Hasan Cemal’in dünkü Milliyet’te çıkan ve Başbakan Erdoğan’ı Zaloğlu Rüstem’e benzeten yazısı haklı olarak çok geniş ilgi gördü. Haklı diyorum çünkü yazı çok kapsamlı ve sert eleştirilerle yüklüydü ve Cemal doğrudan Erdoğan’ı muhatap alıyordu.
Her ne kadar son dönemde Cemal, Başbakan’a ve hükümete yönelik eleştiriler kaleme alıyor olsa da dünkü yazıyı “gecikmiş” olarak tanımlamak yanlış olmaz. “Neden gecikmiş?” diye sorulacak olursa sadece Cemal’in “kelle almak” diye tarif ettiği Başbakan’ın o rahatsız edici özelliğini ele almamız yeterli olabilir. Özellikle medyada çok kişi, Erdoğan’ın doğrudan müdahalesi olsun ya da olmasın da sırf onun hoşuna gitmeyen yazılar yazdıkları, görüşler dile getirdikleri için işlerinden, hatta bazıları mesleklerinden oldu. Ama bu süreçte hükümete ve Erdoğan’a destek veren (H. Cemal’in de aralarında bulunduğu) çok kişi, gidişat olumsuz etkilenmesin diye sessizliği tercih etti; hatta içlerinden bazıları, bu tasfiyeleri doğal, meşru ve isabetli bulabilmişti.
Sorun Erdoğan’da mı?
“Geç olsun güç olmasın” diyerek bu gecikme konusunu fazla uzatmak istemiyorum. Ama şu hatırlatmayı yapmama izin verin: bir adımın geç atılması onu değersiz kılmamakla birlikte değerinin azalmasına neden olur.
H. Cemal’in yazısının değerini kabul ediyorum lakin şikayetlerinin nerdeyse tümünden şahsen Erdoğan’ı sorumlu tutmasını yanlış buluyorum. Evet, Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasından sonra AKP’nin “Erdoğan partisi”ne dönüştüğü; hatta Erdoğan’ın giderek tüm ülkeye tek başına damga vurduğu bir gerçektir. Bununla birlikte Erdoğan’ın doğru ya da yanlış, attığı adımları, izlediği politikaları esas olarak ve kimi durumda sadece onun bazı kişisel özellikleri, duyguları ve hırsına bağlamak da yanıltıcı oluyor.
Bu nedenden dolayı medyada son günlerde iyice büyüyen ve kimi şaşırtıcı isimlerin de dahil olduğu Erdoğan’ı eleştirme kervanının yanlış bir yolda ilerlediği kanısındayım. Bu kervanı oluşturanlar, 27 Nisan e-muhtırası ve buna tepki olarak 2007 genel seçimleri öncesi oluşan ittifakın yakın bir dönemde çatladığını; bunun sonucunda Türkiye’nin bir süredir yeni türden iktidar savaşlarına (MİT krizi bunun en çarpıcı örneğidir) sahne olduğunu, Erdoğan’ın son dönemdeki politikalarını da bu yeni durumun şekillendirdiğini ya görmüyorlar ya da görmek istemiyorlar.
Laiklik tartışmaları
İktidar partisi özel yetkili mahkemelerin (ÖYM) durumunu gözden geçiriyor, hatta tümüyle kaldırmayı düşünüyor; yasadışı yapılan kayıtların yayınlanmasına çok ağır cezaların getiriyor. Bunların son derece olumlu ama hayli gecikmiş adımlar olduğu ortadadır. Nitekim hükümetin bu projesi, yakın zamana kadar ittifak yapmış olduğu bazı çevrelerin çok sert itirazlarına neden oluyor. Bu son derece anlaşılır bir durum zira hükümetin, askeri vesayetin büyük ölçüde sonlandırılmasının, dolayısıyla Türkiye’nin tepeden tırnağa değişmesinin en önde gelen enstrümanlarını rafa kaldırmak istemesi yeni ve normal bir dönemin başlamakta olduğunu gösteriyor. Bu da güç ve meşruiyetini büyük lçüde olağanüstü durumlara borçlu olan bazı odakları rahatsız ediyor. Ne var ki Türkiye’nin bir böümü bu son derece hayati iktidar mücadelelrini pek önemsemeyip yoğun bir şekilde kürtajı ve buradan hareketle laikliğin geleceğini tartışıyor. Kuşkusuz Erdoğan’ın kadınların bu hayati kazanımını tamamen dinsel argümanlarla gasp etmeye çalışması asla kabul edilemez. Bu bağlamda kadınların başını çektiği direniş hareketleri son derece meşru ve önemlidir. Fakat bu direnişi laiklik zemini üzerinden sürdürmek tam da Erdoğan’ın isteyeceği bir şeydir. Çünkü AKP lideri, kürtaj, sezaryen gibi tartışmaları tam da karşısına “laik bir cephe” çıkartmak ve bu yolla muhafazakâr seçmeni daha güçlü bir şekilde kendi yanına çekmek için kışkırtıyor. Diğer bir deyişle ekonomik popülizmin risklerini göze alamadığı için geleneksel değerler üzerinden popülizme yöneliyor. Bu arada, yukarıda sözünü ettiğimiz, “yeni tür iktidar savaşları”nı perdeleme amacını da unutmamamız lazım. Tam da bu noktada, dün son derece sahici olan “mahalle baskısı” tartışmalarını boğmak için ellerinden geleni yapan bazılarının bugün, öteden beri dalga geçtikleri “laikçiler”i aratmayacak ölçüde laiklik telaşına düşmüş olmalarına kocaman bir soru işatreti koyalım ve Today’s Zaman Gazetesi’nde İhsan Yılmaz’ın ortaya attığı “AKP İslamcılığa geri mi dönüyor?” sorusunu tartışmayı yarına bırakalım.
Bardakoğlu-Görmez farkı
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez’in kürtaj üzerine açıklama yapması benim açımdan tam bir hayal kırıklığı oldu. Prof. Görmez’in ne dediğiyle değil neden bu açıklamayı yaptığıyla ilgiliyim. 10 yıldır bu ülkeyi yöneten bir siyasi partinin kürtaj yasağı talebini, neye dayandırıyor olursa olsun bugün dile getirmesi tamamen siyasi bir olaydır. Diyanet İşleri Başkanı da sıcağı sıcağına ve tabii ki hükümet çizgisinde posizyon alarak bu siyasi projenin içinde yer almıştır. Sanıyorum Prof. Ali Bardakoğlu bugün başkan olsaydı hükümetle özdeşleşme algısı yaratacak böylesi bir adımı atmazdı. Bakalım Prof. Görmez bu algıyı giderebilecek mi, gidermeye çalışacak mı ve en önemlisi gidermek isteyecek mi?