Zaten R. Tayyip Erdoğan başta olmak üzere AKP kadrolarının çoğunun İslamcılıktan vazgeçmediğini düşünenler için başlıktaki soru anlamsızdır. Onlar şu günlerde “Ben demiştim...”, “Ben uyarmıştım...” diye başlayan cümleler kuruyor ve haklı çıktıklarını söylüyorlar.İkinci gruptaysa bu soruya istemeye istemeye “evet” cevabı verenler yer alıyor. İdeolojik yelpazenin değişik kesimlerinden gelip demokrasi ortak paydasında birleşen ve kolay bir şekilde “liberal” olarak adlandırılan bu kişiler Kemalist ilkeler üzerinde inşa edilmiş olan sisteme karşı mücadelesinde destek vermiş oldukları AKP’nin demokratikleşmeyi bir kenara bırakıp İslamcı bir toplum mühendisliğine yöneldiğini düşünüyor ve bu yüzden derin bir hayal kırıklığı yaşıyorlar.AKP’nin yeniden İslamcılaşmaya doğru savrulma ihtimalinin İslami kesim içinde de yer yer kaygı yarattığını görmek ilginç ve düşündürücü. Bu yazıda, dün duyurmuş olduğum gibi, Today’s Zaman gazetesi yazarı, Fatih Üniversitesi öğretim üyesi, siyaset bilimci Doç. İhsan Yılmaz’ın önceki günkü yazısını tartışmak istiyorum. Zaten yazımın başlığını da ondan ‘çalmış’ durumdayım; tek farkla onun yazısı İngilizce.İkili dönüşümÖncelikle İhsan’ın yazısında ileri sürdüğü gibi Refah Partisi’ndeki gelenekçi-yenilikçi ayrışmasını tarafların İslamcılığa karşı tavırlarının belirlediğini düşünmüyorum. Hatta sanılanın aksine yenilikçiler gelenekçilere kıyasla daha katı İslamcıydılar. Fakat siyasi çalışmalarını daha modern yöntemlerle sürdürmek, herkese seslenmek, herkesle görüşmek yanlısıydılar. Yani özde daha katı ama yöntemde gerçekçi ve pragmatist bir İslamcılıktan yanaydılar.AKP kadrolarının başarılarının temelinde İslamcılık ile reelpolitiği kaynaştırmak yatıyor. İhsan’ın da yazısında hatırlattığı Batı ile iyi geçinme, AB üyeliği sürecine bütünüyle angaje olma, buna bağlı olarak reformlar gerçekleştirme, askeri vesayetle hesaplaşma gibi adımları bu kapsamda değerlendirebiliriz.AKP kadroları bunların bir kısmını çok da gönüllü olmadan, yani “mecburen” yapmış olabilir ama süreç içersinde bu adımlar sindirilip içselleştirildi, Prof. Nilüfer Göle’nin tabiriyle “AKP Türkiye’yi dönüştürürken kendisi de dönüştü.”İslamcılığa vedaUzun bir süredir AKP kadrolarının İslamcılığa veda etmiş olduklarını düşünüyorum. Ama dindar kimliklerini koruyor olmaları nedeniyle birçok kişi bu vedanın aldatıcı olduğunda ısrarlı. Ve aynı kişiler son dönemde hükümetin yıllarca el atamadığı başörtüsü, İmam Hatip Liseleri gibi sorunları peş peşe çözmesinden; “dindar nesil”, “kürtaj yasağı”, “Çamlıca’ya cami”, “opera ve balelere mescit” gibi yeni tartışma konularını gündeme sokmasından hareketle AKP’nin aslına döndüğünü savunuyorlar.Katılmıyorum. AKP hükümetinin zaten büyük ölçüde muhafazakâr olan toplumumuzu daha da muhafazakâr yapmak istediği tartışma götürmez. Ama bunları büyük ölçüde, geçmiş yönetimlerin dinsel olanı kamusal alana sokmama inadına verilen cevaplar olarak görmek gerekir. Daha açık konuşmak gerekirse, Türkiye yıllar boyunca devletin müdahalesi nedeniyle Türkiye’de dini hayat doğal olmayan bir mecrada ilerlemişti ve bunun doğal akışına kavuşturulması şarttı. AKP’nin de dini hayatı normalleştirmede ölçüyü sık sık kaçırdığı muhakkak ancak bundan o hep bildiğimiz “laiklik tehdit altında” algısına varmak aşırı kaçacaktır.Bugün laikliğe duyarlı kesimleri endişelendiren bazı adımları, hükümetin (ve dolayısıyla Erdoğan’ın) laikliği ortadan kaldırma arzusu yerine, kısa süre önce başlayan yeni tür iktidar savaşlarında, üstünde yükseldiği esas zemini koruma ve güçlendirme amacı perspektifinden okumak daha isabetli olacaktır.Farkındayım şu günler böyle bir yazı için pek uygun değil ancak AKP eleştirisinin yine laiklik üzerinden kurgulanması ihtimalinden ürktüğüm için “AKP İslamcılığa mı dönüyor?” sorusuna hayır cevabımın kayıtlara geçmesini istedim.
