Beşşar Esad babası Hafız Esad'ın ölümünün ardından Suriye Devlet Başkanı seçilince Ortadoğu'nun bu kilit ülkesinin demokrasiye doğru evrilebileceği yolunda zayıf da olsa bir umut doğmuştu. Örneğin AKP hükümeti genç Esad'ın reform potansiyeline epey angaje olup Suriye'yi uluslararası topluluğa yeniden kazandırma gibi zorlu ve iddialı bir misyonu üstlenmişti. Ancak içerde ve dışarda ortaya çıkan reform beklentileriyle Baas rejiminin statükoyu koruma kaygıları arasında sıkışıp kalan Esad tercihini ikinciden, yani rejimin bekasından yana yaptı. Aslında bunda şaşıracak bir şey yoktu çünkü meşruiyetini doğrudan halktan değil de babasından alan bir yöneticiye demokratik bir rejimde pek bir iktidar alanı kalmayacağı açıktır. Diğer bir deyişle Beşşar Esad, Baas rejimiyle kendi kaderinin özdeş olduğunun farkına vardı ve reform hayallerini sonlandırıp iktidarını yine baskıyla, silahla, katliamla korumaya yöneldi.Ama Esad ve Baas rejiminin ayakta kalması imkansız. Ortada dolanan senaryolardan hangisi geçerli olur bilmiyorum ama Suriye rejiminin günlerinin sayılı olduğuna inanıyorum. Rejimin sonu geldikçe Suriye halkının ödeyeceği bedelin de ağırlaşacağını söyleyebiliriz. İşin kötüsü bu bedel ödeme rejim değişikliğinden sonra da devam edecek. Hatta Suriye'yi Esad sonrasında daha kanlı ve korkunç bir dönemin beklediğini bile ileri sürebiliriz. Kuşkusuz bu olasılığa bakıp Baas rejiminin varlığını sürdürmesini istemek son derece yanlış olacaktır. Şunu söylemeye çalışıyorum: Suriye'nin özgür, demokratik bir ülke olması için Baas rejiminin gitmesi şart ancak tek başına Baas rejiminin gitmesiyle özgürlük ve demokrasinin geleceğine inanmak saflık olur.Kritik sorularEsad sonrası Suriye'nin geleceğinde şu sorular kritik öneme sahip:1) Ülke tek parça halinde kalabilecek mi? Burada akla ilk olarak, yıllardır ülke yönetiminde baskın olan Nusayri azınlığın ve Kürtlerin durumu geliyor. 2) Ülke bölünmese bile Lübnan'daki gibi etnisite ve mezhebe dayalı bölgelerin ortaya çıkma ihtimali var mı?3) Ülkede çoğunluğu oluşturan Sünniler iktidarı ele geçirdikten sonra bunu azınlıklarla paylaşmaya yanaşacaklar mı?4) Sünniler yılların Baas diktatörlüğünden hesap sormaya gidecek mi? Bu hesap sorma durumunun sivilleri de kapsama ihtimali var mı?5) Baas rejiminin yerini demokratik bir sistem mi alacak yoksa yeni tür otoriterveya totaliter bir rejim mi inşa edilecek?6) Baas rejiminin laikliğinin yerini ne alacak? Birçok Arap ülkesinde olduğu gibi İslamcılar iktidarın ana unsuru mu olacak?7) Bölünmeye yüz tutmuş Irak'taki Sünni Araplarla yeni Suriye yönetimi arasında nasıl bir ilişki ortaya çıkacak?8) Bölgedeki en önemli müttefikini kaybedecek olan İran'ın buna cevabı ne olacak?Soruları burada keselim ve tüm Suriyeliler için kansız, acısız bir geçiş süreci ve bunun ucunda çoğulcu demokratik bir sistem temenni edelim. Tabii bunun imkansıza yakın bir zorlukta olduğunuda akıldan çıkarmadan.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik önceki gün yayınlanan Cumuhurbaşkanı Başdanışmanı Ahmet Sever söyleşimiz üzerine ilk olarak şöyle bir tweet attı: “Bugün Ruşen Çakır’ın Ahmet Sever’le yaptığı röportaj gazeteci arkadaşları heyecanlandırmışa benziyor. Aslında yeni bir şey yok.”Söyleşimizin bazı meslektaşlarımızı heyecanlandırması ne kadar olağansa, bazı siyasetçileri, özellikle de iktidar partisinden olanları heyecanlandırmaması o kadar olağandışı olurdu. Nitekim Çelik’in peş peşe yazdığı tweetlerde de bu heyecandan izler görünüyordu. Çünkü kendisinin ileri sürdüğünün aksine yeni şey “yok” değil “pek çok”tu. Aslında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi ve ikinci kez seçilip seçilmeyeceği konusunda iktidar partisinin attığı adımlar ve önde gelen bazı isimlerin yaptığı açıklamalardan rahatsız olduğunu kestirmek güç değildi. Bu açıdan bakıldığında Sever bize bildiğimiz, en azından tahmin ettiğimiz bir şey söyledi, yani şaşırmadık. Ama bugüne kadar sessiz kalmış olan Gül’ün, sözcüsü üzerinden, dolaylı da olsa rahatsızlık, sitem ve şikayetlerini kapsamlı bir şekilde dile getirmiş olması yeni ve şaşırtıcı bir olguydu.Gül aday olur mu?Hüseyin Çelik’in önceki gün attığı bir tweet’te “Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla Sayın Gül, tabii ki yeniden aday olabilir. Ancak bir şeyin imkan dahilinde olması ile vuku bulması farklı şeylerdir” demiş olmasına şaşırdığımı itiraf etmeliyim. AKP’nin kuruluşuna Doğru Yol Partisi’nden istifa ederek katılmış olan Çelik başından beri parti içinde Gül’e yakın isimlerden biri olarak tanınıyordu. 