Aslında, uzun olmasa, başlıkta “bu tıkanıklık ve onun doğurduğu gerilim nasıl aşılacak?” diye sormak daha isabetli olurdu. Tabii ki Kürt sorunundan, bir süredir bu konuda yaşanan tıkanıklıktan ve onun doğurduğu gerilimden söz ediyorum. Ama bu tartışmaya girişmeden önce Başbakan Erdoğan’ın MHP kasetleri hakkındaki yeni tutumu üzerine birkaç söz söylemek isterim.Evet, AKP Lideri nihayet MHP yöneticilerinin özel hayatlarıyla ilgili gizli kayıtların şantaj amaçlı kullanımını “çirkin ve tehlikeli bir oyun” olarak niteledi ve bunun arkasında bazı “çeteler” olduğunu ileri sürdü; kasetlerden dolaylı olarak CHP ile Ergenekon’u sorumlu tuttu.Erdoğan’ın gösterdiği adresin ne derece doğru olduğu tartışmasını bir kenara bırakalım, özel hayatların gizlice kaydedilmesi yoluyla siyasi şantaj yapılmasını “çirkin ve tehlikeli” olarak tanımlamasının olumlu olduğu kesindir. Keşke bu tavrı daha şantajın ilk günlerinde alsaydı. Belki o zaman şantajcılar, yaptıklarının yanlarına kâr kalmayabileceği ve hatta deşifre olup koğuşturmaya uğrayabilecekleri endişesiyle bu kadar cüretkâr olmaz ve 10 MHP yöneticisinin (dolayısıyla MHP’nin ve hatta genel seçimlerin) kaderiyle fütursuzca oynayamazlardı.Başbakan Erdoğan daha ilk günden bu doğru tavrı almak, yani şantajcıları çok açık ve net bir şekilde karşısına almak yerine, MHP’yi ve özel hayatları didiklenen siyasetçileri eleştirmeyi tercih etmişti. Onun her miting meydanında “eline, beline, diline...” diye cümleler kurmasının şantajcıları hayli memnun etmiş olduğunu kestirmek güç değildir.Neyse, zararın neresinden dönülse kârdır diyelim ve Başbakan’ın bu açık tavır alışının ardından adliye ve güvenlik güçlerinin şantajcıları bir an önce ortaya çıkartmalarını umalım.Kürt sorununa dönecek olursak, gerçekten çok ciddi bir tıkanıklık yaşıyoruz. Bu tıkanıklığı açıklamak için Erdoğan’ın Van ve Hakkari mitinglerini karşılaştırmak yeterli olabilir. Başbakan Van’da coşkulu bir kalabalığa hitaben, çok net bir şekilde Kürt sorunununda “red, inkar ve asimilasyon” döneminin sona erdiğinin altını çizdi. Yaklaşık 9 yıldır ülkeyi yöneten bir başbakanın bu sözleri Türkiye’de paradigmanın büyük ölçüde değişmiş olduğunun tescilidir. Ama aynı Erdoğan bir gün sonra Hakkari’de bine yakın kişiye hitap edebildi. Çünkü PKK, AKP’nin mitingini boykot amacıyla bir tür “sokağa çıkma yasağı” ilan etmişti. Hakkari halkının ezici bir çoğunluğu bu çağrıya uydu; dükkanlarının kepenklerini açmadı ve Erdoğan’ın mitingi sırasında kendilerini evlere hapsetti.Soru şudur: Kürt sorununda red, inkar ve asimilasyon” döneminin sona ermiş olduğunu daha yeni açıklamış olan bir başbakan Hakkari’de neden istenmez? Buna karşılık aynı Hakkariler, Kürt sorunu konusunda Erdoğan kadar cesur olmayan/olamayan CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nu neden coşkuyla selamlar?Burada kilit aktör, Hakkarililer değil PKK’dır. Ama geçmişte çok sık yapıldığı gibi, halkın PKK’dan korktuğu için onun talimatlarına boyun eğdiğini söylemek “Türkün Türke propagandası”ndan başka bir şey olmaz. Diğer bir deyişle Hakkari’de PKK ile halkın ciddi bir bölümünün alabildiğine içiçe geçmiş olduğunun en bariz örneklerinden biri yaşanmaktadır.İşte tıkanıklık tam da bu noktada karşımıza çıkıyor: Türkiye artık “Kürt realitesini tanıma” eşiğini çoktan aştı, bundan sonraki kritik eşik “Kürt siyasi hareketi realitesini tanıma”dır.Her ne kadar İmralı’da belli bir süredir Öcalan’la sistemli olarak görüşülüyor; Kandil’le de özellikle “eylemsizlik” kararları arifesinde doğrudan temas kurulduğu iddiaları her geçen gün daha fazla güç kazanıyor olsa da devletin bu eşiği aşmakta zorlandığı aşikârdır.Şimdilik, daha önceki birçok yazımızda vurguladığımız bir olguyu hatırlatmakla yetinelim: Türkiye’de artık Kürt sorunu ile PKK sorununu ayırmanın imkanı kalmamıştır.***Ahmet Şık ile Nedim Şener’in tutukluluk günlerini, Ahmet’in dediğine göre bir gün eksik yazıyormuşuz. Herhalde onun hesabı doğrudur. Bugünden itibaren düzeltiyor ve kendilerini ilk fırsatta özgür görme dileğimizi bir kez daha tekrarlıyoruz.
