Önceki gece CHP Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün’ün serbest bırakıldıktan sonra CNN Türk canlı yayınında Enver Aysever’e anlattıklarını çoğu kişi gibi ben de büyük bir heyecanla dinledim. Aygün’ün iki günlük mağduriyetin ardından serinkanlı bir şekilde ve ısrarla barış mesajları vermesi tek kelimeyle takdiri hak ediyor. Aygün’ün duruşu, iyice umutsuzluğa düştüğümüz şu günlerde hâlâ bir şeylerin yapılabileceği, yapılması gerektiğini bizlere gösteriyor. Aygün’ün ilk açıklamalarını dinledikten sonra, gazeteye yollamış olduğum ve dün yayınlanan “Ne misafir edildi, ne alıkonuldu; kaçırıldı” başlıklı yazımı tekrar okudum; bir süre tereddüt ettikten sonra herhangi bir değişiklik yapmamaya karar verdim. Tereddüt ettim çünkü Aygün’ün yaptığı ilk açıklamalar, bir yanda onun danışıklı bir şekilde PKK tarafından misafir edildiğini, diğer yanda PKK’nın kötüniyetli olmadığını, bir kaçırma değil “alıkoyma”nın söz konusu olduğunu ileri sürenler tarafından haklı çıktıklarının kanıtı olarak görüldü, gösterildi.Hem Alevi, hem solcu hem DersimliYazımı değiştirmedim çünkü Aygün’ün kaçırıldığına inanmaya devam ediyorum. Üstelik bazılarının iddia ettiği gibi bu kaçırma olayının “yerel unsurlar”ın kendiliğinden bir eylemi değil PKK’nın merkezi kararı sonucu gerçekleştiği kanısındayım. Öyle ki, PKK’nın hedefinin Aygün’ü belli bir süre rehin tutmak olduğunu, ancak içerden ve dışardan gelen yoğun tepkiler nedeniyle eylemi istemeye istemeye 48 saat içinde sonlandırmak durumunda kaldığını düşünüyorum.Neden böyle düşündüğümü dünkü yazımda kısaca belirtmiştim. Bugün gerekçelerimi ayrıntılandırmak istiyorum:1) PKK, 1990’lı yılların başından itibaren yükselişe geçen Alevi hareketini hep kendisine yönelik bir devlet komplosu olarak algıladı. Kürt Alevilerinde etnik değil de kültürel-dinsel kimliğin öne çık(arıl)masını doğrudan Kürt siyasi hareketini bölmeye; Türk Alevilerinin kimliklerine sahip çıkmalarını da Türk milliyetçiliğinin yeniden inşa etmeye yönelik hareketler olarak gördü. Dolayısıyla bir süredir gerilemeye yüz tutmuş olan Alevi hareketine belli bir canlılık getiren, özellikle de Kürt Alevileri nezdinde popülerliği iyice artan Hüseyin Aygün’ün PKK’nın hedefinde olması şaşırtıcı değildir. Nitekim gerek PKK tarafından yapılan ilk açıklamalarda, gerekse örgüte yakın yayın organlarında yapılan bazı yorumlarda Aygün bir “dost”tan çok “düşman”, en azından “işbirlikçi şüphelisi” olarak görüldü;2) Aygün’ün Dersimli olması ve Dersim katliamı konusunda partisiyle sorun yaşama pahasına da olsa çok açık ve net tavır almış olması da kaçırılmasında etkili olmuştur. Şöyle ki devlete karşı silahlı başkaladırı geleneğinin çok güçlü olmasına rağmen PKK uzun bir süre Dersim’de örgütlenmekte hayli zorlandı. Yaklaşık 10 yıldır buraya yerleşmiş gözüken örgütün hâlâ ciddi sorunları olduğunu, son genel seçimlerde iki milletvekilinin ikisini de CHP’nin kazanmasıyla görmüştük. Kamer Genç fenomenini bir kenara bırakacak olursak, ikinci sıradan seçilmiş olan Aygün’ün hem seçim bölgesinde, hem ülke genelinde, özellikle insan hakları, Alevi sorunu ve Kürt sorunu gibi hassas konularda sergilediği başarılı performansın PKK’nın hoşuna gitmediği açıktır;3) Bugüne kadar çok sayıda güvenlik görevlisi, memur ve vatandaş kaçırmış olan, bunların büyük kısmını hâlâ elinde tutan PKK’nın bir milletvekili kaçırarak çok geniş bir propaganda imkanı yakalamış olduğu muhakkak. Ancak Aygün’ün kaçırılmasına hiç beklemedikleri yerlerden çok güçlü tepkiler gelmiş olması, bu eylemin örgütün aleyhine sonuçlar doğurmasına yol açtı. Bu açıdan bakıldığında “misafir edildi” veya “alıkonuldu” gibi kaçırma olayını küçümsemeye yönelik değerlendirmelerin PKK’nın işine gelmiş olduğunu söyleyebiliriz. Özetle hem Kürt, hem Alevi, hem sosyalist olan Aygün, PKK çizgisinde olmadan da barış yolunda etkili bir şekilde mücadele edilebileceğini gösterdiği için hedef oldu. Dolayısıyla PKK’nın bu eylemi doğrudan parlamenter demokrasiye ve barışa yönelik bir saldırıdır ve 48 saat içinde bitmiş olması yapılanın yanlış olduğu gerçeğinin üstünü asla örtemez.Bitirirken şu iki noktayı vurgulayalım: 1) Bir yanda BDP ile CHP arasında ilişkiler son derece olumlu gelişirken PKK’nın, ana muhalefet partisinin bölgedeki iki milletvekiline bile tahammül edememesi son derece anlamlıdır.2) CHP’nin böylesine kritik bir olay karşısında bile tek vücut olamaması da son derece anlamlıdır. Bazı CHP’lilerin Aygün’ün ilk açıklamalarındaki barış vurgusunu bilinçli bir şekilde geri plana itmeye çalışmaları yüzünden “her işte bir hayır vardır” sözü bu durumda geçerli olmayabilir. ***** Müşfik Kenter de aramızdan ayrıldı. Allah rahmet eylesin. Hepimizin başı sağ olsun.