1 Mart 2003 günü tezkerenin geçmemesiyle sonuçlanan süreçte de buna tanık olmuştuk.Gül’ün ikinci kez aday olup olmayacağı konusuna gelecek olursak, şu ana kadar yapılan yorumlarda Gül’ün bu hakkını, arzu etse de kullanmayacağı yolunda neredeyse bir görüş birliği oluşmuş gözüküyor. Ben de başta Çelik olmak üzere bu konuda görüş belirtenlerin çoğu gibi Erdoğan ile Gül arasındaki ilişkinin bir çatışma ve kavgaya yol açmasının imkansız olduğunu düşünüyorum. Buna Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkma konusunda hayli kararlı olması eklenince Gül’ün bir daha aday olmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat daha iki yıl var ve bu sürede Gül-Erdoğan uyumu olmasa bile ülkede, bölgede ve dünyada birçok şey ciddi olarak değişebilir ve bu iki siyasetçi yola bugünkü gibi devam etmekte anlaşabilirler. Kısacası, Gül’ün ikinci kez cumhurbaşkanı olma ihtimali düşük gözükse de kesinlikle yüzde 0 (sıfır) değildir.Kim kime jest yaptı?Yine Hüseyin Çelik’le devam edelim. AKP Genel Başkan Yardımcısı, biz gazetecilerin heyecanının daha da artıran tweetlerinden sonra NTV canlı yayınında daha sakin ve dikkatli açıklamalar yaptı. Ve bu sırada söylediği “Şimdi jest sırası Gül’de” anlamındaki sözleri başlığa çıkarıldı, başta Vatan olmak üzere bazı gazetelerde manşet oldu. Çelik 2007 yılında Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olmayıp Gül’e bir jest yaptığını, şimdi Gül’ün ona aynı şekilde cevap vermesi gerektiğini söylüyor. Fakat 2007’de yaşananlardan haberdar olanlar, ortada bir “jest”in olmadığını da bilirler. Yani o dönemin önemli tanıklarından Ahmet Sever’in önceki günkü söyleşimizde “Aslında kendisi cumhurbaşkanlığını çok istemiyordu. İstemek zorunda kaldı” sözleri doğrudur. Şöyle ki, normal olarak Erdoğan’ın Köşk’e çıkması, Gül’ün de başbakanlığı devralması bekleniyordu. Ama ne olduysa oldu Erdoğan aday olmaktan vazgeçti ve yerine “kardeşim” diye söz ettiği Gül’ü aday gösterdi. Ardından 27 Nisan e-muhtırası ve erken genel seçimler yaşandı. Bütün bu aşamalardan sonra Gül, isteksiz başladığı cumhurbaşkanlığı yolculuğunda iyice bilendi fakat beklenmedik bir şekilde partisi içinden ve dışardan adaylıktan vazgeçmesi yolunda yoğun telkinlerine maruz kaldı.Dolayısıyla Gül 2007’de, kendisi dahil birçok aktör açısından inişli-çıkışlı, epey sıkıntılı ve gergin geçen bir sürecin sonunda cumhurbaşkanı oldu. Diğer bir deyişle bir jestten söz edilebileceğini düşünmüyorum. Bununla birlikte Erdoğan’ın Köşk’e çıkmada çok kararlı olması halinde Gül’ün onun önünü kapamayacağını hiç tereddütsüz söyleyebiliriz.Bitirirken bir not: Medyada Gül’ün AKP’den kimlerden rahatsız olduğu yolunda değişik yorumlar yapılıyor. Sever’le söyleşiyi gerçekleştirdiğimizde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in “Erdoğan aday olursa Gül aday olmaz” şeklindeki açıklaması henüz ortada yoktu. Kuşkusuz Bakan Çelik’in sözleri de ayrıca rahatsızlık yaratmış olabilir ancak zaman açısından söyleşimizin kapsamına girmiyordu.
Ruşen Çakır’ın sorularını yanıtlayan Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Ahmet Sever “yeniden aday olmasının engellenmek istenmesinin Gül’ü çok üzdüğünü ve kırdığını söyledi. Sever “Cumhurbaşkanı, Sayın Başbakan ile bir çatışma, çekişme görüntüsü vermemeye özen gösterdi, hâlâ gösteriyor. Ama aynı özeni partinin bazı önemli isimlerinin göstermemesi ve uluorta konuşmaları gerçekten hoş olmadı” dedi. Abdullah Gül Çankaya Köşkü’nde beşinci yılını doldurmak üzere. Peki bu beş yıl nasıl geçti? Gül yeniden aday olacak mı? İkinci dönem cumhurbaşkanı olmazsa ne yapacak? Siyasete dönecek mi? Yoksa uluslararası bir kuruluşun başına mı geçecek? İşte son dönemin en merak edilen bu sorularını Gül’ün yanındaki en yakın isimlerden basın başdanışmanı Ahmet Sever’e sordum..- Abdullah Gül’ün 2007 seçimlerinden sonra cumhurbaşkanı seçilmesinde ilginç bir süreç yaşandı. Neler oldu o dönemde?Gergin ve sancılı bir süreçti. Çok ciddi bir kulis faaliyeti yürütüldü. Abdullah Gül, cumhurbaşkanı olmaması, tekrar aday olmaması için çok yoğun baskılara maruz kaldı. İnanamayacağınız bazı isimler gelip “Adaylıktan vazgeçin yoksa bu işin sonu kötüye varacak” dediler.- 27 Nisan muhtırasının devamı anlamında mı?Tabii, “Cumhurbaşkanı olursanız gerilim doruğa çıkar, darbe olur” uyarıları yapıldı ama o bu uyarıların hiçbirine kulak asmadı, kararlı bir duruş sergiledi. Hatta “Ben bu işe başımı koydum, burdan dönmem” dedi. Aslında kendisi cumhurbaşkanlığını çok istemiyordu. İstemek zorunda kaldı. Aday gösterildi, ardından 27 Nisan bildirisi ve genel seçimler... Bütün bunlardan sonra geri adım da atamazdı zaten. Aradan geçen beş yıldan sonra o kişiler ne düşünüyor bilmiyorum ama ne darbe oldu, ne gerilim tırmandı. Tam aksine bu beş yıl boyunca Cumhurbaşkanlığı makamı ve Cumhurbaşkanı nerede bir gerilim varsa o gerilimi düşürmek için yoğun bir çaba harcadı. Herhalde o dönemde bu kulis faaliyetlerini yürütenler bu performansa bakıp biraz utanmışlardır.- Ama özellikle ilk dönemlerde bazı krizler yaşanmadı değil. Örneğin Hayrünnisa Gül’ün elini sıkmayan komutanlar, kırmızı halı sorunu vb...Mutlaka bazı gerilimler oldu ama sayın Cumhurbaşkanı ilk başından itibaren gerilim tırmandırıcı bir pozisyona girmedi. Sorunları zamana yaydı, uzlaşı ve ikna yolları aradı ve zaman içinde de bu tür sorunlar kendiliğinden çözüldü. Artık siz de görüyorsunuz ki bu tür sorunlar kalmadı. Bütün dünyanın kırmızı halılarında yürüyen Hayrünnisa Hanım kendi ülkesinde kırmızı halıda yürüyemiyordu. Bu sonuçta eşyanın tabiatına aykırı bir durumdu. Bugün yürüyor.