Partilerini kurmalarının üzerinden çok fazla zaman geçmemişti. AKP Lideri Erdoğan, kurmaylarıyla birlikte İstanbul’da alelacele bir basın toplantısı düzenledi. Partinin kuruluşundaki coşku ve heyecan yerini öfkeye bırakmıştı. Aslında hiç de haksız sayılmazlardı çünkü Kanal D’de Tuncay Özkan, Erdoğan’ın geçmişteki bir konuşmasının kasetini yayınlamıştı. Kasette Erdoğan ne diyordu, hatırlamıyorum; hiç de önemi yok zaten. Kaseti Özkan’a, bugün yine Silivri’de tutuklu bulunan birinin servis ettiğini, söz konusu kişinin TSK’dan bazı isimlerle arasının çok sıkı olduğunu da sonradan öğrendik. Bu kaseti servis edenlerin, onu yayınlayanların ve bu yayından son derece memnun olanların amacı AKP’yi daha doğmadan boğmaktı. Hesaplarının ne derece yanlış olduğu bu partinin kısa süre sonra girdiği ilk seçimden tek başına iktidar çıkmasıyla anlaşıldı. Tam bir “derin devlet” komplosu olduğu aşikâr olan bu kaset yayınının öncesi de vardı: 1990 ortalarında, Refah Partisi’nin bazı öne çıkan isimlerinin eski dönemdeki konuşma kasetleri yine televizyonlarda peş peşe yayınlanmış ama bu partinin sandıkta tasfiyesi bir türlü mümkün olamayınca, iş, bu tür kasetleri de “delil” olarak kabul eden Anayasa Mahkemesi’ne kalmıştı. Fakat kapatmalar da Milli Görüşçüleri yıldırmadı, hatta tam aksine bu tür operasyonların ardında sistemin dindarlara garezinin yattığını düşünen muhafazakâr seçmenin bir bölümü, dayanışma dürtüsüyle Milli Görüş kökenli parti ve siyasetçilere yöneldi. Son örneği de Fethullah Gülen’den verebiliriz. 28 Şubat sürecinin son operasyonunun atv’de yayınlanan Gülen kaseti olduğunu söylemek mümkün. Bu kaset başlangıçta Gülen hareketine çok ciddi bir darbe indirdi. Her şey bir yana Gülen’in ülkeye dönüşünü imkansız hale getirdi. Fakat Gülen cemaati kısa sürede yeni dönemin şartlarına adapte oldu, zorlukları imkan ve fırsatlara çevirdi ve sonuç olarak yakın zaman öncesinde kendisini tasfiye etmek isteyenleri tasfiye edebilir hale geldi.Toplum mühendisliğiTabii ki konuyu MHP kasetlerine bağlayacağım. Dünkü yazımda, internet üzerinden yapılan yayınları “MHP’yi tasfiye projesi” olarak tanımladım. Bugünse, yukarıda verdiğim örneklerden hareketle, bu projenin başarısının hiç de garanti olmadığının altını çizmek istiyorum. Çünkü sözünü ettiğimiz örnekler, sadece kaset yayınlayarak bir siyasi partiyi, hareketi veya şahsiyeti tasfiye etmenin mümkün olmadığını, hatta bu silahın sıklıkla geri tepmiş olduğunu bizlere gösteriyor.Kimileri, “geçmişteki kasetler siyasi içerikliydi, bunlar özel hayatla ilgili” diyerek yaptığım analizi çürütmek isteyebilir. Ama ben kasetlerin içeriğinin değiştiğinde, ama şarkının hep aynı kaldığında ısrarlıyım. Peki nedir çalan şarkı? Bugün MHP kasetlerinden hiç de şikayetçi olmayan dünün mağdurlarının, bir zamanlar dillerinden düşürmedikleri iki saptamayı ödünç almak istiyorum: “Toplum mühendisliği” ve “kasetlerle siyaseti dizayn etme.”Yaklaşık 10 seçmenden birinin tercih ettiği, Türkiye’nin üçüncü büyük partisinin, 10 (belki başkaları da sıradadır) yöneticisinin özel hayatlarından hareketle sistem dışına itilmesi mümkün müdür? Mümkün olduğunu kabul etsek bile, bu, ülkenin ne derece hayrınadır? Ve daha önemlisi, böylesine bir projeden âlâ bir “toplum mühendisliği” projesi düşünülebilir mi?MHP’nin başına gelenler, birilerinin “düşmanlarının silahıyla silahlandığını” bizlere gösteriyor. Ama o silahların düşmanlarının elinde patlamış olduğunu unutmuşa benziyorlar.