Hasan Cemal’in dünkü Milliyet’te çıkan ve Başbakan Erdoğan’ı Zaloğlu Rüstem’e benzeten yazısı haklı olarak çok geniş ilgi gördü. Haklı diyorum çünkü yazı çok kapsamlı ve sert eleştirilerle yüklüydü ve Cemal doğrudan Erdoğan’ı muhatap alıyordu.Her ne kadar son dönemde Cemal, Başbakan’a ve hükümete yönelik eleştiriler kaleme alıyor olsa da dünkü yazıyı “gecikmiş” olarak tanımlamak yanlış olmaz. “Neden gecikmiş?” diye sorulacak olursa sadece Cemal’in “kelle almak” diye tarif ettiği Başbakan’ın o rahatsız edici özelliğini ele almamız yeterli olabilir. Özellikle medyada çok kişi, Erdoğan’ın doğrudan müdahalesi olsun ya da olmasın da sırf onun hoşuna gitmeyen yazılar yazdıkları, görüşler dile getirdikleri için işlerinden, hatta bazıları mesleklerinden oldu. Ama bu süreçte hükümete ve Erdoğan’a destek veren (H. Cemal’in de aralarında bulunduğu) çok kişi, gidişat olumsuz etkilenmesin diye sessizliği tercih etti; hatta içlerinden bazıları, bu tasfiyeleri doğal, meşru ve isabetli bulabilmişti.Sorun Erdoğan’da mı?“Geç olsun güç olmasın” diyerek bu gecikme konusunu fazla uzatmak istemiyorum. Ama şu hatırlatmayı yapmama izin verin: bir adımın geç atılması onu değersiz kılmamakla birlikte değerinin azalmasına neden olur.H. Cemal’in yazısının değerini kabul ediyorum lakin şikayetlerinin nerdeyse tümünden şahsen Erdoğan’ı sorumlu tutmasını yanlış buluyorum. Evet, Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasından sonra AKP’nin “Erdoğan partisi”ne dönüştüğü; hatta Erdoğan’ın giderek tüm ülkeye tek başına damga vurduğu bir gerçektir. Bununla birlikte Erdoğan’ın doğru ya da yanlış, attığı adımları, izlediği politikaları esas olarak ve kimi durumda sadece onun bazı kişisel özellikleri, duyguları ve hırsına bağlamak da yanıltıcı oluyor.Bu nedenden dolayı medyada son günlerde iyice büyüyen ve kimi şaşırtıcı isimlerin de dahil olduğu Erdoğan’ı eleştirme kervanının yanlış bir yolda ilerlediği kanısındayım. Bu kervanı oluşturanlar, 27 Nisan e-muhtırası ve buna tepki olarak 2007 genel seçimleri öncesi oluşan ittifakın yakın bir dönemde çatladığını; bunun sonucunda Türkiye’nin bir süredir yeni türden iktidar savaşlarına (MİT krizi bunun en çarpıcı örneğidir) sahne olduğunu, Erdoğan’ın son dönemdeki politikalarını da bu yeni durumun şekillendirdiğini ya görmüyorlar ya da görmek istemiyorlar.Laiklik tartışmalarıİktidar partisi özel yetkili mahkemelerin (ÖYM) durumunu gözden geçiriyor, hatta tümüyle kaldırmayı düşünüyor; yasadışı yapılan kayıtların yayınlanmasına çok ağır cezaların getiriyor. Bunların son derece olumlu ama hayli gecikmiş adımlar olduğu ortadadır. Nitekim hükümetin bu projesi, yakın zamana kadar ittifak yapmış olduğu bazı çevrelerin çok sert itirazlarına neden oluyor. Bu son derece anlaşılır bir durum zira hükümetin, askeri vesayetin büyük ölçüde sonlandırılmasının, dolayısıyla Türkiye’nin tepeden tırnağa değişmesinin en önde gelen enstrümanlarını rafa kaldırmak istemesi yeni ve normal bir dönemin başlamakta olduğunu gösteriyor. Bu da güç ve meşruiyetini büyük lçüde olağanüstü durumlara borçlu olan bazı odakları rahatsız ediyor. Ne var ki Türkiye’nin bir böümü bu son derece hayati iktidar mücadelelrini pek önemsemeyip yoğun bir şekilde kürtajı ve buradan hareketle laikliğin geleceğini tartışıyor. Kuşkusuz Erdoğan’ın kadınların bu hayati kazanımını tamamen dinsel argümanlarla gasp etmeye çalışması asla kabul edilemez. Bu bağlamda kadınların başını çektiği direniş hareketleri son derece meşru ve önemlidir. Fakat bu direnişi laiklik zemini üzerinden sürdürmek tam da Erdoğan’ın isteyeceği bir şeydir. Çünkü AKP lideri, kürtaj, sezaryen gibi tartışmaları tam da karşısına “laik bir cephe” çıkartmak ve bu yolla muhafazakâr seçmeni daha güçlü bir şekilde kendi yanına çekmek için kışkırtıyor. Diğer bir deyişle ekonomik popülizmin risklerini göze alamadığı için geleneksel değerler üzerinden popülizme yöneliyor. Bu arada, yukarıda sözünü ettiğimiz, “yeni tür iktidar savaşları”nı perdeleme amacını da unutmamamız lazım. Tam da bu noktada, dün son derece sahici olan “mahalle baskısı” tartışmalarını boğmak için ellerinden geleni yapan bazılarının bugün, öteden beri dalga geçtikleri “laikçiler”i aratmayacak ölçüde laiklik telaşına düşmüş olmalarına kocaman bir soru işatreti koyalım ve Today’s Zaman Gazetesi’nde İhsan Yılmaz’ın ortaya attığı “AKP İslamcılığa geri mi dönüyor?” sorusunu tartışmayı yarına bırakalım.*****Bardakoğlu-Görmez farkıDiyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez’in kürtaj üzerine açıklama yapması benim açımdan tam bir hayal kırıklığı oldu. Prof. Görmez’in ne dediğiyle değil neden bu açıklamayı yaptığıyla ilgiliyim. 10 yıldır bu ülkeyi yöneten bir siyasi partinin kürtaj yasağı talebini, neye dayandırıyor olursa olsun bugün dile getirmesi tamamen siyasi bir olaydır. Diyanet İşleri Başkanı da sıcağı sıcağına ve tabii ki hükümet çizgisinde posizyon alarak bu siyasi projenin içinde yer almıştır. Sanıyorum Prof. Ali Bardakoğlu bugün başkan olsaydı hükümetle özdeşleşme algısı yaratacak böylesi bir adımı atmazdı. Bakalım Prof. Görmez bu algıyı giderebilecek mi, gidermeye çalışacak mı ve en önemlisi gidermek isteyecek mi?