- Ama bütün bunlar bir süreç içinde halloldu. Kamuoyuna yansımayan bazı krizler de olmuştur herhalde...Tabii olmuştur, daha doğrusu oldu. O dönemde Köşk büyüteç altına alındı, öküz altında buzağı arandı. Söylenen her sözün, atılan her adımın arkasında başka bir niyet arandı. Basınla ilişkilerden sorumlu biri olarak bunu çok yoğun yaşadım. Öyle haberler çıktı ki dehşete düşmemek elde değildi. Ama dediğim gibi bu bir süreçti ve zamanla işlerin yoluna gireceği belliydi. Cumhurbaşkanı’nın o sakin, uzlaşmacı, herkesi dinleyen kişiliği bu sancılı sürecin zaman içinde normale dönmesinde çok önemli bir rol oynadı.- Tabii bu süreçte Ergenekon, Balyoz gibi soruşturmalar üzerinden askeri vesayetin sonlandırılması da hayli etkili oldu. Önce emekli, sonra muvazzaf subayların gözaltına alınıp tutuklanmalarının yol açtığı krizler nasıl aşıldı?Bu süreçlerin zorlu olmasından daha doğal bir şey olamaz. Yılların getirdiği bir kemikleşmiş yapı ve bir rol dağılımı söz konusuydu. Bunların bir anda, sorunsuz bir şekilde değişmesi beklenemez tabii. Mutlaka zorlu bir süreç oldu ama o süreçte sayın Cumhurbaşkanı’nın duruşu çok sağlamdı.- Biraz açar mısınız?Ülkenin sivilleşmesi, herkesin kendi rolüne dönmesi, herkesin kendi işini yapması, kendi alanının dışına çıkmaması konusunda hakikaten kararlı davrandı. Burada bir parantez açayım: Eğer bazılarının istediği gibi Abdullah Gül’ün yerine daha düşük profilli bir kişi cumhurbaşkanı olsaydı bu süreç bu kadar başarılı olamazdı. Türkiye, bugünkü Türkiye olmazdı, olamazdı. Her şeyi kendisi çıkıp açıklayamıyor, ben de bazı şeyleri açıklamaya mezun değilim, ama şu kadarını söyleyebilirim: Eğer Abdullah Gül o sancılı sürecin sonucunda cumhurbaşkanı olmasaydı bütün bu gelişmeler, ilerlemeler o kadar kolay gerçekleşemezdi.- Gül’ün Köşk’te beş yılını en iyi hangi kavram ve sıfatlar özetleyebilir?Sayın Cumhurbaşkanı beş yıl boyunca, gerilimden, kutuplaşmalardan uzak, gerçek bir demokrasiye sahip, düşünce ve ifade özgürlüğünün alanlarının genişlediği, herkesin birbirine hoşgörüyle baktığı bir Türkiye için çalıştı.- Ama bu konularda Türkiye’de çok ciddi tartışma ve eleştiriler var...Sever : Sonuçta sayın Cumhurbaşkanı icranın başı değil. Yetkileri ve alanı belli. Bu çerçevede elinden geleni yapmak için çaba gösterdi.- Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine yönelik anayasa değişikliğini desteklemiş miydi?Tabii ki destekledi. 367 krizi ve muhtıralar üzerine “o zaman halk seçsin” noktasına varmıştı zaten.- Kendi görev süresinin uzun süre belirsiz kalmasından rahatsız olduğu anlaşılıyordu ama bağlayıcı şeyler söylemedi. Rahatsız olmaması düşünülebilir mi? Yutdışında sürekli olarak Türkiye’nin öngörülebilir bir ülke olduğunu savunan bir cumhurbaşkanının kendi görev süresindeki belirsizliği izah etmesi tabii ki mümkün değildi. Zaten bu belirsizliğin bir an önce ortadan kaldırılması gerektiğini söyleyerek bu durumdan rahatsız olduğunu da belirtmiş oldu. Ama bu belirsizliğin son ana kadar sürmüş olması sayın Cumhurbaşkanı’nı çok üzdü. - Sonuçta Anayasa Mahkemesi kararıyla iki seçeneğin ortasında bir noktaya geldik, yani süre 7 yıl ama bir kez daha aday olabilecek. Gül bu seçeneklerden hangisini istiyordu?Kendi tercihini hiç telaffuz etmedi. Hep şunu düşündü: “Ben ne olursa uyarım ve bu sürede de görevimi en iyi şekilde yerine getirmek için çaba harcarım.” Yaklaşımı hep bundan ibaret oldu.- Yeniden aday olma hakkı var ama gelinen noktada öyle bir hava var ki sanki aday olmayacak. Hatta bazı uluslararası kuruluşların başına geçeceği yolunda spekülasyonlar da yapılıyor...Uluslararası bir görev, bir yakıştırmadan ibarettir. Hiçbir zaman böyle bir talebi olmadı, aklından bile geçmedi. Bu kadar açık söyleyebilirim. Bunların hepsi yakıştırmadan ibarettir. Tabii herkes ileride ne yapacağını merak ediyor: Yeniden aday olacak mı, yoksa ne yapacak? Bu konularla ilgili hiç konuşmuyor. En ufak bir ipucu, işaret vermiyor, susmayı tercih ediyor. Sadece şunu söylüyor: “Zamanı gelince bakarız.”- Ama zaman giderek azalıyor...Demek ki daha zamanın gelmediğini düşünüyor.