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, partisinin 6 üst düzey ismini hedef alan şantaja resti çekmesini takdir etmiş, bununla birlikte daha masada kiminle oynadığını bilmediği için rakibinin (ya da rakiplerinin) ellerinde ne olduğunu kestirmesinin mümkün olmadığını vurgulamıştık. Nitekim bu 6 kişiden ilk olarak Mehmet Ekici’ye ait olduğu ileri sürülen gizli kamera kayıtlarını internet üzerinden dolaşıma sokan şantajcılar bir gün içinde 6 üst düzey MHP yöneticisini birden pes ettirmeyi başardılar. Sonuç olarak şantajcıların kazandığı, MHP’ninse kaybettiği açıktır. Krizi yönetemedilerKuşkusuz, peş peşe gelen ve son derece organize bir komplo olduğu aşikâr olan bu kaset yayınlarının MHP’yi bir bakıma “mağdur” konumuna taşıdığı doğrudur. Bu mağduriyetin sandıkta MHP’nin lehine sonuçlara yol açma ihtimali de pekala söz konusudur. Fakat doğrudan partinin çatısını hedef alan bu komplonun yol açtığı krizi yönetme konusunda gösterilen beceriksizlik MHP için telafisi imkansız kayıplara yol açtı, daha da açacağa benziyor. Tabii insafsızlık yapmamak lazım. Şu an yaşadığımız komplo, diyelim ki bundan 6 ay önce tezgahlanmış olsa başta Bahçeli olmak üzere MHP yönetiminin işi daha kolay olabilirdi. Ama şantajcılar komployu seçim atmosferinde devreye soktular. Yani partinin önde gelen isimleri seçim bölgelerine dağılmışken; Bahçeli il il mitingler düzenlerken MHP yönetimi tam da acil ihtiyacı olan koordinasyonu sağlamakta çok zorlandı. Bu noktada bir parantez açıp komplonun ilk günlerine dönelim: Medyada, ilk iki parti yöneticisinin istifaya mecbur eden Bahçeli’nin kurmaylarını gelecekteki muhtemel kasetler konusunda uyardığı yazılıp çizilmişti. Ama daha sonra şantajcıların hedef tahtasına oturttuğu 8 isimden hiçbiri kendiliklerinden ortaya çıkmadılar. Çıksalardı süreç farklı gelişir miydi, belli olmaz. Fakat en azından MHP kendi iç hukukunu, dışardan kimseyi bulaştırmadan işletme imkanına sahip olabilirdi.MHP’nin içinden mi?Şantajcılar kendilerini ülkücü ve MHP’li olarak sunmaya çalışıyorlar. Özellikle iktidar partisi ve ona yakın kesimler de bu komployu “MHP içi bir savaş” olarak görmek ve göstermek istiyorlar. Hiç de aynı kanıda değilim. MHP ve ülkücü hareketi takip etmeye çalışan bir gazeteci olarak, bu hareket bünyesinde, partinin 10 önde gelen isminin özel hayatını bu kadar didik didik edecek; onların herbirinin özel ilişkilerini gizlice kayıt edecek; tüm bunları çok titiz bir zamanlama ve halkla ilişikiler stratejisiyle dolaşıma sokacak kadar profesyonel, organize ve geniş imkanlarla donanımlı bir muhalefet odağı bulunduğunu sanmıyorum. Böyle bir ihtimal olsaydı bunun işaretlerini çoktan almış olurduk. Kaldı ki böylesine bir odak Bahçeli yönetimini, böylesi komplolara başvurmaya gerek duymadan da sarsabilir, hatta devirebilirdi.Öte yandan bu komplonun zamanlaması ve boyutları da, projektörleri MHP’nin dışına tutmamızı zorunlu kılıyor. Çünkü tam seçim arifesinde partide onarılmaz yaralar açan ve onu yüzde 10 barajının altına çekmeyi hedeflediği bariz olan bir komplonun amacının MHP’nin “restorasyonu” olduğunu ileri sürmek saflık olacaktır. Zira şu ana kadarki seyrinden, bunun “restorasyon” değil bir “yıkım projesi” olduğu açıktır. Özetle, bu komployu tezgahlayanların, öncelikle tabii ki MHP’yi barajın altına düşürmeyi ama bunun ötesinde, bu partinin tasfiyesini arzuladıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.Dolayısıyla son günlerde çok popüler olan “MHP’siz bir TBMM mi istiyorlar?”, “MHP’siz Meclis nasıl bir şey olur?” sorularının yerini “MHP tasfiye edilmek mi isteniyor?”, “MHP’siz bir Türkiye siyaseti nasıl bir şey olur?” sorularını koymamız gerekebilir.