Aslında, uzun olmasa, başlıkta “bu tıkanıklık ve onun doğurduğu gerilim nasıl aşılacak?” diye sormak daha isabetli olurdu. Tabii ki Kürt sorunundan, bir süredir bu konuda yaşanan tıkanıklıktan ve onun doğurduğu gerilimden söz ediyorum. Ama bu tartışmaya girişmeden önce Başbakan Erdoğan’ın MHP kasetleri hakkındaki yeni tutumu üzerine birkaç söz söylemek isterim.
Evet, AKP Lideri nihayet MHP yöneticilerinin özel hayatlarıyla ilgili gizli kayıtların şantaj amaçlı kullanımını “çirkin ve tehlikeli bir oyun” olarak niteledi ve bunun arkasında bazı “çeteler” olduğunu ileri sürdü; kasetlerden dolaylı olarak CHP ile Ergenekon’u sorumlu tuttu.
Erdoğan’ın gösterdiği adresin ne derece doğru olduğu tartışmasını bir kenara bırakalım, özel hayatların gizlice kaydedilmesi yoluyla siyasi şantaj yapılmasını “çirkin ve tehlikeli” olarak tanımlamasının olumlu olduğu kesindir. Keşke bu tavrı daha şantajın ilk günlerinde alsaydı. Belki o zaman şantajcılar, yaptıklarının yanlarına kâr kalmayabileceği ve hatta deşifre olup koğuşturmaya uğrayabilecekleri endişesiyle bu kadar cüretkâr olmaz ve 10 MHP yöneticisinin (dolayısıyla MHP’nin ve hatta genel seçimlerin) kaderiyle fütursuzca oynayamazlardı.
Başbakan Erdoğan daha ilk günden bu doğru tavrı almak, yani şantajcıları çok açık ve net bir şekilde karşısına almak yerine, MHP’yi ve özel hayatları didiklenen siyasetçileri eleştirmeyi tercih etmişti. Onun her miting meydanında “eline, beline, diline...” diye cümleler kurmasının şantajcıları hayli memnun etmiş olduğunu kestirmek güç değildir.
Neyse, zararın neresinden dönülse kârdır diyelim ve Başbakan’ın bu açık tavır alışının ardından adliye ve güvenlik güçlerinin şantajcıları bir an önce ortaya çıkartmalarını umalım.
Kürt sorununa dönecek olursak, gerçekten çok ciddi bir tıkanıklık yaşıyoruz. Bu tıkanıklığı açıklamak için Erdoğan’ın Van ve Hakkari mitinglerini karşılaştırmak yeterli olabilir. Başbakan Van’da coşkulu bir kalabalığa hitaben, çok net bir şekilde Kürt sorunununda “red, inkar ve asimilasyon” döneminin sona erdiğinin altını çizdi. Yaklaşık 9 yıldır ülkeyi yöneten bir başbakanın bu sözleri Türkiye’de paradigmanın büyük ölçüde değişmiş olduğunun tescilidir. Ama aynı Erdoğan bir gün sonra Hakkari’de bine yakın kişiye hitap edebildi. Çünkü PKK, AKP’nin mitingini boykot amacıyla bir tür “sokağa çıkma yasağı” ilan etmişti. Hakkari halkının ezici bir çoğunluğu bu çağrıya uydu; dükkanlarının kepenklerini açmadı ve Erdoğan’ın mitingi sırasında kendilerini evlere hapsetti.
Soru şudur: Kürt sorununda red, inkar ve asimilasyon” döneminin sona ermiş olduğunu daha yeni açıklamış olan bir başbakan Hakkari’de neden istenmez? Buna karşılık aynı Hakkariler, Kürt sorunu konusunda Erdoğan kadar cesur olmayan/olamayan CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nu neden coşkuyla selamlar?
Burada kilit aktör, Hakkarililer değil PKK’dır. Ama geçmişte çok sık yapıldığı gibi, halkın PKK’dan korktuğu için onun talimatlarına boyun eğdiğini söylemek “Türkün Türke propagandası”ndan başka bir şey olmaz. Diğer bir deyişle Hakkari’de PKK ile halkın ciddi bir bölümünün alabildiğine içiçe geçmiş olduğunun en bariz örneklerinden biri yaşanmaktadır.
İşte tıkanıklık tam da bu noktada karşımıza çıkıyor: Türkiye artık “Kürt realitesini tanıma” eşiğini çoktan aştı, bundan sonraki kritik eşik “Kürt siyasi hareketi realitesini tanıma”dır.
Her ne kadar İmralı’da belli bir süredir Öcalan’la sistemli olarak görüşülüyor; Kandil’le de özellikle “eylemsizlik” kararları arifesinde doğrudan temas kurulduğu iddiaları her geçen gün daha fazla güç kazanıyor olsa da devletin bu eşiği aşmakta zorlandığı aşikârdır.
Şimdilik, daha önceki birçok yazımızda vurguladığımız bir olguyu hatırlatmakla yetinelim: Türkiye’de artık Kürt sorunu ile PKK sorununu ayırmanın imkanı kalmamıştır.
Ahmet Şık ile Nedim Şener’in tutukluluk günlerini, Ahmet’in dediğine göre bir gün eksik yazıyormuşuz. Herhalde onun hesabı doğrudur. Bugünden itibaren düzeltiyor ve kendilerini ilk fırsatta özgür görme dileğimizi bir kez daha tekrarlıyoruz.