- Peki siz ne düşünüyorsunuz?Bu süreçte sayın Cumhurbaşkanı’nı çok rahatsız eden gelişmeler oldu. Kendisi dışarıya yansıtmadı ama yeniden aday olmasını engellemeye yönelik bir yasak konulması kendisini gerçekten üzdü ve kırdı. Öyle ki Anayasa Mahkemesi bu yasağın anayasa aykırı olduğu yolunda karar almasına rağmen bazı kişiler buna bile karşı çıkıp mahkemenin kararını anayasaya aykırı ilan edebildiler. Cumhurbaşkanı, sayın Başbakan ile bir çatışma, çekişme görüntüsü vermemeye özen gösterdi, hâlâ gösteriyor. Ama aynı özeni partinin bazı önemli isimlerinin göstermemesi ve uluorta konuşmaları gerçekten hoş olmadı. Bu benim kişisel görüşüm: Anayasa Mahkemesi bu kararı vermiş, pekala aday da olabilir, niye olmasın? Sonuçta karar kendisinin, belki bana kızacak bunu bu şekilde ifade ettim diye ama şimdiden “oldu bitti, artık kenara çekilecek” havasının yayılması çok büyük haksızlık. Partinin kuruluşunda kilit rol oynamış, başbakanlık, sonra dışişleri bakanlığı ve başbakan yardımcılığı yapmış bir kişi hakkında bu kadar özensiz davranılması burukluk yaratıyor. Burada bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum: Bazı anketler yayınlanıyor. Örneğin bir gazetede “Kim cumhurbaşkanı olmalı?” diye bir anket yayınlandı; herkese oy çıkmış ama Abdullah Gül’e tek oy bile çıkmamış. Bu nasıl bir şeydir, anlamak mümkün değil. Bana çok manidar geliyor. Bir başka gazetede Mart ayındaki bir ankette sayın Cumhurbaşkanı birinci sırada çıkıyor, üç ay sonra tekrar bir anket yapıyorlar, her şey tepetaklak oluyor, aşağıya iniyor. Üç ayda ne oldu da bu dengeler böyle altüst oldu? Şu kadarını söyleyeyim: Bunlar hiç şık şeyler değil.- Partilerüstü bir konumdan tekrar parti siyasetine dönmesi mümkün mü? Başbakan’ın Köşk’e çıkacağı, Gül’ün de başbakanlığı üstleneceği yolunda çok iddia var...Daha önce de söylediğim gibi bu konuda hiçbir yorum yapmıyor, hiçbir işaret vermiyor, çok ketum. Dışarıya karşı yapması zaten beklenemez ama içerde, bizlerle konuşmalarında da bu konulara hiç girmiyor.- Geri kalan iki yıl için bazı plan ve projeleri var mı?Öncelikle başladığı birçok işi layıkıyla tamamlamak istiyor. Örneğin yurtiçi geziler başlattı ve şu ana kadar 60’tan fazla ile gitti. Kalan sürede onları bitirmek istiyor. Ayrıca önemsediği ve yapmak istediği bazı dış ziyaretler var. Kendisi dış gezilere öteden beri işadamlarını da götürmeye özen göstermiş ve bu sayede Türkiye’nin dış ticaretine ciddi katkılarda bulunmuştur. Diğer yandan Devlet Denetleme Kurulu’nu (DDK) Türkiye’nin bazı temel sorunlu konularında aktif hale getirdi, bazı raporlar çok ses getirdi, etkili oldu; bunu sürdürmek istiyor. Sonuç olarak bu görevi iyi şekilde bitirmek istiyor. *****‘İki açılım ve Abdullah Gül’ - Bu beş yılın önde gelen hayal kırıklıklarından biri Kürt sorununda yaşandı galiba. İran gezisinde “Güzel şeyler olacak” diye Kürt açılımın ilk işaretini Cumhurbaşkanı Gül vermişti, daha sonra da buna hep sahip çıktı ama açılım bir noktada tıkandı...Türkiye’de bazı kilit sorunlar var. Bunların başında Kürt sorunu geliyor, ayrıca Ermeni sorunu da var. Bu iki konuda da sayın Cumhurbaşkanı çok ciddi açılımlar geliştirdi. Ermeni sorununun çözüm yolunda bir kilometre taşı olarak nitelendirilen bir Erivan ziyareti var. Onun peşinden bir dizi diplomatik faaliyet yürütüldü. Keza Kürt sorununun çözümü için konjonktürün uygun olduğunu, Türkiye’nin bu sorunu çözebileceğini, çözeceğini söyledi ama iki açılım çabasının da arkası gelmedi. İki alanda da tıkanma yaşanmış olması sayın Cumhurbaşkanı’nı gerçekten çok üzdü.- Peki yapamıyor mu, yapılamıyor mu? Nerde tıkanıyor?Sever : Bu noktada benim söyleyebileceğim fazla şey yok. Konumum itibariyle daha fazlasını söyleyemiyorum. Ama bu iki sürecin de arkasının gelmemesi büyük şanssızlık oldu. *****‘Bölgedeki gelişmeleri çok yakından izliyor’ - Bu arada bölgede çok kritik gelişmeler yaşanıyor...Kendisi gelişmeleri çok yakından izliyor; sayın Başbakan ile, ilgili mercilerle görüşlerini paylaşıyor. Yurtdışıyla bazı telefon görüşmeleri gerçekleştiriyor. Ancak sonuç olarak icranın başı olmadığı için alanı belli, onun dışına çıkıp bir şeyler yapması da beklenemez tabii ki.- Bazıları Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasındaki uyumdan hareketle Köşk’ün bir tür noter gibi çalıştığını ileri sürüyor. Böyle yorumlar kendisini rahatsız ediyor mu?Ediyor tabii ki çünkü doğru değil bu. Geri gönderdiği kritik yasalar da oldu. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da geçenlerde yaptığı açıklamada bunu teslim etti, onun herkesin cumhurbaşkanı olmak için çalıştığını dile getirdi. Zaten geçen beş yılı noterlik olarak tanımlamak büyük haksızlık olur. Çünkü bu sürede Çankaya’nın kapısı, hiçbir ayrım gözetmeksizin herkese açıktı ve sorunu olan herkes Çankaya’nın kapısını çaldı. Böyle bir umut ve beklenti olmasa niye her kesimden, her görüşten insanlar Çankaya’nın kapısını çalsın?- Hükümetle bariz bir kriz yaşanmaması böyle bir algıyı yaratmış olabilir...İlla bir kriz yaşanması mı gerekiyor. Şöyle de bir durum var: Birçok yasa tasarısını daha Meclis aşamasında inceletip kendisine ters gelen yönleri önceden iletiyor ve Meclis de eğer uygun görürse onun uyarılarını dikkate alıyor ve düzeltiyor. Kamuoyu bunu bilmediği için her gelen yasanın onaylandığını düşünüyor olabilir. Böyle çok örnek var. *****‘Akademisyenler ve entrika’ - Kamuoyunun bildiği rektör atamaları konusu var. Gül de birkaç kez bu durumdan şikayet etti ama sonuçta en çok oyu almayan çok adayı rektör olarak atadı.Maalesef siyasette bile görülmeyen bazı ayak oyunlarına, entrikalara bazı bilim insanları başvuruyor. Birbirlerinin kuyusunu kazmaları, iftira kampanyaları düzenlemeleri tüyler ürpertici. Cumhurbaşkanı da bunların hepsinin farkında olduğu için olabildiğince bunlara bulaşmamış kimseleri atamaya çalışıyor. Bu durumu da açıkça ifade edemediği için, sadece alınan oylara bakanlar açısından yanlış bir algı ortaya çıkıyor.
