Pazar günü düzenlediği basın toplantısından bir süre sonra Leyla Zana ile kısa bir telefon görüşmesi yaptım. Kendisini İrlandalı Gerry Adams’a benzetmemden memnun olmamış. Başbakan’la görüşmesinden söz ederken çok heyecanlıydı. Ne yapmak istediğini “Karanlıkta bir kibrit çakmak istedim” sözleriyle özetledi.Güzel ve isabetli bir benzetme. Fakat malum burası Türkiye, iyi olan hiçbir şey cezasız kalmıyor! Bir kibrit çöpünü söndürmek için dört bir yandan olay mahaline itfaiye araçları sevk ediliyor!Örneğin dün Hürriyet Gazetesi’nin iki önde gelen yazarı, Ahmet Hakan ile Taha Akyol, birbirlerinden tam farklı açılardan Zana’nın girişiminden hiçbir şey çıkamayacağını ilan ettiler ve noktayı koydular.Ahmet Hakan daha 15 Haziran’da “Bir bel bağlayıcı olarak Leyla Zana” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Orada “Umudum Erdoğan’dadır. Umudumu yitirirsem çeker giderim” demesini Zana’nın “çapına ve kıratına” yakıştıramamış ve şöyle devam etmişti: “Hayatını mücadeleye adamış bir insanın, umudunu tek bir kişiye bağlaması büyük bir ricat değil midir? Hani nerede azim? Hani nerede dayanıklılık? Hani nerede demokratik mücadele sabrı? Hani nerede kendine güven?” A. Hakan dün de “Leyla Zana başaramaz” başlıklı bir yazı kaleme aldı ve Zana’yı bu kez kendine güven duymamakla değil, tam tersine “aşırı özgüven” sahibi olmakla eleştirdi.Hakan, Zana’nın Kürt siyasi hareketiyle arasına mesafe koymakla yanlış yaptığını söylüyor ve sonunun Kemal Burkay’a benzeyebileceği uyarısında bulunuyor. A. Hakan’ın, Zana’nın Kürt hareketi içindeki yerini tam olarak kavrayamadığını ve son çıkışı nedeniyle bu hareket içinden ona yönelen kimi itiraz ve eleştirilere özgül ağırlıklarından çok ötede bir anlam yüklediğini düşünüyorum. Hele Zana’nın arkasına kitle desteği almadığı, örneğin Türkçe bilmemesine rağmen KCK yöneticiliğinden tutuklanan 75 yaşındaki teyzeye sahip çıkmadığı eleştirisini son derece haksız buluyorum. Şöyle ki, şu an TBMM’de bulunan Kürt milletvekilleri içerisinde Leyla Zana gibi halkla iç içe olan, onlarla yaşayan az kişi bulunur. Zaten Kürt hareketi içinde Zana’dan pek hoşlanmayan kesimlerin onu açıkça hedef alamamalarının temel nedeni de onun bu popülaritesidir.Hükümetin hayal kırıklığıBir diğer Hürriyet yazarı Taha Akyol da dün, tam karşı açıdan, AKP hükümeti tarafından Zana’ya bakmış ve “Kürtlerin çok büyük çoğunluğu diyalog yoluyla çözüm istiyor. Leyla Zana bu toplumsal ihtiyacın sözcüsü olabilseydi iyi olurdu ama olamadı maalesef” diye kesin hükmünü vermiş.Akyol’a göre Zana’nın Pazar günkü basın toplantısında söyledikleri onun hakkında hükümette güvensizlik yaratmış, “politik olgunluğa sahip bir muhatap olabileceği konusunda beliren umutlar kaybolmuş.”“Bir bakan”la görüşüp “Ankara’da birçok kimse Zana’nın ‘Silah Kürtlerin sigortasıdır’ sözünü hatırladı. Eski Leyla Zana, Hürriyet’teki açıklamalarında görülen yeni Leyla Zana’yı pek çabuk soldurdu maalesef” diye yazan Akyol’un, Zana’nın görüşünü merak etmemesi son derece manidar.Ahmet Hakan Zana’yı Kürt hareketinden bağımsız davranmakla, Taha Akyol ise tam tesine bağımsız davranamakla eleştirip aynı noktada birleşiyorlar: Leyla Zana bitmiştir.Ben de, işte tam da ne İsa’ya ne Musa’ya yaranmadığı için Zana’nın yaktığı kibrit çöpü belki önümüzü aydınlatabilir diyorum ve umuyorum.