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, son olarak partisinin 6 üst düzey ismini hedef alan şantaja resti çekmesi hiç kuşkusuz takdir edilecek bir davranış. Ama daha masada kiminle oynadığını bilmediği için rakibinin (ya da rakiplerinin) ellerinde ne olduğunu kestirmesi mümkün değil. Dolayısıyla bu oyun bitmişe ve kolay kolay biteceğe benzemiyor. An itibariyle şantajcıların yeni hamlelerini ve kamuoyunun, özel olarak da MHP tabanının bunlara vereceği tepkilerini beklemekten başka yapacak pek bir şey yok.Bahçeli’nin, “yolumuza arkadaşlarımızla devam edeceğiz” açıklamasının şantajcıları yıldırmayacağı ortada zira ilk dört olayda partinin dört üst düzey yöneticisi hem görevlerinden, hem de milletvekilliği adaylığından istifa etmişlerdi. Bunlardan bir tek Bülent Didinmez “söz konusu olan benim özel hayatım” diyerek istifa etmeye yanaşmamış, fakat bir gün içinde buna mecbur bırakılmıştı. Diğer bir deyişle MHP liderliği, başta şantajcılara yenik düşmüş ve gayrı meşru aşk ilişkilerinin istifa nedeni olduğunu kabul etmişti. Şimdi şantajcılar, sözünü ettikleri altı kişinin gizli kayıtlarını da yayınlarlarsa (ki önlerinde herhangi bir engel görünmüyor) MHP epey zor durumda kalacaktır.Peki buradan bir çıkış mümkün mü? Sanki çok geç. Eğer ilk kasetler yayınlandığında söz konusu kişiler istifa ettirilmeseydi MHP belki bu kadar zorlanmazdı. Ya da ilk kasetlerin ardından, benzer durumdaki bazı isimler, şantaj yapılmasını beklemeden kendileri ortaya çıkmış olsalardı durum belki farklı olabilirdi. Artık bu aşamadan sonra MHP’nin şantajla yaşamaya alışmaktan başka yapabileceği pek bir şey yokmuş gibi gözüküyor. Kaldı ki peş peşe gelen ve son derece organize bir komplo olduğu aşikâr olan bu yayınların MHP’yi “mağdur” konumuna taşıdığını ileri sürenler de var. Bu mağduriyetin sandıkta MHP’nin lehine sonuçlara yol açma ihtimalini hiç yabana atmamak lazım. Deniz Baykal kasetlerini servis edenlerin, eğer bu yolla CHP’yi krize sürüklemek istemişlerse son derece hayal kırıklığına uğramaları gibi, bu kasetler yoluyla MHP’yi barajın altına çekebilmeyi amaçlayanlar da pekala hüsrana uğrayabilirler. ******Tutukluluk zor zanaatMustafa Balbay cezaevinde yazdığı kitapların sayısını üçlemiş. “Zulümhane”yi okumuştum. Sağolsun, “Zulümname” altbaşlıklı “Düşünüyorum, O Halde Sanığım” (şiir) ve “Zulümdar: Demokrasi Tanrısı” (roman) kitaplarını da yollamış. Bir de el yazısıyla not eklemiş. Şöyle diyor: “Ülkemizdeki cezaevi gerçeğine yeri geldikçe değindiğin için teşekkür ediyorum. Hapiste, hele yalnızlıkta yaşama tutunmanın başlıca yolu okumak ve yazmak. Özgür günlerde görüşmek üzere...”Ben de Mustafa’nın bu dileğine katılıyorum ve 12 Haziran sonrasında TBMM kulisinde kendisiyle çay içip muhabbet edeceğimiz günleri dört gözle bekliyorum. Malum bugün 19 Mayıs. Bu vesileyle Mustafa ve hapiste yatan herkes için, 12 Eylül cuntası döneminde Hasdal ve Metris’te sık sık okuduğumuz bir Can Yücel şiirini armağan etmek istiyorum: “bugün ondokuz mayısmayısın ondokuzusen ey türk istiklalinin koruyucususen ey ülkemizin geleceğiulusumuzun gözbebeğisen ey demir parmaklıklarında barfiks yapanranzalarda perende atansportmen ve kahraman türk gençliği bütün kilitbahirler açıkama her zaman samsun’a çıkılmazabu sabah da avluda volta atmaya çık”Bayramınız kutlu olsun