Suriye’ye bakış konusunda tam da saflar netleşir gibi olmuştu ki o zamana kadar olup bitenlere bulaşmayıp uzaktan izlemekle yetinen Kürtler de sürece dahil olunca her şey altüst oldu. Ülkenin kuzeyinde yaşayan Kürtlerin bazı yerleşim birimlerinin denetimini devralması (ortada pek bir çatışma olmadığı için “ele geçirmek” fiili burada aşırı kaçar), ama daha önemlisi bunlardan dikkat çekici bir bölümünün “PKK’nın Suriye kolu” olarak bilinen PYD’ye (Demokratik Birlik Partisi) bağlı olması ülkemizde tam anlamıyla alarm verilmesine neden oldu.Birbirinden farklı kişi ve çevrelerin Ankara’yı “Kuzey Suriye”ye müdahaleye davet ettiklerini görüyoruz. Herhalde Başbakan Erdoğan’ın bu konuda peş peşe yaptığı açıklamalarda olayın esas olarak güvenlik boyutunun öne çıkarmasından ve askeri müdahale ihtimalini bir seçenek olarak dile getirmesinden cesaret ve ilham alıyor olmalılar.Halbuki Erdoğan’ın siyasi danışmanı, Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan’ın Star Gazetesi’nde dün çıkan yazısında da belirttiği gibi “Eğer yanlış sorun algıları üretirsek doğru tavırlar takınamaz, doğru çözümler üretemeyiz...”“PYD’nin Türkiye sınırında uzanan bölgede etkinlik kazanması panikle karşılanmamalı, ama ciddi bir durum olarak ele alınmalı” diyen Akdoğan şöyle devam ediyor: “Sorun, Suriye’deki Kürtlerin belli haklara sahip olması olarak görülürse kategorik olarak Kürtlere karşı hasmane bir tutum takınılmış ve yanlış yapılmış olur.”İki farklı kamuoyuŞu anda yaşananın tam da bu olduğu kanısındayım. Suriye’de birkaç gün içinde yaşananlar, daha ne olduğu doğru düzgün anlaşılamamakla birlikte bazılarının içindeki Kürt fobisi yeniden canlanıyor ve Akdoğan’ın uyardığı gibi Suriye Kürtleri’ne karşı “hasmane tutum” her geçen gün daha fazla egemen oluyor. Halbuki benzer bir durumu Irak Kürtleri söz konusu olduğunda da yaşamış, yıllarca “aşiret reisi” vb. gibi tanımlamalarla küçük görmeye çalıştığımız Iraklı Kürt liderlerle zaman içinde yer yer stratejik özellikler taşıyan ortaklıklara bile gitmiştik.Sorunu sadece Suriye Kürtleriyle ilişki bağlamında ele almak da son derece yanıltıcı olacaktır. Suriye’deki Kürtlere karşı tahammülsüz davranan bir yönetimin kendi Kürtlerinin gönlünü ve zihnini kazanması hiç de kolay olmayacaktır. Şöyle ki, bir süredir Türkiye’de Kürt sorunuyla ilgili herhangi bir gelişme yaşandığında birbirine taban tabana zıt iki farklı kamuoyu tepkisi ortaya çıkıyor: Kürtlerin büyük bölümünün sevindiğine Kürt olmayan kamuoyu üzülürken, aynı kesim Kürtlerin üzüldüğü durumlarda memnun oluyor ve tersi.Bunu Suriye’ye uyarlayacak olursak; Türkiye’de yaşayan bir Kürdün, Suriye Kürtlerinin şu ya da bu kazanımından dolayı üzülüp kaygılanmasını beklemek hiç de gerçekçi olmayacaktır. Yine bir Türkiye Kürdünün, ülkesinin yöneticilerinin Suriye Kürtlerini esas olarak bir “tehdit” olarak algılamasından rahatsız olacağı da kesindir.Esas cazibe merkeziŞunu akıldan çıkarmamak lazım: Bölgede dört parçaya dağılmış olan Kürtler için gerek nüfus, gerek birçok açıdan gelişmiş düzeyi bakımından en önemli ülke Türkiye’dir. Irak, İran ve Suriye ne kadar “Ortadoğulu” ise Türkiye’nin de o kadar Avrupalı olduğu düşünüldüğünde ülkemizin tüm Kürtler için bir “cazibe merkezi” olduğu açıktır. Ancak biz kendi Kürt sorunumuzu çözmede ürkek ve korkak davrandığımız için Irak’ın kuzeyinde ortaya çıkan ve adım adım bağımsız devlet olmaya doğru yol alan Kürt yönetimi daha fazla cezbedici oldu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun konuyu Irak Kürt yönetimiyle görüşmeye gitmesi de Suriye Kürtlerinin Irak’ta yaşananları örnek aldığının kanıtı.Eğer Kürt açılımını başarabilmiş olsaydık Suriye Kürtleri Türkiye’ye, yani Kamışlı Nusaybin’e bakıyor olacaktı; şimdi Nusaybin’de yaşayanların Kamışlı’ya bakıyor olmaları tek kelimeyle hazindir.
Irak, İran, Türkiye ve kısmen Suriye Kürtlerinin yakın siyasi tarihinde, bu ülkelerdeki rejimlere karşı yürüttükleri mücadeleler kadar kendi içlerindeki çelişki ve hatta çatışmalar da ciddi bir yer tutmaktadır. Bu kavgaların bir kısmı iç iktidar çekişmelerinden kaynaklanmakla birlikte büyük bir bölümü alenen veya örtülü şekilde şu ya da bu devletin istihbarat birimlerinin manipülasyonları sonucunda yaşandı.Mevcut rejimlerin Kürt siyasi hareketlerine karşı büyük ölçüde birbirlerinden kopya çektiklerini söyleyebiliriz. Bu ortak strateji, Kürt hareketlerinin önünü yine olabildiğince başka Kürtler sayesinde kesmeye ve buna paralel bir şekilde söz konusu hareketleri bölüp parçalayıp yönetmeye çalışmak olarak özetlenebilir. Bu açıdan en