Ne tasfiye ne değişim

12 Nisan 2011

AKP milletvekilleri listelerinden hareketle iki uç yorum yapılıyor. Kimileri bir “tasfiye”den söz ediyor. Onlara göre AKP Lideri Erdoğan, AKP Grubu’ndaki Cumhurbaşkanı Gül’e yakın isimlerle, son Milli Görüşçüleri tasfiye etmiş. Doğru bir saptama değil. Tekrar aday gösterilmeyenler arasında “Gül’e yakın” olarak tanımlanabilecek milletvekilleri var ama yine “Gül’e yakın” bilinen birçok ismin listelerde, hatta en tepelerde yer aldığı da bir başka gerçek. Yine tekrar aday gösterilmeyenler arasında azımsanmayacak sayıda, adları öteden beri Erdoğan’la anılanlar da var.“Milli Görüşçüşerin tasfiyesi” iddiası da bir başka “şehir efsanesi”. 2007 seçimleri öncesinde de çok sayıda milletvekili yeniden aday gösterilmeyince yine “Milli Görüşçüler gitti” denilmişti. Aslında bu son derece doğaldı çünkü 2002’de AKP listelerinden Meclis’e girenlerin çoğu daha önce RP-FP’de siyaset yapmış isimlerdi. Geri kalan Milli Görüşçülerin bir kısmının da bu sefer aday gösterilmediği doğru ancak ilk kez aday gösterilenler arasında RP-FP geleneğinden çok ismin bulunduğu da bir başka doğru. Dolayısıyla AKP’nin Milli Görüş’ten mutlak bir şekilde arınmasını bekleyenler bu sefer de hayal kırıklığına uğramıştır. Kaldı ki Has Parti’nin doğuşu ve Necmettin Erbakan’ın vefatıyla birlikte seçimlerde iyice tereddüt eden Milli Görüş tabanı için 12 Haziran’da AKP’nin “daha cazip” göründüğü ortadayken Erdoğan’ın böyle bir aleni kopuşa gitmesi hiç de akılcı olmayacaktı.Değişiklik-değişim farkı“Tasfiye” iddialarının AKP muhalifleri tarafından dillendirildiği ortada. AKP yanlılarıysa 167 milletvekilinin üstünün çizilmesini bir “değişim” olarak kutsama eğilimindeler. Peki neyin değişimi söz konusu? Onlara göre bu kadro “yeni Türkiye”’yi inşa edecek, Türkiye’yi 2023’e, yani cumhuriyetin 100. yılına taşıyacak. Bu devasa iddiaların ardında tabii ki esas olarak Erdoğan’ın 13 Haziran 2011 gününde “yeni ve sivil Anayasa”nın startının verileceği sözü yatıyor. Eğer yeni liste bu yeni anayasa hedeflenerek oluşturulduysa adaylarda aranacak temel özelliklerin “uzmanlık” ya da “siyasi yetkinlik” olması gerekir. (Kuşkusuz adayların seçimlerdeki oy potansiyellerini de unutmamak lazım.) Ne var ki giden 167 kişinin yerine seçilecek yerlere yerleştirilmiş adaylar arasında yeni anayasa konusunda uzmanlıklarından yararlanılacak pek bir isim göze çarpmıyor. Halbuki 2007 seçimlerinin ardından yeni bir anayasa hazırlatma sürecine girmiş olan AKP bu sırada çok sayıda uzmanla iyi ilişkiler geliştirmişti. O dönemde adlarını sıkça duyduğumuz kimseyi listelerde göremiyoruz.“Siyasi yetkinlik” konusuna gelince, yeni adaylar arasında AKP teşkilatlarından gelme pekçok kişi var, ama bunların büyük kısmının genel kamuoyu tarafından tanınıp bilindiği söylenemez. 2007 seçimleri öncesi fazlasıyla tanık olduğumuz, merkez sağ veya solda siyaset yapmış “transferler”e bu sefer raslamıyoruz. Dünkü yazımızda altını çizdiğimiz gibi, Kürt meselesi söz konusu olduğunda da bir “düşük profil” söz konusu. Geçen dönemin Dengir Fırat, İhsan Arslan, Abdurrahman Kurt gibi isimleri aday gösterilmezken yerlerine Mehmet Metiner ve Galip Ensarioğlu’ndan başka iddialı isim konulmadı.Sonuç olarak AKP listeleri bize her değişikliğin illa “değişim” anlamına gelmeyebileceğini gösterdi. Partinin A takımının nerdeyse tamamı yerlerini koruyor. Eğer AKP yeniden tek başına iktidara gelirse, yeni hükümette de “değişiklikler” olacağını ama hükümetin “değişmeyeceğini” öngörebiliriz.Erdoğan’ın yeni listeleri oluştururken, yeni anayasa ve cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında fire vermemeyi birinci derecede önemsediğini düşünüyorum. Anayasa değişikliği sırasında Meclis’teki oylamada yaşanan firenin bu listelerde ne derece etkili olduğunu anlamak için, o günlerde adı fireciye çıkan isimlerin nerdeyse hiçbirinin yeniden aday gösterilmediğini fark etmek yeterli olabilir. Erdoğan’ın, Çankaya’ya çıkarsa, tıpkı daha önce Turgut Özal ve Süleyman Demirel’in arzuladığı gibi, Meclis grubu ve hükümet üzerinde belli bir denetimi muhafaza etmek istediği ve listelerin oluşumunda bu kaygının epey etkili olduğu kanısındayım.

Devamını Oku

Değişiklik çok ama...