12 Haziran seçimlerinin en temel sorusunun “MHP yüzde 10 barajını geçebilecek mi?” olabileceğini kestirmek pek zor değildi. Bu bağlamda AKP’nin temel stratejisinin MHP’yi baraj altına çekmek olacağını öngörmek de pekala mümkündü. Fakat MHP’ye karşı son derece organize, yıpratıcı ve ahlaksız bir kampanyanın yürütüleceğini tahmin etmek güçtü.Şu anda içinde bulunduğumuz durum son derece hazindir: Siyasetle ilgili herkes, kim olduklarını bilmediğimiz birilerinin, bu sabah saat 10’da internetten yayınlayacaklarını ilan ettikleri kayıtları bekliyor.Şantajı hatırlayalım: “18 Mayıs 2011 saat 10.00’a kadar, Sayın Bahçeli derhal genel başkanlıktan ve milletvekilliği adaylığından istifa edin. Seçimlerden sonra vakit geçirmeden kurultay toplansın, ülkücüler kendilerine yarışan liderini ve yönetim kadrosunu seçsin.”Alparslan Türkeş’in vefatının ardından 1997’de MHP Genel Başkanı seçilen ve çoğu son derece zorlu geçen kongrelerden hep genel başkan çıkmayı bilen Bahçeli’nin böyle bir şantaja boyun eğmesi beklenemezdi; her ne yayınlanırsa yayınlansın istifasının, hele seçime bu kadar az zaman kalmışken, muhtemel olmadığı da ortadadır.Bahçeli-Gülen çekişmesiBahçeli’nin olup bitenlerden bir şekilde Fethullah Gülen’i ve cemaatini sorumlu tutmasına gelecek olursak: Öncelikle MHP Lideri’nin betimlediği “Erdoğan-Gülen-Öcalan” üçgeninin hayli muhayyel olduğunu vurgulayalım. Her şey bir yana, son dönemde PKK ve Öcalan çizgisine karşı en istikrarlı ve etkili muhalefetin, mesela MHP’den değil de Gülen hareketinden geldiği ortadayken bu tür yan yana getirmelerin fazlasıyla zorlama olduğu anlaşılıyor.“Anlaşılır” olan diğer bir husus da MHP yönetiminin Gülen hareketine yönelik kuşkularıdır. Kökleri belki daha gerilerdedir ama son referandum sürecinde MHP tabanının bir kısmının “hayır”dan “evet”e çekilmesinde bu hareketin, özellikle onun medyasının son derece belirleyici olduğunu biliyoruz. Yine aynı hareket 12 Haziran seçimlerinde de şaşırtıcı ölçüde AKP’ye angaje ve doğal olarak MHP’ye muhalif bir pozisyonu tercih etti. Sonuç olarak, Bahçeli’nin Gülen’e yönelik eleştirilerini “beyaz Türkler”e şirin gözükmek veya sahillere açılmak gibi politik stratejilerle açıklamaya çalışmanın gereksiz olduğu, bunu büyük ölçüde bir “savunma refleksi” olarak okumak gerektiği kanısındayım. Kuşkusuz bu açık tavır alış MHP’yi seçimlerde iyice zor durumda bırakacaktır, çünkü normal şartlarda MHP’ye oy veren/verebilecek kişilerin Gülen hareketine çok da antipatik bakmadığını kestirmek zor değil.Hâlâ partisini seçememişler içinBugün size bir web sayfası önermek istiyorum: http://www.oypusulasi.org/ Koç Üniversitesi ile Hollanda’nın Amsterdam VU Üniversitesi işbirliğiyle kotarılan bu proje yardımıyla seçmenler, bazı soruları cevapladıktan sonra, hangi partiye ne derece yakın ve uzak olduğunu saptayabiliyorlar. Bu web uygulaması ilk olarak 2006 Hollanda seçimleri için hayata geçirilmiş ve toplam 12.6 milyon seçmenin olduğu Hollanda’da söz konusu sayfa 3.4 milyon kişi tarafından ziyaret edilmiş. Son ABD seçimlerinde Wall Street Journal ile işbirliği içinde yapılan benzer bir uygulama yine 3.7 milyon kişi tarafından ziyaret edilmiş.Bakalım bu hızlı, ilginç, eğlenceli ve öğretici seçim anketi ülkemizde ne kadar ilgi görecek.
Hemen başlıktaki sorunun cevabını verelim: Hiç iyi şeyler olmuyor, kötü şeyler oluyor ve böyle devam ederse durum daha da kötüleşecek.Karamsarlık yapıyor, pompalıyor değilim. Yaptığım, “Güneydoğu’da neler oluyor?” sorusunun cevabını aramak ve güvenilir kaynaklardan edindiğim bilgilerden hareketle vardığım sonucu eğip bükmeden, çarpıtmadan, olduğu gibi aktarmak.Bu değerlendirmenin çoğu kişiyi rahatsız edeceğinin farkındayım, ama biz gazetecilerin görevi okuyucu/izleyiciye duymak istediğini söylemek/görmek istediğini göstermek değil sahiden olup biteni göstermek ve söylemektir.Ne var ki Kürt meselesi gibi bazı “tabu” konular söz konusu olunca medya