çarpıcı örnek, Celal Talabani liderliğindeki daha kentli ve solcu bir grubun 1975 yılında Irak’ta Kürdistan Demokratik Partisi’den (KDP) ayrılıp Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni (KYP) kurmasıdır. KDP’liler bu kopuşu Baas rejiminin tezgahladığını ileri sürdüler ve KYB’lileri asıl anlamı “sıpa” olmakla birlikte Kürt siyasi literatüründe “işbirlikçi, korucu, hain” gibi anlamları olan “caş” sözcüğüyle tanımladılar. KDP ve KYB aralarında defalarca savaştı. Ne var ki 1995’te Türk Silahlı Kuvvetleri’nin KDP lehine müdahale edip sonlandırdığı son büyük çatışmadan bu yana iki grup arasında ciddi sorunlar çıkmadı. Türkiye’deki iç çatışmalarTürkiye’deki Kürt siyasi hareketinin tarihinde de iç çatışmalar, infazlar, tasfiyeler hayli yaygındır. Örneğin PKK 1970 sonlarından itibaren kendisine tabi olmayan diğer grupları şiddet yoluyla susturup Kürt hareketinin tekelini kazandı. Daha sonra değişik gerekçelerle örgüt içi tasfiyeler yaşandı. Bunların en son örnekleri Hikmet Fidan ve Kani Yılmaz’ın öldürülmeleridir. Her ne kadar o dönem Kürt kimliğine sahip çıkmayıp “İslamcı” kimliğini esas alsa de Hizbullah’ın PKK ile girişmiş olduğu çatışmayı da bu kapsamda değerlendirebiliriz.Öte yandan PKK’nın Irak’ta özellikle KDP ile zaman zaman çok sert çatışmalara girmiş olduğunu da hatırlıyoruz. Ancak 1995’den beri bu iki önemli gücün geniş çaplı bir çatışmaya girişmedikleri de ortada. Bu nokta çok önemli: Şöyle ki, başta KDP olmak üzere Irak’taki Kürt yapılanmalarıyla PKK arasında çok büyük farklar var ve bu da doğal olarak farklı beklenti ve çıkarları gündeme getiriyor. Öte yandanAnkara da Irak Kürtlerine düzenli bir şekilde, kendi topraklarında üslenmiş olan PKK’lılarla çatışmayı dayatıyor. Bunun için kimi zaman tehdit, kimi zaman teşvik, kimi zaman hem tehdit, hem teşviği birlikte devreye sokuyor. Bütün bunlara rağmen bu iki büyük gücün birbirlerine saldırmamaları Kürtlerde birçok şeyin kökten değişmiş olduğunun kanıtı.Çatışma değil işbirliğiNedir değişen? Öncelikle değişik ülkelerde yaşayan Kürtler arasında milliyetçi duygular her geçen gün daha da kabarıyor ve buna bağlı olarak Kürtlerin kendi aralarında ne nedenle olursa olsun çatışmaları kesinlikle istenmiyor. Kürt örgütleri de artık tabanlarının sesine daha çok kulak kabartmak zorunda kaldıkları için çatışmalara eskisi gibi tanık olmuyoruz. Hatta tam tersine farklı ülkelerdeki Kürt grupları arasında açık veya örtülü yardımlaşma, eşgüdüm ve işbirliği daha fazla ön plana çıkıyor.Sonuçta dünkü yazımızın sonunda da belirttiğimiz gibi, Kürt örgütleri, bir yandan bölgedeki farklı güç ve odaklar arasındaki çatışmalara doğrudan dahil olmamaya çalışıp, diğer yandan kendi içlerindeki çelişki, anlaşmazlık ve farklılıkları bir kenara bırakarak yeniden şekillenen bölgemizde en güçlü bir şekilde varolma yolunda birlikte hareket ediyorlar. Bu yolda epey mesafe katetmiş durumdalar ve daha da katedeceğe benziyorlar.
Bölgemizde son dönemde yaşanan krizleri daha iyi özetleyebilecek bir başlık bulamadım: İslamcılar karşı karşıya, Kürtler yan yana.“Bölgemiz” derken, özel olarak Suriye, Irak, İran ve Türkiye’yi, genel olarak da tüm Ortadoğu’yu kastediyorum. Bir zamanlar “İslamcılık” denince akla Mısır merkezli olup tüm Arap ülkelerine yayılmış Müslüman Kardeşler, Pakistan’daki Cemaat-i İslami ile hilafeti geri getirmek isteyen çokuluslu Hizbüttahrir gibi örgütler akla gelirdi. Suudi Arabistan rejimiyse, Rabıta adlı kuruluş üzerinden İslamcı kuruluşları denetim altına almaya ve onları kendi çizgisine (Vahhabilik) çekmeye çalışırdı. Fakat İslamcılar, milliyetçi ve solcu hareketlerin gölgesinde kalıyor, pek istikbal vaat etmiyordu. Derken İran’da Ayetullah Humeyni liderliğindeki devrimle Afganistan’daki Sovyet işgaline karşı cihad, İslamcıların emellerinin hiç de hayal olmayacağının örnekleri olarak ortaya çıktı. Ve İslamcılık, birdenbire İslam dünyasının en etkili siyasal, toplumsal, kültürel ve hatta ekonomik akımı haline gelmeye başladı.İran’daki İslami rejim, devrimin İslamcı olmayan diğer çocuklarını yemeyi tamamlar tamamlamaz, dünyanın değişik bölgelerinde kendisine imrenen İslamcıları “devrim ihracı” adı altında nüfuzuna almaya girişti. Buna bağlı olarak dünya çapında İslamcılık, hatta İslam denince akla artık İran ve Humeyni gelir oldu. El Kaide’nin ortaya çıkışıNe var ki Tahran’ın devrim ihracı politikası, Irak, Pakistan, Lübnan, Afganistan ve bazı Körfez ülkelerindeki Şii topluluklar hariç başarılı olamadı. Sünni dünyadaysa, ağırlıkla Suud rejiminin (ve onun üzerinden ABD’nin) finansman desteğiyle Afganistan’da gönüllü olarak savaşan çoğu Arap ülkelerinden gelme mücahitler hızla kendi şebekelerini örgütleme yoluna gittiler. Kaderin garip bir cilvesi olarak, bir süre sonra Usame bin Ladin öncülüğünde El Kaide adını alacak olan bu şebeke zamanla hem Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerine, hem de ABD’ye cihat açtı: 11 Eylül başta olmak üzere yaşananlar