Kürt sorunu: Hâlâ vakit var mı?

20 Temmuz 2012

Ömer Laçiner 1991 yılında Kürt sorunu üzerine yazdığı kitaba “Kürt Sorunu: Henüz Vakit Varken” başlığını koymuştu. Gerçekten Kürt sorununda kâbus gibi bir dönemden geçmekteydik ve umutlu olmak için çok da fazla nedenimiz yoktu. Laçiner’in kitabının başlığı hem bu karamsarlığı, hem de son ümit kırıntılarını birden ifade ettiği için çok isabetliydi.Aradan 20 yıldan fazla zaman geçtikten sonra şu soruyu sorabiliriz: Hâlâ vakit var mı? Bu soruya hızlı bir şekilde “tabii ki var” cevabını verip sözlerimizi “ama 20 yılda çok şey değişti” diye sürdürelim. Neler mi değişti?- Öncelikle Kürt sorununun “bölgesel” boyutu çok daha fazla öne çıktı. Irak Kürtleri adım adım bağımsız devlet kurmaya doğru yol alırken Suriye’deki kaosun bu ülkedeki Kürtlerin önünü iyice açtığını görüyoruz. Başşar Esad rejimi varlığını sürdürür mü bilinmez ancak Suriye’nin yakın geleceğinde Kürtlerin en azından özerkliğe sahip olacakları kesin gibi.- Irak ve Suriye’deki gelişmeler Türkiye ve İran’ı doğrudan ilgilendiriyor ve etkiliyor. Ulus devletlerin sınırları Kürtler arasındaki etkileşim ve işbirliğini engelleyemiyor. Iraklı Kürt partileri Suriye, İran ve Türkiye’de; PKK da Irak, İran ve Suriye’de etkili olabiliyor. Abdullah Öcalan dört ülkedeki Kürtleri kapsayacak “Kürdistan demokratik konfederalizmi” önerirken, ondan daha ileri bir önerme olan “bağımsız birleşik Kürdistan” fikri uzun süre sonra yeniden dile getiriliyor. - Öcalan’ın Kenya’da yakalanıp iade edilmesiyle birlikte Türkiye’nin Kürt sorunu yepyeni bir mecraya girdi. Herşeyden önce “terörle pazarlık yapılmaz” klişesi geçerliliğini yitirdi. Devlet önce Öcalan, ardından PKK ile düzenli görüşmeler yaptı ve sorunu çözemese bile en azından çatışma ortamını denetim altına almaya çalıştı.- 20 yıl içinde devletin Kürt sorununa bakışında da önemli değişiklikler yaşandı. Özellikle AKP iktidarı döneminde red, inkar ve asimilasyon politikalarından büyük ölçüde vazgeçildi; bu noktada geçmişle kısmi yüzleşmeler yaşandı. Kürtçe önündeki engellerin kaldırılması yolunda TRT 6, seçmeli dil dersi gibi ciddi adımlar atıldı. - Bu süre zarfında Türkiye’deki Kürt siyasi hareketi de önemli aşamalar kaydetti. Parti kapatmalara ve başta yüzde 10 barajı olmak üzere bir dizi baskı ve engellemeye rağmen yerel ve genel seçimlerde istikrarlı bir şekilde oylarını artırdı. Son dönemdeki KCK operasyonları dahi Kürt hareketinin kitleselleşmesinin önünü alamadı, hatta bunu daha da hızlandırdı.20 yıl içindeki değişimi anlatmayı daha da sürdürebiliriz ama burada keselim ve baştaki soruya verdiğimiz yanıta dönelim: Kürt sorununu çözmek için tabii ki hâlâ vakit var ama çözüm için öncelikle Kürt sorunu ve Kürtlerin 20 veya 10, hatta 2-3 yıl önceki gibi olmadığını görmemiz, kabullenmemiz ve söylemimizi, üslubumuzu, dilimizi buna göre gözden geçirmemiz şart. Aksi takdirde Türkiye Kürt sorununu çözemez ama Kürt sorunu Türkiye’yi çözer.*****İki iyi insanTatilde iki acı haber aldım. Gazeteci dostum Mustafa Kirman ‘44’ zor günlerde hep yanım(ız)da olmuş Şemsa Uygun ‘56’ kansere yenik düştü. Hayatta muhtemelen birbirlerini hiç görmemiş olan bu iki insan aynı saatte, birbirine epey yakın iki camiden son yolculuklarına uğurlandılar. İkisine de Allah’tan rahmet diliyorum.