Kuşkusuz Türkiye’yi Birleşik Krallık’la, Kürtleri İrlandalılarla, İrlanda sorununu Kürt sorunuyla, PKK’yı IRA ile ve nihayet BDP’yi Sinn Fein’le karşılaştırmanın nice sakıncası var, ancak eğer Kürt sorununu samimi bir şekilde çözmek istiyorsak İrlanda deneyimini inceleme ve buradan bazı dersler çıkarmamızın da hiç sakıncası yok. İrlanda sorununun çözüm yoluna girmesinde Sinn Fein’in lideri Gerry Adams hayli kritik bir rol oynamıştı. Adams’ın biyografisine baktığımız zaman aileden İrlanda milliyetçisi olduğunu, dönem dönem hapis yattığını ve en önemlisi yasal hareketin lideri olmasının dışında IRA üzerinde de belli bir otoriteye sahip olduğunu görüyoruz. Adams bütün bu özellikleri sayesinde İngiliz yönetimi ve rakip İrlandalı gruplarla sonuç alıcı görüşmeler yürütebildi ve silahlı mücadelede ısrar edenleri çok zorlanmadan marjinalleştirebildi.Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin de, iç içe geçmiş olan PKK ve Kürt sorunlarını çözmek için kendi Adams’ını yaratması gerektiğini düşünüyorum. Kastım bir tür “siyasi sözcü”. Öyle bir sözcü ki Kürt hareketiyle ilişki kurmak isteyenler ona kolayca ulaşabilsin ve kendisine güvenebilsin. Herhangi bir gelişme durumunda yorum yaptığında daha üst bir otorite (İmralı, Kandil) tarafından tekzip yemek, ayar almak durumunda olmasın. Sonuç olarak PKK’nın silahsızlanması ve buna paralel olarak Kürt sorununun çözümü sürecinin başrol oyuncularından biri olsun.İlk seçenek hep Zana’ydıBu bağlamda, hatırlayanlar olacaktır, 2009 yılı Haziran ayında “Türkiye’nin Gerry Adams’ı kim olabilir?” sorusu üzerine üç yazı yazmıştım. Bu yazılarda Leyla Zana’yı da seçeneklerden biri olarak ele almış ve “Kürt hareketi Zana’yı ne kadar bağrına basıyorsa, Türk kamuoyu da ondan o derece, hatta daha fazla uzak duruyor” diyerek kendisinin bu rolü üstlenmesinin zor olduğunu söylemiştim. Ama geçen süre içinde Zana’nın geçmişteki yemin töreninin Türk kamuoyunda yaratmış olduğu travmayı unutturup pekala onlara da kendisini benimsetebileceği düşüncesine vardım. Buna bağlı olarak, yine 2009 yılının Ekim ayında Zana’dan pekala bir Gerry Adams çıkabileceğini şu gerekçelerle savundum: “O Batı’dan gelen bütün telkinlere rağmen Öcalan’a ve dolayısıyla PKK’ya tabi olmayı seçti. Öte yandan yasal siyasi hareketle arasına hep belli bir mesafe koyup pek yıpranmadı. Fakat ne kadar uzak durmak isterse istesin ‘reel politik’i çok iyi özümsedi. Kuşkusuz bu noktada cezaevinde geçen yıllardaki epey deneyim biriktirmiş olmalı. Zana’nın bana göre en ayırt edici vasfı Kürt sorununun çözümünü samimi bir şekilde istemesidir. Kuşkusuz Zana’nın ‘çözüm’den anladığıyla, ondan hoşlanmayan kesimlerin anladığı arasında dağlar gibi fark var, ama o ‘reel politik’ becerisini devreye sokarak aradaki uçurumu kapatılabilir.”O tarihten bu yana çok şeyler yaşandı: Zana milletvekili seçilip TBMM’ye döndü; yeniden mahkum oldu... Bütün bu süre zarfında fazla ortalıkta görünmemeye özen gösteren Zana’nın bir bakıma kendisini dünkü görüşmeye hazırladığını düşünebiliriz.Geç kalmış buluşmaHürriyet gazetesine verdiği söyleşinin ardından Kürt siyasal hareketinden Zana’ya bazı eleştiriler geldi ve kimileri bunlardan hareketle bu hareketin bölünebileceği şeklinde yorumlar yaptılar. Hiç sanmıyorum. Çünkü, eğer PKK, Zana’nın çıkışından ciddi bir şekilde rahatsız olmuş olsaydı dünkü buluşmanın yaşanmaması için çok yoğun bir kampanya yürütürdü. Yani Zana’nın PKK’ya “rağmen”, hele ona “karşı” bir girişim başlattığını hiç sanmıyorum. Öyle ki, PKK’nın olup bitenden haberdar olup onay verdiğini; hatta uzun bir süredir sesi çıkmayan (veya ses çıkartmasına izin verilmeyen) Abdullah Öcalan’ın bilgisi dahilindeki bir süreçten geçmekte olduğumuzu ileri sürebiliriz. Bunları herhangi bir “istihbari” bilgiye dayanarak yazıyor değilim, ama yaşananlardan bu sonuçları çıkartıyorum.Sonuçta hükümet ve anladığım kadarıyla Öcalan ile PKK, sorunun çözümünde Zana’nın oynayabileceği kilit rolü geç de olsa kabullenmişe benziyor. Bu nedenle dünkü 90 dakikalık buluşma son derece olumludur. Böyle olduğu için de, çözüm istemeyen iç ve dış odakların Zana’yı itibarsızlaştırmak ve bundan böyle onun sürükleyeceği anlaşılan yeni süreci sabote etmek için ellerinden geleni yapacakları aşikârdır.Herkesin aklına ilk olarak “PKK’nın şahinleri” geliyor. Kuşkusuz PKK cephesinden gelebilecek provokasyon ihtimali yabana atılamaz ama daha çok, devlet içinde yuvalanmış olan çözüm istemeyen odakları ve onların PKK içindeki kimi unsurları manipüle etme kapasitelerini önemsemek gerekir.