sahip, yönetici ve çalışanlarının hatırı sayılır bir bölümü hemen otosansür mekanizmalarını işletir, gerçeklerin gizlenmesine, örtülmesine, çarpıtılmasına ve hatta yalanlar üretilmesine pek fazla itiraz etmezler.Fakat bu “görmedim, duymadım, söylemedim” stratejisi, hele söz konusu olan Kürt meselesiyse artık yürümüyor. Çünkü büyük medya dışında, bir yığın kanaldan, internetten, sosyal medyadan sürekli bilgi, görüntü, görüş ve tanıklık akıyor. Dolayısıyla medyanın çoğunluğunun yaptığına, bir bakıma “kendi kendini kandırma” diyebiliriz. Medya kendi kendini kandırıyor olabilir ama yok saymakla Kürt sorunu çözülmüyor, tam tersine her geçen gün daha da çözülmez bir hal alıyor.SürüklenmeTekrar “neler oluyor?” sorusuna dönecek olursak, durumu şöyle özetleyebiliriz: Kürt sorununda inisiyatifi yeniden silahlar alıyor. Bu tespit başlıbaşına “kötü” bir durumda olduğumuzu gösteriyor. Daha kötü olan, tarafların bu duruma pek de gönüllü olmamaları, diğer bir deyişle sürüklenmeleri. Felaket ise, tarafların bu sürüklenmeyi durdurabilecek irade sergileyememeleri halinde yaşanabilir.İşte bu felaketi önlemek pekala mümkün, ama işimiz çok zor. Örneğin eski BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Milliyet’ten Aslı Aydıntaşbaş’a, 12 PKK militanının ölümüyle sonuçlanan operasyonlar hakkında “Bize göre orduya operasyon emrini AKP verdi. Mümkün olduğunca PKK’lı öldürüp oy almaya çalışıyor. Türk milliyetçisi oyları arttırmaya çalışıyor. Aynı kasetler gibi bu da MHP’yi baraj altında bırakma projesinin bir parçası” yorumunu yapmış.Eğer Demirtaş haklıysa, yani Başbakan Erdoğan, kendinden önce Türkiye’yi yöneten başbakanların çoğu gibi “ne kadar çok PKK’lı öldürürsem oylarım o kadar artar” noktasına gelmişse, diğer bir deyişle “analar ağlamasın” çizgisini terk etmişse, yapacak pek fazla şey yok, felaket zaten kapıda demektir.Fakat Demirtaş’ın, Kürt siyasi hareketinin çoğu tarafından benimsendiği anlaşılan tespitinin doğru olduğunu düşünmüyorum. Son operasyonlarda hükümetin doğrudan dahli olduğunu sanmam, ama engellemediği veya engelleyemediği kanısındayım. AKP’nin bu tür operasyonlarla Türk milliyetçisi oylarını artırmak istediği iddiası da bana fazlasıyla abartılı geliyor. Hatta tam tersini söyleyebiliriz: Eğer PKK bu son operasyonlara misilleme olarak yakın geçmişteki Dağlıca veya Aktütün gibi büyük saldırılar gerçekleştirirse, o sözü edilen “Türk milliyetçisi oylar” acaba hangi partiye yönelir?Sözü daha fazla uzatmadan şöyle bir toparlama yapmak isterim: Kürt sorunu denen oyunun aktörleri sadece AKP hükümeti ile Kürt siyasi hareketi değil; çok kişi rol alıyor ve oyunu terk etmemek için elinden geleni yapıyor.Son olarak, Güneydoğu’daki gelişmeler hakkında serinkanlı değerlendirmeler okumak isteyenlere Doç. Hüseyin Yayman’ın “Kürt sorununun camdan duvarları” başlıklı yazısını (http://www.stargazete.com/pazar/acikgorus/kurt-sorununun-camdan-duvarlari-haber-351750.htm ) ve Fadime Özkan’ın Prof. Mesut Yeğen ile yapmış olduğu mülakatı öneririm. (http://www.stargazete.com/roportaj/yazar/fadime-ozkan/ak-parti-sefkati-denedi-haber-351877.htm )
NEDİM Şener ve Ahmet Şık... İki ayı aşkın süredir bu iki gazeteci Türkiye’nin gündeminde. Sadece Türkiye’nin de değil. Ülkemizle bir şekilde ilgilenen herkes Şener ve Şık’tan haberdar. Öyle ki onların bugün 67. gününe ulaşan tutuklulukları, Türkiye’nin AB ve hatta ABD ile ilişkilerinde ciddi sorunlar yaşanmasına yol açıyor.Adları hep birlikte anılıyor ama benim gibi her ikisini ayrı ayrı tanıyanlar Ahmet ile Nedim’in aslında birbirlerinden epey farklı insanlar olduğunu biliyor. Örneğin Ahmet çok erken yaşta sosyalist sola angaje olmuştur, ama Nedim’in fazla “politize” olduğunu söyleyemeyiz. Gazetecilik kariyerlerinin de kesişen noktaları olmakla birlikte, birbirine benzediği pek söylenemez. Örneğin Ahmet’in hamuru “sokak”, yani “toplumsal olaylar” gazeteciliğinde yoğrulmuştur, Nedim ise yıllarca ekonomi muhabirliği yapmış, özel olarak da “yolsuzluk” konusunda uzmanlaşmıştır.Yaklaşık bir ay önce Silivri Cezaevi’nde Ahmet’i ziyaret etmiştim. Önceki gün yine Silivri’de, Nedim’le görüşme imkanım oldu. Her ikisiyle yaptığım sohbetlerde, yaşam tarzlarının da hayli farklı olduğunu öğrendim. Örneğin Nedim ders kitaplarında tavsiye edildiği gibi “erken yatıp erken kalkan” biriyken, Ahmet gece geç saatlere kadar oturup öğlene doğru uyananlardanmış. Yemelerinden içmelerine, sevdikleri televizyon programlarına kadar birçok konuda farklılıklarını sıralayabiliriz ama burada kesip birleştikleri noktalardan söz etmek istiyorum.Kader ortaklarıHer ikisi de maruz kaldıkları haksızlıklara karşı derin bir isyan içindeler. Ahmet soldan geldiği için olup bitenleri bir şekilde kendi kendine izah edebiliyor ama Nedim’in şu sözleri bana son derece samimi bir şekilde ettiğine inanıyorum: “Ben adalete, hukuka sahiden inanıyordum. Gördüm ki bütün bunlar sadece birer araçmış.”Ahmet’in bana söylediği “tutuklanmamız demokrasi için hayrılı oldu” sözlerini Nedim de, tabii suratında muzip bir gülümsemeyle, tekrarladı. Hemen ardından yaşadığı şaşkınlığı anlattı: “Aslına bakacak olursan bize olan desteğin bir süre sonra azalacağını düşünüyordum. Dünyada ve Türkiye’de bu arada o kadar şey oldu. Mesela Japonya depremi, Ortadoğu ayaklanmaları, bizdeki seçimler filan. Ama Türkiye’den ve dünyadan destekler azalmıyor, artıyor. Bizi diri diri gömmek isteyenlerin başarılı olamadığını görmek beni, bizi, hem sevindiriyor, hem şaşırtıyor.”Bu noktaya gelinmesinde, Nedim ve Ahmet’in, özellikle medya sektöründe çalışan meslektaşlarının üzerlerindeki ölü toprağını silkip arkadaşlarına sahip çıkmasının rolü çok büyük. Ahmet’in gözaltına alındığında kameralara söylediği “dokunan yanar arkadaşlar” sözünün, “yansak da dokunacağız”a dönüşmesiyle Türkiye basın ve ifade özgürlüğü noktasında çok kritik bir eşiği aşma şansını yakaladı.Kim yanıyor?Sonuçta ki “dokunan yanar arkadaşlar”dan, “arkadaşlarımıza dokunan yanar” noktasına geldiğimizi düşünüyorum. Bundan sadece “terfi yoluyla azil” yaşayanları kastetmiyorum. Ahmet ve Nedim’in başına gelenleri meşrulaştırmak adına demokrasi, basın ve ifade özgürlüğü gibi konulardaki evrensel algı ve kavrayışları ters yüz etmeye çalışanların, onca yıldır taşıdıkları “liberal”, “demokrat”, “hoşgörülü” gibi sıfatlarına düşen gölgeleri de görüyoruz. Olay özetle şudur: Nedim ve Ahmet, Türkiye’de, bir süredir devam eden ve kolay kolay da biteceğe benzemeyen amansız bir iktidar mücadelesinin kurbanı oldular. Ama daha ilk andan itibaren bu savaşın birer parçası olmadıkları anlaşıldığı için içerden ve dışardan onların tutuklanmalarına karşı çok güçlü itirazlar geldi. Buna Nedim ve Ahmet’in dik duruşları eklenince tezgahlanan oyun tersine çevrilmiş oldu. Artık bu oyunu daha fazla uzatmanın anlamı yok. Türkiye’nin normalleşmesi için Nedim ve Ahmet’in bir an önce özgürlüklerine kavuşmaları gerekiyor.