Devamını Oku

Beş soruda Numan Kurtulmuş olayı

12 Temmuz 2012

1) Numan Kurtulmuş’un AKP’ye geçecek olması şaşırtıcı mı?Kurtulmuş’un AKP’li olması bazılarının göstermek istediğinin aksine eşyanın tabiatına aykırı değil. Aslında Kurtulmuş’un Refah Partisi (RP) döneminde R. Tayyip Erdoğan liderliğindeki “yenilikçi” hareket içinde yer alması şaşırtıcı olmazdı. Ancak o, Necmettin Erbakan faktörü nedeniyle gelenekçilerle birlikte hareket etti, hatta yenilikçilerin önündeki en güçlü engellerden biri oldu. Kurtulmuş, Milli Görüş hareketini Erbakan’ın denetiminde yenileme ısrarı nedeniyle AKP/SP ayrışmasında da Saadet’i tercih etti, fakat burada çok acı deneyimler yaşadı. Onun SP’den ayrılmak zorunda kaldıktan sonra HAS Parti’yi kurmasının yanlış olduğunu düşünüyorum. Siyasete ara verebilir ve bir süre sonra kaldığı yerden devam etmek istiyorsa AKP’ye katılabilirdi. Genel seçimlerin sonrasında HAS Parti’de ısrar etmesiyse daha büyük bir hataydı. Kısacası eşyanın tabiatına aykırı olan aradaki HAS Parti macerasıydı. Bu nedenle Kurtulmuş’un iktidar partisine katılmasının son derece doğal olduğunu ve kısa bir süre içerisinde AKP’ye uyum sağlayacağını söyleyebiliriz.2) Peki AKP Kurtulmuş’a uyum sağlayabilecek mi?AKP’nin, Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasının ardından tam bir “Erdoğan partisi” haline geldiği doğrudur ama bu harekete yıllarını vermiş onca şahsiyetin hiçbir konuda söz ve oy hakları olmadığını düşünmek de yanlıştır. Nitekim Kurtulmuş’un transferi söz konusu olduğunda Hüseyin Çelik, Ekrem Erdem gibi üst düzey isimler alenen rahatsızlıklarını dile getirmekten çekinmediler. Erdoğan’ın bu süreçte itiraz ve kaygıları dinleyeceği ama son kararı bizzat vereceği, yani Kurtulmuş’u partisine kazandıracağı kesin gibi.3) Kurtulmuş, Erdoğan cumhurbaşkanı olursa başbakan mı olacak?Şurası doğru: Erdoğan tüzüğü uygulamaktan vazgeçmezse AKP’nin birçok kurmayı kenara çekilmek zorunda kalırken Kurtulmuş, Süleyman Soylu gibi yenilerin önü epey açılacak. Bununla birlikte Erdoğan’ın, Kurtulmuş’a parti içinde ve genel olarak siyasi hayatta sunacağı pozisyonlarda eski yol arkadaşlarını gözetmemesi söz konusu olamaz. Bu nedenle Kurtulmuş’u bir tür “Erdoğan’ın veliahtı” gibi görenler yanılıyor. Erdoğan sonrası AKP’de, başta Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi bu partiyi yoktan var eden isimler doğal olarak daha fazla öne çıkacaktır. Öte yandan Kurtulmuş konusunda Erdoğan nedeniyle bugün sessiz kalanların, onun Köşk’e çıkması halinde parti içi iktidar mücadelesi verecekleri, bu bağlamda Kurtulmuş’la da rekabet edecekleri muhakkaktır.4) HAS Parti’yi nasıl bir gelecek bekliyor?HAS Parti kısa sürede dikkat çekici bir performans sergiledi. Partinin yarattığı olumlu imajda Kurtulmuş’un ender rastlanır nezaketinin etkisi de yüksekti. Fakat HAS Parti’nin ilgi çeken bazı politikalarının arkasında Kurtulmuş’tan çok, farklı deneyim, birikim ve geçmişlere sahip birbirinden ilginç kadroları bulunuyordu. Hatta Kurtulmuş’un aşırı temkinli üslubu nedeniyle bu politikaların pratiğe geçmesinde bir tür fren olduğu, partinin dinamizm kazanmasının önünü aldığı söylenebilir. Ancak Kurtulmuş’un (belki bazı arkadaşlarını da yanına alarak) AKP’ye katılması halinde HAS Parti’nin önünün açılacağı asla söylenemez. Bu noktada özellikle Kurtulmuş’u eleştirip, kendi deyimiyle onunla “vedalaşan” Mehmet Bekaroğlu’nun nasıl bir yol izleyeceği önemli olacak. Ne var ki başından itibaren “Numan Kurtulmuş partisi” olarak algılanan HAS Parti, o olmadan yoluna bir süre belki devam edebilir ama ömrünün uzun olacağını sanmıyorum. 5) Saadet Milli Görüş’ün liderliğinde yalnız mı kaldı?İlk bakışta böyle görünüyor ancak Kurtulmuş’un AKP’ye geçmesinin SP’ye çok fazla getirisi olacağı söylenemez. Çünkü HAS Parti’nin doğuşuna yol açan süreçte Milli Görüş’ün tüm parçaları hayli yıprandı. Ardından Erbakan ailesi içinde yaşanan çıkar çekişmeleri SP’yi çok olumsuz etkiledi. Bir sonraki seçimlerde düşük bir oy oranı alması halinde SP’nin iyice marjinalleşeceğini ve Milli Görüş geleneğinin, kısmen de olsa AKP üzerinden varlığını sürdüreceğini öngörebiliriz.