11 Nisan 2011

AKP milletvekili aday listelerine hızla bir göz attığımızda öncelikle çok sayıda milletvekilinin (Başbakan Erdoğan sayıyı 167 olarak açıkladı) yeniden aday gösterilmediğini görüyoruz. Tek başına iktidarda olsa dahi bu kadar geniş çaplı bir yenilenme her parti içi belli riskler taşır. Erdoğan günler öncesinden parti grubuna büyük değişiklik yaşanacağını söylemiş, onların gönlünü alarak bu riski en aza indirmeye çalışmıştı. Dün de listeler açıklandıktan kısa süre sonra benzer bir açıklama yaptı.Peki “AKP’nin küskünlerinden iktidar partisini seçimlerde zorlayacak bir tepki gelir mi?” diye sorulacak olursa bunun cevabı “Hiçbir şekilde mümkün değil” olacaktır. Birincisi, güçlü bir tepki gelmez; ikincisi, gelse bile etkili olmaz. Çünkü AKP’de “bu seçim olmazsa gelecek seçim” düşüncesi çok yaygındır. Nitekim bu seferki listede, daha önce aday gösterilmemiş olmalarına rağmen küsmeyip çalışmayı sürdürmüş çok sayıda isimle, özellikle İstanbul’da, karşılaşıyoruz. Güneydoğu’da beklenen olmadıAKP listesinde “gidenler” arasında özellikle Dengir Fırat, İhsan Arslan, Murat Mercan, Abdurrahman Kurt, Suat Kınıklıoğlu, Erol Cebeci gibi geçen dönemde öne çıkmış bazı isimlerin altını çizmek isterim. Bu isimlerin Erdoğan tarafından “cezalandırılmış” olduklarını pek sanmıyorum, muhtemelen eğer isterlerse, parti yönetimine kaydırılabilirler.Güneydoğu milletvekillerinin neredeyse tamamının bu sefer aday gösterilmemiş olmasıysa siyasi açıdan en dikkat çekici gelişmelerden biri. Erdoğan, Kürt milletvekillerini, ya “demokratik açılım”a yeterince sahip çıkmadıkları için dışladı ya da 12 Haziran’dan sonra açılıma eskisi kadar önem vermeyecek. İkinci seçeneğin pek mümkün olduğunu sanmam ancak Diyarbakır eski Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Galip Ensarioğlu’nu saymazsak, Güneydoğu’da siyasi açıdan öne çıkmış herhangi bir ismi aday listelerinde göremiyoruz. Eğer BDP, Leyla Zana, Hatip Dicle, Şerafettin Elçi, Altan Tan gibi isimleri Meclis’e taşıyabilirse, AKP’nin Kürt sorunu konusunda onlarla rekabet edebilmesi iyice zorlaşacaktır.AKP’de liste başlarının hemen tümünün “A takımı” tarafından doldurulmuş olduğunu görüyoruz. Aliye Kavaf ve Mehmet Aydın (kendi istemedi) dışında tüm bakanlar listede ve nerdeyse tümü liste başı; grup başkanvekilleri ve parti genel başkan yardımcıları da öyle. Demek ki hükümette, partide ve TBMM Grubu’nda pek sorun görülmüyor, ama daha alt düzeylerdeki milletvekillerinin önemli bir bölümünün mevcut tempoya tam anlamıyla ayak uyduramadığı düşünülüyor.Beklentiler yüksektiAncak bu kadar büyük değişikliğin ardından yeni isimlere baktığımızda AKP’ye yepyeni bir dinamizm getirebilecek çok fazla kişiyle ben karşılaşmadım. Tabii Başbakan’ın Nabi Avcı, Yalçın Akdoğan gibi danışmanları istisna. Ancak onlar zaten Erdoğan’ın yanıbaşında çok aktiftiler. Şimdi merak edilen, Erdoğan’ın yeni dönemde onlardan nasıl yararlanacağı. Daha önce de değindiğimiz gibi, Güneydoğu için çok isim zikredilmişti ama Ensarioğlu dışında tahminler tutmadı. Ülkücü hareketten de Naci Bostancı ve Alparslan Türkeş’in küçük oğlu Kutalmış Türkeş dışında bildik isme raslamadım; ne Ramiz Ongun, ne Mümtazer Türköne listelerde yer alıyor.Soldan da yeni isim yok ancak 2007’de AKP’de seçilmiş olan Ertuğrul Günay, Ayşe Nur Bahçekapılı, Erdal Kalkan, Mehmet Domaç ve İbrahim Yiğit yine seçilebilecek yerlerde yer alıyorlar.Alevi aydını Reha Çamuroğlu’nun yeniden aday gösterilmemesi herhalde kimseyi şaşırtmamıştır ama onun yerini doldurabilecek bir Alevi şahsiyetin listelerde olduğunu duymadım, belki ben yanılıyorumdur.Kadın adaylar konusunda da Başbakan beklenti çıtasını epey yükseltmişti, fakat AKP listelerini hızlı bir şekilde CHP’ninkilerle kıyasladığımızda, seçilebilecek yerlerdeki kadın aday sayısının ana muhalefet partisinde daha fazla olduğu izlenimi edindim. Tabii ki seçilebilecek yerlerde başörtülü aday yok. 12 Haziran gecesi bu izlenimin doğru olup olmadığını anlayacağız. AKP listeleri, popüler isim konusunda da beklentileri tam karşılayamadı. Hakan Şükür var ama mesela İbrahim Kutluay, İbrahim Tatlıses veya Metin Şentürk yok; gazeteci Yiğit Bulut da öyle...Toparlayacak olursak, AKP listesi bir değişim arayışının sonucunda şekillenmiş ama değişim yukarıda değil de daha çok aşağıda yapılmış. 12 Haziran sonrasında TBMM’ye, yeni ve sivil bir anayasa yapmak gibi, normalin üstünde görevler düşeceğe benziyor. Ayrıca Erdoğan’ın seçimle gelen ilk cumhurbaşkanı olmak istediği ileri sürülüyor. İşte AKP listesini bir de bu açılardan irdelemek lazım.Onu da yarın yapalım.