Halkın Sesi Partisi (HAS Parti) Genel Başkanı Numan Kurtulmuş AKP’ye geçeceği haberlerini “Ben de bu sabah gazetelerden okudum. AK Parti içerisinde konuşulmuş bir konu, bize intikal eden bir şey yok. Olmayan bir konuda konuşacak değilim” diye değerlendirmiş. Kurtulmuş’un bu sözlerinden hareketle iddiaların yanlış ya da tam tersine “Böyle bir şey asla söz konusu değil” demediği için doğru olduğu sonucuna da varabilirsiniz.Şahsen ikinci şıkkın doğru çıkma, yani Kurtulmuş’un AKP’ye katılma ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Böyle düşünmemin birçok nedeni var. Bunları sıralamaya çalışacak olursak ilk olarak karşımıza AKP’nin gücüyle HAS Parti’nin güçsüzlüğü arasındaki ters orantı çıkıyor. İki parti arasındaki fark kısa ve orta vadede kolay kolay kapatılacağa benzemiyor; HAS Parti’nin bu derece uzun soluklu bir mücadeleye yetecek bir altyapıya sahip olmadığı da ortada.Kaldı ki HAS Parti’nin, daha doğrusu Kurtulmuş’un AKP ile ciddi ve dişli bir mücadeleye girişmiş olduğu yolunda bir algıya sahip değiliz. Bunun önde gelen nedenlerinden birisi hiç kuşkusuz Kurtulmuş’un son derece nazik, yapıcı bir dil ve üslubu benimsemiş olmasıdır. Fakat esas nedeninin, her iki partinin eninde sonunda ortak bir geçmişten gelmesi, tabanların bütün kavga ve kırgınlıklara rağmen hâlâ içiçe olmasıdır. Özellikle Saadet Partisi’nde yaşananlardan sonra AKP ile HAS Parti’nin, Erdoğan ile Kurtulmuş’un birbirlerine daha da yakınlaşması, diğer bir deyişle açılmış olan mesafenin yeniden kapanmaya başlaması doğaldır. Kurtulmuş’un bu süreçteki dikkatli dilinin söz konusu yakınlaşmayı daha fazla mümkün kıldığı da açıktır.Kurtulmuş AKP’de ne yapar?Kurtulmuş’un AKP’ye geçmesi daha önce de gündeme gelmiş ama gerçekleşmemişti. Erdoğan-Kurtulmuş görüşmelerinde neler konuşuldu; nerelerde anlaşılıp nerelerde farklı düşüldü bilmiyoruz ancak şurası çok netti: Kurtulmuş’un Milli Görüş hareketi içerisindeki herhangi bir isim olmaması, bir lider potansiyeli taşıması bu buluşmanın önündeki en büyük engeldi. Söz konusu olan Kurtulmuş’un AKP ile değil daha çok Erdoğan ile yollarını birleştirmesiydi. Her iki tarafın da ilk adımın karşıdan geldiğinde ısrar etmeleri de bu gerilimin kanıtıydı. Bugünse gerek Erdoğan’ın, gerekse Kurtulmuş’un bu tür rezervlerden tam olmasa da büyük ölçüde kurtulmuş olduklarını görüyoruz. Tabii bunda, Erdoğan’ın her geçen gün “tek adam” olma durumunu daha da pekiştirmesinin etkisi büyük. Yani Kurtulmuş bugün AKP’ye katılırsa Erdoğan’a alternatif olma ihtimali söz konusu olmayacak. Nitekim Kurtulmuş’un adı daha çok, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasından sonraki AKP için telaffuz ediliyor. Kurtulmuş’un katılması halinde AKP’de belli bir ağırlığının olacağını kabul etmekle birlikte onu “Erdoğan’ın halefi” gibi gösteren değerlendirmeleri fazla abartılı buluyorum. Çünkü Erdoğan sonrası AKP’de, hem, başta Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi bu partiyi yoktan var eden isimler doğal olarak daha fazla öne çıkacaktır; hem de Fazilet Partisi, ardından ayrışma dönemlerinde Kurtulmuş’un yenilikçi kanata karşı gösterdiği direnç Erdoğan gibi bir siyasetçi tarafından öyle kolay kolay unutulacağa benzemiyor.HAS Parti deneyimiSP’den kopuşun kesinleştiği günlerde “Kurtulmuş parti kurar mı? Kursa tutar mı?” başlıklı bir yazı yazmıştım.O yazıda o soruya “Teorik olarak bakıldığında tutabilirdi, ama şu ana kadarki pratiğe baktıktan sonra, Kurtulmuş’un kuracağı yeni bir partinin az şansı olabileceğini düşünüyorum” diye cevap verip şöyle devam etmiştim: “Bu ülke yoksul ve yoksunlarının ezici bir çoğunluğunun kültürel açıdan muhafazakâr oldukları bilindiğinde, İslami hareketten gelmekle birlikte ‘solcu’ söylemlere de samimi bir şekilde sahip çıkacak bir partiye Türkiye’de ihtiyaç olduğu söylenebilir. Fakat pratiğe baktığımda Kurtulmuş’un SP içinde başlattığı harekette bu boyut fazla öne çıkmıyor.”Aynı yazının son paragrafı şöyleydi: “Numan Kurtulmuş ve arkadaşları eğer ‘Erbakan vesayeti olmayan yeni bir SP’ kurmanın ötesine geçmek istiyorlarsa, nasıl bir siyasi partiden ziyade nasıl bir Türkiye düşündüklerini etraflıca açıklamak durumundadırlar.”HAS Parti’nin bugüne kadarki performansında bu yolda pekçok iyiniyetli çabaya tanık olduk ama bunlar yetmedi. Neden yetmediğini herhalde kendileri uzun uzadıya tartışıyorlardır fakat şu aşamadan sonra HAS Parti’nin etkili bir siyasi güç olabileceğini pek sanmıyorum. Bu nedenle Kurtulmuş’un, tabii eğer siyasete devam etmek istiyorsa er ya da geç AKP’ye katılmasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