Devamını Oku

Dindar Kürtlerin dönüşümü

12 Temmuz 2012

Önce birkaç genel tespit:1) Türkiye’yi dinsel anlamda muhafazakâr bir ülke olarak tanımlayabiliriz;2) Kürtlerin dindarlığının Türkiye ortalamasının üzerinde seyrettiğini söyleyebiliriz;3) İslami cemaat, grup ve partiler Kürtler arasında hep güçlü olmuştur;4) Dindar Kürtler öteden beri rejim(ler)in sigortası olmuşlardır;5) Rejim(ler)in en büyük endişesi dindarlarla Kürt siyasi hareketinin bütünleşmesi olmuşturİ6) PKK’nın başını çektiği Kürt siyasi hareketi, büyük ölçüde kendisinden kaynaklanan nedenlerden dolayı dindarlara ulaşmakta epey zorluk çekmiştir;7) AKP’nin 10 yıl boyunca tek başına iktidarda kalmasının ana nedenlerinden biri Türkiye’nin her bölgesinde varlık göstermesi, Güneydoğu’da da birçok seçim bölgesinde birinci parti olup, diğer yerlerde BDP’nin tek ciddi rakibi olmasıdır.Ne var ki, son dönemde dindar Kürtlerin Kürt sorununa bakışlarında ciddi değişiklikler gözleyen biri olarak bu tespitlerin eskimeye başladığını rahatlıkla söyleyebilirim. Dindar Kürtlerin bu dönüşümünün farklı nedenleri var. Bazılarını sıralayacak olursak:1) Kürt siyasi hareketi, İslam dinine ve dindarlara yönelik üslubunu büyük ölçüde değiştirdi. Eskinin ateizme kayan kaba materyalist söylemin yerini İslami kavramların da kullanıldığı bir dil almaya başladı. Dindarlıklarıyla temayüz etmiş bazı isimler harekete kazandırıldı; zaten harekette var olan dini konulara vakıf kişilerin önleri açıldı. Dini alanlarda varolan ama pek iş yapmayan yapılanmalara geniş inisiyatif tanındı.2) Demokratik açılım süreci en çok dindar Kürtleri memnun etmiş, umutlandırmıştı. Ancak bunun kısa bir süre sonra askıya alınması ve güvenlikçi politikaların devreye sokulması büyük hayal kırıklıklarına ve dolayısıyla savrulmalara neden oldu;3) Son seçimlerde Başbakan Erdoğan’ın, Kürt sorununa sahip çıkan birçok milletvekilinin üstünü çizip yerlerine düşük profilli isimleri aday göstermesi nedeniyle bölgede BDP iyice yalnız kaldı;4) Roboski (Uludere) faciası ve başta Erdoğan olmak üzere iktidar partisi yetkililerinin bu konuda sergiledikleri tutum da dindar Kürtler için gerçek bir kırılma noktası oldu. Diyarbakır’da kurulu Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin (DİTAM) her ay “Kırklar Meclisi” adıyla düzenlediği toplantılarda seçkin bir konuk, bölgenin kanaat önderleriyle bir araya gelip güncel konuları tartışıyor. Haziran ayı sonunda Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Yasin Aktay, Kırklar Meclisi’nin konuğu olmuş. Diyarbakır’da çıkan Özgür Haber Gazetesi, 2 Temmuz günü bu toplantıdan iki sayfalık bir özet yayınlamış. Şimdi o özetten, bazı İslamcı şahsiyetlerin sözlerinden alıntılar yapmak istiyorum:Ali Serdar Tuncer: “Kürt meselesi konuşulurken kendisini İslamcı gören Türk arkadaşlarımdan rica ediyorum: ‘Biz ümmetiz, kardeşiz, bunları konuşmayalım’ demesinler lütfen.”Selahattin Çoban: “Dindar bir Kürt olarak, ‘dinim mi önce geliyor yoksa etnik kimliğim mi?’ tarzı bir zorlama bu yüzyılda doğru değil. Eğer Kürt sorunu sistem sorunuysa neden İran İslam Cumhuriyeti’nde de devam ediyor?”Rauf Çiçek: “Said Nursi’nin çarpıtılan görüşlerini ve özellikle Kürtler ve Kürdistan ile ilgili düşüncelerini dile getirdiğimiz için 1980 ve 90’lı yıllarda gadre uğradık. Bu yüzden bırakın birlikte olduğumuz Kürtler, aramızdaki Türk kardeşlerimiz de Kürtçülük yaftası yediler.”Dindar Kürtlerin dönüşüm üzerine söylenecek daha çok şey var. Şimdilik, yılları İslami hareket içinde geçmiş bir Kürt dostumun şu sitemiyle noktayalım: “Başbakan ne zaman Kürtlerden söz etse bir şekilde Yunus Emre’nin ‘Yaradılanı severim Yaradan’dan ötürü’ sözünü kullanıyor. Bu da beni çok rahatsız ediyor.”