Devamını Oku

İddialı ve çok güçlü bir liste

11 Nisan 2011

BDP yönetiminin en çok adayların gösterileceği seçim bölgelerini belirlemede zorlanmış olduğu anlaşılıyor. Örneğin daha önce adı Mersin ve Van için geçen Leyla Zana sonuçta kendi memleketi olan Diyarbakır’dan aday gösterildi. 2007’de Diyarbakır’dan seçilmiş olan Selahattin Demirtaş, Hakkari’ye, Gültan Kışanak Siirt’e, Aysel Tuğluk Van’a, Akın Birdal ise Gaziantep’e kaydırıldı ki bu isimlerden hiçbiri aday gösterildikleri ilin yerlisi değil. Aslen Şırnak Cizreli olan Katılımcı Demokrasi Partisi Genel Başkanı, eski bakan Şerafettin Elçi de Diyarbakır’da kendine yer buldu. 2007’de İzmir’den aday gösterilmiş olan EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel ise Ufuk Uras’ın yerine İstanbul 1. Bölge’nin bağımsız adayı oldu. İstanbul’dan gösterilmesi beklenen DEV-GENÇ eski Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü ise 2007’de Orhan Miroğlu’nun kılpayı kaybettiği Mersin’den aday gösterildi. 61 adayın siyasi profili çıkartılmak istendiğinde ilk olarak KCK davasından tutuklu 6 isim dikkati çekiyor: Bunlardan Hatip Dicle Diyarbakır, Selma Irmak ile Faysal Sarıyıldız Şırnak, İbrahim Ayhan Şanlıurfa, Kemal Aktaş (ki yıllarca PKK davasından hapis yattı) Van ve Gülseren Yıldırım da Mardin’den aday gösterildi. Hatip Dicle’nin tıpkı yine Diyarbakır’dan aday gösterilen Leyla Zana gibi kapatılan DEP’in Diyarbakır milletvekilleri olduğunu ve Mart 1994’da tutuklanıp yıllarca hapis yattıkları hatırlandığında 12 Haziran’ın özel olarak onlar, genel olarak da Kürt siyasi hareketi için bir tür rövanş olacağını söyleyebiliriz. Onlara yakın tarihin iki mağduru daha ekleniyor: DTP’nin kapatılmasıyla birlikte yasaklı durumuna düşen bu partinin iki kurucu eşbaşkanı (ki sonradan Demokratik Toplum Kongresi’nın eşbaşkanları olarak seçildiler) Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk.61 aday arasında en çarpıcı ismin Şerafettin Elçi olduğu söylenebilir. Çünkü Elçi yıllardan beri Kürt siyasi hareketinde PKK çizgisinden bariz bir şekilde farklı bir pozisyon alan, IKDP Lideri Mesut Barzani’ye yakın olduğu bilinen itibarlı bir isim. Elçi’nin BDP’nin desteğiyle yıllar sonra TBMM’ye girmesi Kürt hareketi içindeki “birlik” tartışmalarını da ileri bir noktaya taşıyabilir. İslamcı duruşuyla bilinen, yıllar önce RP’de siyaset yapmış ve bir süredir DTK bünyesinde faaliyet yürüten Altan Tan’ın, normal şartlarda AKP listelerinde yer alması gerekirken Diyarbakır’dan bağımsız aday olması da benzer bir öneme sahip. Elçi ve Tan gibi isimlerin BDP’nin başını çektiği bir blokta yer alması, hükümetin desteklediği söylenen, PKK çizgisine alternatif Kürtçü siyasi şahsiyetler ve oluşumlar yaratma veya varolanları güçlendirme stratejisini zayıflatabilir. Bu arada Mardin adaylarından Erol Dora’nın seçilirse TBMM tarihinin Süryani kökenli ilk milletvekili olacağının altını çizmek gerekiyor.Soldan transferlerBuna karşılık Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder, Ferhat Tunç gibi isimlerin herbirinin ayrı ayrı değeri olmakla birlikte, içinde yer aldıkları sosyalist solun her geçen gün daha da marjinalleşen konumu göz önüne alındığında Kürt siyasi hareketine oydan çok, esas olarak “sembolik” anlamda katkı sunmaları beklenir. 61 bağımsız aday içerisinde seçilme ihtimali yüksek olanlar arasında “transfer” isimlerin fazla gözükmesi BDP tabanında belli rahatsızlıklar yaratabilir. Özellikle 6 milletvekilinin hedeflendiği Diyarbakır’da Elçi ve/veya Tan’ın seçilememesi durumunda, tabanın transferleri yadırgadığı sonucu çıkarılabilir. Her ne kadar “dışa açılma” stratejisinin kâr-zarar hesabında bazı yanlışlıklar yapılma ihtimali bulunsa da BDP kökenli bağımsız aday listesinin 4 yıl önceye kıyasla daha iddialı ve çok güçlü olduğu açıktır. Sonuçta Leyla Zana, Hatip Dicle, Ertuğrul Kürkçü, Şerafettin Elçi, Ahmet Türk, Ferhat Tunç, Sırrı Süreyya Önder gibi isimlerden oluşacak bir BDP grubunun yeni Meclis’te hayli ses getireceği aşikâr.

Devamını Oku

Ne mutlu barış için çalışanlara!