Dün öğleden sonra twitter’da takipçilerime şu soruyu sordum: Kılıçdaroğlu-Erdoğan görüşmesinden benden başka umutlu olan kimse var mı?Kısa süre içinde çok sayıda mesaj geldi. Neden umutlu olduğumu açıklamaya geçmeden önce okurlarımın (yeni tabirle takipçilerimin) konu hakkında ne düşündüklerini örnekleriyle aktarmak istiyorum.Soruma cevap verenlerin ezici bir çoğunluğunun hiç de umutlu olmadığını ve benim iyimserliğimi temelsiz bulduğunu görmek şaşırtıcı olmadı. Mesela @iviy_ “Kemalistlerle (CHP’yi kastediyor) neo-kemalistlerin (AKP’yi kastediyor) görüşmesinden umut taşımak? Allahım bana da Ruşen Çakır optimisliğinden (iyimserliğinden) ver” derken @kordican rümuzlu takipçim bana “Siz açılım konusunda da umutluydunuz, bence umudunuzu sokakta arayın, parlamentoda değil” diye seslenmiş.İki liderin buluşmasının umut vermemesinin temelinde bugüne kadarki ilişkileri, daha doğrusu ilişkisizlikleri yatıyor. Birkaç örnek vermek gerekirse @SavasUcr “Bugün buluşurlar yarın yine birbirlerine söverler. Sonuç çıkmaz çay içip ayrılırlar” derken, @vedatsozen “Birbirleri hakkında en ağır hakaretleri eden siyasetçilerin sonradan sağlıklı bir diyalog kurmaları ne kadar mümkün?” diye soruyor. Benzer bir şekilde @alpi04gs “Kavgadan başka dil bilmiyorlar sanki! Bir de birinin kara dediğine diğerinin ak demesi inadı mevcut” diye yakınırken @ixpinoz “İki gün sessizlik, Cuma günü kavga başlar” öngörüsünde bulunuyor.İki liderin birbirleriyle kavgalı olmasından şikayet edenlerin dışında Erdoğan’a veya Kılıçdaroğlu’na güvenmeyenlerin de yarın yapılacak görüşmeden hiç umutlu olmadıklarını görüyoruz. Onların argümanlarını burada aktarmaya pek gerek yok. Son olarak, benim gibi azınlıkta olanlardan, yani Çarşamba günkü buluşmaya iyimser bakanlardan birkaç örnek görelim.Değişmin yansımalarıÖrneğin @Omer-ust “Görüşmenin yapılacak olması bile umut verici bir durum” derken @CAYPAR da duygularını benzer bir şekilde “Umutluyum, ama sonucu için değil, görüşmeye, iletişime başlarlar” şeklinde dile getirmiş.“En azından kavga etmeyip müzakere ediyorlar” diyenlerin de bu buluşmadan Kürt sorununun çözümü açısından olumlu bir gelişme bekledikleri söylenemez. Ama az da olsa aksini düşünenler de bulunuyor. Örneğin @ibrahimikorkmaz bu buluşmanın CHP’deki bazı değişikliklerin sonucu olduğu kanısında. “CHP içerisinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorunu politikasını dizayn edenler var. Değişen şartlar ve yapı CHP’ye bunu dayattı” diyor.Ben de buna yakın düşünüyorum. ™öyle ki AKP hükümeti Kürt açılımını başlattığında en çok CHP’ye güvenmiş, ama en büyük çelmeyi de bu partiden yemişti. O dönem CHP’nin başında bulunan Deniz Baykal, ne AKP’nin Kürt sorununu samimi bir şekilde çözmek istediğine, ne de istese bile çözebileceğine inanıyordu. Dolayısıyla başından itibaren açılıma mesafeli oldu, hatta bir andan itibaren ona karşı durdu.CHP’nin açılıma katılmamasının tek sorumlusunun Baykal, yani ana muhalefet partisi olduğunu söylemek haksızlık olacaktır. Başta Erdoğan olmak üzere iktidar partisi CHP’yi hep yarım ağız bir şekilde açılıma davet ettiler ve ana muhalefet partisine, hükümetin geliştireceği politikalara destek verme dışında bir rol biçmediler. Sonuçta Habur’la birlikte açılım durdu ve bundan hem AKP, hem CHP, daha kötüsü tüm Türkiye zarar gördü.Doğal olanda buluşmaKemal Kılıçdaroğlu, hep vaat ettiği “Yeni CHP”yi ancak Kürt sorunu konusunda farklı ve aktif bir politika izleyerek hayata geçirebilir. Bu bağlamda bir öneriler paketi hazırlayıp bunu doğrudan Başbakan’a sunma kararının isabetli olduğu kanısındayım.Erdoğan da, Kürt sorununu ne yapıp edip çözmek zorunda olduğunu ve her ne kadar uzun bir süredir “şahin” bir çizgi izliyor olsa da bu sorunun baskı politikalarıyla çözülemeyeceğini biliyor olmalı. Aynı şekilde bu sorunun çözümünde CHP gibi bir partinin mutlak yer alması gerektiğini de düşünüyor olmalı.Özetle, Kürt sorununda belli bir süredir kendi doğalarına aykırı politikaların peşinde koşan AKP ve CHP’nin doğal olanda, yani bu sorunun demokratik yöntemlerle kalıcı bir şekilde çözümü için işbirliğinde buluşmaları gerekiyor. İşte Çarşamba buluşması pekala bunun startı olabilir.Son söz: Felaket tellalığından kolay bir şey yok. Her şeye rağmen, Kürt sorununun çözümü konusunda iyimser olmak ve böyle kalmak iyidir.Not: Twitter’da görüşlerini paylaşan herkese teşekkürler.