İkimiz de İstanbul’da yaşıyoruz ama birbirimizi en çok Diyarbakır’da görüyoruz. Yine öyle oldu, Mıgırdiç Margosyan’la uzun bir süre sonra, Mayıs ayı sonundaki Diyarbakır Kitap Fuarı’nda karşılaştık. Kitaplarını imzalıyordu. Sağolsun bazılarını da bana imzaladı. Bunlardan bir “anı-roman” olan Tespih Taneleri’ni okumaya başlamak da Salı günü çıktığım 11 saati aşkın İstanbul-Washington uçak yolculuğunda nasip oldu.Margosyan’ı 1992’de çıkan “Gavur Mahallesi” ile tanıdık. Bu kitapta kendisinin de doğup büyüdüğü, büyük ölçüde Ermenilerin yaşadığı Diyarbakır’daki Gavur Mahallesi’ni anlatıyordu. Üç yıl sonra çıkan “Söyle Margos Nerelisen?” ile onun dünyada ve ülkemizde örneklerine çok rasladığımız “tek kitaplık yazar”lardan olmadığı anlaşıldı. Nitekim ikinci kitabı “Biletimiz İstanbul’a Kesildi” izledi. İlk baskısı 2006’da yapılan “Tespih Taneleri” de Margosyan’ın kendi hayatından hareket ederek özel olarak Diyarbakır, genel olarak Türkiye Ermenilerinin öyküsünü anlatmayı sürdürdü.Teker teker dağılan taneler“Tespih Taneleri”nde Mıgırdiç Margosyan, kendisinin de aralarında olduğu Diyarbakır ve köylerinden bir grup Ermeni çocuğun İstanbul’daki Karagözyan Ermeni Yetimhanesi’nde başlayan yeni hayatlarını anlatıyor. Yetimhanede karşısına çıkan her yeni kişi, olay, isim onda Diyarbakır’ı, Gavur Mahallesi’ni çağrıştırdığı için biz okurlar da Diyarbakır ile İstanbul arasında tam anlamıyla mekik dokuyoruz. Bu iç içe geçmiş öyküler çarpıcı, ilginç, yer yer eğlenceli ama sonuç olarak son derece hüzünlü. Çünkü kitabın adından da anlaşılacağı gibi, içinde yaşadığımız coğrafyanın en temel unsurlarının kopmuş bir tespihin taneleri gibi dört bir tarafa dağılıp yokolmalarının öyküsü anlatılan.Örneğin kitabın kapağına bakalım: 1940’lı yıllarda Mıgırdiç Margosyan’ın babası Dişçi Sarkis (nam-ı diğer Dişçi Ali), köylüsü ve arkadaşı Taşçın Mıgırdiç’in (nam-ı diğer Zıfkar) dişini tedavi ediyor. “Maraşal” lakabına da sahip olan Taşçı Mıgırdiç, 10 yıl önce kaybettiğimiz sinema oyuncusu Sami Hazinses’in babasıymış. O Diyarbakır’daki, oğlu Sami ise İstanbul Kadıköy’deki Ermeni Mezarlığı’nda yatıyor; Dişçi Ali ise İstanbul Şişli Ermeni Mezarlığı’nda.Margosyan bu kitabı bir başka “tespih tanesi”ne, Haçadur Temiz’e ithaf etmiş. Heredan, Diyarbakır, İstanbul derken ABD’nin New Jersey kentinde, tam da kitabın çıktığı 2006 yılında vefat eden Temiz, yazarın hem dayısı, hem de ona demircilik öğreten ustası.Margosyan’ın gösterdiğiMıgırdiç Margosyan’ın kitapları edebi değerlerinin yanısıra, resmi ideolojinin (yani devletin) temellerini attığı ve her türden sağcılığın geliştirdiği ülkemizdeki Ermeni algısını yerle bir ettikleri için ayrıca değerlidirler. Çünkü bu kitaplar, Ermenilerin, Anadolu’daki diğer tüm etnik topluluklarla aynı havayı solduklarını, aynı dert ve sıkıntıları çektiklerini, aynı yoksulluk ve yoksunluğa mahkum olduklarını açık ve hiçbir tartışmaya yer vermeyecek şekilde gösteriyor. Margosyan’ın, Ermenilerin (ve onlarla birlikte diğer azınlıkların) maruz kaldıkları ve gündelik hayat içinde iyice sıradanlaşmış ayrımcılığı kışkırtıcı olmayan bir dille, ama asla bunları önemsizmiş gibi göstermeden aktarmasını bilhassa tebrik etmek lazım.Ali Bayramoğlu’na yapılan ayıpÜlkemizdeki yanlış Ermeni algısının yıkılmasında Mıgırdiç Margosyan’ın dışında birçok kişinin çok ciddi katkıları olmuştur. Bunların başında da hiç kuşkusuz Hrant Dink gelir. Ayrıca Ermeni olmamalarına rağmen ülkemizdeki Ermeni sorununun çözümü için çaba sarf eden çok insanımız var. Ama yaşanan bütün olumlu gelişmelere rağmen iç içe geçmiş olan ayrımcılık/ırkçılık ve faşizm yine Ermeni düşmanlığı üzerinden varlığını sürdürebiliyor.Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu hakkında yayılan dezenformasyon bunun son örneği. Yine de sevindirici bir durum var: Aynı mecradan bugüne kadar türeyen birçok ırkçı/faşist karalamaya genel olarak sessiz kalınmışken bugün Bayramoğlu’na birbirinden farklı kişi ve çevreler sahip çıkıyor.Ama bazılarına bir noktayı hatırlatmakta yarar var: Ali Bayramoğlu’nun neden bugün ve bu şekilde hedef alındığını anlamak/kavramak için belli bir ahlaki idrake sahip olmak gerekiyor. Bunun yolu da sıkı bir iç hesaplaşma ve özeleştiriden geçer.