9 Nisan 2011

İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen “Barışı Kurmak” başlıklı konferans daha ilk gününden hayli ses getirdi. Burada, işadamı İshak Alaton’un, medyanın, “tartışılacak öneriler” şeklinde sunduğu konuşmasının aslan payına sahip olduğu muhakkaktır. İshak Bey‘i az buçuk tanıyanlar için “Ayrılmak isteyip istemedikleri Kürtlere sorulsun” veya “Öcalan’ın ev hapsi fikrine alışmak lazım” gibi çıkışlarda şaşılacak fazla bir şey yok. O her zaman, en yakınındakilerin sert tepkilerini, hatta aforoz edilmeyi göze alarak, varolan statükoya karşı radikal ama büyük kısmı bir süre sonra doğrulanmış öneriler getirmiş, sıradışı bir işadamı oldu. Ben Alaton’un konuşmasındaki şu sözleri de çok önemsedim: “Barış kelimesi gerekli gereksiz kullanılarak hakikatan çok yıprandı. Yıllarca propagandaya kurban edildi ve böylece algı karışıklığı da yarattı. Ne yazık ki bir taraf için her barış çabası, savaşın devamı gibi algılanıyor. İki taraf da barış derken savaşın galibi olduğunu söylüyor. Eğer bir taraf, barış derken diğer taraf onu elleri tetikte tutmak olarak algılıyorsa, mevcut olandan da daha tehlikeli bir duruma işaret ediliyor.” “Barış” kavramının yıpratılması, daha doğrusu içinin boşaltılmasında başrol oyuncusunun Kürt siyasi hareketi olduğunu kabul etmek şart. Örneğin söz konusu hareketin, 1 Eylül Dünya Barış Günü gibi vesilelerle “barış” adına düzenlediği etkinliklerde hakim olan “savaşçı” üslup öteden beri beni çok rahatsız etmiştir. Aynı şekilde PKK’nın değişik zamanlarda aldığı “ateşkes” veya “eylemsizlik” kararlarında 1 Eylül’ü başlangıç ya da bitiş tarihi olarak saptaması da bana yadırgatıcı gelmiştir. Rakel Dink’in konuşmasıBu açıdan bakıldığında, “Barışı Kurmak” başlıklı konferans, olumlu anlamda şaşırtıcıydı. Dün bir kısmını izleme fırsatı bulduğum konferansın, yürüttükleri savaşı “barış” kavramı üzerinden meşrulaştırmak isteyenler değil de samimi olarak Türkiye’de silahların susmasını, kardeş kanının durmasını arzu edenler tarafından organize edilmiş olduğunu gözledim. Bu türden konferansların başarısında, düzenleyiciler, katılımcılar ve izleyicilerin ayrı ayrı yeri ve önemi olduğu kesin. Bu noktada Rakel Dink’e ve onun yaptığı konuşmaya ayrı bir yer vermek lazım. Öncelikle Rakel Dink’in, konuşmasının bir bölümünü Kürtçe yaptığının altını çizmek lazım. Kürt dinleyicilerin söylediğine göre Kürtçesi hiç de kötü değilmiş! Burada, Rakel Dink’in konuşmasından aldığım bazı notları okuyucularla paylaşmak isterim: “6-7 Eylül, Hayata Dönüş operasyonu gibi olayların arkasında neler olduğu teker teker ortaya çıkarılıyor, artık bunlar inkar edilmiyor ama birileri kalkıp da sorumluluklarını üstlenip özür dilemiyor. Özür diledilerse de ben duymadım. Adalet olmadan barış olmaz. Adaletin, suçluyu cezalandırmak kadar mağdurun hakkını vermek anlamı da vardır. Hayatta önemli olan ne yaptığınız değil yaptığınıza kendinizden ne kattığınızdır. Sevgi kalıcıdır. Dünya geliş amacımız ona katkıda bulunmak, fark yaratmaktır. Hrant’ın cenazesinden sonra herkes benden öfke bekliyordu. Öyle davransam o zaman benim onlardan ne farkım olurdu? Ne mutlu barış için çalışanlara!” Yazıyı, konferans afişlerinde de yer alan, Melih Cevdet Anday’ın bir dizesiyle bitirelim: Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör.