Hizbullah, Mustazaf-Der’in yargı tarafından kapatılmasının ardından “Mustazaflar hareketi” adıyla, sivil toplum faaliyetleri yerine yasal alanda siyasi çalışmayı temel almaya başladı. Ancak örgütün kaderinde devlet kadar, hatta yer yer ondan daha fazla, PKK’nın başını çektiği Kürt siyasi hareketiyle ilişkisi etkili olacak. Hizbullah’ı. Yeni döneminde bu iki örgüt arasındaki ilişkilerin nasıl gelişebileceğini tartışabilmek için önce geçmişe gitmemiz gerekiyor. Birkaç saptama yapalım:Zemin aynı, yollar ayrı1) Hizbullah ile PKK arasında çok sayıda benzerlik var. Örneğin ikisinin de temelleri 1970’li yılların sonunda atıldı. İki örgütün de kurucu liderleri, yani Abdullah Öcalan ile Hüseyin Velioğlu Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okudu. PKK Marksist-Leninist, Hizbullah ise İslamcı ideolojiyi esas almakla birlikte iki örgüt de Kürtler arasında doğdu, gelişti ve güçlendi; dolayısıyla birer Kürt hareketi olarak görüldüler. İki örgüt de şiddeti bir siyasal mücadele aracı olarak benimsedi ve buna geniş ölçüde başvurdu.2) Özellikle ilk yıllarda Hizbullah Kürt kimliğini geri plana atarken PKK da Kürtlerde hayli egemen olan dindarlıkla arasına mesafe koydu. Bu durum, iki örgütün Kürtlük ortak paydasında birleşmelerini imkansız kıldığı gibi aralarındaki rekabetin kanlı bir çatışmaya evrilmesinde de etkili oldu.3) Her iki örgüt de benzer toplumsal tabanlara sahip oldukları için sık sık karşı karşıya geldi. Nispeten daha güçlü oldukları yerlerin haritaları çıkarılırsa (sadece Güneydoğu değil metropoller ve hatta Avrupa da dahil) PKK ve Hizbullah’ın nerdeyse iç içe yaşadıkları görülecektir.4) Bu iç içelik PKK’yı fazlasıyla rahatsız etti. PKK, kendisine rakip gördüğü grupları fazla zorlanmadan baskı ve şiddetle etkisizleştirmiş olduğu için Hizbullah’ı da kolay lokma olarak gördü ve 1990’lı yılların başlarında onu tasfiye etmeye kalktı. Ancak beklemediği bir dirençle karşılaştı. Derin devlet yapılanmalarının büyük ölçüde manipüle ettiği PKK-Hizbullah çatışmasında her iki taraf da, ama en çok PKK, büyük yaralar aldı.5) Velioğlu’nun ölümünün ardından, Gaffar Okkan suikasti hariç, bir süre kendini unutturan Hizbullah, 2004’ten itibaren yasal alanda faaliyetlere başlayınca iki örgüt yine sık sık karşı karşıya geldi fakat birkaç olay dışında aralarında ciddi bir çatışma yaşanmadı.Karşılıklı güvensizlikDaha önce de belirtmiştim: Son dönemde PKK dine karşı hasmane tutumlardan iyice uzaklaştı hatta dindarları kazanmaya yönelik özel stratejiler geliştiriyor. Hizbullah da İslamcı kimliğini korumakla birlikte Kürt sorunu konusunda daha açık, somut politikaları benimsiyor. Her iki örgütün bu adımlarının onları birbirlerine yakınlaştırdığı açık ancak geçmişte yaşananlar ve bunun doğurduğu karşılıklı güvensizlik bu yakınlaşmayı ciddi olarak frenliyor.PKK’nın Hizbullah’a bakışını kısaca, onun gerçek gücünü görmeye yanaşmama olarak tanımlayabiliriz. Öte yandan bu gücün devlet ve diğer odaklar tarafından aleyhine kullanıldığı veya kullanılabileceği düşüncesi PKK’yı Hizbullah konusunda dikkatli davranmaya sevk ediyor. Örneğin Öcalan bir ara Hizbullahçıların Demokratik Toplum Kongresi’nde yer alabileceklerini söyleyerek bir anlamda bu gücün meşruiyetini de kabul etmiş oldu. Ama bu çağrıya Hizbullah’tan olumlu bir karşılık gelmedi. Çünkü Öcalan Hizbullah’ı bir tür biat etmeye çağırmıştı ki bunun kabulü ancak örgütün kendisini feshetmesiyle mümkün olabilirdi, yani imkansızdı.Hizbullah da PKK’ya karşı alabildiğine temkinli yaklaşıyor. Kendisini Kürt siyasi hareketinin merkezi görme gibi gerçekdışı bir tutum takınmayan Hizbullah’ın beklentisinin esas olarak PKK tarafından düşman olarak görülmeme olduğunu söyleyebiliriz.Dolayısıyla PKK ile Hizbullah arasındaki ilişkilerin kısa, hatta orta vadede varabileceği noktayı, geçmişteki düşmanlıktan sıyrılma olarak öngörebiliriz. Ancak düşmanlığın bitmesi dostluğun, hele ittifakın başlayacağı anlamına gelmeyecektir. Özellikle Kürtlerin bu iki en önemli toplumsal ve siyasal hareketi arasındaki düşmanlığın sürmesini arzulayan bu kadar çok odak bulunduğu düşünülürse...