Durumu belli olana kadar CHP Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün’ün kaçırılması hakkında yorum yapmaktan kaçındım. İki temel nedenle böyle hareket ettim: 1) Aygün’ün can güvenliğinin şu ya da bu şekilde tehlikeye girmesine katkıda bulunma endişesi; 2) Kaçırılmasının ardından yapılan ve birbirine zıt görünmekle birlikte Aygün’ün kişiliğine doğrudan ya da dolaylı hakaretler içeren değerlendirmelerle yanyana gözükme riski. Nihayet PKK dün Aygün’ü serbest bıraktıktan sonra bu yazıyı yazmaya oturdum. İlkin Aygün’e, ailesine, sevenlerine, CHP’ye ve TBMM’ye çok geçmiş olsun diyorum. İnsan hakları, Alevi sorunu ve Kürt sorunu başta olmak üzere birçok çetrefil konuda şu güne kadar yapmış olduğu son derece yararlı ve başarılı faaliyetlerini aksatmadan sürdürmesini diliyorum. Komplo teorisi çılgınlığı Türkiye’nin ciddi bir bölümü Galatasaray ile Fenerbahçe arasındaki Süper Kupa finaline odaklanmışken duyulan kaçırılma haberine ilk tepkinin bir AKP milletvekilinden gelmesi şaşırtıcıydı. O kişinin, aslında bir kaçırılma değil danışıklı dövüşün olduğunu ileri sürmesiyse hiç şaşırtıcı değildi. Şaşırtıcı değildi çünkü Türkiye uzun zaman önce, her türlü gelişmenin esas olarak komplo teorileriyle açıklanmaya çalışıldığı çılgın bir ülke haline gelmişti ve bu çılgınlık her geçen gün daha da artarak zirveye doğru yol alıyordu. (Daha hiçbir şey belli değilken, “arkadaşlar merak etmeyin, yok bir şey, sizi kandırıyorlar” tadında ortaya atılan milletvekilinin bu süreçte hayli etkili olduğu da ayrı bir husus.) Komploculara göre hiçbir şey asla görüldüğü gibi değildir. Eğer bir eylem söz konusuysa ya fail sanılan kişi/örgüt değildir; ya mağdur olduğunu gördüğümüz kişi(ler) aslında mağdur filan değildir; faili reddetmek mümkün değilse o zaman muhakkak arkasında görünmeyen birileri vardır; kaldı ki eylemin nedeni ve/veya amacı sanıldığı gibi değildir.Olayın arkasında PKK’nın bulunduğu açık olduğu için komplocular doğal olarak özneyi değil fiili sorguladılar ve aslında bir “kaçırılma”nın söz konusu olmadığını ileri sürdüler. Böylece bir taşla birçok kuş vurmayı umuyorlardı: PKK, CHP, Aygün’ün kendisiÖ Ama iktidar partisinin resmi sözcüleri devreye girip bu olayı aleni bir şekilde kınayıp tavır alınca o taşın kendi kafalarını yardığını gördüler ama yine de örtülü bir şekilde kafaları karıştırmaya devam ettiler.PKK’nın dokunulmazlığıOnlar Aygün’ü PKK’nın “gönüllü misafiri” olarak göstermeye çalışırken başkaları da “gönülsüz bir misafirlik”ten dem vurdu. Olayı bir “kaçırma” değil de “alıkoyma” olarak göstermeye çalışan bu kişiler, PKK’dan Aygün’e bir zarar gelmeyeceğine de son derece emindiler.Onların bu iyiniyetinin PKK tarihinden beslendiğini söylemek hiç de inandırıcı olmayacaktır çünkü örgütün tarihi aynı zamanda önüne çıkan (veya çıktığını düşündüğü) engelleri zorla tasfiye etmesinin de tarihidir. Diğer Kürt örgütlerinden, sol gruplardan ve kendi içinden çok kişiyi kanıtlamaya pek ihtiyaç da duymadığı suçlamalardan hareketle tasfiye etmiş olan PKK’ya bu tür konularda güvenmemiz için hiç bir neden yok. Evet, PKK Pazar gününe kadar hiç milletvekili kaçırmamıştı. Bu nedenle söz konusu eylem şaşırtıcıydı ama Aygün’ün hedef seçilmesi için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Aygün’ün PKK’yı neden fazlasıyla rahatsız ettiğini bir sonraki yazımızda ayrıntılı bir şekilde ele alırız, şimdilik PKK tarafından yapılan açıklamada “Aygün devletin özel savaş politikalarının bir yürütücüsü olduğu yönlü halkımızdan gelen yoğun şikayetler göz önünde bulundurularak gözaltına alındı” dendiğini; yurtdışında çıkan Yeni Özgür Politika Gazetesi’nin de Aygün hakkında çok daha ileri ve sert suçlamalarda bulunmuş olduğunu hatırlatalım. Bu açıklamaların tek başına “gönüllü” ya da “gönülsüz” bir misafirliğin söz konusu olmadığını kanıtlamaya yeterli olduğu kanısındayım. Bu olaydan barış ve demokrasi açısından bir ders çıkarmamız gerekiyorsa öncelikle lafı hiç dolandırmadan PKK’yı kınamalı; ne olursa olsun örgüte toz kondurmamaya çalışanları uyarmalıyız. Ardından PKK’nın kendisi için siyasi açıdan son derece riskli olmasına rağmen neden böyle bir eyleme yönelmiş olduğunu sorgulamak isabetli olacaktır.