Devamını Oku

Dışardan bir gözden Öcalan’ın doğum günü izlenimleri

7 Nisan 2011

Hüseyin Yayman’ı hatırlayacaksınız. Geçenlerde onun hazırladığı ve SETA Vakfı tarafından basılan “Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası” adlı devasa çalışmadan söz etmiştim. Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Yayman, Kürt sorununa “dışardan” ama olabildiğince nesnel ve analitik bakabilmesiyle her geçen gün sivriliyor. Hüseyin’in konu üzerinde çalışan diğer isimlerden en önemli farkı, “saha”yı çok sevmesi, hep “saha”da olmasıdır. Örneğin her yıl Diyarbakır’da Nevruz/Newroz kutlamalarında muhakkak karşılaşırız ki o genellikle benden önce gider ve benden sonra döner.Hüseyin Mart ayı sonlarında aradı ve “Ömerli’ye geliyor musun?” diye sordu. Önce anlamadım. Meğer 4 Nisan günü, Abdullah Öcalan’ın 62. doğum günü dolayısıyla Şanlıurfa’nın Halfeti ilçesi Ömerli köyünde yapılacak kutlamaları kastediyormuş. Televizyon programları nedeniyle maalesef gidemedim ve yine maalesef, medyadan Ömerli’de neler olup bittiğini doyurucu bir şekilde öğrenemedim.Bunun üzerine Hüseyin’le uzun bir sohbet yapıp onun gözlem ve değerlendirmelerini derledim. Bunların bazılarını Vatan okurlarıyla paylaşmamın şart olduğunu düşündüm ve kendisinin izniyle bu yazıyı kaleme alıyorum. Artık bundan sonra Hüseyin Yayman konuşuyor:Yağmura rağmen“2004’teki ilk kutlamaya sadece 90 kişi katılırken bu yılki sekizinci kutlamada 30 bine yakın kişinin bulunduğunu söyleyebilirim. Anadolu’nun çeşitli yerlerinden daha çok otobüslerle bir gün öncesinden ilçeye gelenler yatacak yer, gidilecek tuvalet ve yenecek yemek bulunmamasına rağmen soğuk havada sabaha kadar orada kaldı. Beni en çok ürperten yaşlı kadınların mağrur tavırları ve gözlerindeki ‘öfke ve yas’ oldu. PKK, 4 Nisan kutlamalarını sıradan bir doğum günü kutlamasının önüne geçerek Nevroz gibi kimlik inşa etmenin aracına dönüştürmüş durumda. Önümüzdeki yıllarda 4 Nisan kutlamalarının çok daha gösterişli ve çok daha kalabalık yapılması sürpriz olmaz. 2004 sonrasında uygulanan yasaklar ve kitlenin köye gitmesine izin verilmemesi devletle-örgüt arasında bir zıtlaşmaya yol açarken, her defasında olduğu gibi devletin geri adım atmasıyla olay iki yıl içinde kitlesel bir boyut kazanmış. 2009 kutlamalarında iki kişinin hayatını kaybetmesi, 4 Nisan’ın kitleselleşmesine, taban tarafından fark edilmesine ve önemsenmesine yol açmış. 3 Nisan’da toplanan kalabalık, yapılan konuşmalar, konser, tiyatro vs etkinliklerle orada konaklarken 4 Nisan sabahı köye yürüyüş yapıldı. Yolların yetersiz olması, trafiğin sıkışması ve köyün çok sayıda aracın park etmesine uygun olmaması nedeniyle kitle on kilometrelik yolu yürüyerek katetti. Bu yılki kutlamalar güneşli bir havada başladı ve yağmurla devam etti. Öcalan’a bakış farkıÖmerli ve civar köylerde yaşayanların önemli bir kısmı bu kadar büyük kalabalık toplanmasına ve olağanüstü bir hal yaşanmasına rağmen kendi işinde gücünde çalışmaya devam ediyorlardı. Bunun jandarma korkusundan mı yoksa kendi öz fikirlerinden dolayı mı olduğunu anlayamadım. Dışardan gelenlerin Öcalan imgesiyle orada yaşayanlarınki arasında büyük fark var. Dışardan gelenler Öcalan’a ‘tanrısal’ bir güç atfedip evinin duvarlarına yüz sürer, kavanozlara toprak doldurup götürürlerken köylülerin onları şaşkınlıkla izlediklerini gördüm. Son dönemde Kürt siyasi hareketi hızlandı ve tüm eşikleri Ankara’nın öngörüsünden daha hızlı bir biçimde aşmaya başladı. PKK, Kürtlerin korku duvarlarını aşmalarını sağlarken bu tabana büyük bir özgüven kazandırdı.Öcalan’ın Kürt siyasetindeki önderliği önemli ve bugün için tabanı tutan en güçlü motif ancak Öcalan’ı ve PKK’yı aşan derin bir milliyetçi dalganın hızla geliştiğini gözden ırak tutmamak gerek.”Hüseyin Yayman’ın gözlemlerini hükümete ve medyaya yönelik uyarılarıyla bitirelim: “Ankara hep olduğu gibi hadiseyi bütün boyutlarıyla görmüyor veya görmek istemiyor. Kanımca 4 Nisan yürüyüşü, Kürt siyasi hareketinde yeni bir aşamaya girildiğini gösteren önemli bir hadisedir. Ulusal medya bu etkinliği görmedi ve yok saymayı tercih etti. Bu tabanın daha fazla içine kapanmasına ve daha fazla öfkelenmesine yol açıyor.” Hüseyin’e izlenimlerini paylaştığı için teşekkürler. Tabii ki bu yazı hadiseyi bütün boyutlarıyla görmek isteyenler için yazıldı.