Mustazaf-Der’in mahkeme tarafından kapatılmasının ardından Hizbullah’ın kritik bir strateji değişikliğine gittiğini, bundan böyle sivil toplum faaliyetleri yerine yasal alanda siyasal çalışmaya ağırlık vereceğini önceki günkü yazımızda belirtmiştik. Yine aynı yazıda “Mustazaflar Hareketi” adı altında yoluna devam etmek isteyen Hizbullah’ın geleceğini tek başına belirleyemeyeceğini, devletin ve PKK liderliğindeki Kürt siyasi hareketinin tavırlarının son derece önemli olacağını vurgulamıştık. Bugün devlet-Hizbullah ilişkilerin yeni dönemde nasıl seyredebileceğini tartışmak istiyorum.Her ne kadar AKP iktidarıyla birlikte ülkemizde, geçmişte yaşanan devlet-hükümet ayrımı büyük ölçüde kalkmış olsa, yani AKP hükümeti devletin denetimini demokratik sistemlerde olması gerektiği gibi elinde tutuyor olsa da (veya öyle görünse de) Hizbullah yayınlarına baktığınızda ve örgüte yakın isimlerle konuştuğunuzda, onların bu bütünleşmeye pek inanmadıklarını görüyorsunuz. Daha açık söyleyecek olursak Hizbullahçılar AKP hükümetiyle emniyet ve adliyeyi tam anlamıyla özdeş görmüyorlar. Bu bağlamda örneğin Mustazaf-Der’in kapatılmasıyla sonuçlanan süreçten hükümetten ziyade polis ve adliyede güçlü olduğuna inandıkları Fethullah Gülen cemaatini sorumlu tutuyorlar.Tıpkı PKK-BDP ilişkisi gibiÖnümüzdeki süreçte devlet-Hizbullah ilişkilerinin büyük ölçüde yargı ekseninde gelişmesi şaşırtıcı olmayacak. Çünkü her ne kadar silahı bırakmış olduğunu ilan etse de Hizbullah hâlâ yasadışı bir terör örgütü statüsünde. Örgüt, yeni lideri Edip Gümüş ile İsa Altsoy, Cemal Tutar, Hacı İnan gibi üst düzey kadrolar tarafından yeraltından ve muhtemelen yurtdışından yönetiliyor. Kısacası Mustazaflar Hareketi-Hizbullah ilişkisinin büyük ölçüde PKK-BDP ilişkisini andırdığını söylemek mümkün. Dolayısıyla nasıl KCK operasyonları kapsamında büyük ölçüde BDP’li isimler hedef alınıyorsa, adli makamların Hizbullah’a yönelik operasyonlarının Mustazaflar Hareketi’ni kapsaması da şaşırtıcı olmayacak.Mustazaflar Hareketi’nin Hizbullah ile olan ama yasal nedenlerle dile getirilmesi mümkün olmayan ilişkisi onun hem avantajı, hem de dezavantajı olacağa benziyor. Avantaj çünkü yeni bir hareket olmasına rağmen nerdeyse PKK kadar eski bir geleneğe ve onun yıllar boyunca oluşturduğu bir tabana yaslanıyor; dezavantaj çünkü hem Hizbullah tarihinin henüz aydınlanmamış birçok karanlık yönünün yükünü taşımak zorunda hem de Hizbullah’ın yasadışı olması nedeniyle her an ve her vesileyle yasalarla başı derde girebilir.Devletin kafası karışıkBu kilidi Hizbullah’ın tek başına çözmesi imkansız. Bu, ancak hem devletin, hem de geçmişte Hizbullah’ın mağdur etmiş olduğu kişi ve çevrelerin örgütü bir tür affetmesi ve “beyaz bir sayfa” açmasına onay vermesiyle mümkün olabilir. Ama şu an için ne taraflar arasında bu türden bir diyalog arayışı, ne de Hizbullah’ın geçmişine yönelik ciddi, inandırıcı bir özeleştirisi göze çarpıyor.Daha önemlisi, gözlemlerime göre devletin Hizbullah konusunda net bir stratejisi şu an için bulunmuyor. Hatta devlet içinde bu konuda farklı eğilimlerin mevcut olduğunu bile söyleyebiliriz.Şurası kesin: Tam anlamıyla ona alternatif olduğu söylenemese de Kürtler arasında PKK dışında etkili bir şekilde varlık gösteren yegane toplumsal-siyasal hareket Hizbullah. Dolayısıyla PKK’yı belli ölçülerde dengelemesi nedeniyle Hizbullah’ın varlığı devleti hiç de rahatsız etmiyor. Ama devletin geçmişte olduğu gibi Hizbullah’ı PKK ile çatışmaya sevk etmek istediğini de söyleyemeyiz. Kaldı ki örgüt de onca yaşanandan sonra, gündeme gelse bile, böyle bir manipülasyona teslim olacağa benzemiyor.Açılımın durmasından sonra AKP’nin Kürtlerden aldığı desteğin azaldığı söyleniyor ki özellikle Uludere/Roboski faciası nedeniyle böyle bir gelişmeyi çıplak gözle bile gözlemek mümkün. Bu bağlamda iktidar partisinin özellikle seçim zamanlarında Hizbullah tabanının oylarına ihtiyaç duyacağı açıktır. Fakat yeni dönemde Mustazaflar Hareketi hızlı bir şekilde partileşmeye gitmese bile gerek yerel, gerekse genel seçimlere bağımsız adaylarla katılabilir. Bundan da en fazla AKP’nin olumsuz etkileneceği açıktır.