider” imajı son günlerde tarihe karışan Başar Esad’ın da çekip gitmesiyle 1970’ten beri süren Esad hanedanının sona ermesine de çok fazla itiraz eden çıkmaz. Fakat Baas ve Esad’dan sonra neyin geleceğinin belirsiz olması ciddi kaygılara yol açıyor. Bir de tabii Suriye’de yaşanan ve yaşanacak her türlü kaostan en fazla İsrail devletinin istifade edecek olması, normal şartlarda Suriye muhalefetine arka çıkması beklenen pek çok kişi, çevre ve odağı tereddüte sevk ediyor.Başlıktaki “Suriye mi, İsrail mi?” sorusunu daha sık duyacağa benzeriz. Tıpkı 1. Körfez Savaşı öncesi “Baba Bush mu, Saddam mı?”, Afganistan operasyonu sırasında “Batı mı, El Kaide ve Taliban mı?”, Irak işgali sırasında “Oğul Bush mu, Saddam mı?” sorularını duyduğumuz gibi. Geçmişteki sorular yanlıştı, çünkü bize kötüler arasından “en az kötü”yü seçmemiz dayatılıyordu. Halbuki hem Saddam’a, hem Bushların ikisine birden; hem Taliban ve El Kaide’ye, hem NATO operasyonuna karşı çıkmak pekala mümkündü. Bu tür sert olaylarda taraf tutmamayı “gerçekçi değil” diye küçümseyenlerin bizlere “gerçekçi” ve “makul” olarak sundukları askeri operasyonlar ve işgallerin, yaşanan insanlık acılarını çözmedikleri gibi halklara yeni felaketler getirmiş olduklarını da gördük.Amaç mı, araç mı?Suriye konusunda da bu tür “gerçekçiliğe çağrı” numaralarına kanmamak pekala mümkündür. Bu açıdan öncelikle “Suriye mi, İsrail mi?” sorusunun son derece yanlış olduğuyla işe başlayabiliriz. Evet, “Esad giderse Filistin halkı iyice yalnız kalır ve bundan en fazla İsrail kârlı çıkar” şeklindeki uyarılar bir ölçüde haklı olabilir, ama Baas rejiminin gitmesini isteyenler, bir ülke olarak Suriye’nin kapıya kilit vurmasını ve anahtarı da İsrail’e teslim etmesini istiyor değiller ki! Eğer Baas rejimi sona erer ve burası bir şekilde demokrasiyle tanışırsa, Suriye halkı yine Filistin davasının savunuculuğunu ve İsrail’den, işgal etmiş olduğu topraklarını geri alma mücadelesini sürdürebilir.Diğer bir deyişle, Filistin davası Baas Partisi ve Esad ailesinin tekelinde değildir. Hatta onların yıllardır bu davayı bir “amaç” değil de bir “araç” olarak görüp kullandıklarını; daha ileri gidip, Filistin halkının maruz kaldığı zulmü ön plana çıkarıp kendi halklarına reva gördükleri zulümleri meşrulaştırmaya çalıştıklarını söyleyebiliriz. Sonuç olarak, Suriye’de otoriter rejimin sona erip yerini demokrasiye bırakması halinde Ortadoğu’da ve dolayısıyla Filistin sorununda belli bir normalleşme yaşanacağı da kolaylıkla ileri sürülebilir ve bu durum kesinlikle Filistin halkının lehine gelişmelere kapı aralar.Kürt sorunu boyutuDün Esad’ın gitmesi halinde Suriye Kürtlerinin güçleneceğini, onlar arasında iyi bir şekilde örgütlenmiş olan PKK’nın da bu durumdan istifade edeceğini, bütün bu muhtemel gelişmelerin de AKP hükümetini kaygılandırdığını yazmıştım. Kimilerinin bu objektif değerlendirmeden hareketle “Türkiye için en iyisi Esad” şeklinde akıl yürüttüklerini görüyorum.Yanlış yapıyorlar. Çünkü Suriye’ye de er ya da geç demokrasi gelecek ve bıundan doğal olarak Kürtler de yararlanacak. Suriye için söz konusu olan bu demokratikleşmeyi geciktirmenin Türkiye’nin çıkarına olduğunu düşünenleri, kendi ülkemizdeki Kürt realitesini görmezden gelmenin bizlere yüklediği ağır faturayı görmeye davet ediyorum. Bir de tabii Ankara’nın çok uzun bir süre Irak Kürdistan Federe Yönetimi’ni görmezden gelip sonra en üst düzeyde bu oluşumu tanımak zorunda kaldıklarını hatırlatırım.Tıpkı Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de Kürtler hak ve özgürlüklerine kavuşmalı; onlara İran Kürtleri de eklenmeli ki Ortadoğu’da Kürt sorununu barışçıl ve demokratik yöntemlerle çözme kanalları açılabilsin.