DÜN, üç büyük partinin lideri Trakya’daydı. Kırklareli, Tekirdağ, Edirne ve bu illerin önde gelen bazı ilçeleri Erdoğan, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’den en az birini ağırladılar. Dün ben de o civarlardaydım. Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan dostum ve meslektaşım Nedim Şener’i ziyaret ettim. Nedim’in sağlığı ve morali yerinde, selamları var, ancak kendisiyle yaptığım yaklaşık bir saatlik görüşün izlenimlerini yarına bırakıp bugün Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde izlediğim MHP mitinginden ve Bahçeli’den söz etmek istiyorum.MHP geleneksel olarak Trakya’da çok güçlü değildir, bu nedenle Çorlu mitingi bu parti hakkında genel bir değerlendirme yapmak için çok da isabetli olmayabilir. Bununla birlikte Çorlu’da, bu seçimlerde MHP diye bir partinin de varolduğunun tescillenmiş olduğunu gördüm. Evet, cümlemin biraz acayip kaçtığının farkındayım, fakat ister genel, ister yerel olsun, son dönemlerde yapılan seçimlerde MHP, özellikle medya tarafından sanki yokmuş gibi algılanmıştı. Bu durumda medyanın payı daha ağır olmakla birlikte, başta Bahçeli olmak üzere, gazetecilerle aralarına epey mesafe koyan MHP kurmaylarının da payı büyüktü. Fakat bu seçimlerde bir süredir farklı bir olguyla karşı karşıyayız, çünkü MHP kampanya süecinde adı en fazla geçen partilerden biri olmuş durumda. Bunun iki ana nedeni var: 1) Dört ayrı MHP kurmayı (ve seçilebilecek yerlerden milletvekili adayının) hakkında internet üzerinden dolaşıma sokulan kasetler.2) Bahçeli’nin bir mitingte “bisküvi” yerine “püskevit” demesinin sosyal medyada yaygın bir şekilde dolaşıma sokulması.“Püskevit” memnuniyetiDün Çorlu’da Bahçeli’nin “püskevit” meselesinden hayli memnun olduğunu gördük. Konuşmasının başında, haklı bir şekilde, büyük medyanın kapılarının partisine büyük ölçüde kapalı, AKP’ye ise sonuna kadar açık olduğundan yakınan MHP Lideri’nin, bu açığı, şu ya da bu şekilde sosyal medya üzerinden kapatıyor olmaktan memnun olması son derece doğal. Buna karşılık, her ne kadar dün benim izlediğim bölümlerinde bu konuya değindiğini duymamış olsam da, kurmaylarının özel hayat kasetlerinden Bahçeli’nin aynı şekilde memnun olduğunu tabii ki düşünmüyorum. Ne var ki şu ana kadar yaşananlara baktığımda, bu kaset yayınlarının MHP’ye çok ciddi zararlar verdiği kanısında değilim. Eğer bu kasetleri hazırlayıp servis edenler, bu yolla MHP’yi yüzde 10’un altına çekmeyi hesaplamışlarsa,heveslerinin kursaklarında kalacağını sanıyorum. Milliyetçi olduğu kadar muhafazakâr değerlere sahip çıkmasıyla da bilinen MHP’nin imajının bu kasetlerle bir ölçüde yıpranacağı kesindir. Kesin olan diğer bir nokta, adı geçen isimlerin çoğunun Bahçeli’ye yakınlıklarıyla bilindikleri için bu olayın MHP liderine doğrudan zarar vermesi de ihtimal dahilindedir. Bununla birlikte Bahçeli’nin hızlı bir şekilde söz konusu dört kişinin partideki görevlerinden ve milletvekilliği adaylığından istifalarını gerçekleştirmiş olması, zararların en aza indirilmesinde etkili olmuşa benziyor. Tabii bir de AKP Lideri Erdoğan’ın bu kasetleri diline dolaması var. Erdoğan’ın bu tutumunu şahsen anlayabilmiş değilim. Öte yandan onun bu hareketinin MHP tabanında kopmalara değil de daha fazla kenetlenmeye yol açtığını gözlüyorum. Her şey bir yana, bu kasetleri piyasaya sürenlerin, MHP’nin üzerindeki ölü toprağının kalkmasına bilmeden de olsa yardım etmiş oldukları muhakkaktır.Demokrasi vurgusu Tekrar Çorlu mitingine dönecek olursak: Dün Çorlu’da 2004, 2007 ve 2009 seçimlerinin kampanyalarında izlediğim Bahçeli’den daha sakin bir Bahçeli ile karşılaştım. Her şeyden önce siyasi/ideolojik konulara konuşmasında çok az yer ayırdı; bu konuları ele aldığındaysa, eskisi gibi “ülke bölünüyor” tezinin değil de, “AKP demokrasi yerine otoriter bir sistem kurmak istiyor” tezininin ekseninde konuştu. Bu bağlamda Bahçeli’nin Erdoğan’ı Baas rejimlerini taklit etmeye çalışmakla suçlaması dikkat çekiciydi. Yine Bahçeli’nin Başbakan Erdoğan’a Tunus’taki Bin Ali, Mısır’daki Mübarek, Libya’daki Kaddafi ve Suriye’deki Esad rejimlerini ve onların gelen ya da gelmekte olan acı sonlarını hatırlatması da son derece manidardı.