Son günlerde peş peşe yaşanan ve birbirinden bağımsız gibi görünen bazı olaylar ülkemizde basın özgürlüğünün dört bir koldan tehdit altında olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Neler mi yaşandı? İlk aklımıza gelenleri sıralayalım:1) Şemdinli’de günlerce süren olayları medyanın yerinden takip etmesine izin verilmedi ve bu durumu şikayet etmeye kalkanlar marjinal kaldı;2) Akşam Gazetesi’nden çok sayıda gazeteci ve yazar mali gerekçelerle işten çıkarıldı;3) Bir gazete, cezaevindeki eski PKK şefi Şemdin Sakık’tan hareketle manşetten, Aysel Tuğluk ve Mihri Belli’yle birlikte gazeteciler Cengiz Çandar ve Hasan Cemal’i PKK ile işbirliği yapmakla suçladı. Kimleri, bu yayından, bu gazete ve onunla ilişkili internet sitesini sorumlu tutup “Bunda büyütülecek bir şey yok” dese de, bunun tıpkı 28 Şubat andıcı gibi bir “derin devlet” veya Ferhat Ünlü’nün tabiriyle “paralel devlet” operasyonu olduğu iddiası akla yatkın;4) Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Emine Erdoğan’la birlikte Arakan’a gitmesini eleştirmiş olan bazı köşe yazarlarını patronlarına şikayet etti. Güvenlikçi vesayet günleriBirkaç günde peş peşe gelen bu olumsuzluklar, gazetecilerin mesleklerini özgür bir şekilde yerine getirmelerinin önündeki engellerin üç ana kaynağı olduğunu gösteriyor: 1) İşverenler; 2) Siyasi iktidar; 3) Normal şartlarda siyasi iktidarın denetiminde olması gerekirken, ancak Ali Bayramoğlu’nun tabiriyle “özerk” hareket etme kabiliyetine sahip olan, hatta kimi durumda siyasi iktidara bile meydan okuyabilen devlet içi bazı odaklar.Tam da bu noktada Cengiz Çandar’ın dün Taraf’ta çıkan söyleşisinden uzun bir alıntı yapmak iyi olacak: “Askerî vesayetin ortadan kalkması, devletin yapısı içerisinde vesayet sisteminin ortadan kalkmasını otomatik olarak yerine getirmedi. Askerî vesayetin yerine başka bir vesayet sistemi kurulmak isteniyor. Bunun yerine başka bir güvenlikçi vesayet kuruldu. Bir takım istihbaratçılar, polis, emniyet mensupları, yargı mensupları, özel yetkili savcılar... Bu gitti hükümete de çarptı en sonunda. Hükümete de çarpınca Başbakan bir tavır almak zorunda kaldı. Ama Başbakan, Kürt meselesinde de aynı mekanizmanın çalıştığının farkında değil.”Askeri vesayetin kaldırılması adına yapılanları destekleyen ve bu uğurda yargı-polis-medya ekseninde yürütülen operasyonlardaki sorunları pek dert edinmeyen Çandar’ın şike soruşturmasıyla birlikte tutumunu büyük ölçüde değiştirmiş olduğunu biliyoruz. Bir süredir başka meslektaşlarıyla birlikte bizzat kendisinin medya üzerinden hedef gösterilmesiyle birlikte Çandar’ın sözünü ettiği “güvenlikçi vesayet”e karşı çıkması tabii ki şaşırtıcı değil. Son olarak, Çandar’ın, hedef gösterilmeleri üzerine Başbakan Erdoğan ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın ne diyeceklerini merak ettiğini ama pek de umutlu olmadığını hatırlatalım.Gazeteci gazetecinin kurdudurSon olarak, gazetecilerin özgürce çalışmalarının önüne bazı meslektaşlarının sıklıkla çıkıyor olmalarının altını da kalın bir şekilde çizmek lazım. Tabii ki medyaya iliştirilmiş olan bazı “eski” polis, savcı vb.yi kastetmiyorum. Onlar zaten gazeteci değil ve yukarda bahsettiğimiz “paralel devlet” çizgisinde dezenformasyon türü faaliyetlere imza atarak görevlerini başarıyla yerine getiriyorlar.İtirazım, bazen siyasi gelişme ve krizlerden vazife çıkarıp, çoğunlukla da kişisel hırs ve hesaplardan hareketle meslektaşlarına her türlü kötülüğü yapanlara. O kadar çok kişinin köşesinden, işinden olmasına zemin hazırladılar ki!