Devamını Oku

Öcalan yakında yeniden konuşmaya başlayabilir

10 Temmuz 2012

BDP, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ile birlikte 14 Temmuz günü saat 16.00’da, Diyarbakır İstasyon Meydanı’nda “Özgürlük İçin Demokratik Direniş” adıyla bir miting düzenleme kararı aldı. Mitingte esas olarak Abdullah Öcalan’ın ev hapsine çıkarılması talebinin dile getirilmesi bekleniyordu. Ancak Diyarbakır Valiliği ise, 14 Temmuz gününün PKK’nın Silvan saldırısı ve DTK’nın “demokratik özerklik ilanı”nın yıldönümü olmasını ve birtakım istihbarat bilgilerini gerekçe göstererek mitinge izin verilmeyeceğini ilan etti.Pazartesi ve Salı gününü geçirdiğim Diyarbakır’ın bir numaralı gündem maddesinin doğal olarak bu miting olduğunu gördüm. Açıkçası BDP/DTK çevrelerinin valiliğin yasak kararından pek şikayetçi oldukları söylenemez. Yasağa rağmen mitingi düzenleyeceklerini söylüyor ve örnek olarak bu yıl yine Diyarbakır’da yasağa rağmen gerçekleştirilen Newroz/Nevruz kutlamalarını gösteriyorlar.Geçekten de daha Newroz deneyimi hafızalarda tazeyken valiliğin (diğer bir deyişle devletin) neden böylesi bir yasağa yöneldiklerini anlamak mümkün değil. Anlaşılması zor olan bir başka nokta da, bu tür yasakların (daha doğrusu yasaklama girişimlerinin) tam da Kürt siyasi hareketinin istediği şey olduğunun görülmemesi, belki de görülmek istenmemesi. Halbuyki şurası çok açık: Kürt sorununda yaşanan her türlü sertleşme, çatışma ortamının tırmanması eninde sonunda devletin değil Kürt hareketinin lehine sonuçlara yol açıyor. Tüm ülke çapında yaşanan ve biteceğe benzemeyen KCK operasyonları bunun en çarpıcı örneği: Onca insanın tutuklanmasına rağmen Kürt siyasi hareketinin mevzi kaybettiğine tanık olmadık. Tam tersine bu “ek mağduriyet”le birlikte Kürt hareketine yönelik toplumsal destek artarken iktidar partisinin tabanında belli bir erime gözleyebiliyoruz.Öcalan’ın muhtemel dönüşüAKP’nin ilk kadroları partilerini kurarken “Bizim iktidarımızda yasaklamak yasak olacak” diyerek ortaya çıkmış ve haklı olarak epey ilgi toplamışlardı. İktidardaki 10 yılın sonunda, başta Kürt sorunu olmak üzere kritik konularda sık sık yasaklara başvuruluyor olması hazin ve düşündürücü. Tabii her yasak aynı zamanda tıkanmışlığın ve buna bağlı olarak çaresizliğin dışavurumu. Bu bağlamda Diyarbakır mitingi olayını irdeleyecek olursak hükümetin Öcalan’ı sessiz kılarak zaman kazanma stratejisinin Kürt hareketinin zorlaması nedeniyle artık daha fazla yürüyemeyeceğini ileri sürebiliriz.Bu stratejinin bir ayağında Öcalan’ın rızası yer alıyordu. Eğer Öcalan’ın avukat ve akraba görüşlerinin devlet zoruyla durdurulması söz konusu olsaydı, daha önce benzer örneklerde olduğu gibi PKK, yurtiçi ve dışında çok ciddi protestolara ve terör eylemlerine imza atardı. Liderlerinin görüşmeyi kendisinin istemediğini bilen örgüt bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Ancak aradan nerdeyse bir yıla yakın süre geçmesine rağmen somut bir ilerleme kaydedilmemesi üzerine örgütün bu statükoyu bozmaya yöneldiği anlaşılıyor. Dolayısıyla Kürt hareketinin Öcalan konusunu sürekli gündeme taşımaya başlamasını sadece devlete değil Öcalan’ın şahsına karşı bir tutum olarak da görebiliriz.Gelinen noktada devlet Öcalan/Kürt stratejisini gözden geçirmek zorunda kalacağa benziyor. “Ne yapabilir?” diye sorulduğunda verilecek ilk cevap “Öcalan’ı tekrar konuşmaya, mesaj vermeye teşvik edebilir” olacaktır. Hatta Öcalan bu mesajları ailesi ve/veya avukatları değil de medya aracılığıyla bile verebilir. Yani yakın bir zamanda Öcalan’ı bir gazetenin (muhtemelen yine Hürriyet) manşetinde görürsek şaşırmayalım.Çok spekülatif olduğunun farkındayım, ancak gelinen noktada devletin Kürt sorunundaki en güçlü kozunun Öcalan olduğunu; bunu en uygun zamanda, en iyi bir şekilde kullanmak istediğini ve Kürt hareketinin kışkırtmalarıyla bu zamanlamayı öne çekmek zorunda kalabileceğini düşünüyorum.