Şimdilik son bir söz: Hizbullah’ın yeni dönem stratejisinin başarı veya başarısızlığında devlet-PKK ilişkilerinin birinci derecede rol oynayacağı muhakkak. Eğer devlet şimdiki gibi sertlik politikalarını sürdürürse Hizbullah için elverişli bir zemin söz konusu olabilir. Fakat bir şekilde müzakerelerin yeniden başlaması halinde Hizbullah kendisini dışlanmış ve etkisiz hissedecektir. Böylesi bir durumda, sürece dahil olmak isteyecek olan Hizbullah’ın masanın hangi tarafında, yani devletin mi yoksa PKK’nın yanında mı oturacağınıysa şimdilik kestirmek zor.
Dün sabah erken saatlerde Yeni Şafak Gazetesi Washington temsilcisi Ali Akel’in peş peşe geçtiği twitter mesajlarını görünce çok şaşırdım ve üzüldüm. “Yeni Şafak ’taki son yazılar üzerine gazetem ile yollarımızı ayırmak zorunda kaldık” diyen Ali şöyle devam ediyordu: “Veda satırlarımı sizlerle paylaşmak istiyorum. 16 yıl... Muhabirlik, haber müdürlüğü, yazı işleri müdürlüğü ve son beş yıldır da Washington temsilciliği... 16 yıl boyunca, yüklendiğim tüm bu görevlerden onur duydum, onurla yerine getirdim. Ve 16 yıl sonra Yeni Şafak Gazetesi ile yollarımız ayrıldı. Yuvamdan ve arkadaşlarımdan ayrı bırakıldığım için üzgünüm, ancak vicdanım rahat. Hepsini anlıyorum... Patronlarımı, yayın yönetmenimi, kardeş bildiğim çalışma arkadaşlarımı, hepsini. Hepsini anlıyorum çünkü, zor zamanlar vardır ve biz bugün her zaman olduğundan daha da zor bir dönemden geçiyoruz.”Türk basınında maalesef sayıları giderek azalan vicdanlı gazetecilerden olan Ali Akel’in şu sözlerinin altını özellikle çizmemiz gerekir: “Böyle dönemlerde konuşmanın, yazmanın bedeli vardır. Birileri her zaman bu bedeli öder. Bugün, bu bedeli ödediğim için de onur duyuyorum. Çünkü yanlışı değil, doğruyu söylediğime inanıyorum. Nerede olursak olalım, kime çalışıyor olursak olalım, hangi düşünce dünyasına ait olursak olalım doğru değişmez, her yerde söylenmeli ve yazılmalı.”Önceki günkü “tasmalar, prangalar ve kelepçeler” başlıklı yazımı “Başbakan’ın sözleri tek kelimeyle korkutucu ama biz gazetecilere düşense korkmamaktır” diye bitirmiştim. Ali’nin şu sözleri, cesaret, korku gibi kavramların siyasetler ve ideolojilerüstü olduğunun açık bir kanıtı: “Türkiye ’nin bir korku imparatorluğu olduğuna inanmıyorum, ama gazeteciler haber yapmaktan korkarsa, yazarlar yazmaktan çekinirse... Aydınlar konuşmaz, sanatçılar susarsa... İşte o zaman yaratılmak istenen bu korku imparatorluğunun duvarına bir kiremit de biz koymuş oluruz.”Özür açıklanmaz, dilenirAli Akel’in 16 yıl emek verdiği gazetesinden koparılmasının ana nedeninin “özür açıklanmaz özür dilenir” başlıklı, Başbakan Erdoğan’ı Roboski (Uludere) olayı nedeniyle açıkça ve sert bir şekilde eleştiren yazısı olduğunu biliyoruz. Ali o yazısını hükümete şöyle seslenerek bitirmişti:“Sizler konuştukça vicdanlarımız kanıyor. Bir şey söyleyecekseniz doğrusunu söyleyip, gereğini yapın. Ya da ebediyete kadar susun. Allah aşkına, susun!”Doğrudan hükümetin bir müdahalesi mi oldu, yoksa gazete yöneticileri durumdan vazife mi çıkardı, bilmiyoruz. Zaten önemli de değil. Her iki durumda da çok kötü bir tabloyla karşı karşıyayız demektir. Ali’nin görüşleri yüzünden işini kaybeden ilk gazeteci olmaması ve sonuncu olmayacağının da gözükmesi durumu daha da vahim kılıyor.HelalleşmeSöylenecek çok şey var ama uzatmayalım ve sözü yine sevgili kardeşimiz ve meslektaşımız Ali Akel’e bırakalım: “Roboski (Uludere) ile başlayan ve Roboski ile sona eren kısa bir veda yazısı bu. Ayrılık vakti geldi, çattı.Ben hakkımı helal ediyorum, siz de hakkınızı helal ediniz. Türkiye, er ya da geç, bir gün, insanların özgürce yaşadığı bir ülke olacak.”Ali’nin temennisine sonuna dek katılıp hakkımızı helal ediyoruz.Not: Bugün için Hizbullah’ın yeni stratejisini tartışmayı sürdüreceğimi duyurmuştum. Bu örgütü daha iyi anlamamda bana epey katkıda bulunmuş olan dostum Ali Akel’in uğradığı haksızlık nedeniyle söz verdiğim yazıyı yarına erteledim. Umarım yine olağanüstü ve tatsız bir durum yaşamayız da sözümü yerine getiririm.