PKK’nın saldırılarını tırmandırdığı, özellikle de büyük kentlere taşıdığı böylesi günlerde hep iki zıt çağrı öne çıkar: “Vur kurtul” ve “ver kurtul”. “Zıt” demem lafın gelişi, aslında bu iki çağrı ikizdir. Zaten “vur kurtul” diyen birisiyle tartıştığınızda vurmakla kurtulmanın mümkün olmadığını kavrayınca hemen “O zaman verelim kurtulalım” demeye başlar. Aynı şey, “ver kurtul”u yegane çözüm olarak gören bir başka kişiyle tartıştığınızda da yaşanacaktır. Muhatabınız, vermekle kurtulmanın mümkün olmadığını görünce “asker neden Kandil’e girmiyor?”dan başlayıp “Bölücübaşı’yı neden asmıyoruz?”la devam eden tipik bir “vur kurtul”cuya dönüşür. Tam da bu noktada, PKK’nın Şemdinli, Çukurca, Foça gibi farklı yerlerde koordineli bir şekilde saldırarak Kürt olmayan kamuoyunu “ver kurtul” ile “vur kurtul” çaresizlikleri arasında işlevsizleştirmek istediğini ve bunu belli ölçülerde başardığını söyleyebiliriz.Bazı acı gerçeklerYazının burasında “ver kurtul” ya da “vur kurtul”cuların, “Neden mümkün değil?” sorusunun cevaplarını beklediklerinin farkındayım. Ama her iki yöntem o kadar sakil, o kadar gayri insani ve o kadar gerçeklere aykırı ki üzerlerinde daha fazla kalem oynatmaya değmez. Bunun yerine her türlü enerjimizi, bu topraklarda bir arada yaşama iradesini yeniden hakim kılmaya hasretmemiz gerekir. “Peki bu nasıl olacak?” sorusuna gelince önce bazı saptamalar yapalım, daha doğrusu Kürt sorunu üzerine yazdığımız birçok yazıda dile getirdiğimiz bazı olguları hatırlatalım:1) Uzun bir süredir PKK ve Kürt sorunları iç içe geçmiştir. “Kürt sorunu çözülürse PKK da biter” ya da “PKK’yı yenersek Kürt sorunu da büyük ölçüde halletmiş oluruz” gibi yaklaşımlar artık geçersizdir. Yani bunlardan yalnız birini çözmeye çalışmak beyhude olacaktır.2) Buna bağlı olarak Kürtlerle PKK’yı ayrıştırmak giderek daha fazla zorlaşmakta, hatta imkansız hale gelmektedir.3) Kürtleri, onlara hizmet götürerek ya da din kardeşliğine vurgu yaparak “kazanma” da iyice güçleşmektedir.4) Türkiye’de “Kürt” ve “Kürt olmayan” diye tanımlayabileceğimiz iki farklı kamuoyu ortaya çıkmıştır. Bu kamuoylarının duygu, düşünce, kaygı ve beklentileri arasındaki mesafe giderek açılmaktadır. Birinin üzüldüğüne diğerinin sevinmesi, birinin sevindiğine diğerinin üzülmesi gibi acı bir durumla karşı karşıyayız.Akil insanlara düşen görevPeki bu sarmaldan çıkmak mümkün mü? Zor ama pekala mümkün. Öncelikle, karşılıklı birbirlerini besleyen milliyetçilikleri olabildiğince dizginlemeye çalışmak gerekiyor. Bunun için de milliyetçiliğe mesafeli ve eleştirel bakan akil insanlara büyük görev düşüyor. Tabii haklı olarak, son 30 yılda bu yöntemin de fazlasıyla denendiği ama belli bir noktada tıkanma yaşandığı söylenecektir. Gerçekten de birçok Türk aydını, bedel ödemeyi göze alarak ve ödeyerek devletin Kürt politikasını cesaretle eleştirdi. Öte yandan çok sayıda Kürt aydını da PKK’nın izlediği çizginin başta Kürtler olmak üzere kimseye hayrı olmadığını söyleyerek risk aldı, almaya devam ediyor. Yaşadığımız bütün olumsuzluklara rağmen, eğer Türkiye bugün hâlâ bölünmemişse işte bu farklı kökenlerden cesur isimlere çok şey borçludur. Ancak geldiğimiz noktada sözünü ettiğim akil kişilerin eleştirilerini diğer odağa yöneltmelerinin daha işlevsel olacağı kanısındayım. Yani akil Türklerin bundan böyle öncelikle PKK’yla aralarına bariz bir şekilde mesafe koyup eleştirmeleri, akil Kürtlerin de aynı şeyi devlete karşı yapmaları gerekiyor.Bu konuyu tartışmayı sürdüreceğiz.