Başbakan Erdoğan’ın “Terör örgütü silahı bıraktığı anda zaten güvenlik güçlerinin de silah kullanması söz konusu olamaz” sözünü nasıl yorumlamalı? İlk bakışta Erdoğan yeni bir şey söylemiyor gibi gözüküyor ama bu cümlenin PKK’nın silah bırakması tartışmaları bağlamında önemli olduğu kanısındayım. Zira bana göre bu cümle geleneksel devlet politikasından farklı üç yaklaşımı örtük bir şekilde içeriyor:1) Bu çatışmanın bir an önce bitmesinin istenmesi;2) PKK’nın zorla tasfiyesinin mümkün olmadığının kabulü;3) Çatışmanın ancak PKK’nın kendi rızasıyla silah bırakmasıyla sonlanabileceği düşüncesi.Ancak tek bir cümlenin PKK’yı silah bırakmaya ikna etmeyeceği açıktır. Nitekim bir süredir kesilmiş gözükse de, devletin gerek örgütle, gerekse Abdullah Öcalan’la sistemli bir şekilde PKK’nın silah bırakmasının altyapısını oluşturmak için görüştüğünü biliyoruz. Ancak bu cümlenin yetmemesinin bir diğer nedeni geçmişte yaşanan kimi olaylardır. Bunlardan bazılarını sıralayacak olursak:1) 1999’da cezaevindeki Öcalan’ın devletin bilgisi dahilinde talimat vermesi sonucu örgüt militanları ülke dışına çıkmış, ancak dönemin hükümetinin uyarısına rağmen TSK dönüş yolunda bunlardan bazılarına operasyon düzenlemişti. Bu kayıpların PKK hafızasında kötü bir yeri var.2) Yine aynı dönemde hem Kuzey Irak’tan, hem de Avrupa’dan PKK militanları iki ayrı grup olarak güvenlik güçlerine teslim oldular ancak herbiri çok ağır cezalara çarptırılıp yıllarca hapis yattı.3) Son Kürt açılım sırasında Habur’dan ülkeye giriş yapanlar da bir süre sonra benzer bir akıbete uğradılar.Çokbaşlılık gerçekleriHükümetin, 2007 genel seçimlerinin ardından askeri vesayeti büyük ölçüde sonlandırmış olması nedeniyle “PKK silah bırakırsa operasyonlar da durur” önermesini kuşkusuz daha gerçekçi kılıyor. Fakat Dağlıca saldırısının ardından PKK içindeki “çokbaşlılığı” tartışıyoruz ancak Kürt sorunu söz konusu olduğunda devlet içinde de pekala “çokbaşlılık” olarak nitelenebilecek bir durum olduğunu pek görmek istemiyoruz. Evet asker siyasetin dışına sürüklendi sürüklenmesine ama Kürt sorununda devletin “tek ses, tek nefes” olmadığı da ortada. Bunun en açık ve çarpıcı örneğini MİT kriziyle yaşadık, gördük. Erdoğan’ın MİT müsteşarını tavizsiz bir şekilde savunmasına rağmen, bu krizin sonlanmadığını da görüyoruz.Örneğin KCK operasyonlarını ele alalım: Erdoğan ve diğer iktidar partisi sözcülerinin bu operasyonlara karşı tutumlarının inişli-çıkışlı bir grafik izlediği malum. Yine aynı operasyonları kayıtsız şartsız destekleyen ve çözüm için tek şart olarak kimlerin dayattığı da malum. Kürt sorunlu gündemli, tarihi Erdoğan-Kılıçdaroğlu buluşmasıyla eşzamanlı olarak dışarda kalmış az sayıdaki BDP’li belediye başkanlarından bazılarının tutuklanmasının yarattığı olumsuz imaj da öyle.Öcalan’ın rolüSon Dağlıca saldırısının ardından gündeme getirilen PKK içinde Murat Karayılan ile Fehman Hüseyin arasında liderlik yarışı olduğu iddialarına, bunlara bağlı olarak “Hangi PKK?” diye sorulmasına itibar etmediğim biliniyor. Hüseyin’in böylesine kapsamlı bir saldırıyı Karayılan ve diğer lider kadrodan bağımsız, habersiz ve hatta onlara rağmen gerçekleştirmiş olması hiç inandırıcı gelmiyor. Bununla birlikte dünyadaki benzer örneklerde de olduğu gibi, silah bırakma kararı alması halinde örgüt içinde buna direnecek, silahlı eylemleri sürdürmek isteyecek ve sürdürecek unsurların çıkması kuvvetle muhtemeldir. Yıllardır süren bu kanlı çatışmanın sonlanmasını istemeyen iç ve dış odakların da onlara her türlü desteği vereceği muhakkaktır. Böylesi bir ihtimalin doğurabileceği zararının asgariye indirilmesi ancak Öcalan’ın silah bırakmaktan yana, açık bir şekilde devreye girmesiyle mümkün olabilir.Ancak sorunun tek kaynağının PKK olmadığını akılda tutmalıyız. Bu bağlamda, devletin de bir an önce iç içe geçmiş olan Kürt ve PKK sorunları hakkında ortak bir duruşa sahip olması; çözümsüzlükte ısrar edenlerin etkisizleştirilmesi şart.