Tahmin etmiş olduğumuz gibi, Mustazaf-Der’in kapatılmasını protesto etmek için Pazar günü Diyarbakır’da yapılan “Ahde Vefa Mitingi”nde, yeni bir dernek kurulmayacağı, bir üst yapılanmaya gidileceği belirtilip “Mustazaflar Hareketi”nin kurulduğu ilan edildi. Daha açık söyleyecek olursak, Hizbullah bundan böyle, sivil toplum faaliyetlerini ikinci plana atıp yasal platformda siyasi çalışmaya öncelik verecek. Şimdilik yasal bir parti söz konusu değil ancak bu hareket eğer başarılı olursa ilerde Hizbullah’ın kendi partisini kurması ve seçimlere girmesi şaşırtıcı olmayacak.Ama tabii her şey bu kadar basit ve kolay değil. 2004 yılından itibaren yönelmiş olduğu yasal alanda faaliyetleri epey seven ve bir süredir tamamen bunları temel alan Hizbullah kendi kaderini tek başına belirleme şansına sahip değil. Tüm Türkiye’yi kapsama iddiasından uzun bir süredir vazgeçmiş olan ve net bir şekilde “İslamcı Kürt örgütü” olarak tanımlayabileceğimiz Hizbullah’ın kaderinde devlet (özel olarak AKP), PKK liderliğindeki Kürt hareketi ve Kürtler belirleyici olacak.Hem AKP’ye, hem PKK’ya karşıİlk işaretler, Mustazaflar Hareketi adıyla siyaset sahnesine çıkan Hizbullah’ın AKP iktidarını İslam, PKK’yı da Kürtlük ekseninde eleştireceğini gösteriyor. Halbuki Hizbullah bugüne kadar devleti Kürt sorununa yeteri kadar ilgi göstermesiği, PKK’yı da Kürtlerin İslami hassasiyetlerini önemsemediği iddiasıyla eleştiriyordu. Dolayısıyla çok ciddi bir strateji değişikliğiyle karşı karşıyayız. Bunda AKP’nin Kürt sorununda red, inkar ve asimilasyon olarak özetlenebilecek geleneksel devlet politikasıyla arasına mesafe koyması, PKK’nın da din konusunda dilini yumuşatıp dindarların hoşuna gidecek bazı isimleri bünyesine katması etkili olmuşa benzer. Ancak AKP’ye karşı İslamcı, PKK’ya karşıda kabalaştırarak söyleyecek olursak “Kürtçü” eleştiri getirmek o kadar kolay olmasa gerek.Tam bu noktada Kürtler konusunda çok önemli çalışmalara imza atmış olan Hollandalı araştırmacı Martin van Bruinessen’in uzmanlığına başvurabiliriz. Geçtiğimiz günlerde Mardin Artuklu Üniversitesi’nde bir konferans veren van Bruinessen daha sonra Diyarbakır’a geçmiş ve orada Hizbullahçılarla da görüşmüş. Kendisine izlenimlerini sorduğumda hemen “Hizbullah’ın ideolojisi yok” cevabını verdi. Hemen ardından “ama çok güçlü bir tabanı var” demeyi de ihmal etmedi.İdeolojik boşlukGerçekten Hizbullah’ın en önemli handikaplarından biri, yasal faaliyeti temel alan yeni döneme uygun bir ideolojik açılım gerçekleştirememiş olması. Bunun da birinci nedeni Hüseyin Velioğlu liderliğindeki geçmişine sahip çıkmakta ısrar edip samimi ve kapsamlı bir özeleştiri yapmaması. Hal böyle olunca Hizbullah’ın mağdur ettiği kesimler (ki bunların arasında çok sayıda İslamcı da yer alıyor) örgütün değiştiğine inanmıyor. Örneğin Hizbullahçıların silahı bıraktığı iddiaları “olsa olsa gömmüşlerdir, ilk fırsatta tekrar çıkarırlar” türü reflekslere neden oluyor.Hizbullah’ın şimdiki yöneticileri, örgütün geçmişte devletin bazı derin odaklarıyla ilişki içinde olduğu, en azından bazı Hizbullahçıların PKK’ya karşı devlet tarafından kullanıldığı iddialarına karşı da güçlü cevaplar vermiyor veya veremiyor. Hal böyle olunca ilerde yeniden manipüle edilebilecekleri yolundaki kaygıları gideremiyorlar. Yani yeni dönemde Hizbullah ile devlet arasında nasıl bir ilişki olacağı kocaman bir soru işareti olarak ortada duruyor.Bunu tartışmayı yarına bırakalım.