ortada.Suriye konusuna geçmeden önce Irak’ı hatırlayalım: Saddam Hüseyin’in devrilmesinden en çok Şii Araplar ve Kürtler yararlandı. Şiilerin yönetimde aslan payını alması da kuşkusuz en çok İran’ı sevindirdi. Sünnilerin iktidarı kaybetmeye yanaşmayacakları belliydi ancak fazla direnç gösteremeyecekleri düşünülüyordu ki devreye El Kaide girdi. Dünyanın dört bir tarafından gelen gönüllüler (ki çoğu Suriye üzerinden ülkeye sızıyordu) ve Sünni aşiretlerden katılımlarla oluşan Ebu Musab el Zerkavi liderliğindeki El Kaide hücreleri hem Amerikalı işgalcilere, hem de Irak’ın yeni yöneticilerine çok zor anlar yaşattılar. Zerkavi’nin ölümünün ardından El Kaide Irak’taki varlığını sürdürmekle birlikte zamanla etkisi azaldı.Yeni savaş alanı: SuriyeSuriye’de ayakta kalmaya çalışan Baas rejiminin İslamcı olmadığının, tam tersine “laiklik” iddiası taşıdığının tabii ki farkındayım. Ama aynı rejimin sırtını esas olarak İran İslam Cumhuriyeti’ne dayadığı göz önüne alınırsa Suriye’de yaşananların son tahlilde İran’ın bölgedeki nüfuzunu kırma, en azından azaltma çabalarının bir uzantısı olduğu da görülecektir.Malum, Suriye konusunda bağımsız, objektif çalışan gazetecilerin haber ve yorumlarından çok çatışan tarafların propagandalarına ulaşabiliyoruz. Beşşar Esad esas olarak “El Kaideci teröristler” ile savaştığını söylüyor ve kendisinin gitmesi durumunda Suriye’ye Talibanvari totaliter bir rejimin gelececeğine dünyayı ikna etmeye çalışıyor. Buna karşılık muhalif gruplar da İran’ın finanse ettiği Lübnan Hizbullah’ına bağlı unsurların Esad’a destek için kendilerine karşı savaştıklarını iddia ediyorlar.Şahsen, bin Ladin’in öldürülmesinin ardından El Kaide’ye bağlı ya da bu şebekeye yakın bazı kişi, hücre ve grupların yeniden Suudi Arabistan’ın denetimine girmiş olabileceklerini düşünüyorum. Ancak geçmişte yaşananlar düşünülürse, bu işbirliğinin çok riskli olduğu, yarın yine bir bumerang (kullananı vuran silah) etkisi yapabileceğini akılda tutmak şart.Tekrar başlığa dönecek olursak: Bölgemizde kendilerini bir şekilde İslam diniyle tanımlamaya çalışan güç ve odaklar arasında sert çatışmalar yaşanırken bunlardan en çok Kürtlerin yararlandığı ortada. Irak, Türkiye ve Suriye’de (muhtemelen İran’da da) Kürtlerin ve onların örgütlerinin, kendi içlerindeki çelişki, anlaşmazlık ve farklılıkları bir kenara bırakıp yeniden şekillenen bölgemizde en güçlü bir şekilde varolma yolunda birlikte hareket ettiklerini ve bu yolda epey mesafe katettiklerini görüyoruz.
Pazar günü AKP İstanbul İl başkanlığı, Çanakkale Şehitliği’nde iftar düzenledi. Çoğu otobüslerle Çanakkale’ye gelen iktidar partisinin İstanbul teşkilatında değişik kademelerde görev üstlenen 5 bini aşkın kişi, gün boyu şehitliği gezdi, şehitler için dua etti; akşam iftarlarını yapıp namazlarını kıldıktan sonra sahura doğru İstanbul’a dönmüş oldu. Kalabalık bir gazeteci grubunun da izlediği bu iftardan hareketle, iktidar partisinin dünü, bugünü ve yarını hakkında bazı gözlem, değerlendirme, düşünce ve öngörülerimi aktarmak istiyorum.Sonda söyleyeceğimi başta söylemek işimizi kolaylaştırabilir. Başlığa da çıkardığım gibi 10 yıla yakın süredir ülkeyi tek başına yöneten AKP’de veya en azından onun çekirdek tabanında, genel olarak bekleneceği gibi bir “iktidar yorgunluğu”ndan ziyade bir “iktidar coşkusu” göze çarpıyor. Bazı yer ve durumlarda bu “coşku”nun “iktidar sarhoşluğu”na dönüştüğü görülmekle birlikte çoğunlukla sükunetin egemen olduğunu söyleyebiliriz. Peki neden böyle? Kanımca AKP’liler belli bir süredir iktidarlarını tehdit altında hissetmiyorlar ve daha uzun bir süre iktidarda kalacaklarına inanıyorlar. Bu inanışa bağlı olarak her partili bugün olmasa bile, kısa, orta veya uzun vadede iktidar nimetlerinden bir şekilde istifade edebileceğini düşünüyor. Yani bir tehdit halinin getirdiği panik yerine özgüven öne çıkıyor.Amatör ve profesyonelRefah Partisi’nin ilk yıllarından itibaren Milli Görüş hareketinin birçok faaliyetini yerinde izledim. “Gömlek çıkartma” iddiasının asılsız olduğunu düşünmemekle birlikte AKP’nin bir şekilde Milli Görüş’ün devamı olduğu görüşündeyim; nitekim Çanakkale iftarında RP, FP yıllarından tanıdığım çok sayıda isimle karşılaştım. RP ile AKP faaliyetlerini kıyaslayacak olursak ilk olarak amatörlükle profesyonelliğin o ilginç ve hayli başarılı sentezine dikkat çekmek gerekir. Ama şöyle bir fark var: Dün amatör yan daha fazla göze batardı ve biz gözlemciler “Hem bir davaya böylesine inanıp hem de bu kadar profesyonel nasıl olabiliyorlar?” gibi soru cümleleri kurardık. Bugünse tersi bir durum var. Dolayısıyla soru şöyle değişiyor: Bu kadar profesyonel olup hâlâ nasıl bir dava aşkıyla hareket edebiliyorlar?RP ile AKP üyelerinin profillerini karşılaştırdığımızda kültürel ve sosyolojik olarak sayısız benzerlik bulmak mümkün. Ama geçen süre içinde görsel açıdan çok bariz bir değişim söz konusu. Esas kastım kılık kıyafetlerin, hal ve davranışların değişimi. 