Bunların siyasi etkilerini tartışıp inceliyor olmak PKK’nın sivillere ve/veya askerlere yönelik şiddet eylemlerini meşru ve haklı bulmak anlamına gelmez. Silahın, şiddetin, terörün bir siyaset aracı kullanılmasına karşıyım. Üstelik bunların günümüzde Kürt sorununun çözümünü zorlaştırdığını düşünüyorum.Dolayısıyla uzun bir süredir barış için öncelikle PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakması gerektiğini savunuyorum. Bugünkü yazımda, Aktütün saldırısının ardından 10-13 Ekim 2008 tarihleri arasında Vatan’da çıkmış “Çözümü Tartışmak” başlıklı yazı dizimden bazı alıntılar yapıp 7 soruya verdiğim cevaplarla bu duruşumu yeniden netleştirmek istiyorum:1) Neden kayıt ve şart olamaz?* Örgüt daha önce defalarca “ateşkes” ilan etti ancak bir süre sonra değişik gerekçelerle bunları iptal etti. Artık “ateşkes” sözcüğünün hiçbir anlamı kalmadı.* PKK’nın şart ileri sürmesi pazarlık anlamına geleceği için devlet tarafından asla kabul görmez. Diyelim ki herhangi bir yönetici böyle bir eğilim içine girdi, bunu Türk kamuoyuna izah edemez. Dolayısıyla “pazarlık” izlenimi, çözüm yerine sorunu daha da derinleştirebilir.* PKK samimi olarak kalıcı bir çözüm istiyorsa, devletin ve kamuoyunun dayatabileceği şartlara ve bunları yerine getirmek için adımlar atmaya hazırlıklı olmalıdır. Yani PKK, yıllar içinde elde etmiş olduğunu düşündüğü bazı kazanımlar ve mevzilerden feragat edebileceğini tartışmasız bir şekilde kanıtlamadan hiçbir çözüm formülü mümkün olamaz.2) PKK’nın silah bırakmasını ki, niçin istemez?* Bu çatışmadan istifade edip sahici bir çözüm istemeyenler.* PKK’nın kendi rızasıyla silah bırakmasını, devletin, buradan hareketle de Türkiye’nin mağlubiyeti olarak görenler.* Böyle bir adım sonrasında ne tür gelişmeler yaşanacağını kestiremeyip korkanlar.3) PKK’nın silah bırakması neden Türkiye’nin mağlubiyeti anlamına gelmez?* Bunca yıldır yaşananlar ve son günlerdeki saldırılar, askeri yöntemlerle PKK’nın tasfiye edilemeyeceğini bize gösterdi. Diyelim ki PKK, şu ya da bu şekilde tarih sahnesinden silindi, onun küllerinden yepyeni, kimbilir daha etkili örgüt(ler) çıkmayacağının garantisi yok. Zira PKK çok güçlü bir toplumsal zemin üzerinden varlık gösteriyor.* PKK’nın silah bırakması bir tarafın yenildiğinden çok “kimsenin yenemediği” anlamına gelir ve bu ülke insanlarının daha fazla birbirlerini tüketmemesine imkan sağlayabileceği için bunu teşvik etmek gerekir.4) Diyelim ki PKK silah bıraktı. Ya sonra?Yaşanabilecek en kötü gelişme, gerek devletin, gerekse kamuoyunun, PKK’nın bu adımını “yenilginin kabulü” olarak görüp, hiçbir şey değişmemiş gibi, eski usül, yöntem, politika ve düzenlemelerle yola devam etmeleridir. Böylesi bir durumda Kürt kökenli yurttaşların bu ülke ve topluma aidiyet duygularının iyice zayıflayıp ülke hızla bir iç savaşa sürüklenebilir. Ne var ki Türkiye birçok açıdan olumlu anlamda epey değişti, hatta yer yer dönüştü. PKK’nın silah bırakmasını Kürtlerin taleplerini bastıma fırsatı olarak değerlendirmek isteyeceklerin azınlıkta kalacaklarını ve etkilerini yitireceklerini düşünüyorum.5) Silahlarını bırakırlarsa kendilerini neyle savunacaklar?Görüşleriyle. PKK’lılarıın ellerinde silahlarıyla “barış” çağrıları yapmasının hiçbir inandırıcılığı yok. Seslerini duyurmak, dinlenmek istiyorlarsa önce o silahları, bir daha geri almayacakları bir şekilde bırakmaları lazım.6) PKK kadrolarından kurbanlık koyun olmalarını mı istiyorum?Asla. Türkiye öyle bir formül bulabilmeli ki birbiriyle çatışma halindeki tarafların hiçbirinin onur ve gururları yaralanmasın. PKK’lıların kabul etmeye yanaşmadıkları husus şu: Hiçbir sonuç alamayacağını, yanlış olduğunu bile bile silahlı eylemleri sürdürmenin onurlu bir tutum olduğu söylenemez. Öte yandan hiçbir baskı ve zorlama olmadan, kendiliğinden silah bırakmanın onursuz bir adım olacağı asla söylenemez.7) PKK bir dönem silahlı kadrolarını sınır dışına çekti. Hatta bazı gruplar silahlarıyla teslim oldu. Ancak devlet bir şey olmamış gibi operasyonlarını yoğunlaştırdı. Bugün ne değişti?Sınır dışına çekilme Öcalan’ın yakalanması sonrası, onun talimatıyla olmuştu. Dolayısıyla çözümden ziyade Öcalan’ın can güvenliğini sağlamayı hedefliyordu. Aradan geçen süre zarfında PKK’nın, Öcalan’la veya onsuz, yediği bütün darbeler, düştüğü bütün krizlere rağmen ayakta kalabildiği ve herşeye rağmen Türkiye’yi sarsabildiği görüldü. Ülkenin demokratikleşme yolunda attığı adımlar, TSK’nın da sadece silahla sorunun çözülemeyeceği noktasına gelmiş olması gibi bir sürü gelişme de hesaba katılırsa, bugün PKK’lıların silahsızlanma konusunda tatmin edici adımlar atmaları halinde, hem toplum, hem de devlette onları dışlayıcı değil kucaklayıcı bir yaklaşımın egemen olacağını tahmin ediyorum. Özetle, gerçekten çözüm istiyorlarsa PKK’lıların bu fırsatı çok iyi okumaları ve değerlendirmeleri gerekir.