Lafı uzatmadan söyleyelim: Irak ve Suriye bir yere kadar, ancak İran ve Türkiye’nin de karışması halinde geride Ortadoğu diye bir bölge kalmayabilir. Çünkü her iki ülke bu bölgenin temel direkleridir ve içlerinden en azından birinin yıkılması durumunda dengelerin yeniden kurulması için çok ama çok uzun bir süre geçmesi gerekecektir. Bu bağlamda Ankara ile Tahran arasında her geçen gün tırmanan gerilimin özel olarak bu iki ülkeye, genel olarak tüm bölgeye hiçbir hayrı olmayacağının altını çizelim.Öte yandan Türkiye ile İran ilişkilerinin içinden geçtiğimiz tarihsel süreç nedeniyle bir nitel değişikliğe uğramasının kaçınılmaz olduğunu da vurgulamalıyız. Şöyle ki Türkiye ile İran çok uzun bir süredir sürekli birbirini kollayan, birbiriyle amansızca rekabet eden ama çatışmamaya da azami özen gösteren iki bölgesel güç olmuştur. Ancak bu coğrafyada bir süredir yaşanan büyük altüst oluşlar nedeniyle bu “dostane rekabet”in daha fazla sürmesi pek mümkün gözükmüyor.Suriye: Irak’ın rövanşıAnkara ile Tahran arasındaki çıkar çatışmasının ne kadar ciddi olduğuna ilk kez Irak’ta tanık olduk. Saddam rejiminin devrilmesinden en kârlı çıkan ülke İran’sa, en zaralı çıkanların başındaysa Türkiye’nin yer aldığı kesindir. Tahran rejimi sadece en büyük düşmanından kurtulmakla kalmadı, Şii Araplar üzerinden bu ülkeyi büyük ölçüde kendi nüfuz alanına kattı.Irak’a esas olarak Kürt sorunu çerçevesinden bakan Türkiye ise başta Türkmenlere, ardından Sünni Araplara yatırım yapıp zaman ve imkanlarını boşa harcadıktan sonra bu ülkede yakın zamana kadar en fazla kuşkuyla baktığı Kürtlerle böyle giderse pekala “stratejik” olarak tanımlayabileceğimiz ilişkiler geliştirmek zorunda kaldı.Buradan hareketle Ankara’nın, Tahran’ın en büyük stratejik ortaklarından olan Baas rejimine karşı Suriye muhalefetini desteklemesini, bir bakıma Irak’ın rövanşını alma arayışı olarak görebiliriz. Türkiye’nin Suriye inisiyatifinde yalnız olmaması, Suudi Arabistan, Katar gibi bölge ülkeleriyle birlikte (veya en azından “aynı dalga boyu”nda) hareket etmesi, İran’a karşı bir bölgesel bloğun varlığını (veya en azından bunun oluşturulmak istendiğini) gösteriyor.Sıra kimde?İran Silahlı Kuvvetler Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Seyit Hasan Firuzabadi’nin Suriye’de yaşananlardan Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’yi sorumlu tutup “Halbuki Suriye'den sonra sıranın Türkiye'ye ve diğer ülkelere geleceğini bilmeleri gerekir” demesi, başka açıklamalarla birlikte Ankara ile Tahran arasında ciddi bir kriz çıkardı. Firuzabadi haklı: Eğer Suriye de parçalanırsa bölgede sıra başka ülkelerde demektir. Firuzabadi haksız: Suriye’den sonra eğer bir sıra söz konusu olacaksa Türkiye’den çok İran tehdit altındadır.Tahran’daki İslami rejime daha ilk andan itibaren karşı olan Batılı güçlerin ve tabii ki İsrail’in, Suriye’deki Baas rejiminin çökmesi halinde vakit geçirmeden ve nükleer sorunu bahane ederek İran üzerinde operasyonlara yönelmeleri şaşırtıcı olmayacaktır. Böylesi bir durumda İran Kürtlerinin en önde gelen muhalif aktör olarak ortaya çıkacaklarını da öngörebiliriz. İran’ın Suriye konusuna bu kadar angaje olmasının esas nedeni de kendisine yönelik bu türden bir tehdit algısı olsa gerek. Bitirirken şu hatırlatmayı yapalım: Suriye’de olup bitenlerin İran’ın elini zayıflattığı ortada. Ancak devrimden bu yana yaşananlar Tahran’daki rejimin çok çetin bir ceviz olduğunu tüm dünyaya defalarca gösterdi. Bu nedenle, olağanüstü bir durum olmaması halinde İran, Suriye’yi kaybetmemek için elinden geleni yapacak, Baas rejimini devirmeye çalışanlara Suriye toprakları dışında da darbeler indirmeye çalışacaktır. Ama en büyük direnci Suriye’den sonra sıranın kendisine gelmesi halinde gösterecektir.İran’ın gerçek gücünü en iyi bilen ülkelerden biri de Türkiye’dir. Ankara’nın bu tarihsel rekabetin tarihsel bir husumete dönüşmemesi için her türlü gayreti göstereceğini düşünüyor ve bekliyorum. Not: 8 Mart 2006 günü Vatan’da çıkan “Türkiye ve İran: Bitmeyecek rekabet” başlıklı yazımda iki ülkeyi birleştiren ve ayrıştıran temel noktaları ele almıştım. Meraklısı şu linkten yazıya ulaşabilir:
Türkiye yaklaşık 30 yıldır PKK’ya karşı topyekzn bir mücadele yürütüyor. Bu 30 yılın son 10 yılı AKP’nin tek başına geçti. AKP geçmiş hükümetlerin icraatından çıkarttığı derslere uygun olarak başlangıçta farklı adımlar attı; yeni taktik ve stratejileri hayata geçirdi. Bunların en önemlileri hiç kuşkusuz hem Abdullah Öcalan, hem de PKK ile düzenli bir şekilde görüşülmesi ve Habur’da karaya oturan açılımın başlatılmasıydı.Açılımın durmasından belli bir süre sonra hükümete “1990’lı yıllara döndüğü” yolunda eleştiriler getirilir oldu. “90’lı yıllar” denince akla ilk olarak Tansu Çiller’in başbakan olduğu ve Kürt sorunu ile PKK söz konusu olduğunda “görünen” değil “görünmeyen” devletin öne çıktığı yıllar geliyor. (Faili meçhuller ve yargısız infazlarla geçen bu yılların sorunun çözümüne hiçbir katkısı olmadığı gibi işleri daha da zorlaştırdığı kısa süre sonra ortaya çıktı)Ortada, bitmek bilmeyen KCK operasyonları ve devletin bir türlü nasıl yaşandığını kamuoyuna açıklamadığı Uludere/Roboski faciası gibi iki kara delik bulunmakla birlikte AKP’nin 90’lı yıllara döndüğü ya da dönmek istediği iddialarının fazlasıyla abartılı olduğu açıktır. PKK taşeron mu?Bununla birlikte son dönemde yoğunlaşan PKK saldırılarıyla birlikte olup biteni anlama, kamuoyuna anlatma ve buna bağlı olarak çözüm yolları geliştirme açısından hükümetin geçmiş deneyimlerden kopya çekmekte olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu noktada iki hususun altını çizmek istiyorum: 1) PKK’yı dış güçlerin taşeronu olarak görüp gösterme; 2) Medyanın bir bölümünü ve bazı gazetecileri nerdeyse teröristlerden daha tehlikeli ilan etme.Hükümet sözcüleri ve hükümete yakın bazı yorumcular PKK saldırılarının ardında Şam, Tahran, hatta Bağdat’ın bulunduğunu ima yoluyla, hatta bazen alenen söylüyorlar. Bu arada adları verilmeyen bazı “müttefiklerimiz”in de işin içinde olduğunu en yetkili ağızlardan duyuyoruz. Geçmişte de bu tür açıklamalar çok yapılmıştı ve hepsi de belli ölçülerde gerçeğin ifadesiydi. Şöyle ki PKK Ortadoğu gibi zorlu bir coğrafyada varkalmak için birbirinden farklı, hatta zıt devletler ve odaklardan destek aldı; Türkiye içindeki iktidar mücadelelerinden de sonuna kadar istifade etti. Sonuçta PKK’nın destekçileri değişti ama örgüt eninde sonunda aynı kaldı. Dolayısıyla dün olduğu gibi bugün de PKK’nın arkasında kimin, kimlerin olduğu bir yere kadar önemli ama bir aşamadan sonra pek bir anlamı yok. Bu türden açıklamalar, bu ülke topraklarında kök salmış bir örgütle mücadelenin yerinin esas olarak bu ülke toprakları olduğu gerçeğini örtmeye çalışmaktan başka bir işe yaramıyor ve bu saatten sonra bunu örtmeyi de beceremiyor.Değişen kim?PKK’nın son Çukurca saldırısının ardından bilinçli olarak yazı yazmadım. Ama bir gazetede, başka bazı gazeteci ve aydınlarla birlikte hedef gösterildim. Gerekçe belli: Kürt ve PKK sorunlarının içiçe geçmiş olduğunu ve bunların çözümünün ancak barışçıl yöntemlerle olabileceğini savunmam(ız). Bu türden hedef göstermeler başım(ız)a ilk kez geliyor değil. Ancak AKP hükümetinin de yavaş yavaş bu çizgiye doğru kaydığını gözlüyoruz. Başbakan’ın tekrar “bir kısım medya” söylemine dönmesi; bazı kurmaylarının kimi gazetecileri asılsız ve şaşırtıcı bir şekilde “PKK romantizmi” yapmakla suçlaması insana “biz bu filmi görmüştük” dedirtiyor.Tabii bir de İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin var. Son olarak şöyle demiş: “Ülkenin olağanüstü gündemi sadece çatışma alanı ile ilgili değildir. Bu çatışma İstanbul’da kalemle devam ediyor, İstanbul’da kitapla devam ediyor. Geçimli’de atılan havan mermisiyle burada, Ankara’da yazılan yazıların bir farkı yoktur.”Şahin isim vermemiş ama kimleri kastettiğini herhalde tahmin edebiliriz. Örneğin üç yıl önce, 1 Ağustos günü dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın başkanlığında Ankara Polis Akademisi’nde toplanan “Kürt Meselesinin Çözümü: Türkiye Modeline Doğru” çalıştayına katılan, benim de aralarında bulunduğum gazetecilerin bir bölümünü herhalde kapsama alanına almıştır.O yılda gazeteciler pek değişmedi ama içişleri bakanıyla birlikte AKP hükümetinin epey değişmiş olduğu muhakkak. Bu değişimi şöyle özetleyebiliriz: Üç yıl önce devlet “Kürt sorununda iyi şeyler olacak” diye umut veriyordu, bugün “terörle mücadele iyi gidiyor” diyerek kamuoyunu yatıştırmaya çalışıyor.