Devamını Oku

Zulme karşı çıkmak ile yargıya müdahale etmek arasındaki fark

9 Temmuz 2012

Uzunbir süredir Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yakından tanıdığını bildiğim Prof. Büşra Ersanlı, daha doğrusu onun KCK kapsamında tutuklanması hakkında herhangi bir açıklama yapmaması üzerine eleştirel bir yazı yazmayı düşünüyordum. Cuma günü üç gazetede onun “Kendinizle barışık olun. Özgürlükçü aydınlar bari Suriye’de de özgürlükçü olsunlar...” şeklindeki çağrısını okuyunca o yazının artık zamanının geldiğini düşündüm. Sonuçta Cumartesi günkü “Hem Suriye’de, hem Türkiye’de özgürlükçü olmak” başlıklı yazı ortaya çıktı.Güzel bir raslantı sonucu, benim “Davutoğlu’nun Büşra Hoca’yı tanıdığını biliyoruz. Tanıdığına göre ondan terörist filan olmayacağını da herhalde biliyordur. Ama bugüne kadar bir kez bile Prof. Ersanlı konusunda rahatsızlığını dile getirmiş değil” diye yazdığım Cuma günü akşamüstü saatlerinde Davutoğlu, Paris dönüşü uçakta aynı meslektaşlarımıza içini şöyle döküyormuş: “Büşra Hanım, 28 Şubat’ta da çok demokrat bir tavır almış bir akademisyendir. Terörist olduğuna inanmıyorum. Ama bu durumu bir bakan olarak kabullenmiyor olmam, bana yargıya müdahale hakkı vermiyor. Yargı ayrı bir süreç. Eleştirenler kimi yerde ‘Neden müdahale ediyorsunuz’, başka davada ise ‘Niye müdahale etmiyorsunuz’ diyor.”Aradan 7 ay geçmiş olsa da Bakan’ın bu açıklaması son derece önemlidir. Özgürlükçü kimliğine inananları ve kendisini samimi olarak sevenleri mahçup etmediği için Ahmet Davutoğlu’nu tebrik etmek istiyorum. Ve aynı duyarlılığı, hem kendisinin, hem “özgürlükçü” olma iddiasına sahip diğer etkili ve yetkili kişilerin her türlü adaletsizlik ve zulüm karşısında göstermesini diliyorum.Şık-Şener olayıGelelim Davutoğlu’nun sözlerindeki “yargıya müdahale” bahsine: Öncelikle, MİT krizinde “alenen” olduğu gibi, AKP hükümetinin sicilinde yargıya müdahalenin örnekleri mevcut. Hatta o kriz patlak verdiğinde ilk ve en sert açıklamalardan birinin Davutoğlu’ndan gelmiş olduğunu da hatırlıyoruz. İkinci olarak, bu ülkeyi yöneten seçilmişlerden talep edilen, özel yetkili mahkemelerin evrensel hukuk kurallarını ve insaf sınırlarını hayli zorlayan bir dizi uygulaması nedeniyle yargıya müdahale etmeleri değil, bu türden adaletsizliklerle aralarına mesafe koymalarıydı. Çünkü “hukuki” gibi gözüken bu uygulamaların aslında “politik” olduğunu hükümet de fazlasıyla farkındaydı. Seçilmişlerin bu tür aleni hak ihlallerine mesafeli davranması söz konusu yargı mensuplarının yaptıklarını siyasi açıdan meşrulaştırmalarını imkansız kılacaktı.Bu konuda en çarpıcı örnek, Cumhurbaşkanı Gül’ün, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in gözaltına alınmalarının hemen ardından Adalet Bakanı Sadullah Ergin’le görüşüp kamu vicdanının rahatsız olduğu yolunda açık ve net bir çıkış yapmıştı. (Gül’ün sözlerini “yargıya müdahale” olarak gördüğü anlaşılan soruşturma savcısı Zekeriya Öz ilk kez yazılı bir açıklamayla ellerinde “gizli kanıtlar” olduğunu söyleyip geri adım atmadı.) Gül’ün bu hızlı çıkışı, Şık ve Şener’in tutuklanmasının siyasi meşruiyet zeminini ortadan kaldırmıştı.Başbakan Erdoğan ise ilerki günlerde Gül’ün tam tersi bir pozisyonu tercih etti ve “bazı kitaplar bombadan tehlikelidir” gibi temel hak ve özgürlüklerle hiçbir şekilde bağdaşmayacak cümleler kurdu. Ne var ki onun bu türden çıkışlarının Gül’ün ortadan kaldırmış olduğu meşruiyet zeminini yeniden inşa ettiğini söylemek pek mümkün değil.Gül ve Erdoğan’ın tutumları “yargıya müdahale” olarak değerlendirilebilir mi? Şık-Şener olayına farklı açılardan bakanlar, bunlardan birininin “müdahale”, diğerinin “samimi beyan” olduğunu ileri sürecektir. Ama esas soru, neyin müdahale olup neyin olmadığı değil, hangi duruşun “kamu vicdanı” tarafından haklı çıkarıldığıdır.Şık-Şener olayında kimin haklı çıkmış olduğunu sormanın gereği var mı? Tıpkı Prof. Ersanlı olayında kimin haklı çıkacağını sormanın olduğu gibi.