İki hafta önce partisinin grup toplantısında konuşan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun, hükümetin yörüngesinde yazıp çizen gazeteciler için “yalaka” sıfatını uygun gördüğünü ve bunu defalarca tekrarladığını söyleyip bunu “son derece ürkütücü” bulduğumu yazmıştım. Önceki gün TT Arena’da AKP Lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın, Uludere Roboski faciasının bir an önce aydınlatılması için yazıp konuşan gazetecilere hitaben “akbabalar, tasmalarınızı çıkardık, uluslararası tasma taktınız” türü sözlerininse son derece korkutucu olduğunu düşünüyorum.Neden korkutucu olduğu konusunu sonraya bırakıp şu “akbaba” ve “uluslararası tasma” konusuna kısaca değinelim. Öncelikle, Başbakan Erdoğan’ın bu konuyu gündeme getirmeye çalışan gazetecileri açıkça köpeğe benzetmesi asla kabul edilemeyecek, anlayışla karşılanamayacak bir hakarettir. Üstelik gerçeklerle hiçbir alakası yoktur.İyiniyetin istismarıErdoğan da çok iyi biliyor olmalı ki Uludere konusunda ısrarcı olan yayın organları ve gazetecilerin ezici bir çoğunluğu “AKP ve Erdoğan düşmanı” olmak gibi bir sicile sahip değil. Askeri vesayete karşı mücadelesinde AKP iktidarına sonsuz destek veren bu çevreler, darbeler ve Dersim gibi katliamlarla yüzleşme cesareti göstermiş olan bu siyasi iktidarın bir an önce Roboski’nin sorumlularını bulup cezalandıracağını ve hayatlarını kaybedenlerin yakınlarından özür dileyeceğini düşünüp iyiniyetli bir şekilde bekleyişe geçmişlerdi. Ancak bunun yerine kendilerinden, ne zaman biteceği ve ne sonuç alınacağı bilinmeyen bir soruşturmayı beklemeleri istendi. Bütün bu hayalkırıklığı ve burukluğun üstüne İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in hoyratlığı eklenince Uludere Roboski ülkenin bir numaralı gündem maddesi haline geldi. Kısacası, eğer ortada bir istismar varsa o da bu facianın üstünün örtülmeyeceğine inananların iyiniyetlerinin suiistimal edilmiş olmasıdır.Erdoğan’ın Uludere konusunu uluslararası bir komplo olarak tarif etmesinin temelindeyse Wall Street Journal’da (WSJ) çıkan haberler olsa gerek. Roboski faciasının ülkenin tüm anaakım medyası tarafından elbirliğiyle saatlerce kamuoyundan gizlenmiş olduğu, olayın perde arkasını aydınlatmaya yönelik ciddi bir gazetecilik çalışmasının yapılmadığı bilindiğinde WSJ haberi doğal olarak normalin çok üstünde yankı buldu. WSJ, haberinde artniyetli midir, değil midir bilmiyoruz, ama bildiğimiz şu: Bir siyasi iktidar asılsız olduğunu düşündüğü haberlerden rahatsızsa, yapması gereken daha da kapanmak değil, açılmaktır, yani şeffaflıktır.Her yönden baskıErdoğan ve yakın çalışma arkadaşlarının uzun bir süre anaakım medyanın mağduru oldukları açıktır. Yine anaakım medyanın uzun bir süre bu ülkede siyaseti, hükümetleri birinci derecede etkilediği, hatta yer yer belirlediği açıktır. Ama AKP’nin 10 yıllık iktidarında medya-siyaset ilişkilerinin kökten değiştiği de açıktır. Örneğin artık medyanın hükümetler üzerinde belirleme gücü hiç kalmamışken, siyasi iktidarın medyayı şekillendirme, yönlendirme imkanları her geçen gün artmaktadır.Türkiye basın özgürlüğü konusunda epey sorunlu bir dönemden geçiyor. Çok sayıda meslektaşımız cezaevlerinde. Gazetecilere yönelik davalar bitmek bilmiyor. Gazetecilere tek baskı siyasi iktidardan gelmiyor; sosyal, ekonomik, kültürel anlamda belli ölçülerde iktidar sahibi olan kişi ve çevreler de, gazeteciliğin sınırlarını kendi çıkarlarına göre yeniden çizmeye ve bunu gazetecilere dayatmaya çalışıyorlar.Bütün bunlara bağlı olarak medyada çok ciddi anlamda otosansür var. Kısacası her geçen gün daha da çölleşen bir medya atmosferi söz konusu. İşte böylesi bir ortamda bu ülkenin en güçlü ismi olduğunda herkesin birleştiği Başbakan Erdoğan’ın zaten büyük ölçüde elleri kolları bağlı olan az sayıdaki gazeteciye hakaret ederek onları hedef göstermesi tek kelimeyle korkutucudur.Biz gazetecilere düşense korkmamaktır.