Devamını Oku

PKK’nın din kartı

6 Nisan 2011

BDP’nin “sivil itaatsizlik” eylemlerini dini alana taşıması, Kürt sorununun geldiği aşamayı göstermesi açısından son derece manidar. Manidar çünkü Türkiye’de, özellikle çokpartili dönem sonrasında ortaya çıkan Kürt siyasi hareketlerinin çoğu dini konulara fazla ilgi ve özen göstermemiş, bunun sonucunda da din konusu bu hareketlerin önünü kesmek isteyen devletin elinde çok hayati bir “kart” olmuştu. Zaten muhafazakâr bir ülke olan Türkiye’de Kürtlerin İslamiyetle kurdukları ilişkinin ülke ortalamasının üstünde olduğu bilindiğinde devletin hiç de yanlış yapmadığı anlaşılıyordu.Aynı durum PKK için de fazlasıyla geçerliydi. Örgütün Marksist-Leninist bir ideolojiyi temel alması, manevi konularda kaba materyalist ve dolayısıyla din karşıtı pozisyonları öne çıkartması hep kendilerinin aleyhine, devletin de lehine oldu. (PKK’ya kadınların da katılması ve bunların erkek militanlarla birlikte dağlarda faaliyet göstermelerinin de bölgedeki dindarların önemli bir bölümü tarafından yadırgandığını da not edelim) Bu arada Milli Görüş hareketi başta olmak üzere, sağ partiler Kürtlerin İslami hassasiyetlerini gözettikleri için hep belli bir seçmen ve taraftar tabanı bulabildiler. PKK ile aynı tarihlerde Kürtler arasında örgütlenmeye başlayan Hizbullah’ın da, benzer bir strateji izleyerek kendine güçlü bir toplumsal zemin yaratmış olduğunu da biliyoruz.AKP’nin tavrıTekrar Güneydoğu’da “devletin din kartı” konusuna dönecek olursak: PKK ile mücadelede kimi zaman adı konulup kimi zaman üstü örtülerek, “irşad faaliyetleri” yani Diyanet’e bağlı imam ve vaizlerin “bölücülüğe karşı milli birlik ve beraberlik”i temel alan dini çalışmalar yürütmeleri hep bir devlet politikası olmuştur. Devletin gücünün yetmediği yer ve zamanlarda, normalde ülkenin batısında hiç de hoş karşılanmayan cemaat ve gruplar (özellikle Hizbullah’ın) camileri (ve dindarları) PKK’ya kaptırmamaları için teşvik edilmiş, önleri açılmış, kimi durumda alenen desteklenmiştir. Öte yandan Kürtlerde dini hayatla aşiret ilişkileri genellikle iç içe geçmiştir. Koruculuk gibi uygulamalar nedeniyle zaten “devlet yanlısı” aşiret yaratma stratejilerini hayata geçiren devletin, bu bağlar aracılığıyla elindeki “din kartı”nı daha da pekiştirdiğini de biliyoruz. AKP iktidarıyla birlikte devletin Kürt sorununda “din kartı”nı kullanma şansı ilk bakışta ikiye katlanmıştı. Zira daha önce Kürt siyasi hareketine karşı devlet eliyle İslamiyetin, din görevlileri ve camilerin kullanılması, bölgedeki Milli Görüşçüler tarafından asla tam olarak benimsenmemişti. 2002 sonunda bilip tanıdıkları ve güvendikleri kadroların tek başına iktidara gelmesi ve adım adım hükümet olmaktan devlet olmaya doğru evrilmesi, Kürt İslamcıların devlete karşı güvensizliğini büyük ölçüde azalttı. Fakat AKP’nin ilginç bir şekilde Kürt sorununda “din kartı”nı eskisi kadar güçlü bir şekilde gündeme getirmemesi nedeniye, beklenen bu büyük buluşma, yani “devlet-Kürt dindarları ittifakı” gerçekleşmedi.BDP’nin manevrasıSon günlerde, devletin elinden bir şekilde çıkmış gözüken “din kartı”na Kürt siyasi hareketinin sahip çıkmaya çalıştığını gözlüyoruz. BDP’nin dini hayatta da “sivil itaatsizlik” eylemleri düzenlemesi ve bunda belli ölçüde başarılı olduğunun görülmesi son derece önemlidir. Ancak ilk günkü bu görntünün ne derece sahici olduğundan kuşkuluyum. Şöyle ki BDP’liler camide sivil itaatsizlik çağrısını, devletin dini kendilerine karşı bir silah, en azından bir “kart” olarak kullandıkları tespitinden hareketle yapıyorlar ki yukarıda değindiğim gibi AKP’nin, onların resmetmeye çalıştığı gibi bir politikasının olduğunu şahsen gözlemiyorum. Kürt siyasi hareketinin yasal, yarı-yasal veya yasadışı kadroları, çok iyi bilmeleri gereken bir gerçeği ıskalıyorlar: Din, bizim örneğimizde İslamiyet ve bunun Kürtlerde yaşanış şekli, herhangi bir siyasi odağın kolaylıkla kullanabileceği bir silah, kart olamaz. Din kartını kullanarak rakiplerini ya da düşmanlarını alt etmek ya da en azından gelişimini yavaşlatmak düşüncesinin ne derece aldatıcı olduğunu Kürt sorununun son 30 yıllık tarihinde gördük. Konuşmak için erken olabilir ama Kürt siyasi hareketi devletin hatasına düşüyor. Din (İslamiyet) öyle bir silahtır ki, silahşor kim olursa olsun, onun elinde patlama ihtimali hayli yüksektir.