10 yıllık iktidarla birlikte AKP kadrolarının yaşam standartlarının daha da iyileştiği kesin ama bu değişimin tek nedeni bu zenginleşme değil. Galiba esas faktör muhalefetten iktidara geçmiş olmak. Şunu unutmamak lazım: AKP’liler, hiç de haksız olmayan nedenlerle, hükümet olmanın tek başına iktidar olma anlamına gelmediğini düşündüler ve ancak 2007 genel seçimlerinin ardından askeri vesayetin bertaraf edilmesi süreciyle birlikte kendilerini muktedir hisseder oldular. Geçmişte muhalif olmanın, hükümetin ilk yıllarındaysa her an iktidarı kaybetmenin verdiği tedirginlik partililerin hal ve davranışlarına da doğrudan yansıyordu. Ama bir süredir, bu türden tedirginlik ve onun doğurduğu reflekslerin yerini yukarıda sözünü etmiş olduğum özgüven ve onun getirdiği sakin ve rahat hal ve davranışlar almış durumda. İki başkan ve 2014 senaryoları Çanakkale iftarını kalabalık bir gazeteci grubu da izledi. Bu kalabalığa hayret eden bir meslektaşıma şöyle bir açıklama yaptım: “Ne de olsa iktidar partisinin 2014 senaryolarında adları çok geçen iki ismi burada!” İşin şakası bir yana İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ile AKP İl Başkanı Aziz Babuşcu’nun, hem tüzük gereği birçok kurmayın milletvekilliğine ara vermek zorunda kalacak olması, hem de Başbakan Erdoğan’ın köşke çıkma ihtimali düşünüldüğünde parti içinde önlerinin epey açık olduğu muhakkak.
Ahmet Şık’ın büyük ölçüde cezaevinde hazırladığı son kitabı “Pusu: Devletin Yeni Sahipleri”ni okuyorum. Öncelikle Ahmet’e, Nedim Şener ile birlikte içerdeyken biz arkadaşlarının onlarla dayanışma gösterilerinde attığı “Ahmet çıkacak, yine yazacak” sloganını doğru çıkartmış olduğu için teşekkür edelim. Ardından 360 sayfalık bu kitabın, Ahmet’in gazeteciliğini sorgulamaya, küçük görmeye kalkanlara verilmiş son derece isabetli bir cevap olduğunu vurgulayalım.Ahmet’in kitabında, tıpkı Nedim’in “Baba seni Neden Oraya Koydular?” olduğu gibi, tutuklanma sürecini, cezaevinde yaşadıklarını anlattığı bölümler daha çok dikkat çekiyor ve yürek burkuyor. Bir diğer benzerlik, Ahmet’in de, tıpkı Nedim’in yaptığı gibi, hakkındaki suçlamalara (“iftiralara” demek daha doğru olabilir) uzun uzun cevap vermiş olması.Siyasal hesaplaşmaİki kitap arasındaki en büyük fark, Ahmet’in yaşadıkları olayın siyasi boyutlarını, kişisel yönlerinden daha fazla öne çıkarmış olması. Örneğin “Devletin yeni sahiplerinin güç savaşı” başlıklı 4. bölümde AKP hükümetiyle Gülen cemaati arasındaki, MİT kriziyle birlikte iyice alenileşen iktidar mücadelelerini analiz etmiş. “Ergenekon soruşturmasının genel analizi” başlıklı 20 sayfalık 6. bölüm ise sanki Ahmet’in bir sonraki kitabının ana hatlarını içeriyor.Yine yeni bir kitabın taslağı olarak görülebilecek bir başka bölüm de “Ergenekon sürecinde medyanın rolü ve yeni medya dizaynı” başlığını taşıyor. Bu bölümde Cengiz Çandar’ın Şike soruşturmasıyla birlikte özel yetkili mahkemelere ve polise bakışının nasıl 180 derece değiştiği üzerine olan paragraflar özellikle dikkat çekici. Tabii bir de, Ahmet’in, bu süreçte alenen kendisini satmış olan Alper Görmüş’e hitaben yazmış oldukları. Oradan bir bölüm alıntılamak istiyorum:“Bilirsin, muktedirin dili zalimdir, zulmün tadına vardığında hep zalim olmak ister. Bu yüzden, buna engel olacak ne varsa, kim çıkarsa karşısına tepeler, dümdüz eder, yaşatmaz. Tıpkı şimdilerde örneğini daha sık gördüğümüz, yaşadığımız gibi değil mi? Eskinin mağdurlarını muktedir kılma projesi son beş yılda tamamlandı. Biliyorsun, yaşıyorsun, yaşatıyorsun.”Bu yazılar unutulur mu?Ahmet Şık, Pusu’nun ekler bölümünde 11 köşe yazarının 16 yazısından alıntılar yapmış ve bunları küçük notlar ekleyerek “Bu yazılar unutulur mu?” başlığıyla okurların dikkatine sunmuş. Ahmet ve Nedim’i daha ilk günden itibaren mahkum etme yarışına girmiş olan bu kişilerin yazdıklarını “tarihe kayıt” adı altında yayınlamak tabii ki anlamlı, ancak bana sorsaydı kitaba koymamasını önerirdim. Çünkü bir kısmı zaten gazetecilikle ilişkili olmayan, belli bir proje kapsamında medyaya iliştirilmiş bu kişilerin adlarının ve sözlerinin daha fazla dolaşıma sokulmasına, hele bunun böylesine emek verilmiş bir kitapta yapılmış olmasına açıkçası gönlüm razı olmazdı.Biliyoruz, her kritik dönemde egemenler, toplum üzerinde yürüttükleri mühendislik faaliyetlerinde medyaya da başvurur ve yapıp ettiklerini onun üzerinden meşrulaştırmaya çalışırlar. Bunun için kimi medya çalışanlarını değişik vaatler veya baskıyla devşirir, gazetecilikle pek ilgili olmayan kimi güvendikleri isimleri de medyaya monte ederler.Ama gün gelir bu süreçler sona erer. Sona erince de bu süreçlerin öne sürmüş olduğu medya insanları da o mayınlı tarlalarda bir başlarına kalakalırlar. Hatta sert hesaplaşmaların yaşandığı durumlarda içlerinden bazıları yaptıklarının bedelini çok daha ağır bir şekilde öder.Bu yazıyı, kimsenin ahı kimseye kalmaz diye bitirelim ve Ahmet Şık’ın kitabını tüm okurlara tavsiye edelim.