Şemdinli’de olup bitenleri anlamak ve yorumlamak için maalesef elimizde çok fazla objektif veri yok. Çünkü medyanın, ciddi çatışmaların yaşandığı bölgede görev yapmasına izin verilmiyor. Son olarak Suriye’de bir dizi yasak, engelleme ve riski göze alan (ve takdiri hak eden) meslektaşlarımızın Şemdinli’de aynı performansı göstermediğine, daha doğrusu gösteremediğine üzülerek tanıklık ediyoruz. Burada sorunun tek tek muhabir arkadaşlarımızdan kaynaklanmadığı aşikâr, zira Türkiye’de hükümetler, iktidarlar değişiyor ama “terör konusunda hassas yayıncılık” ilkesi aynı kalıyor. Burada “hassas” olmak derken tabii ki devletin çizdiği sınırlar içinde kalmak kastediliyor.Güneydoğu’da yaşanan çatışmaların devlet denetiminde haberleştirilmesi geçmişte bir yere kadar belki işe yarıyordu ama artık devir büyük ölçüde değişti. Çünkü PKK iletişim araçlarını, özellikle sosyal medyayı hayli etkili bir şekilde kullanıyor ve son Şemdinli örneğinde olduğu gibi, devletin haber akışını büyük ölçüde sansürlediği durumlarda kamuoyu örgütün olup bitenleri nasıl anlattığını daha fazla merak ediyor. Dolayısıyla Şemdinli’den çıkarılacak ilk ders, devletin dayattığı ve medyanın büyük çoğunluğunun gönüllü olarak kabul ettiği, “hassas ve sorumlu yayıncılık” anlayışının sorunların çözümünde pek de işe yaramadığı olacaktır. Bu tür durumlarda sahici “hassas ve sorumlu yayıncılık” gerçeklerin kırmızı çizgilerin filtrelerinden geçirilerek değil olabildiğine nesnel bir şekilde kamuoyuna aktarılmasıyla hayata geçirilebilir. Türkiye’nin son 30 yılı bunun tanığı ve kanıtıdır.PKK ne yapmak istiyor?Medyada PKK’nın Şemdinli’de ne yapmak istediği hakkında çok sayıda ve bazıları birbirine taban tabana zıt yorum ve analiz var. Olayları büyük ölçüde “askeri” ve “stratejik” açılardan tahlil etmeye çalışan bu yazı ve konuşmalarda genellikle dört yanlışın tekrarlandığını görüyorum:1) PKK’nın son hamlelerinin “Arap baharı” ile ve son olarak Suriye’de yaşananlarla ilgisi ve benzerliği fazlasıyla abartılıyor;2) PKK’nın Şemdinli stratejisinin kaybetmeye mahkum olduğu önkabulünden yola çıkılıyor;3) PKK’nın bu stratejiye sürüklenmediği, tam tersine uzun bir süredir üzerinde çalışmakta olduğu unutuluyor veya ihmal ediliyor;4) PKK’nın Şemdinli’den sonra nerede ne yapacağı/yapabileceği üzerine fazla kafa yorulmuyor.Bu üç noktanın dışında daha temel bir yanlış yapılıyor: PKK’nın başını çektiği Kürt siyasi hareketi sadece eli silahlı militanlardan oluşmuyor. Dolayısıyla üzerinde en çok düşünmemiz gereken ve şu ana kadar pek üzerinde durulmayan nokta, Şemdinli’de hayata geçirilmek istenen yeni stratejinin “sivil” ayaklarının ne olacağı, olabileceğidir.PKK’nın Şemdinli’de çok kritik bir hamle yaptığını ve bunun doğru okunmamasının bedelinin çok ağır olabileceğini düşünüyorum. Bu gidişle, şimdilik “Arap baharı” ve Suriye ile kıyaslama yapmak abes kaçabilir ancak yakın bir zamanda bir mecburiyet halini alabilir.