Devamını Oku

İki iktidar arasında başörtülü kadın

5 Nisan 2011

Başörtülü aday yoksa oy da yok” kampanyası, hak ettiği ölçüde tartışılmadı. Tartışmanın yaşandığı durumlardaysa, bu kampanyayı başlatan başörtülü kadınlar hak etmedikleri eleştiri ve suçlamalara muhatap oldular. Türkiye 2002 Kasım ayından beri AKP tarafından tek başına yönetiliyor. Cumhurbaşkanı Gül’ün, Başbakan Erdoğan’ın, TBMM Başkanı Şahin’in, erkek bakanların ve üst düzey bürokratların çoğununun eşlerinin başörtülü olduğu bir ülkede, başörtülü milletvekili konusu neden hâlâ bir tabudur?Bu sorunun cevabını bulmak için 1980’li yıllardan itibaren, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de yaşanan İslami yükselişi ve bunda kadınların oynadığı rolü iyice irdelememiz gerekiyor. 2000 yılı sonunda Metis Yayınları’ndan çıkan “Direniş ve İtaat: İki İktidar Arasında İslamcı Kadın” adlı kitabımda bu konuyu ele almaya çalışmıştım. 10 yıl geçmesine rağmen o kitapta yaptığım bazı değerlendirmelerin hâlâ geçerli olduğunu düşünüyorum. Bugünkü yazımda, izin verirseniz, sözünü ettiğim kitabımdan bazı alıntılar yapacağım:* İslam’da kadının yerini değerlendirmede şimdiye kadar üç temel görüşün mücadelesine tanık olduk: a) Müslüman kadınların koşullarının iyileşmesi için dinlerini terk etmelerini şart koşan görüş; b) Müslüman kadınların koşullarının, İslam içinde kalarak da iyileşebileceği görüşü; c) İslam’da zaten kadın sorunu olmadığı görüşü.Birinci görüşte “İslam, her din gibi kadın düşmanıdır” şeklinde özetlenebilecek ateist yaklaşımdan çok, diğer dinlerin misyonerleri tarafından savunulan “İslam kadın düşmanıdır” yaklaşımı ağır basıyor. Müslüman toplumlardaki laiklik yanlısı aydınlar da şu ya da bu şekilde bu görüşlerden etkileniyor, ama şu ya da bu nedenle İslam karşıtlığı yapmıyor, yapamıyorlar.Yine de laiklik yanlılarının esas olarak ikinci grupta toplandığı ortadadır. Zaten bu öbekte yer alanlar çok geniş bir yelpaze oluşturmakta ve İslam’a, kadına ve İslam-kadın ilişkisine bakışta birbirlerinden epey farklılaşmaktadırlar. Dikkat çekici olan nokta, bu öbeğe son dönemde İslami kesimden katılımların hızla ve nitelikli bir şekilde artmış olmasıdır. Diğer bir deyişle, üçüncü görüşün, yani “Müslüman kadının eşitlik ve özgürlük sorunu yoktur,” diyenlerin etkisi giderek kırılıyor.* 1985’ten itibaren Türkiye’deki İslami hareketliliği gözlemeye ve anlamaya çalışan bir gazeteci olarak, bu dönemi, hiç tereddütsüz bir şekilde şu üç cümleyle özetleyebilirim: 1) İslami harekete en büyük damgayı kadınlar bastı. 2) İslami harekette en büyük çileyi kadınlar çekti. 3) İslami hareket, bir erkek hareketidir.* Bütün bu süreç boyunca rakipleri, sürekli olarak, İslami hareketin en zayıf noktası olarak gördükleri kadın sorununu kaşıdılar. Buna karşılık İslamcılar, uzun bir süre (en azından 28 Şubat 1997’ye ve 312. maddeden mağdur olmaya başladıkları ana kadar) “inananlara baskı yapıldığı” iddialarını doğrulamak için sadece türban sorununu gösterebildiler. Sonuçta İslamcı kadınlar, kendilerini hazırlıklı olmadıkları ölçüde büyük ve ciddi bir çatışmanın içinde buldular. Sonunda direnmeyi seçenler mesleklerini, okullarını kaybederken, direnemeyip itaati seçenler de büyük bir burukluğun içine yuvarlandılar. İçlerinde fiziki ve ruhsal sağlıklarını yitirenler de oldu.* İslamcı kadınların kaybetmeleri kaçınılmazdı. Çünkü kendileri ne kadar güçsüzse sistem de o kadar güçlüydü. Onların sistemle hem İslamcı, hem kadın oldukları için sorunları vardı. Sırf kadın oldukları için diğer sistem karşıtı hareketlerden, sırf dindar oldukları için de diğer kadın hareketlerinden destek bulamadılar.Üstüne üstlük kendi hareketlerinin mutlak desteğinden de mahrumdular. Çünkü İslami hareketin ana gövdesi sanıldığının aksine, mevcut sistemi devirmeyi filan düşünmüyordu. Ayrıca her zaman, tepeden tırnağa erkeklerin egemenliği altında olmuştu. Dolayısıyla İslami hareketin yükselişi İslamcı erkeklerin yükselişi anlamına geliyordu. Bütün bu süreç boyunca kadınların önü hiçbir şekilde açılmadı. RP kapatılana kadar tek bir kadın bile milletvekili adayı gösterilmedi, belediye başkan adayı olmadı, belediye meclislerine seçilmedi, parti il yönetimlerine getirilmedi. Tek bir kadın cemaat lideri görmedik. Cemaatler adına konuşan kadınlarla da karşılaşmadık. Kadınlara mahsus yayın organları dışında, kadınlara köşeler verilmedi. Ve işin acısı, şu ya da bu nedenle kadınlara da bazı makamlar sunulması zorunlu hale gelince, çekirdekten yetişme kadınların değil de, yeni transferlerin ya da İslamcılıkla ve/veya söz konusu cemaatle ilişkileri tartışmalı kadınların önü açıldı.* Hareketin erkek liderleri, daha fazla oy, daha geniş kitle desteği ve dolayısıyla sistemin egemen güçleriyle daha elverişli pazarlık imkânları elde edebilmek için kadınları bir koz, bazı durumlarda da bir şantaj öğesi olarak ortaya sürdüler. Dolayısıyla kadınlar da olmalıydı, ama asla feministlik taslamamalıydılar. Ve erkeklerden izin almadan zinhar sisteme kafa tutmamalıydılar.* İslamcı kadınlar yenildi, çünkü kendilerine zulmettiklerini iddia ettikleri “laik” iktidara, yani sisteme karşı mücadele ederken, yine kendilerini ezen İslamcı erkeklere ses çıkarmadılar, hatta onlara, iktidarlarını daha da pekiştirmelerinde yardımcı oldular. Zaten iki iktidar arasında sıkışmış oldukları için başarılı olma şansları çok azdı. Bir iktidarı diğerine tercih ettikleri için bu azıcık şansı da teptiler. İslamcı kadınlar yenildi, çünkü İslamcılıklarını kadınlıklarının önüne geçirdiler.Haklarını yemeyelim, başka türlü davranma imkânları da çok yoktu. Çünkü laik feminist çevrelerle “kadınlık” temelinde bir arada olmalarına kimse izin vermedi, bundan sonra vereceğe de benzemiyor.* 1994 yerel seçimlerinden kısa bir süre sonra Ankara’da bir “laik tartışma grubu”na İslami hareketleri anlatmak için davet edilmiştim. Orada kendisini feminist olarak tanımlayan biriyle aramızda şöyle bir diyalog geçmişti:İslami kesimde de feministler var, neden onlarla ilişki kurmuyorsunuz?Hem İslamcı hem feminist olunamaz.Neden?Çünkü Kuran buna izin vermez.Size ne, bu onların sorunu...Yok, bu esas bizim sorunumuz.Hıristiyanlar, yahudiler, hindular, budistler pekâlâ feminist olabiliyorlar; birçok ülkede feministler, dindarları, kimliklerini terk etmeden kendi saflarına çekebilmek için özel gayret sarfediyor, bu amaçla ayrı örgütlenmelere gidiyorlar. Bunun dışında, dünyanın değişik bölgelerinde dinsel örgütlenmelerle feministler çatışabildikleri gibi, kimi somut durumlarda ortak da hareket edebiliyorlar. Fakat iş İslam’a ve müslümanlara gelince nedense her şey tersine dönüyor ve yukarıdakine benzer diyaloglar yaşanıyor.* Kuşkusuz dindar kadın feminist olmak zorunda değil. Ama kadın haklarını savunma, erkek egemenliğine direnme iddiasındaysa, erkeklerin ürettiği yalan-yanlış suçlamalarla feminizme saldırmamak zorunda. Aksi takdirde, iki farklı iktidara karşı mücadelesinde hükmen mağlup konumunu değiştirebilmesi mümkün görünmüyor.