Kılıçdaroğlu-Erdoğan buluşması, Leyla Zana’nın Hürriyet gazetesine, Murat Karayılan’ın Avni Özgürel’e verdikleri söyleşiler derken Kürt sorununun çözümü konusunda uzun bir aradan sonra yeniden umutlanır olmuştuk ki PKK yine karakol basıp askerleri şehit etti. Dolayısıyla barış ve çözüm isteyenlerin hevesleri bir kez daha kursaklarında kaldı. “Peki kim mutlu oldu?” diye sorulacak olursa hiç tereddütsüz, güvenlikçi politikalar dışındaki arayışların yeniden öne çıkması nedeniyle ne zamandır sesleri çıkmayan, ama Dağlıca saldırısının ardından yeniden “haklı çıktık” diye savaş çığlıkları atanları işaret etmek gerekir. Hiçbir haber ve analiz değeri olmayan bu türden savaş kışkırtıcılıklarına gazetemizin (Vatan) internet sayfasında geniş yer verildiğinin de altını çizelim.“Hangi PKK?”Bu tür olaylarda hep olduğu gibi son Dağlıca saldırısının ardından yapılan tahlillerde de yine “provokasyon” teorilerinin öne çıkıyor. Bu teorilere göre bazı PKK yöneticileri şu ya da bu iç ve/veya dış odakların gündeminde hareket edip hem barış sürecini sabote ediyor, hem de Türkiye’yi istikrarsızlaştırıyorlar. Bu bağlamda son dönemde öne çıkartılan isim Suriye kökenli Fehman Hüseyin (Dr. Bahoz Erdal). Hüseyin’in Ankara ile Şam’ın arasının iyice açılmasına paralel olarak bir süredir tamamen Başar Esad’ın denetiminde hareket ettiği iddiası yaygın kabul görüyor.PKK acaba gerçekten çokbaşlı mı? Yani her terör eyleminin ardından “Hangi PKK?” diye sormak doğru mu? Bir taraf (örneğin Karayılan) barış için müzakere ederken diğer taraf (örneğin F. Hüseyin) bu süreci sabote etmek için elinden geleni mi yapıyor? Örneğin Karayılan’ın Özgürel’e söyledikleriyle Hüseyin’in Yeni Özgür Politika gazetesine verdiği söyleşiyi karşılaştırdığınızda sanki iki düşman örgütün yöneticileriymiş gibi bir izlenim edinebiliyorsunuz. Ve kendi kendinize “Acaba Karayılan ile Hüseyin o bildik ‘iyi polis-kötü polis’ numarasına mı başvuruyorlar?” diye soruyorsunuz.Ama bu durum yanıltıcı. Çünkü fark örgüt içi görüş ayrılıklarından değil, esas olarak Karayılan’ın doğrudan Türk kamuoyuna, Hüseyin’in ise PKK’nın tabanına sesleniyor olmasından kaynaklanıyor. Nitekim Türk basınına hep yumuşak mesajlar veren Karayılan’ın örgütün yayın organlarına vermiş olduğu söyleşilerde yer yer Hüseyin’inkini andıran bir dil ve üslup kullandığını biliyoruz.Ama bildiğimiz bir başka şey daha var: Devlet, belli bir süredir PKK içinde tercihini Karayılan’dan yana yapmış durumda; doğrudan ya da dolaylı olarak muhatap aldığı Karayılan’ın örgüt içinde daha güçlü bir konumda olmasını tercih ediyor. Bu durumun Karayılan için hem avantaj, hem de dezavantajları olduğu açık. Onun Özgürel’e “Sadece Başbakan Erdoğan değil ben de risk alıyorum” demesinin altını çizmek lazım.Provokasyon değilSonuç olarak, her türlü iç ve dış odağın örgüte sızma, onu yönlendirme niyet ve çabalarını önemsemekle birlikte, son Dağlıca saldırısının PKK’nın genel stratejisi içinde, örgütün tamamını bağlayan bir eylem olduğu kanısındayım. Sorunun özünde, PKK’yı yönetenlerin, savaşın bu şekilde tırmanmasının barış sürecini hızlandıracağına ciddi olarak inanıyor olmaları var. Daha açıklayıcı olması için sık sık dile getirdiğim bir tespitimi tekrarlamak isterim: Eğer söz konusu olan PKK ise ayrıca bir provokatör aramaya gerek yoktur! Çünkü tarihine baktığımız zaman PKK’nın hep “tipik provokasyon” diyeceğimiz türden terör eylemleriyle yol almış olduğunu görürüz.Üç muhtemel çözüm yoluPeki bu kısır döngüden nasıl çıkacağız? İki yıl önce Şemdinli baskınının ardından kaleme aldığım yazıda silahlı çatışmanın sona ermesinin kabaca üç yolunun olduğunu yazmıştım:“1 İlk adım devletten gelir. PKK’ya yönelik operasyonlar durdurulur ve çözüm arzusu dile getirilir. Mesela “genel af” çıkarılır. Bunun üzerine PKK da silahları bırakır.2 Devlet ve PKK aynı anda çatışmaları sona erdirir.3 PKK hiçbir şart koşmadan silah bırakır, bir süre sonra devlet de benzer bir adım atar.”O tarihte ilk şıkkın hiçbir şekilde söz konusu olabileceğini düşünmüyordum. Zira bunların her ikisi de bir şekilde devletin pes ettiği anlamına gelirdi ki Türk devlet geleneğinde böyle bir örnek bildiğim kadarıyla yoktu.İkinci şıkkın, yani her iki tarafın da aynı anda adım atmasının, ancak ciddi ön müzakereler sonucunda gerçekleşebileceği ortadaydı ve tıpkı önceki hükümetler gibi AKP iktidarının da PKK ile şu ya da bu şekilde masaya oturması mümkün gözükmüyordu. Ama durumun hiç de böyle olmadığını, MİT üzerinden örgütle sistemli bir şekilde görüşüldüğünü öğrendik. Dolayısıyla ilk adımın PKK’dan gelmesi halinde hükümetin de nerdeyse eşzamanlı bir şekilde askeri operasyonları durdurmasının pekala ihtimal dahilinde olduğunu düşünebiliriz.Özetle çatışmaların durması için “ateşkes”, “eylemsizlik” gibi inandırıcılığı kalmamış yöntemler yerine PKK’nın silah bırakması ilk ve olmazsa olmaz bir şarttır. İmkanı olan herkesin PKK’ya artık silahla hiçbir yere varamayacağını anlatması gerekir.