Devamını Oku

Hem Suriye’de, hem Türkiye’de özgürlükçü olmak

6 Temmuz 2012

Önce bir takdir: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Paris’teki Suriye’nin Dostları zirvesine giderken uçağına Mustafa Karaalioğlu (Star) ile Aslı Aydıntaşbaş’a (Milliyet) ek olarak Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu’nu almasının sembolik anlamı yüksek. Malum, devletin derinlerinde yuvalanmış bir grup, medyadaki tetikçileri aracılığıyla Bayramoğlu’na karşı ırkçı-faşist bir kampanya yürütüyor. Dolayısıyla Davutoğlu’nun bu adımı “asıl devlet”in paralel olana (veya olmaya çalışana) karşı açık bir tavır almasıdır. “Özgürlükçü bir aydın” olarak bildiğimiz Davutoğlu’na yakışan tam da budur.Neden bu tahammülsüzlük?Ama Davutoğlu’nun, kendisini uzun süredir tanıyan ve takdir eden, benim gibi insanları, genelleme yapmak yanlış olabilir o yüzden en azından beni hayal kırıklığına uğrattığı bazı noktalar da var. Örneğin Paris yolunda gazetecilere şikayetlerine baktığınızda, Türkiye’de medyada sağlı, sollu, herkesin, çok yoğun ve yıpratıcı bir şekilde hükümetin Suriye politikasını eleştirdiğini düşünürsünüz. Halbuki eleştirilerin azınlıkta, desteğinse çoğunlukta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.Bakan’ın, Cumhuriyet’ten Utku Çakırözer’in Başar Esad söyleşisinden neden bu kadar rahatsız olduğunu da anlamak kolay değil. Düşünsenize, normalde 4 gazeteci gidecekken, doğrudan ya da dolaylı, hükümet yüzünden sayı bire düşmüş ve buna bile tahammül yok. İnsanın aklına Şam’la ilişkilerin “süper iyi” olduğu dönemlerde aynı Esad’la yapılmış olan şike mülakatlar geliyor. Hiç unutmam, bunlardan birinde Esad, sanki kendisininkini çözmüş gibi, Kürt sorununun çözümü için Ankara’ya akıllar veriyordu ve o dönemde hükümetten herhangi bir rahatsızlık ifadesi gelmiyordu.En büyük hayal kırıklığıBenim Ahmet Davutoğlu’na yönelik en büyük hayal kırıklığım “dış” değil “iç” politik nedenlerden dolayı. Suriye konusunda, haklı olarak evrensel insan haklarına, insanlık onuru ve özgürlükler vurgu yapan Davutoğlu nedense aynı hassasiyeti içerdeki temel hak ve özgürlük ihlalleri konusunda göstermiyor; rahatsızlık duyuyorsa bile bunları kamuoyuyla paylaşmıyor.Örneğin siyasetçi kimliğinden önce “hoca” olarak tanıyıp sevdiğimiz Davutoğlu, bu ülkede çok sayıda üniversite öğrencisinin sudan sebeplerle yargılanmasından, uzun süre tutuklu kalmasından, bazılarının çok ağır cezalara çarptırılmalarından, okullarından atılmalarından hiç mi rahatsız olmaz? ODTÜ, kendisinin de mezunu olduğu Boğaziçi gibi üniversitelerde mezuniyet törenlerinde öğrencilerin tutuklu arkadaşları için açtıkları pankartları görünce hiç mi içi cız etmez?Bakan Davutoğlu Paris’e gittiğinde Le Monde Gazetesi’nde 50’yi aşkın Fransız ve Türk aydın, araştırmacı ve öğretim üyesinin imzasıyla bir açıklama yayınlandı. Başlık tek başına yeterli olabilir: “Türkiye’de özgürlüklerin büyük hapsi.” İmzacıların bir kısmını yakından tanıyorum ve en kritik dönemlerde, ciddi riskler alarak AKP hükümetini demokratikleşme yolunda desteklemiş olduklarını biliyorum.Suriye’deki Esad rejimini haklı bir şekilde eleştiren Davutoğlu, 12 Eylül döneminden tanık olduğumuz bu türden basın açıklamalarının niçin yıllar sonra karşımıza çıktığını; Nilüfer Göle, Jean-François Bayart, François Georgeon, Etienne Copeaux gibi saygın isimlerin hangi sebeplerle kaygılandıklarını sorguluyor mu? Yoksa onlar da mı Başbakan Erdoğan’a muhalefet olsun diye yapıyor bu açıklamayı?O metinde, doğal olarak Prof. Büşra Ersanlı’nın maruz kaldığı zulümden de söz ediliyor. Davutoğlu’nun Büşra Hoca’yı tanıdığını biliyoruz. Tanıdığına göre ondan terörist filan olmayacağını da herhalde biliyordur. Ama bugüne kadar bir kez bile Prof. Ersanlı konusunda rahatsızlığını dile getirmiş değil.Yazıyı Davutoğlu’nun özgürlükçü aydınlara yönelik “Kendinizle barışık olun. Özgürlükçü aydınlar bari Suriye’de de özgürlükçü olsunlar...” şeklindeki isbaetli temennisini tersine çevirerek bitirmek istiyorum: “Özgürlükçü aydınlar kendileriyle barışık olsun, Türkiye’de de özgürlükçü olsunlar.”