Devamını Oku

“Yandaş medya” tartışmalarına bilimsel bir yaklaşım

2 Nisan 2011

Genel olarak medya kuruluşlarının, özel olarak gazetelerin siyasi partilerle ilişkilerinin nasıl olduğu ve nasıl olması gerektiği tartışması, genel seçimlerin yaklaştığı şu günlerde daha fazla anlam kazanıyor. Bu nedenle, Koç Üniversitesi’nden Prof. Ali Çarkoğlu ile Sabancı Üniversitesi’nden doktora öğrencisi Gözde Yavuz’un kaleme aldığı ve Turkish Studies (Türk Araştırmaları) adlı bilimsel dergide yer alan “Basın-Parti Paralelliği: Bireysel düzeyde bir değerlendirme” başlıklı makale bizlere epey ilginç bulgular sunuyor.Makale “basın-siyasi parti paralelliği” (BPP) kavramı üzerine kurulmuş. Bu, basın-yayın organlarının siyasi partiler ile yakınlaşmasından doğan partizanlık derecesini tanımlamak için geliştirilmiş bir kavram. Yazarlar, son dönemde sektörde önemi artan ticarileşme ve profesyonelleşme süreçleri sonunda siyasi partiler ile basın arasındaki ilişkilerin ciddi bir yapısal dönüşüme uğradığını vurguluyorlar. Günümüzde objektif ve profesyonel basın geleneğinin norm haline geldiğini, bununla birlikte partizanlığın, patronaj ilişkileri, gazetecilerin bireysel olarak kurdukları siyasal bağlar, gazetenin içeriğinde ağır basan tek yönlü siyasal görüşler veya okur kitlesinin homojen siyasal eğilimleri üzerinden kendini göstermeyi sürdürdüğünü söylüyorlar. Çarkoğlu ve Yavuz, bu makaleye temel oluşturan veritabanını 2002 ve 2007 genel seçimlerinden önce yürütülmüş olan saha çalışmalarında yüz yüze görüşmelerle tüm ülke genelini temsil yeteneğine sahip örneklemler üzerinden elde etmişler. Bu iki saha çalışmasında da seçmenlerin parti tercihleri ile en sık okudukları gazeteler tespit edilmiş. Şaşırtıcı olmayan bulgularBu iki soru temelinde dökümü verilen sonuçlar pek şaşırtıcı değil. Örneğin, gerek 2002 gerek 2007 seçimlerinde Cumhuriyet okurlarının yaklaşık yüzde 60’ı CHP’ye Zaman gazetesi okurlarının yine yaklaşık yüzde 80’i AKP’ye oy verdiklerini söylüyor. Hürriyet ve Sabah gazetelerinde ise her iki seçimde de AKP’ye oy verdiğini söyleyenler yüzde 43-49 aralığında en geniş grubu oluşturuyor. İki seçimde de Zaman gazetesi dışındaki benzer gazetelerden oluşan muhafazakâr gazeteler grubunda özellikle Saadet Partisi’nin payı diğer gazetelere göre daha yüksek, ancak tam da bu nedenle, AKP seçmeninin payı örneğin Zaman gazetesinde gözlenenin altında.Makaleden bazı dikkat çekici bulgular vermeye devam edelim: Milliyet gazetesi okurları içinde CHP’ye oy verdiğini söyleyenler 2002’de 2007’ye göre oldukça yüksek iken 2007’ye gelindiğinde aynı gazete okuru içerisinde AKP’ye oy verdiğini söyleyenler CHP’ye oy verdiğini söyleyenlerden daha yüksek. 2002’de MHP seçmeni Posta ve spor gazeteleri grubunda daha belirgin iken 2007’ye gelindiğinde Milliyet okurları içerisinde yaklaşık yüzde 20 civarında bir MHP seçmeni gözleniyor. AKP seçmeni Posta okurları arasında 2002 seçimlerinde ancak yüzde 41 düzeyindeyken 2007’ye gelindiğinde bu pay yüzde 64’e çıkmış. Sonuçta Posta’nın, 2007 yılında muhafazakâr gazeteler ve Zaman’ın ardından en yüksek oranda AKP’li seçmeni okurları arasında bulundurduğu gözleniyor. Hangisi daha partizan?Makalede Zaman ile Cumhuriyet arasında çarpıcı bir kıyaslama yer alıyor. Buna göre Zaman okurları arasından ikiden az sayıda yaklaşık eşit büyüklükte parti grubu bulunurken Cumhuriyet okurları arasında yaklaşık eşit büyüklükte ikiden fazla parti grubu çıkıyor. Zaman gazetesi okurları 2002 yılı için yüzde 80 AKP’ye ve yüzde 9 da ANAP-DYP’ye oy verdiğini söylüyor. Yani orta-sağdan farklı bir ideolojik sese okur kitlesi açısında pek yer kalmıyor. 2007’ye gelindiğinde Zaman gazetesi okurlarının yüzde 83’ü AKP ve yüzde 9’u da MHP’ye oy verdiğini söylemiş, yani yine yüzde 92 gibi bir okur kitlesi orta-sağ seçmen olarak tespit edilmiş. Yazarlar 2002’den 2007’ye gelindiğinde her gazetenin kendi içinde ya pek değişime uğramadığını ya da gitgide daha az sayıda parti seçmenine hitap ettiğini saptamışlar. Ancak “Okur kitlesi partizan olarak daha homojen hale gelen gazetelerin içeriklerinde de o parti kitlesine hitap etme kaygısıyla taraflı bir yayın yapılmakta mıdır?” sorusunun cevabı için henüz ellerinde sistematik olarak toplanmış bir veri olmadığını belirtiyorlar. Ama bu sorunun cevabını vermenin pek zor olduğu söylenemez. Ne dersiniz?

Devamını Oku