Bugün son günlerin önde gelen şu beş olayı mercek altına alıp Türkiye’deki siyasal mücadelelerin haritasını çıkartmaya çalışacağım:1) Türkçe Olimpiyatları’nda Başbakan Erdoğan’ın adını vermeden Fethullah Gülen’i ülkeye dönmeye davet etmesi;2) Gülen’in davete teşekkür edip dönmeyi şimdilik düşünmediğini açıklaması;3) Anayasa Mahkemesi’nin Abdullah Gül’ün süresinin 7 yıl olduğuna, ama isterse bir kez daha aday olabileceğine hükmetmesi;4) Leyla Zana’nın Hürriyet Gazetesi’ne verdiği söyleşide Kürt sorununun çözümü için Erdoğan’a güvendiğini beyan etmesi;5) Murat Karayılan’ın Radikal yazarı Avni Özgürel’e verdiği ama www.birlesikbasin.com internet sitesinde yayınlanan söyleşi.Bu beş olaydan hareketle Türkiye’ye damgasını basan ve daha da basacağa benzeyen dört rekabet alanı karşımıza çıkıyor:1) AKP hükümeti ile Gülen cemaati arasındaki rekabet: Başbakan’ın olimpiyatların kapanışına katılıp yoğun ilgi görmesi; çok içten bir şekilde Gülen’i ülkeye çağırması; Gülen’in de nazik bir şekilde bu daveti reddetmesi, benim gibi, bir süredir bu iki güçlü yapı arasındaki ittifakın çatırdadığını; aralarında “yeni tür iktidar savaşları” başladığını ileri sürenleri ilk bakışta tekzip etmişe benziyor. Halbuki gerek Erdoğan, gerekse Gülen’in sözlerini dikkatlice okuduğunuzda aralarında muhabbet kadar mesafe (örneğin her ikisi de birbirlerinin isimlerini telaffuz etmedi) olduğunu görüyorsunuz. Gülen’in dönüşü için şartların henüz olgunlaşmadığı tespitini de bir tür hükümete yönelik eleştiri, özel yetkili mahkemeler hakkında yapılmak istenen değişikliklere muhalefet şerhi olarak okumak da mümkün.2) AKP ile Kürt siyasi hareketi arasındaki rekabet: Başta TSK olmak üzere muhaliflerinin çoğunu tasfiye eden veya iyice etkisizleştiren iktidar partisinin önündeki yegane engel, PKK/Öcalan’ın başını çektiği Kürt siyasi hareketi. Hal böyle olunca, AKP’nin iç ve dış rakipleri/düşmanları doğrudan ya da dolaylı olarak bu harekete yatırım yapmak istiyor. Bu nedenle hükümetin açılımı askıya aldıktan sonra ağırlık verdiği güvenlikçi politikalardan yavaş yavaş uzaklaşması kaçınılmazdı. Nitekim son günlerde yaşanan pek çok gelişme buna işaret ediyor. Ama yeni açılım politikalarının hayata geçirilmesi için Kürt siyasi hareketi ile AKP arasındaki ilişkilerin yeniden normalleşmesi şart. İşte Enis Berberoğlu ile Metehan Demir’e konuşan Leyla Zana’nın sözleri; kimileri katılmayabilir ama Avni Özgürel’e konuşan Murat Karayılan’ın da hükümete karşı çok dikkatli ve ılımlı bir dil kullanmış olması bu açıdan çok önemli.3) Kürt siyasi hareketi içindeki rekabetler: Öncelikle Zana ve Karayılan söyleşilerinin birlikte okunmalarının çok öğretici olduğunu vurgulayalım. Ama aynı grubun bir gazetesi (Hürriyet) Zana söyleşisini manşetine taşırken, bir diğeri (Radikal) Karayılan söyleşisini yayınlamadı. Halbuki görünürde çok farklı şeyler söylüyor olsalar da Zana ile Karayılan benzer bir noktada duruyor, benzer çözüm önerileri geliştiriyorlar. En azından ikisi de çözümün ana adresi olarak Öcalan’ı gösteriyor. Nitekim “ev hapsi” önermesi belki de ilk kez bu kadar doğal ve makul karşılanıyor, ki sürecin bu noktaya doğru geliştiğini; devletin Öcalan’ı aylardır herkesten gizlemesinin ardından böyle bir noktaya varabileceğimizi düşünüyorum. Zana’yı yakından tanıyan, onun kendi özgün duruşunu muhafaza ederek Kürt siyasi hareketinde etkili bir şekilde nasıl kalabildiğini az buçuk kavrayanlar Hürriyet’e söylediklerine hiç şaşırmadılar. Ama gerek BDP, gerek hükümet çevrelerinden gelen tepkiler, Kürt sorununun çözümü için Zana’nın gerçek değerinin taraflarca tam anlaşılamamış olduğunu gösterdi. Bazı AKP’lilerin Kemal Burkay ile başaramadıkları PKK’ya alternatif çıkarma ihalesini Zana’ya yıkmak istemesi; bazı Kürt siyasetçilerin de bu yönde bir telaşa kapılmaları eşit ölçüde anlamsızdı. Zana olayı bize hem Kürt siyasi hareket içinde farklı eğilimler olduğu gerçeğini, hem de çözüme kadar bu farklılıkların pekala bir kenara itilebileceğini gösterdi. 4) AKP içi rekabetler: Anayasa Mahkemesi’nin kararına yönelik tepkiler AKP’nin alternatifinin ancak yine AKP içinde çıkabileceği yönündeki tezin hâlâ geçerli olduğunu gösterdi. Gül’ün yeniden aday olmasının iktidar partisi tarafından yasal yollarla engellenmeye çalışılması, AYM’nin kararından rahatsız olunduğunu gizlemeye gerek duyulmaması cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde Erdoğan ile Gül rekabetinin hayli ciddi olduğunun kanıtı. Yanlış anlaşılmasın, seçimlerde birbirleriyle yarışacaklarını ileri sürmüyorum fakat seçimlere kadarki süreci ikisi arasındaki rekabetin belirleyeceği muhakkak.Tam da bu noktada gerek Gülen cemaati, gerekse Kürt siyasi hareketinin Gül-Erdoğan rekabetini gözeterek yeni strateji ve taktikler geliştirmeleri beklenir. Aynı şekilde gerek Gül, gerekse Erdoğan’ın, aralarındaki rekabeti gözeterek Gülen cemaati ve Kürt siyasi hareketine yönelik yeni strateji ve taktikler geliştirmeleri de doğal olacaktır. *****Cezaevi faciası: İlk ve en büyük sorumlu devlettir Hayatının bir buçuk yılını içerde geçirmiş birisi olarak ceza ve tutukevlerindeki yaşam koşullarını olabildiğince takip etmeye çalışıyorum. Açıkçası Şanlıurfa’da yaşanan son faciaya maalesef şaşırmadım. Bu konuda dört şey söylemek istiyorum:- Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada, ne, nasıl yaşanmış olursa olsun cezaevlerindeki acıların ilk ve en büyük sorumlusu muhakkak devlettir.- Roboski deneyinden sonra Şanlıurfa’daki facianın nedenlerinin hızlı ve adil bir şekilde araştırılacağına inanmamız mümkün değil.- Kamuoyunun ezici çoğunluğu, cezaevlerinin kendilerini suç ve suçludan koruduğuna inandığı sürece Şanlıurfa’daki gibi faciaların önü alınamaz.- Sanılanın aksine cezaevleri toplumu değil esas olarak sistemi muhafaza etmek için inşa edilirler.