Devamını Oku

Erdoğan, Kürt sorunu ve çözüm

5 Temmuz 2012

Başbakan Erdoğan’ın özne, Kürt sorununun nesne, çözmenin de yüklem olduğu kaç cümle kurabiliriz? Bu sorunun cevabını, birkaç soru soru sorup bunların cevapları üzerinden aramak isabetli olabilir.Birinci soru: İlk soruda Erdoğan’ın samimiyetini sorgulayabiliriz. O zaman soru şu olacaktır:Erdoğan Kürt sorununu çözmek istiyor mu?Burada karşımıza kabaca iki cevap çıkıyor:Erdoğan samimi olarak Kürt sorununu çözmek istiyor;Erdoğan samimi değil, Kürt sorununu çözmek değil, vakit kazanmak istiyor.Şahsen ilk cevabın doğru olduğuna inanıyorum. Ama istemesinin tek başına yetmediğini, çaresiz kaldığı anlarda vakit kazanmaya çalıştığını, hal böyle olunca çözüm için samimi olmadığı algısının ortaya çıktığını düşünüyorum.İkinci soru: Erdoğan’ın ikinci olarak güç ve yeteneğini masaya yatırmak yanlış olmayacaktır. Bu nedenle ikinci soruyu şöyle sorabiliriz:Erdoğan Kürt sorununu çözebilir mi?Burada da karşımıza kabaca üç cevap çıkıyor:Erdoğan Kürt sorununu çözebilir;Erdoğan ne kadar isterse istesin Kürt sorununu çözemez;Erdoğan Kürt sorununu ancak başkalarının (iç/dış) aktif yardımıyla çözebilir.Tabii bir de dördüncü cevap var: “Çözse çözse Erdoğan çözer” şeklinde farklı kişiler tarafından değişik vesilelerle dile getirilen bu görüşü fazlasıyla abartılı bulmakla birlikte Erdoğan’ın Kürt sorununu pekala çözebileceğine inanıyorum. Özellikle askeri vesayetin kademeli bir şekilde tasfiye edildiği 2007 sonrası Türkiyesi’nde siyasi iktidarların “biz istiyoruz ama asker izin vermiyor” şeklinde bir bahaneleri kalmadığı düşünülürse zeminin çözüm için hayli elverişli olduğu açıktır.Ancak TSK’nın siyasetin dışına itilmesi, Kürt sorunu gibi kritik konularda devletin içinde farklı kanatların ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. ÖzellikleKürt açılımı ve buna paralel gittiği anlaşılan Oslo sürecine hükümetin (dolayısıyla Erdoğan’ın) nasıl angaje olduğunu ama çözüm istemeyen çevrelerin müdahaleleri sonucu her iki paralel girişimin de akamete uğradığını biliyoruz. Ama bildiğimiz bir başka şey daha var: Her ne kadar Habur sonrası yaşanan patinaj sürecinde egemen bir pozisyon kazanmış gözükseler de Kürt sorununda güvenlikçi politikalarda ısrar eden çevreler son dönemde yeniden inisiyatif kaybediyor. (Bunun belirgin miladı olarak MİT krizini kabul edebiliriz)Üçüncü soru: Son olarak gelecek hakkında bir soru ortaya atabiliriz:Kürt sorununu Erdoğan mı çözecek?Galiba üç cevap var:Erdoğan Kürt sorununu kesinlikle çözecek;Erdoğan Kürt sorununun çözümü için pekçok adım atacak ama çözemeyecek;Erdoğan Kürt sorununu kesinlikle çözemeyecek.Kişisel olarak ilk iki cevap arasında gidip geldiğimi söyleyebilirim. Açılımı başlattığında birinci cevap gündemdeydi; geri adım attığında çözemeyeceği duygusu ağır bastı ama son dönemde tekrar umutlar yeşerdi.Son cümle: Bu yazıyı Erdoğan’ın özne, Kürt sorununun nesne, çözmek fiilinin de yüklem olduğu bir cümle ile başlayıp, Kürt sorununun özne, Erdoğan’ın nesne, çözmek fiilinin yine yüklem olduğu bir başka cümleyle bitirmek istiyorum:Erdoğan ne yapıp edip Kürt sorununu çözmek zorunda.Çünkü Erdoğan Kürt sorununu çözmezse Kürt sorunu Erdoğan’ı çözer!