- Başdanışmanı Ahmet Sever, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den onay almadan söyleşi vermiş olabilir mi?Sever tarafından dile getirilen sitem ve şikayetlere cevap vermekte zorlananlar bu türden spekülasyonlar yapsalar da, Gül’ü, Sever’i ve ikisinin ilişkisini bilen bazı yazarların da vurguladığı gibi böylesi bir ihtimal kesinlikle mümkün değil. İkili 1990’ların başında Sever Milliyet Gazetesi Brüksel temsilcisi, Gül de Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyesiyken tanıştı. Sever Türkiye’ye döndükten sonra uzun süre Ankara’da komşu oldular. AKP’nin zaferle çıktığı 2002 genel seçimlerinde (benim kışkırtmamla) Ahmet ile birlikte İsmail Cem liderliğindeki Yeni Türkiye Partisi’nden milletvekili adayı olmuştuk. Yaşadığımız hezimetten sonra medyaya döndük. Ama 2002 sonunda Kopenhag’daki kritik Avrupa Birliği zirvesinin ardından dönemin başbakanı Gül onu başdanışman olarak yanında çalışmaya ikna etti. O tarihten itibaren, yani nerdeyse 10 yıl boyunca Sever, Gül’ün en yakınındaki isimlerden biri oldu ve birçok danışmanın aksine bu süre zarfında Gül’ü siyasi açıdan zor bırakacak herhangi bir tavır, söz veya davranışına tanık olmadık.Öte yandan dünyanın neresinde olursa olsun bir danışmanın bu derece önemli konularda son derece kritik açıklamaları kendi kafasına göre yapması, “kraldan çok kralcılık”ın da ötesinde bir durumdur ve sonu herhalde kendisi için hayırlı olmaz. Ama aradan geçen süre zarfında Gül’ün Sever’i tekzip etmemiş olması, bu iddianın basit ve asılsız bir spekülasyon olduğunu gösteriyor.- Sever neden şimdi konuştu?Bunun iki nedeni olduğunu sanıyorum: 1) Bazı AKP sözcülerinin Gül’ün görev süresi ve yeniden aday olıp olmayacağı gibi konulardaki özensiz konuşmalarının artık bıkkınlık yaratması ki bizim söyleşiyi yaptığımız günün ertesinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in sözleri bunu kanıtlıyor; 2) Her ne kadar cumhurbaşkanlığı seçimlerine daha iki yıl olsa da Gül’ün, Erdoğan tarafından çoktan başlatılmış olan 2014 planlamasında devre dışı kalmamak istemesi. Nitekim söyleşinin ardından AKP’liler Gül konusunda daha özenli davranmaya başladı ve 2014 tartışmalarında Gül’ün de ağırlıklı bir faktör olduğu herkes tarafından kabul edilir oldu.- Gül yeniden aday olur mu?Cumhurbaşkanlığında başarılı olduğunu düşünen Gül’ün ikinci kez aday olmak istemesi son derece normaldir. Ancak Erdoğan’ın Köşk’e çıkmada kararlı olması halinde adaylıkta ısrar etmeyecektir. Ne var ki cumhurbaşkanlığından sonra ne yapacağına AKP’nin (daha doğrusu Erdoğan’ın) değil kendisinin karar vereceği muhakkaktır. Dolayısıyla bu son iki yılda Gül-Erdoğan ikilisinin kimin hangi görevi üstleneceği konusunda bir mutabakata varmaları gerekecek. - Gül beklediğini bulamazsa Erdoğan’la mücadele eder mi?Sever’in çıkışının AKP iktidarından ve özel olarak Erdoğan’dan hoşlanmayan pekçok iç ve dış çevre ve odağın iştahını kabarttığı ortada. Örneğin Ahmet Altan daha ilk günden Gül’ü, son dönemde sert bir şekilde eleştirdiği Erdoğan’ın karşısına çıkarttı ve kendisine açık destek verdi. Halbuki Erdoğan’ı dengeleyen bir Gül olabilir ama ona rakip bir Gül tasviri ancak rüyalarında olabilir. Çünkü Gül ve Erdoğan birbirlerini tamamlayan iki isimdir. Birbirilerinin eksilerini ve fazlalarını bilerek kardeşlik ruhu içinde yıllardır birlikte hareket ettiler. Kritik anlarda aralarındaki sorun ve çelişkileri geri plana itip ortak hareket etmeyi bildiler. Muhtemelen bundan sonra da böyle olacaktır. Üçüncü şahıslara sırtlarını verip birbirleriyle mücadele etmeleri sözkonusu olmaz. Eğer aralarından bir mücadele olursa bunun kazananı olmaz, ikisi de kaybeder.- Gül’ün arkasında Gülen cemaati mi var?Öteden beri Gül’ün Erdoğan’a kıyasla Gülen cemaatine daha yakın durduğu iddiası bir efsane olarak siyasi kulislerde dolaşıyor. Bu nedenle Gül’ün Sever üzerinden bazı rahatsızlıklarını dile getirmiş olmasını, AKP hükümetiyle Gülen hareketi arasında MİT kriziyle iyice netleşen gerginlikle birlikte değerlendirenler oldu. Ben de Mehmet Barlas gibi “Gül ile Gülen herhalde bu iddiaya gülüyordur” diye düşünüyorum. Şöyle ki MİT krizinden Erdoğan ne kadar rahatsız olmuşsa Gül de o kadar rahatsız olmuştur. Çünkü Hakan Fidan sadece Erdoğan’ın değil, Gül’ün de göz bebeğidir. Öte yandan Gül’ün Ahmet Şık ve Nedim Şener olayının daha ilk gününde “vicdanlar rahatsız” diye çıkış yaptığını ve bunun sonucunda efsanevi savcı Zekeriya Öz’ün terfi yoluyla pasifize edildiğini; buna karşılık Erdoğan’ın “bazı kitaplar bombadan daha tehlikelidir” demiş olduğunu da unutmamak gerek. Kuşkusuz Erdoğan ve Gül’ün birçok kesime olduğu gibi Gülen cemaatine bakışlarında farklılıklar olabilir ama birbirleriyle mücadele etmeleri, üstelik bunu üçüncü şahısları yanlarına veya arkalarına alarak sürdürmeleri ikilinin ortak tarihleriyle hiç bağdaşmıyor.