Devamını Oku

Kürt hareketinde çoğulluk ve çoğulculuk

3 Temmuz 2012

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın, Leyla Zana’nın Hürriyet Gazetesi’ne verdiği söyleşinin ardından sarf ettiği “Leyla’yı Leyla yapan Mecnun’un aşkıdır” sözleri şaşırtıcıydı, ona hiç yakışmıyordu, nitekim kendi siyasi kariyerinin eksi hanesine kalın harflerle işlendi.PKK yöneticilerinden Mustafa Karasu’nun Özgür Politika Gazetesi’nde kaleme aldığı yazıda Leyla Zana’nın inisiyatifini Iraklı Kürt liderlerle ilişkilendirmesi ve “Zana’nın söyledikleri çözüm ve barış için bir değer ifade etmiyor. Sadece Kürdistan’da etkisizleşen AKP’ye bir nefes verme anlamına geliyor” demiş olmasıysa hiç şaşırtıcı değildi. Türk basınında “Zana’ya PKK’dan tepki” kapsamında yer bulmasa bu sözler belki de pek dikkat çekmeyecekti.Şaşırtıcı olmayan bir başka açıklama da PKK’nın üst düzey isimlerinden Duran Kalkan’dan geldi. Zana’nın AKP hükümetiyle birlikte çözüm aradığı sırada Kalkan, Fırat Haber Ajansı’na verdiği söyleşide “AKP gitmeden Kürt sorunu çözülemez” dedi. Kalkan’ın söz konusu mülakatta sadece Zana’yla değil, “askeri çözüm sürecindeyiz” diyerek, Öcalan’dan sonra örgütün en önemli ismi olan ve “müzakere yanlısı” bilinen Murat Karayılan ile de ters düştüğü görülüyor.İki temel kavramAslında yeni bir durum değil yaşadığımız. Değişik dönemlerde Kürt siyasi hareketinin yasal, yarı-yasal ya da yasadışı kollarından farklı kişilerin kritik konularda çok farklı pozisyonlar aldıklarını görmüştük. Bu görüntüden hareketle kimi yorumcular söz konusu hareket içinde çokbaşlılık olduğu sonucuna vardılar. Bazıları daha ileri giderek, doğru mu yanlış mı olduğunu asla bilemeyeceğimiz bol sayıda “istihbarat bilgisi”nden de yararlanarak, PKK içinde bir “derin PKK” olduğunu ileri sürdü.Bu tür değerlendirmelerin ve bunlardan hareketle ortaya atılan “Hangi PKK?” gibi soruların işlevsiz ve dolayısıyla yanlış olduğunu düşünüyorum.Çünkü eğer Kürt siyasi hareketini ve içindeki farklı dinamikleri sahiden anlamak istiyorsak öncelikle “tavan”a değil “taban”a bakmamız gerekiyor. Kürt hareketinin tabanı, birilerinin göstermek istediğinin tersine son derece “çoğul”: Burada her sınıftan, yaştan, eğitim durumundan, cinsiyet ve cinsel yönelimden ve en önemlisi siyasi tercihten insan yer alıyor.“Siyasi tercih” deyince bundan yaklaşık 7-8 yıl önce bir belediye başkanının bir sohbette söylediği sözler aklıma geliyor: “Ben aslında liberal biriyim. Kendimi merkezde görüyorum. Ama bizim hareketin tepesinde sol, hatta sosyalist soldan gelenler ağır basıyor. Şu Kürt sorunu bir çözülse de hepimiz kendi siyasi partilerimizde yer alsak, çok iyi olacak.”Gerçekten de, özellikle son dönemde İslamiyet konusundaki bariz yumuşamayla birlikte dindarları da daha fazla kucaklamaya başlayan Kürt siyasi hareketini, Kürtlerdeki bütün renkleri biraraya toplayan bir “geçiş dönemi koalisyonu” olarak adlandırmak yanlış olmaz.Tavandaki tutuculukSorun esas olarak, tabandaki bu “çoğulluk”un tavana aynı oranda yansımaması; hareketin önde gelen kurumlarının yönetimlerinin “çoğulcu” bir görüntü vermemesinden kaynaklanıyor. Diğer bir deyişle bu hareketin köşebaşlarını tutmuş olanlar, bir yandan tabandaki olağanüstü gelişim ve dönüşümden (diğer bir deyişle çoğullaşmadan) yararlanırken, diğer yandan mevcut iktidarlarını koruyabilmek adına bu çoğulluğun gereği olan çoğulculuğu engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar. “Ellerinden gelen” derken ilk olarak her vesileyle “savaş ve çatışma dili”ne ve şiddet eylemlerine başvurmalarını kastediyorum. Ancak tabandan gelen güçlü “barış” talebi yüzünden tavandaki savaşseverlerin giderek daha fazla yalnızlaştıklarını söyleyebiliriz.Sonuç olarak Leyla Zana’nın girişimini, Kürt hareketi içindeki bu temel kırılma, yani tabandaki çoğulluğun tavana yansımaması bağlamında değerlendirirsek daha isabetli olacaktır.

Devamını Oku